16. Bölüm

14. BÖLÜM: "BENİMLE KAYBOLDUN"

Durumavii
durumavii

 

Çok içten bir bölüm oldu. Çokça yorum ve oylarınızla bir sonraki bölümün erken gelmesi için beni motive edebilirsiniz.

 

Mart Kelly~ Under The Jasmine

 

Kaan Boşnak Benimle Kayboldun

 

Yaşar Kurt Hadi Baba Gene Yap

 

Keyifle okuyun.

🕯🕯🕯

 

Gökyüzünün yıldızlarla bezendiği yaz gecesinde, yıkık dökük bir köprünün yamacında iki genç uzanıyordu. Üzerinde yaşıtlarının aksine moda olduğundan değil, yıpranmışlıktan lime lime olan kot pantolonları, tenlerinde is lekeleri vardı. İkisi de çok uzundu ve ikisi de çok zayıftı. Birinin elinde sigara vardı. Diğeri sırt üstü uzandığı nemli toprağın üzerinde, sol ayağını sağ dizinin üzerine bırakmıştı.

 

Orada uzanalı yaklaşık iki saat oluyordu. İki saat içinde iki cümleden fazlasını kurmamışlardı.

 

Çünkü hayal kurabildikleri tek yer o eski köprünün ve yıldızların altıydı.

 

Birkaç dakika sonra birinin sigarası bitince diğeri dizinin üzerindeki ayağını indirdi. Bu, aralarında geçen sözsüz bir iletişimdi. Gitme zamanı gelmişti. Çünkü içecek ikinci bir dal sigara yoktu. Hiç olmamıştı.

 

"Bu gece burada yatsak fena olmazdı." dedi sigarasını nemli toprakta söndürürken. "Hava mis."

 

"Sabaha karşı serin oluyor. Dönelim, Kurt."

 

İkisi birlikte ayağa kalkarken, Kurt homurdandı. "Sanki kuş tüyü yastıklara döneceğiz amına koyayım. Döneceğimiz yer Çetin itinin mağarası."

 

"Geç kalmayalım, tatava yapıyor sonra. Yarın gece iş var, sabahtan hazırlanmaya başlamak lazım."

 

Kurt, bakışlarını kaçırdı, tıpkı bir suçlu gibi. "Geçen seferki iş için son demişti."

 

"Hiçbir zaman son olmayacak."

 

"Olmayacak, Asil. Benim yüzümden olmayacak, affet."

 

Asil, dostunun omzuna vurdu. "Saçmalama lan. Ne yaptıysak birlikte yaptık."

 

Ellerini açıp etrafını gösterirken, bir sigarası daha olmasını istedi Kurt. Son bir dal. "Ben getirdim seni buralara. Güya seni ona kavuşturacaktım. Ne için geldik, ne olduk. Peh!"

 

"Ben umudumu kaybetmedim." dedi Asil, ses tonu cümlesinin altına imza atıyordu.

 

"Üç yıl oldu lan. Üç yıl. On yedi yaşına bastın. Hala bulamadın onu."

 

Asil, ruhuna tekme yemiş gibi içsel bir irkilme yaşadı. Dostu bu sözleri söylemek yerine ona vurmuş olsaydı canının daha az yanacağını biliyordu. Çünkü Kurt doğruyu söylemişti. Asil, mavişi bulamamıştı. Onu bulmaya yaklaşamamıştı bile.

 

"Gidelim." dedi ıssız yola saparken. "Çetin'i kızdırmak istemeyiz."

 

Böyle söylemişti geri döndüklerinde Çetin'in isteğine sert bir şekilde hayır, diyen yine kendisi olmuştu.

 

İstanbul'un tekin olmayan semtlerinden birinde, tekin olmayan insanların yaşadığı apartmanın yeraltı katında Çetin'in karşısında dikilirken, zayıf bedeninden kaburgaları sayılıyordu. Uykusuz ve yorgundu. Yine de "Yapmam." dedi kesin bir dille. "Çocuk olan eve girmem."

 

Çetin, mavi gözlerini kısıp, oturduğu koltukta kaykıldı. Tespihi kalın ve nasırlı parmalarının arasında bir tur döndürdükten sonra "Ne demek yapmam, lan?" diye sordu. "Sana soru mu sordum?"

 

"Bu zamana kadar ne dediysen yaptım." Başıyla Kurt'u işaret etti. "Yaptık. Sana tonla para kazandırdık." Midesi bulandı; kendisinden ve yapmak zorunda olduğu işten. "Ama bizim de kırmızı çizgimiz var, Çetin. Çocuk olan eve gir-"

 

Lafını bitiremeden, kapının yanında duran iri adamlardan biri gelip Asil'e yumruk attığında, çelimsiz bedeni yere serildi. Aynı anda adamlardan biri de Kurt'u derdest etti. Çetin, adamlarına başıyla geri çekilmelerini emrettikten sonra yerinden kalktı. Ellerini belinde birleştirdi ve kanayan kaşının altından nefretle bakan Asil'in başında dikildi.

 

"Seninle bir anlaşma yapmıştık, unuttun mu?" Başını ağır ağır salladı. "Merak etme, ben iyi kalpli bir herifimdir. Sana zevkle hatırlatırım." Tehditkar bakışlarını dişlerini sıkarak kendisini izleyen Kurt'a çevirdi. "Tüm İstanbul'un yer altını avucumun içi gibi bilirim. Aradığın şu kız, neydi adı? Mavi mi?"

 

"Anma adını!" diye bağırdı Asil. Yerden kalkmak için hamle yaptığında Çetin ayakkabısının topuğuyla göğsüne vurdu.

 

"Kes lan!" Eğilip, tespihini tutan elinin işaret parmağını Asil'e doğru salladı. "Bak oğlum, sen sanıyor musun o kızı istediğim an bulamayacağım? Yok öyle bir Dünya. Seninle en başından anlaştık. Ben kızı bulacaktım, sen de bana para kazandıracaktın. Bende ödeme peşin olur koçum, ödeme bittiğinde kızı alırsın." Doğrulurken kaşlarından birini kaldırdı. "Ha yan çizecek olursan... O kızı yine bulurum. Bulurum ama sana vermem. Anladın mı?"

 

Asil'in kırmızı çizgisine koca bir çarpı attı Çetin'in sözleri. Çünkü Asil'in tüm sınırları Mavi'nin adını geçtiği yere kadardı. Daha ötesi yoktu. Elinin tersiyle kaşını sildi. Yumruklarını sıktı. Ayağa kalktığında daha güçlüydü.

 

"Planı anlat."

 

Çetin'in suratına bir pis gülümseme oturdu. Kaldırdığı eliyle birlikte adamları harekete geçerek rutubetli duvarın üzerine bir kroki astılar. Kabataslak çizilmiş o kroki lüks bir yalıya aitti. Etrafında belli başlı noktalar işaretlenmişti. Asil ve Kurt, her detayın ne anlama geldiğini iyi biliyordu. Defalarca kez başta abi, dedikleri Çetin için bir şeyler çalmışlardır. Defalarca kez yakalanmaktan son anda kurtulmuşlardı.

 

"Bu defa sizden kasa çalmanızı istemiyorum. Bu defa ne altın, ne para... Çok başka bir şey çalacağız." Çetin, ağzının suları akarak krokiye doğru yürüdü. "Şu gördüğünüz saray yavrusunda milyon dolarlarla ölçülemeyecek kadar kıymetli bir tablo var. Sizden istediğim o tablo. Daha önce birçok kez ele geçirilmek istendi. Üstelik çok güçlü çetelerdi girişimde bulunanlar ama hepsi avucunu yaladı. Sahibi varlıklı, güçlü bir adam. Evin etrafına etten duvar ördürmüş resmen it." Ellerini ceplerine sokup, topuklarının önünde Kurt ve Asil'e dönerken, sırıtışı genişlemişti. "Ama henüz benim aslan parçalarıyla tanışmadı. Onların giremeyeceği hiçbir delik olmadığını bilmiyor."

 

Asil'in keskin bakışları krokinin üzerinde gezindi. Çetin'in söylediği bir şey doğruydu. Asil ve Kurt'un eli boş çıktığı hiçbir ev olamıştı. Tam üç senedir polis her yerde onları arıyordu ama daha kimliklerine bile ulaşamamıştı.

 

Çetin gibi adamlar ilk bakışta işine yarayacak olanı bilirdi.

 

Asil ve Kurt, ilk bakışta anladığı gibi çıkmıştı.

 

"Kes tatavayı." dedi Kurt."Burası bizi bile aşar. Kör müsün? Krokide tehlike işaretinin olmadığı yer yok. Göz açtırmazlar."

 

Çetin gülümsemesi, zehirli bir ciddiye dönüştüğünde diliyle tüm dudaklarında daire çizdi. "Son işiniz olacak desem? Bu defa gerçekten son. Sizi azad edeceğim."

 

Kurt ve Asil birbirine baktı. İkisi de Çetin'in sözüne güvenilmeyeceğini biliyordu ama Çetin onları özgür bırakacağının sinyalini ilk kez veriyordu. Bu şans demekti ve onların bir şansa ihtiyacı vardı.

 

"Açık konuş." dedi Asil. "Teminat ver bize."

 

"Emredersin paşam." Çetin'in gür kahkahası pencereleri olmayan, ancak tek bir ampulün titrek ışığıyla aydınlatmaya çalıştığı katta yankılandı. "Oğlum daha nasıl açık olayım lan? Özgür olacaksınız diyorum işte. Bu işten kar da vereceğim, şu aradığın kızın adresini de. Sonra siz yolunuza... Ben yoluma..."

 

Çetin konuşmaya devam etti. Belki Kurt duydu ama Asil kesinlikle duymadı. Onun için Çetin'in sözleri, Mavi'yi bulma ihtimalini önüne koyduğu noktada sona etmişti.

 

Asil, onu bulmaya ilk kez bu kadar yaklaşmıştı. Geri dönmek içten bile değildi.

 

Başını kaldırdı ve "Yapacağız." dedi. "Bu gece o tablo elinde olacak."

 

🕯

 

Gecenin zifiri karanlığında parlayan tek bir sokak lambası bile yoktu. Gökyüzünün bağışladığı sis sokaklara doluşurken, sessizlik bir ant gibi dört bir yanı sarmıştı. Krokideki yalı gerçekte çok daha büyük ve görkemli görünüyordu. Bahçe duvarlarının sınırına dikilen ağaçlar cansız bir koruma gibi evin etrafını çevrelemişlerdi ve o ağaçların etrafında dolaşan korumalar, en az ağaçlar kadar sessizlerdi.

 

Biraz sonra bir şey oldu ve sessizlik kökünden koparıldı. Görkemli evdeki sükunet yerini kargaşaya bıraktığında sisin arasından koşan iki çift adım sesi duyuldu. O kadar hızlı koşuyorlardı ki şişen dalaklarının patlayacaklarını hissettiler. Asil, çaldığı tabloyu paltosunun altında saklarken, Kurt'un omuzlarına çıkarak duvara tırmandı. Tırmandığı yerde elini uzatıp Kurt'u yanına aldı. O anda açığa çıkan bedenleri korumalar tarafından fark edildiğinde daha hızlı olmaları gerekiyordu. Aynı anda atladılar.

 

Asil iki ayağının üzerine düştü.

 

Kurt dengesini kaybedip dizinin üzerine çakıldığında acıyla inledi.

 

Asil onun koluna yapışıp kaldırmaya çalıştı ama Kurt anlamıştı, bacağı en az iki yerinden kırıktı. Başını kaldırıp koyu gözlerini dostunun gözlerine dikti ve "Git." dedi. "Bu saatten sonra seni ancak yavaşlatırım."

 

"Asla." dedi Asil. "Asla seni bırakmam."

 

Kurt, hunharca üstlerine gelen adım seslerine çevirdi başını. "Geliyorlar! Yakalayacaklar bizi. Gitsene oğlum!"

 

Asil tabloyu tutmayı bıraktı.Yalnızca Kurt'u tuttu. Onu ayağa kaldırırken, kaçamayacaklarını ikisi de biliyordu.

 

"Boş yapma." dedi genç sesiyle. "Anca beraber, kanca beraber."

 

Ve dediği oldu. Karanlık geceyi yağmalarken, birlikte yakalandılar.

 

🕯

 

"On üç gün oldu lan, on üç gün oldu. "

 

Çetin'in hırslı adımları yeraltında dönüp dururken, elinden düşmeyen telefonuyla bir yerleri aramaya devam etti. "Ölüleri de ortada yok ki inanalım..." Aradığı her kimse nihayet telefonu açmıştı. "Lan! Evi gözlüyor musunuz? Var mı bizimkilerden bir iz?" Aldığı olumsuz yanıt ağzından yeni bir küfür döktü. "Kapat lan telefonu kap-"

 

Gözünün takıldığı yer, bir süre için donup kalmasına sebep oldu. Aradığı oradaydı, tam karşısında kanlı canlı dikiliyordu.

 

"Asil," dedi şaşkınlıkla. "Kurt!" Yaklaştı. Yaklaştıkça değişimlerini fark etti. Takım elbiselerini, pahalı ayakkabılarını, özenle traş edilmiş saçlarını; daha fazlası suratlarındaki yenilmez ifadeyi...

 

"Ne oldu lan size?"

 

Hiçbir şey söylemediler. Asil, ceketinin iç cebinden çıkardığı tabloyu uzattığında Çetin küçük dili yutacaktı. Gözleri büyüdükçe büyüdü.

 

"Bana onun yerini söyle."

 

Çetin'in duyup gördüğü tek şey ellerinin arasındaki paha biçilemez tabloydu. "Oha! Vay anasını... Açık konuşayım, en az birinizi indiriler diye düşünüyordum. Siz kanlı canlı karşıma çıkmakla kalmayıp bir de tabloyu getirdiniz!"

 

Asil sabırsızca nefeslendi. Damarlarında akan kanın bile acele ettiğini hissediyordu. "Tablon elinde. Şimdi sen de sözünü tutacaksın. "

 

Çetin büyülenmiş gibi tabloya bakmaya devam etti."Yaptınız lan! Aldınız tabloyu." Tablonun ortasına sesli bir öpücük kondurdu.

 

Kurt daha fazla dayanamadı. Tabloyu Çetin'in elinden çekip aldığında, adamın mavi gözleri açıldı. "Ne yapıyorsun lan! Ver şunu."

 

"Önce sözünü tut." dedi Kurt. "İstediğin gibi tabloyu getirdik. Söyle kızın yerini."

 

Çetin anlık bir kahkaha attı. Bir tane daha. Kahkahası giderek büyürken, suratı kıpkırmızı oluncaya kadar durmadı. "Lan siz benimle taşak mı geçiyorsunuz? Altın yumurtlayan tavuk kesilir mi hiç? Sizinle daha çok iş yapacağız."

 

Asil yumruğunu sıktı. Kalbinde daha önce hiç hissetmediği kadar büyük bir öfke hissetti. "Yerini söyle, son kez soruyorum."

 

"Siktirtme yerini! Yok yeri falan. Son kez soruyormuş. İki fiyakalı giyindin diye adam mı sandın kendini? Seni kekledim lan, zaafını kullandım. Bin yıl önce kaybettiği beş yaşındaki veledi arayan bir ergeni kandırmak da hiç zor olmadı. Geberip gitmiştir oğlum o, sen kendini düşün."

 

Asil ve Kurt'un birbirine dönen bakışlarını ilk kez kan bürümüştü. Az sonra yapacak şeyi planlamamışlardı. Hayalini bile kurmamışlardı. Tamamen iç güdüseldi.

 

Kurt arkasındaki adama öyle sert bir şekilde vurdu ki adamın burnundan gelen kırılma sesini içerideki herkes duydu. Asil tekmeyle Çetin'in dibindeki adamı devirirken, Kurt yapması gerekeni yaptı ve belinden çıkardığı silahın namlusunu afallayan Çetin'in şakağına yasladı.

 

"Dur!" dedi Asil. "Sen değil."

 

Yavaşça yürüdü. Kurt'un elinden silahı alıp, namluyu korkudan göz bebekleri titreyen Çetin'in alnına kaydırdı. Çetin'ın dudakları kıpırdıyordu, muhtemelen yalvarıyordu. Asil'in duyduğu bir şey yoktu. Adamın ağzından son duydukları yetmişti.

 

"Çetin." dedi soğukkanlılıkla "Sayende ben de bir hırsızdım ama hiç umut çalmadım." Yerdeki tabloyu gösterdi başıyla. "Şu pahalı tabloyu çalmak belki öldürmez ama umut çalmak...." Gözünü kırpmadı, tereddüt etmedi. Tetiğe basıp Çetin'in cansız bedenini ayaklarının dibine sererken, başını kaldırdı ve "Umut çalmak öldürür." diye tamamladı cümlesini. "Umut çalmak kesinlikle öldürür."

 

Bu, genç ellerine bulaşan ilk kandı.

 

Son olmayacaktı.

 

🕯

 

Güçlü kolları bedenimi saran, ılık nefesi saçlarımın arasında gezinen biri vardı. Parmakları belimde ve sırtımdaydı. Aslında her yerdeydi. Bana öyle sıkı sarılmıştı ki yalnızca iki kolunun olduğuna inanmak güçtü. Bana yalnızca kollarıyla değil, ruhuyla da sarılmıştı ve bu bir rüyaydı. Rüya olduğundan emindim. Çünkü hayatım boyunca, sabahlara açtığım gözlerim yalnızlıkla çarpışmıştı.

 

Şimdi, kalbimi döven kalbin ritmi bir halüsinasyondan ötede değildi.

 

Yüzüme çarpan güneş ışığı kirpiklerimi aralamama emrettiğinde önüme onun geniş, tüylü göğsü ve mızrak kolyesi serildi. Göğüs kafesi dingin bir ritimle inip kalkıyordu, kolları ise bedenimin etrafında güçlü bir halka oluşturarak sırtımda buluşmuştu.

 

Rüya değildi, bedenime saplanan camların verdiği acı kadar gerçekti.

 

Ve camların saplandığı, yalnızca benim bedenim değildi. Gömleğinin yerle temas eden kısımları yer yer kırmızıya boyanmıştı. Çünkü benimle birlikte cam kırıklarının üstünde yatmıştı.

 

Bu adamın derdi neydi?

 

Yapmam gereken kafamı suratına geçirip içinde bulunduğum durumdan kurtulmaktı. Kurtulup bana dokunmasının hesabını sormak hiç fena olmazdı ama nefes alışverişlerim yavaşlarken, bakışlarımı yukarı kaldırıp, uyuyan yüzüne bakmakla yetindim.

 

Çoğunla gergin olan kaşları uyurken daha yumuşak biçimde şakağına uzanmıştı. Alnındaki yatay çizgiler daha az belirgindi ama hala oradaydı. Sert bir geçişle bakışlarımı alt yüzüne indirdiğimde, esmer teninin üzerine yer edinen kirli sakalını inceledim. Belli bir düzende elmacık kemiğinin altından başlayarak boynuna kadar uzanmıştı. Boynundaki damarlar hala çok belirgindi. Sanki uykuda bile bir şeyleri korumak ister gibi tetikteydi. Gözlerim dudaklarına kaydığında, uyurken daha dolgun olması gerçeği, dilimde dudağıma dokunma isteği uyandırdı. Olabildiğince pürüzsüz ve açık vişne rengindeydi. Kirpikleri, kapalı haliyle bile kaşlarına dokunmak için birbiriyle yarışa girmiş gibi görünse de asıl tuhaf olan ifadesiydi. Uyuyan yüzündeki ifade, ona ait olmayacak kadar masum, dokunmak isteyeceğim kadar tutkuluydu.

 

Havada bulduğum elim, bana karşı olan bir başkaldırıydı. Bir süredir bir şeyler kontrolüm dışında gelişiyordu. Kabul etmekten başka yolum yoktu, anlıyordum. Suyun akışına kapılmıştım ve bilinmezliğe doğru yol alıyordum pervasızca. Parmaklarım yüzüne uzandığında, kolyesinin parlamasıyla duraksadım. İçimde uyanan yeni istek, o kolyeye dokunmaktı. Karşı koymadım. Parmaklarım gümüş mızrağı sardığında boğazıma dev bir yumru gelip oturdu. Bir süre yalnızca izledim. Zihnimin bir yerinde avucum giderek küçüldü, küçüldü ama mızrak aynı kaldı. Küçücük elimde o mızrağı tuttuğumda bildiğim bir şey daha vardı.

 

Bunu daha önce de yapmıştım.

 

"Senindi." dedi uykulu sesi. "Sana aitti."

 

İçimden bir ses bir süredir uyanık olduğunu ve yukarıdan beni izlediğini fısıldadı.

 

Yutkundum. O yumru bir milim bile oynamadı. "Kayıp mı etmiştim?"

 

"Hayır. Onu bana sen verdin." dediğinde gözlerimin kapanmasına engel olamadım. Yumru acımaya başladı. Tıpkı kirpik diplerim gibi... Hayır, ölene kadar birkez bile ağlamayaktım. "Hiç çıkarmadın mı?"

 

Başının aşağı doğru kıpırdadığını hissettim. Hala kollarının arasındaydım, hala beni çok sıkı tutuyordu. "Hiç."

 

"Delisin sen." Daha sert yutkundum ama siktiğimin yumrusu kazık çakmıştı oraya. "Normal değilsin."

 

Burnu alnıma değdiğimde tüm bedenim irkildi. Kollarının arasında titrediğimde, gülümsemesinin erkeksi tınısı kulaklarıma döküldü. "Deli olduğumu kabul edebilirim."

 

"Ama?"

 

"Bir daha takıntılı olduğumu söyleme. Çünkü değilim. Bunun adı -"

 

"Çöz kollarını, kalkacağım."

 

Cevapsız bıraktığında bakışlarımı yukarı kaldırıp kirpiklerimin altından ona baktım. Başını koyduğu yerde uyumaya devam ediyordu.

 

"Çözsene lan! Kalkacağım dedim sana."

 

Değil kollarını çözmek, gözlerini bile açmadı. "Gürültü yapma, daha uykumu almadım."

 

"Ulan!" Kollarımı gevşetmeye çalıştım ama o kadar iri ve güçlüydü ki o istemeden kollarının arasından ben bile çıkamazdım. "Yattığı yer kırık camların üstü, kuş tüyü yatak değil!"

 

Dudaklarının sol köşesi hafifçe kıvrıldı. "Yattığım yer değil belki ama kollarımın arasındaki öyle."

 

İçimdeki öfke ateşinin üzerine bir kova su döktü sanki. Hayır, hayır. Buna izin veremezdim. "Seni var ya otuz iki yerinden bıçaklayacağım. Seni... Diri diri gömüp mezarının üzerine işeyeceğim."

 

"Yaparsın." dedi çok normal bir şeyden bahsediyormuşum gibi. "Küçükken de pipimi kesmekle tehdit etmiştin."

 

"Kesseymişim keşke!" dediğimde gözlerini açıp bana baktı. Yine, yalnızca gözleriyle gülümsüyordu.

 

"Hatırlıyor musun?"

 

"Bir bok hatırladığım yok."

 

Bozulur sandım ama bozulmadı.

 

"O da olur. Şu sana yakışmayan donukluğu üzerinden attığın gibi, hafızana oturan ağırlık her neyse onu da atarsın." dedi inançla. "Bunun için ne gerekiyorsa yapacağım."

 

Bakışlarımı kaçırdım. Çünkü yakalanmıştım. Uzunca bir süre karakterime eşlik eden donukluğu son zamanlarda üzerimde tutamayışımı, aklıma geldiği gibi davranıp, ağzıma geleni söylediğimin o da farkındaydı. Ve bu yeni halimi tanıyordu.

 

"Kaskafalısın Korkutel. Hatırlamam neyi değiştirecek ki? Sana daha önce de söyledim. Kimse çocukluğundaki gibi kalmaz."

 

Kollarını biraz gevşetip bana daha geniş bir perspektiften baktığında "Sen kalmışsın işte." dedi. Sonra yavaşça bakışlarını dudaklarıma indirdi, "Ağzın, burnun..." Gözlerimizi buluşturdu. "Bakışların," Gülümsemesi genişledi. "Boyun bile aynı nerdeyse."

 

"Tabanca da küçük ama hayat bitiriyor. Yerinde olsam boyumla dalga geçmezdim."

 

İfadesi aceleyle ciddileşti. "Dalga geçmek mi? Dalga geçmiyorum ki ben."

 

"O zaman?"

 

Yeniden gülümsedi ve yeniden kollarının arasındaki varlığıma baktı. "Hoşuma gidiyorsun."

 

Bu kaburgalarımın arasından akıp giden kahrolası hissi yok saymak zordu. "Ben senin hiçbir şeyine gitmem. Çok istiyorsan Başak denen o kız gitsin, yeterince istekli."

 

O suratındaki artık bir sırıtıştı. "Sen... Kıskandın mı ben?"

 

"Hadi ordan! Ne kıskancağım be seni!"

 

Kısılan gözleri yüzüne çapkın bir ifade konumlandırdı. "Sen de haklısın tabii. Yakışıklı adamım. Çevremdeki kadınların sayısı az, diyemem." Bir eli belimden ayrılıp hiç beklemediğim şekilde burnumu sıktığında kalakaldım. "Dikkat et de çelmesinler aklımı."

 

Bana sarılan kollarından birinin eksilmesini fırsat bilerek doğruldum. Başarmaya çok yakındım ama seri bir hamleyle beni yeniden tuttuğunda yere çarpan kolumda yeni bir kesik açıldı. "Ah!"

 

Tüm neşesi duvara fırlatılan bir vazo gibi tuzla buz olurken camların bedenine batmasını umursamadan hızla doğruldu. Oturur pozisyona geldiği an beni dikkatle kucağına çektiğinde düşmemek için kollarını boynuna dolamam alınlarımızı birbirine çarpıştırdı. Durduk. Cam kırıklarının berelediği ve kanattığı kollarımız bedenlerimize tutunurken, birbirini ağırlayan bakışlarımız bir girdabın içinde savrulmaya başladı.

 

Artık gülümsemiyordu. Ona, beni bırakmasını söylemek için dudaklarımı araladım ama yaptığım dilimle dudaklarımı ıslatmak oldu. Bakışları dudaklarıma kaydığında, kaşları aşağı doğru hareket etti, usulca yutkundu.

 

"Yanlış söyledim." dedi fısıltı halinde. Dudaklarımdan ayrılmayan bakışları, kasıklarıma iç gıdıklayıcı sinyaller gönderirken, ben de yavaşça bakışlarımı dolgun dudaklarına indirdim. "Herhangi bir kadının aklımı çelebilme ihtimali yok."

 

Parmakları belim boyunca kaydığında parmaklarımı ensesinde birbirine kenetledim.Aramızda en başından beri yadsınamaz bir çekim vardı ve çok yoğundu. Burada, kollarının arasında olmam doğru değildi. Bir yere gitmek istemiyordum. Bana dokunan ellerinin sıcaklığını kıyafetimin üzerinden bile hissedebiliyordum. Kesinlikle onu istemekten başka bir seçenek bırakmıyordu.

 

"Biri dışında..." Başını eğdi. Hayır, sadece bununla kalmadı. Yüzü yüzüme yaklaşıyordu. Siktir! İlk kez ben hamle yapmadan bana geliyordu. Birbirinden ayrılan parmaklarım şişkin omuzlarına saplanırken kucağına daha fazla yerleştim ve aramızdaki çekime kapılarak yaklaşmasına karşılık verdim. Elinden biri, kazağımın içinden sızdığında omurgam boylu boyunda titredi. Çıplak parmaklarını sırtımda hissetmek bedenimdeki tüm tüyleri ayağa dikti. Ona karşı duymam gereken nefretin önünde beni öpecek olması duruyordu ve bunun karşısında hiçbir seçenek daha güçlü değildi. "Sadece o çelebilir aklımı..." Parmakları yavaşça yukarı tırmanıp, sütyenimin kopçasında duraksadı.

 

Sikeyim! Bu zamana kadar berbat bulduğum öpüşme fikrinin yanında geçmemiştim. Şimdi ise beni öpmesi için yanıp tutuşuyordum! Dudaklarımı dudaklarının arasına almasını ve...

 

"Yalnızca o mu?" Gözlerinde kapattı. O kadar yakındık ki dudaklarına dudaklarımdan önce nefesim dokunmuştu.

 

"Yalnızca o..." Sırtımda daireler çizmeye başlayan parmakları nazik değildi. Yakıcıydı, istekliydi. Söküp almak istiyordu. "Ve ufak bir sır..." Gözlerini açtığında önümde tutkunun koyulaştırdığı gözbebekleri vardı. Parmaklarını etime saplayarak göğsümü göğsüme yasladı. "Aklımı çelmesi için sabırsızım."

 

Daha fazla kendimi tutmak istemiyordum. Aramızda koymak istediğim mesafelerin tam şu an canı cehennemeydi.

 

Avuçlarım yüzüne kaydı, sakallı çenesini avuçlarımın arasına sığdığımda ellerinden biri enseme çıktı. Sıcaklığını hissettiğim dudakları dudaklarıma son hamlesini yaptığında kapı gürültüyle açıldı ve Kurt'un "Vay anasını avradını!" diyen sesini duydum.

 

Başımı çevirdiğimde gözleri fal taşı gibi açılmış ve kapının ağzında kalakalmış ayıcığı gördüm. Önce patronuna, sonra bana ve en sonunda da pozisyonumuza baktı. Bunu birkaç kez daha tekrarladıktan sonra yerdeki cam kırıklarını ve kollarımızdaki kanı fark etti. "Bu nasıl fantazi lan!"

 

Ne olduğunu anlamadan havalandığımda Korkutel ayağa kalktı ve beni yere bırakıp tek adımla önüme geçti. "Sorgusuz sualsiz odaya dalmanı neye borçluyuz, Kurt?"

 

Kurt başını yan çevirip, "Necmettin Başkan aradı." dedi. "Sana ulaşamamış. Akşamki davete erken gitmeni istiyor."

 

"Sebep?"

 

Kurt'un bakışları beni bulduğunda, "Söyle." diye buyurdu Korkutel. "Ne söyleyeceksen o da duyabilir."

 

Kurt başıyla onayladı. Önceden olsa itiraz ederdi, etmedi. "Necmettin Başkan davetten sonra Arınma üyeleriyle bir toplantı gerçekleşeceğini söyledi. Erken gidip planlamalara göz atmanı istiyor."

 

Korkutel'in bakışları omzunun döndüğünde, "İyi olur." cevabını verdi adamına. "Bizim de Arınmanın üyelerine söyleyeceklerimiz vardı."

 

🕯

 

Akşam saatlerinde eve bir kuaförle birlikte on farklı elbise getirildi. Elbiselerin tamamı siyahtı ve bunun kimin fikri olduğunu biliyordum. Bu kez straplez ya da ince askılılar yerine, boğaz kısmı ve kol boyu tamamen dantel kaplı olanını seçtim. Eteği ise kalem forumunda dizlerimin hemen aşağısında bitiyordu. Kuaför, isteğim üzerine dalgalı olarak fönlediği saçlarımı ense kökünde sade bir at kuyruğu yapmıştı. Siyah, tek batlı ayakkabılarım, aynı renk inci küperimle oldukça ciddi bir profil çiziyordum. Gözlerimi yalnızca rimelle çevreledikten sonra bordoya çalan kırmızı ruju dudaklarım boyunca gezdirdim. Çıkmak için hazırdım ancak bunu yapmadan önce son görüşmemiz tatsız geçen Bade'yi görmek istiyordum.

 

Kapısını tıklattığım odasından ses gelmeyince salonda olabileceğine ihtimal vererek merdivenleri inmeye başladığımda kulağıma bir sevinç çığlığı çalındı. Adımlarımı hızlandırıp ilk kıvrımı döndüğümde kapının önünde Bade'yi gördüm. Kollarında Duru vardı, onu özlemle öpüp koklarken, Kurt ikisini de hayranlıkla izliyordu.

 

Sözünü tutmuştu. Bade'ye kızını getirmişti.

 

Nasıl yaptığını ise gömleğinin kol uçlarındaki kan lekelerinden anlamak mümkündü. Adem denen o adam yaşıyorsa bile artık fena halde hasarlıydı.

 

"Gözün aydın." Bade'nin yanına gittiğimde yaşlı gözleriyle yüzüme baktı. Mutluluğu tarif edilemezdi. "Bana ver." dedim kollarımı uzatarak. "Muayene edeyim."

 

Kollarıma bıraktığı kızıyla birlikte salona gittim. Ufaklığı koltuğun üzerine bırakıp soyarken bana gülücükler atmaya başladı. Vücut sıcaklığı yerindeydi. Görünürde herhangi bir problemi yoktu. Neresine dokunursam dokunayım ağzından baloncuklar çıkararak gülmeye devam etti.

 

"Keyfin yerinde anlaşılan koca kafa?" Zıbının iliklerken kaldırdığı ayaklarını burnuma indirdi. "Sağlam darbeydi, tebrikler." Beni anlıyormuş gibi garip kelimeler çıkarmaya başladı. Hala pespembeydi ve gözleri de tıpkı annesininkiler gibi yeşil yeşil ışıldıyordu. Kafasını kontrol etmek için başlığını çıkardığımda yeni yeni çıkmaya başlayan saçlarını fark ettim. "Demek sarışın olacaksın." Parmaklarımı yumuşak tüylerinin üzerinden geçirdim. Fontaneli olması gereken aralıktaydı. Baş çevresinde de herhangi bir anormalliğe rastlamamıştım. "İyisin." Bacaklarındaki boğumları sıkıp, "O sevimsizler sana iyi bakmış." dedim. Annesine teslim etmek için kollarıma alıp geri döndüğümde kalakaldım.

 

Bade, Kurt'a sarılıyordu.

 

Bade'nin yüzünü görmüyordum ama Kurt kapalı gözleriyle huzurlu görünüyordu. Elleri belli belirsiz şekilde Bade'nin belini kavramıştı. Hem tutmaktan korkuyor gibi hem de tutup içine sokmak ister gibi...

 

"Vay anasını avradını!" dedim tıpkı onun yaptığı gibi. "Ben Duru'yu alıp çıkayım isterseniz."

 

Bade kollarını Kurt'tan ayırıp utançla başını yerden ayırdığında Kurt'a göz kırptım. "Nasıl ayıcık? İyi miydi öyle?" İkaz eden bakışlarımı üzerinden ayırmadan yürüyüp bebeğini Bade'nin kollarına bıraktım.

 

Kurt, bakışlarını dışarı çevirip konuşmadan önce boğazını temizledi. "Gitmemiz lazım. Poseidon'a seni bizzat teslim edeceğim."

 

"Mal mıyım lan ben? Ne o teslim etmek falan."

 

Cengiz bir yerden gülen yüzüyle çıkıp "Estağfurullah yengem!" dedi gereksiz bir hoşgörüyle. "Her şey güvenliğiniz için."

 

Ona öyle bir bakış attım ki gülümsemesinden eser kalmadı. "Bir daha bana yengem dersen o ağzını kırarım."

 

Küçük bir çocuk gibi yüzünü düşürüp Kurt'a döndü. "Ama Deniz diyemiyoruz, yenge diyemiyoruz, e ne diyeceğiz biz?"

 

Kurt kolunu dışarı uzatıp "Yürü Cengiz. "dedi. "Ondan önce ben kırmadan ağzını yürü."

 

Çıkmadan önce Bade'ye "Bu evde güvendesin." dedim. "Tedirgin olmana gerek yok."

 

Kahvaltı masasını başına yıkmamışım gibi gülümsedi. "Senin olduğu her yerde güvendeyim abla."

 

Kollarında uyumak üzere olan bebeğine baktım. "Yakında başka bir yer ayarlayacağım."

 

"Sen de olacak mısın?" diye sordu hemen. Ricada bulunacakmış gibi başını omzuna devirdi. "Ol."

 

Yapmam gereken ve yapmak istediğim yine çok ayrı iki uçta duruyordu. Bu yüzden yalnızca "Her şey yolunda görünüyor ama yarın yine de Duru için kan tahlili isteyeceğim." diye bildirdim. "Görüşürüz."

 

Benim için arka kapıyı açmışlardı ama siyah lüks otobüsün ön koltuğuna geçtim. Sürücü koltuğunda Kurt, sol yanında Cengiz oturuyordu. Kurt'un direksiyonu tutan parmaklarındaki yoğun hasar gözümden kaçmamıştı ama kaşları her zamanki kadar çatık değildi.

 

"Bade'den uzak dur."

 

Bunu beklemiyordu. Başının sertçe bana dönüşü de bu yüzdendi. "Ne?"

 

"Kulaklarında sorun mu var ayıcık? Bade'den uzak dur, dedim. O senin tanıdığın cicişlere benzemez."

 

Kaşları eski çatıklığına geri döndü. "Ciciş mi? Ne cicişi?"

 

"Anladın sen en demek istediğimi. Kızın bin tane derdi var. Bir de seninle uğraşmasın."

 

Kızmadı, resmen alıntı. "Ben ne dert açacağım ki ona? Açamam ki."

 

Siktir, abayı yakmış bile... "Bir kahramanlık yaptın, eyvallah. Ama Bade, bizim Dünyamıza ait değil." Başımla ellerini gösterdim. "Bir katilin dengi ancak bir katil olabilir."

 

Dudaklarında yer bulan gülümsemeye anlam veremedim. "O zaman sen neden inkar ediyorsun dengini?"

 

Golü dar bir noktadan atmıştı ağlarıma. Bu yüzden yolun geri kalanında tek kelime daha etmedim. Ulaştığımız etrafında birçok lüks aracın bulunduğu büyük bir çiftlik eviydi. Revizeden geçmişti ancak yapısal olarak oldukça eski olduğu ortadaydı. Bir koruma ordusunun arasından geçerek, kalabalık davet alanına uğramadan doğrudan eve girdik. Kurt ve Cengiz merdivenlere yöneldiğinde nereye gittiğimizi sordum.

 

"Peri bacımın arkadaşı Başak bizim Poseidon'un resmini neyin çizecekmiş." dedi Cengiz. "Onun yanına çıkacağız."

 

"Siz çıkın. Ben tuvalete uğrayıp gelirim."

 

"Neden?"

 

"Çişim geldi Cengo. Geçerli bir neden mi?"

 

"Senin soracağın soruyu!" Kurt yine Cengiz'e yolu gösterdi. "Çık lan, çık." Basamağa adımını bırakıp bana baktı. "Uzun zaman sonra keyfim yerine geldi. Gözünü seveyim kaçmaya falan kalkıp ağzımıza sıçma. Zaten dışarıyı gördün. Etten duvar örmüş herifler. Bizle gireni bizsiz çıkarmazlar.

 

"Amma kafa ütüledin be, altı üstü işeyeceğim amına koyayım."

 

Kurt, ters bakışlarını da alıp merdivenleri çıkarken Cengiz gülüyordu. "Duydun mu? Bana Cengo, dedi. Abi Allah için yenge hepimizin hakkından geliyor."

 

Senin yengeni...

 

Tuvaleti gösteren tabelayı takip edip soldaki koridora döndüm. İşimi hallettikten sonra aynada son halime baktım. Kolumu saran siyah dantellerin ardından hemşirenin yapıştırdığı çok sayıdaki yara bandı görünüyordu ama beni asıl rahatsız eden yaralarım değil ifademdi. Sadece tavrım değil, ifadem de eskisinden farklı görünüyordu. Gözlerim önceki gibi donuk bakmıyordu. Artık biri yüzüme baktığında mutsuz ve tehlikeli olduğumu söyleyemezdi. Sıradan bir kadın olmaya çok yaklaşmıştım.

 

Kabullenmek ruhuma acı verdi. Kırılan kabuğum gücümü zedeledi.

 

Kendime yeni bir yol bulmazsam saptığım yolda kaybolup gidecektim. O yol ise tuvaletten çıktığımda karşımda duruyordu. Bakışlarından anlamıştım bunu.

 

"Selam verecek misin yoksa doğrudan konuya mı girersin?" Bedenimi pervaza yaslayıp, "İkinciyi tercih ederim." dedim.

 

Güldü. Bir eli beyaz sakallarındaydı. "Zeki olduğunu duymuştum." İşaret verdiği rahatça konuşabilmemiz için etrafı kolaçan etmeye başladı. "Noyan, lider olarak seni seçmiş. Bu gece ilan edeceğini söyledi."

 

"Ve bu durum fena halde canınızı sıktı. Öyle değil mi Necmettin... Başkan."

 

"Öyle." dedi kabullenerek. Üzerindeki pahalı takım elbisesinin cebinden bir fotoğraf çıkardı, fotoğrafın arkası dönüktü. "Lider olmaktan öyle uzaksın ki..."

 

"Kadın olduğum için mi?"

 

"Hah..." dedi alayla. "Kadınları hiçbir zaman küçümsemem. Üstelik tanıdığım en tehlikeli kadın da karşımdayken..."

 

"O zaman?"

 

Söyleyeceklerini çok önceden tasarladığını tahmin etmek zor değildi. Boşuna karşımda değildi. Beni tehdit edeceği falan da yoktu. Benden bir şey isteyecekti.

 

"Gözünü kan bürümüş bir katil, liderlik vasfına uygun olamaz. Noyan'a her zaman güvendim, güvenirim." Buruşturduğu çenesi sözlerini desteklerken başını iki yana salladı. "Ancak bu defa yanıldı. Olmaz. Arınmanın lideri sen olamazsın. Sen olsan olsan-"

 

"Katil, olursun." diye tamamladım sözlerini. "Safi katil."

 

"İnsanın kendini bilmesi ne hoş..." dedi bu kez memnuniyetle. "Bu yeteneğini keşfettiğim için istedim seni. Lider olarak değil, katil olarak."

 

Ben bir katildim. Ben, iflah olmaz bir katildim. Yeraltının içinden geçen moruk da bunu biliyordu. Benden istediği bana yakışandı; öldürmem. Aslında benden istediği özüme dönmemdi. Bunu bilmiyordu.

 

"Kimi öldürmemi istiyorsun?"

 

Vaktimiz yoktu, farkındaydı. Gözlerinde, birini içine sinecek şekilde gözlemlemeden bir şeyleri emanet etmenin gerginliği vardı. Yine de beni Arınmanın lideri değil, katili olarak ilan etmek için birçok şeyi feda edebilirdi.

 

"Nizami Çakır." Bana çevirdiği fotoğrafta kendisi gibi bir ihtiyar vardı. "Arınmanın arkasından iş çeviriyor. İtaat ediyor gibi görünüyor ama aldığım duyumlara göre Noyan'ı bitirecek deliller topluyor. Bunu Noyan'a da söyledim. Gel gör ki emin olmadan canını almayacağını söyledi." Başını kaldırıp "Altmış dört yaşındayım." dedi. "Pisliği gözünden tanırım. Hiç yanılmadım."

 

Fotoğrafı ellerime alırken gözlerim muhtemel kurbanımın yüzündeydi. "Nasıl biri?"

 

"Ne?"

 

"Nasıl biri?" diye sordum daha sert bir şekilde. "İyi mi kötü mü?"

 

Başımı kaldırdığımda ifadesindeki şaşkınlığı yakaladım. Bir süre düşündükten sonra, "Boşanırken mal varlığına ortak olmaması için eski karısını zehirledğini duydum." diye konuştu. "Neden soruyorsun?"

 

"Sadece bir söylenti mi yoksa emin misin?"

 

Daha açık bir şekilde afalladı. "Sağlıklı bir kadındı. Aniden ölmesi için hiçbir sebep yoktu."

 

Fotoğrafı avuçlarımda buruşturdum. "Şimdi burada mı?"

 

"Evet ama senden istediğim hemen deği-"

 

"Burada mı?"

 

Durdu ve başını salladı. "Az önce tuvalete geçti."

 

Bunun bir işaret olduğunu düşündüm. Yapacaktım. Necmettin Korkutel istediği için değil, kabuğumu sağlamlaştırmak için yapacaktım. "Adamlarına bir sürede koridor girişinde kalmalarını söyle." Yanından geçerken, buruşturduğum fotoğrafı avucuna bıraktım. "Haklısın, ben bir katilim." Ruhumun özlem duyduğu kan için yanıp tutuşmaya başladığını hissettim. "Ben, kendi sınırlarını kendi belirleyen pis bir katilim ve sınırlarımı zorlayını sınırlarına gömerim. Yaz bir kenara."

 

İhtiyar suratını arkamda bırakıp koridorun sonundaki tuvalete yürürken, avuçlarım, çok yakında işleyeceğim cinayetin açlığıyla kaşınmaya başlamıştı. Plansız hareket etmeyi sevmezdim ama diğer yandan aksiyon da tam bana göreydi. Koridor boyunca asılan tabloları ve duvarları kontrol ettim, kamera yoktu. Tuvalete ulaştığımda bir süre içeriyi dinledim. Gelen sesler yalnızca tek kişiye ait olacak kadar azdı. Bedenimi aralık kapıdan içeri soktuğumda çeşmenin başında elini yıkayan adamla karşılaştım.

 

Bana şaşkınca baktıktan sonra "Hanımefendi." dedi. "Davete özel olarak girişteki tuvaleti kadınlara ayırmışlar. Oraya gidebilirsiniz."

 

Gülümsedim. "Öyle mi?"

 

Sohbet etmek, kurbanlarımın son sözlerini duymak hoşuma giderdi. Onlarla kedinin fareyle oynadığı gibi oynamaya severdim ama ne yazık ki hiç vaktim yoktum.

 

"Anlamadım." dedi ıslak elini omuzlarına dökülen gri saçlarında gezdirirken. Sonra bakışları bacaklarıma kaydı. Aklına ilk gelen onu öldüreceğim değil, onunla yatacağımdı. Zavallı.

 

"Anlarsın." Sözlerine karşılık sırtımı kapıya yasladım ve geriye giden adımlarımla kapanmasını sağladım. Bu hareketim ona kesmek istediğim nefesinin sinyalini vermeye yetti. Belindeki silaha davranmasıyla iki büyük attım ve etrafımda dönerek silahı tutan eline bir tekme savurdum. Silah elinden kayıp havalanırken, sütyenimden çıkardığım teli avuçlarıma sardım ve arkasına geçip boynuna doladım.

 

"İşinin ehli bir katil, suç aletini daima yanında taşır." diye fısıldadım kulağına doğru. Çok hızlıydım. Çok hızlı gerçekleşti herkes. Yaşı, uzun süre çırpınmasına bile izin vermedi. Can çekişen bedenini kabinlerden birine çekip son kez teli sıktım.

 

Son nefesi ağzından çıkıp gittiğinde doğrulup sırtımı soğuk betona yasladım. Hazzı hissetmek için kapattığım gözlerim karamsar bir hisle boğuşmaya başladı. Haz... Kestiğim her nefesten sonra orgazmı gölgede bırakan o his... Neredeydi? Uğraştım, kendimi zorladım ama elime geçen tek şey kocaman bir boşluk oldu. Gözlerimi açıp ayaklarımın dibindeki ölü bedene baktım. Hiçbir anlamı yoktu...Şeytan zihnimi terk etmişti.

 

İkinci kata ulaştığımda Kurt ile merdivenlerde karşılaştım. Konuşmadık ama beni aramak için geldiğini biliyordum. Benimle birlikte geri döndüğünde Cengiz'in bir odanın kapısında beklerken buldum. Beni görmesi ile rahat bir nefes verdi. Odanın kapısını açtıklarında görüş açıma ilk giren Başak'tı. Kısacık, kırmızı bir elbiseyle alçak bir taburenin üzerinde oturuyordu. Bir bacağını diğerinin üstüne atması, uzun ve ince bacaklarını tümüyle açığa çıkarmıştı. Parmaklarının arasındaki fırçayı tuvalde gezdirirken, bakışları doğrudan karşısındaydı. Kapıdan içeri girdiğimde onu gördüm. Borda bir koltuğun ortasında oturuyordu. Ceketi üzerinde değildi. İki düğmesi açık olan siyah gömleği geniş ve bronz göğsünü sergilerken, kısa saçları ıslak, dudakları aralıktı. Siyah pantolonunun sardığı bacaklarının da aralık durması onu resmeden kadının fikri miydi? Hiçbir devinim göstermeyerek resmen modelliğin hakkını verirken, Başak'ın sırılsıklam olduğuna emindim. Beni fark ettiğinde ve yalnızca bakışlarını üzerime çevirdiğinde sarıları bedenimi tepeden tırnağa süzmeye başladı. Siyah ojeli ayaklarıma, kalçamı sıkıca saran elbiseye ve sonunda borda dudaklarıma... Alt dudağını dişlerinin arasına aldığında bunun tamamen içgüdüsel olduğunu biliyordum çünkü o karşımda böyle dururken, aynısını yapmayı istiyordum.

 

"Buraya bakabilir misin Noyan? Dikkatim dağılıyor da..." Başak bana samimiyetsiz bir şekilde güldükten sonra resmine geri döndü.

 

Odanın bir köşesindeki tekli koltuğa geçip beklemeye başladım. Kısa süre sonra Başak bitirdiği resmi alıp Korkutel'in yanına geçti.

 

"Muazzam oldu. Şu ana kadar yaptığım en iyi resim, diyebilirim!" Korkutel tepkisizce baktı ama merakla yanlarına giden Kurt ve Cengiz için aynı şeyi söyleyemezdim. Resme Dünyanın sekizinci harikası gibi bakarken patronlarına övgüler yağdırıp durdular. Bir de Başak'a...

 

"Ben artık gideyim. Zaman ayırdığın için çok teşekkür ederim. Sergime geleceksin, değil mi? Vitrin resminin modeli olarak baş köşede olmalısın."

 

Korkutel, "Bakarız." demekle yetindi. "Gelmeye çalışacağım."

 

Başak gülümseyerek ayağa kalktığında işaret parmağını onun açık düğmelerine çevirdi. "Beni kırmayıp açtığın için teşekkür ederim. " Bana yandan bir bakış attı, bu kez gülümsemesi sinsilik barındırıyordu. "Sergide görüşürüz."

 

Başak, çizdiği resme hayranlıkla bakarak odadan çıktığında Kurt, "Çok iyi oldu yav." dedi gerine gerine. "Eee, canını yediğimin tipi efsane, resim nasıl efsane olmasın."

 

Cengiz, patronunu ilk kez görmüş gibi şöyle bir süzerken sarı kirpiklerini onaylamak için kırpıştırdı. "Allah için model gibi adamsın abi. Hani şu televizyonda dönüp duran püskevit reklamı vardı ya, neydi adı..."

 

Kurt "Piskolata." diye atladığında Cengiz hazine bulmuş gibi ellerini birbirine vurdu. "Hah, piskolata! Abi yeminle oradaki heriflerin yerine o reklamda sen oynamalıymışsın."

 

"Ne diyon lan." dedi Kurt. "O herifler cıbıl cıbıl mutfak önlüğü giyiyor. Düşenebiliyor musun Poseidon'u öyle?"

 

Cengiz omuz silkip, "Ne varkine?" diye sordu garip garip. "Benim abim Piskolata heriflerinden daha kaslı. Göstersin anasını satayım."

 

"Eyvallah çocuklar." Başak'ın açmasını istediği düğmelerini tek tek iliklerken bakışlarını üzerime çevirdi. Beni yine yakaladığını düşünüyordu. Düşünmekten daha fazlası olduğunu kendime itiraf etmek istemiyordum. "Birazdan Necmettin Başkan gelecek, aşağı inelim."

 

"İnelim inelim de..." Cengiz ayağa kalktı ama ilerlemeden önce muzip bir sırıtışla bana döndü. "Ben yengenin de fikrini merak ediyorum. Sonuçta resmi o da gördü."

 

Elimi kaldırıp, "Siktirtme lan yengeni!" dedim. "Bana şöyle hitap etme demedim mi sana?"

 

Kurt, teselli eder gibi elini Cengiz'in omzuna koyup, "Boşver gardaş." dedi aynı muzip tavırla. Keyifleri yerindeydi. Bu yüzden şivelerini sakınmıyorlardı. "Onun şimdi morali bozuk."

 

Yönümü Kurt'a çevirdiğimde sakin kalmak için kendime telkinler veriyordum. Sakin kalmak artık daha zordu. Anlam veremediğim bir durum da buydu. "Neden moralim bozuk olsun ayıcık?"

 

"Neden mi?" Dudakları yavaşça çenesine doğru yayılırken kendine has gülümsemesiyle odanın içini doldurdu. "Hıg hıg hıg." Resmen gülmekten kızardı hıyar herif! "Düğmeler." Parmağını ısırarak gülmesini kendini yavaşlatabildi. "Bir başkası yavuklumun düğmelerini açtırsa ben de patlıcan gibi morarırdım."

 

"Ulan!" Sıktığım yumruğumu suratına geçirmek istesem de maalesef burası yeri değildi. "Hatırlat, bir ara seni patlıcana çevireyim." Korkutel'e baktığımda onun da eğlendiğini gördüm. Onu kıskanma ihtimalimden aldığı haz dudaklarında bir gülümseme olarak parlıyordu. "Aptal aptal konuşmayın. Patronunuzun kadınlarını umursamıyorum." Gözlerimi Korkutel'in yüzüne diktim. Ağır ağır kısarken, başımla Başak'ın gittiği yönü işaret ettim. "Bu arada, şu kızla düzüşmüş müydün?"

 

Gülme sesleri kesildi. Hatta Kurt da Cengiz de sopa yutmuş gibi kalakaldı ama Korkutel de olan tek değişim ifadesizliğe bürünen suratıydı. Daha ileri gitmeye karar verdim. "Başak'la değilse bile şu psikiyatr kadını kesin becermişsindir. Zevkli adamsın. Erkek olsam ben de ilk onu si-"

 

"Mavi!" dediğinde sarf ettiğim tüm kelimeler boğazıma saplandı. Mavi. Doğduğumda bana verilen isim buydu. Bana verdiği isim buydu. Ancak ilk kez, Maviş, diye değil de dümdüz adımla sesleniyordu. Çünkü onu kızdırmıştım.

 

Geçmişte de bana kızdığında böyle mi hitap etmişti? Bir yanım kısa bir an için bunu düşündü.

 

Adımları yanıma geldiğinde yerimden kıpırdamadım. Kavislenen çene hattı ve gerilen kaşları onu tahmin ettiğimden daha fazla kızdırdığımı gösteriyordu ki başını eğmeden, yukarıdan yüzüme baktı. "Bazı şeylerin şakası yapılmaz."

 

Onu aksine yüzüne daha iyi görebilmek için başımı kaldırabildiğim kadar kaldırdım. Dudağımda yarım bir gülümsemeyle, "Şaka yaptığımı kim söyledi?" diye sordum. "Oldukça ciddi-"

 

"Başak'la yatmadım." dedi her iki kelimenin üzerine de basarak. Verdiği öfkeli nefesi bir rüzgar gibi alnımı yalamıştı. "Yaprak'la da... İkisi de yatağıma hiç uğramadı."

 

Bin kere lanet olsun. Sözleri ruhumu besliyordu. İçimdeki karanlığın perdesini aralıyor, beni doyuma ulaştırmak için çırpınıyordu. "Hadi ya..." dedim aslı astarı olmayan bir alayla. "Oldu olacak hiçbir kadınla yatmadığını da söyle, tam olsun."

 

Kurt ve Cengiz'in aynı anda birbirine çevrilen bakışları bir cevap barındırıyordu. Belleğim o cevaba erişebilmem için bazı anları gözümün önüne getirdiğinde dudaklarım aralandı.

 

Mekanına Doktor Deniz olarak gittiğim ilk gün, odasında koluna pansuman yaparken yakınlaşmıştık. Hayır, kendimi tutamayıp üzerine atlayan bendim. Beni durduran o olmuştu.

 

"Sen olduğundan emin olduğumda yanacağım. İşte o vakit birlikte yanacağız ve şimdiye kadar doğan tüm yangınlar bize itaat edecek. O zamana kadar...Kendime verdiğim sözü tutacağım ve sana da dokunmayacağım."

 

Ve sana da dokunmayacağım...

 

Bu cümlelerin üzerinde uzun uzadıya durmamıştım.

 

Çıkardığım en yüzeysel anlam uzun zamandır bir kadınla olmadığıydı.

 

Ama şimdi gözlerime böyle bakarken daha fazlası olduğunu anlıyordum.

 

Olamaz.

 

Ya da... Olabilir miydi?

 

Alay, o pervasız ifadeyi dudaklarımdan çekip aldığında dudaklarımın aralanmasına engel olamadım. "Sen hiç..." Boğazımın kuruduğunu hissettiğimde yutkunmak zorunda kaldım. "Hiç mi?"

 

"Hiç." dedi ve bir an bile düşünmedi. Başka bi erkeğin söylerken utanacağı hatta yalana başvuracağı konuyu dürüstçe ortaya koydu. "Çünkü senin aksine ben seni hatırlıyordum. Attığı bir adımla birlikte başını eğdiğinde onu daha net gördüm; yüzündeki ifadesi sarsılmazdı. "Çünkü uçkurumdan daha önemli dertlerim vardı. Seni bulmak gibi..."

 

Nasıl olduysa alt dudağım dişlerimin arasına sıkışıp kaldı. Gözlerimin ona nasıl baktığımı bilmiyordum. Onun gibi birini hiç tanımamıştım ve aslında onu doğduğumdan beri tanıyordum.

 

"Vay amına koyayım." dediğini duydum Kurt'un "Şu kadar adam olsak yeter."

 

"La bi bütün romantizmin içine ettin ama." Cengiz'in Kurt'u kolundan çekiştirdiğni fark ettim ama gözlerim hala onunkilerden ayrılabilmiş değildi. "Dışarı abi, dışarı."

 

Hareket edebildiğim an başımı eğdim, geri çekildim. "Biz de çıkalım."

 

Kalemle çizilmiş kadar düzgün olan dudaklarında çarpık bir gülümseme oluştu. "Çıkalım, biz de."

 

Kuracağım cümleyi sikeyim.

 

Odadan ayrılıp Kurt ve Cengiz'in peşinden basamakları indim ancak son basamağa ulaşmadan bir kargaşayla burun buruna geldik. Kaynağı ben olduğum kargaşa tüm evi sarmıştı. Korumaların sayısı giderek artarken camekanın ardındaki davetlilerler birer birer alandan uzaklaştırılıyordu. Genç bir kadın haykırarak ağladığını duydum. Başımı o tarafa çevirdiğimde "Baba!" diye bağırdı. Kendisini tutan korumanın elinden kurtulmaya çalıştı. "Baba hayır! Hayır! Ölen benim babam olamaz!"

 

İçimde berbat bir his belirdi. Diğerlerine benzemiyordu. Çok, çok fazla rahatsız ediciydi.

 

Saniyeler içinde Necmettin Korkutel koridorun başlangıcında göründü. Şaşırmış ve bir o kadar da öfkeli görünüyordu. "Nasıl oldu bu!" diye sordu rolünün hakkını vererek. "Kim yaptı! Nasıl gören olmaz!"

 

Korumaların Nizami Çakır'ın ölü bedenini bir sedyeyle kalabalığın arasından çıkardığını gördüm. Kızı, babasını o halde görünce duvarları parçalayacak bir çığlık attı ve korumanın kolları arasında bayılıp kaldı.

 

"Derhal etrafı arayın!" diye bağırdı Necmettin. "Beceriksiz herifler! Bunun hesabını vereceksiniz!" Bakışları bana uğradığında küçümseyen bakışlarımı üzerine sabitledim. "Hemen!" dedi daha alçak bir sesle. "Gereği yapılsın."

 

Korkutel'in basamakları inen adımları bulunduğum basamakta durduğunda dirseğine temas etti. Bir süre nefes bile almadığına yemin edebilirdim. Gözünü Nizami Çakır'ın cesedinden ayırmadı. "Neden yaptın?" diye sordu ağzını açtığı ilk an. Sesi, fırtına öncesi sessizlikti.

 

"Canım istedi."

 

Başını önüne düşürdü. Göğsü keskin bir nefesle şiştiğinde bedenin bir duman gibi yükselen öfkeyi zihnimin kalın duvarlarında hissettim. "Yapmamalıydın. O adamın hain olduğundan emin değildim."

 

"Bana ne?" dedim düşünmeden. Eskisi gibi olmadığımı, kaybettiğim gücümü düşünmek istemiyordum. "Kurbanlarımın karakterleriyle ilgilenmem. Nefeslerini keser geçe-"

 

Birdenbire elimi tutup beni öyle güçlü bir şekilde çekti ki kendimi onun peşinden merdivenleri çıkarken buldum. Bizi koridordaki odalardan birine soktuğunda ne yapmak istediğini bilmiyordum. Sormadım. Yalnızca izledim. Işığı açmak için avucunu anahtara vurduğunda, düğme kırılıp yere düştü. Öfkesi yeri göğü yakacak kadar büyüktü. Bu yüzden bana gözünün ucuyla bile bakmıyordu. Büyük adımlarla odanın sol köşesindeki kitaplığa ilerledi. Tek omuzla kitaplığı ittirip gizli merdivenleri açığa çıkardığında geri döndü ve tekrar elimi tuttu. Bu bir gizli çıkıştı ve bittiği noktada bir araç duruyordu. Beni ön koltuğa bindirip üzerime eğildi. Kemerimi bağlarken burnundan soluyordu ama tek kelime etmiyordu. Kapıyı üzerime çarptı. Sürücü koltuğunda yerini aldığında, gaza öyle sert bir şekilde yüklendi ki kemerimi bağlamış olmasaydı bir sinek gibi cama yapışmam kaçınılmazdı.

 

Çok geçmeden cama vuran yağmur damlacıkları, içimizdeki ateşi söndürmek istermişcesine hızlandı. Gecenin karanlığı, bardaktan boşalırcasına yağan yağmurla süslendi. Yol bitmek bilmiyordu ve sessizlik bir kemirgen gibi ruhlarımızı kemiriyordu. Uzanıp ayakkalarımı sıkan topukluları çıkardığımda bedenimi çırılçıplak bıraksam da rahatlayamayacağımı biliyordum.

 

Birkaç cadde geçtik, birkaç sokak... Geçtikçe kalabalık sönmeye, yerini insansızlığa bırakmaya başladı. Geçtikçe çok katlı o büyük evler azaldı, tek katlı olanları yan yana dizildi. Geçtikçe yeni eskildi. Hava eskir mi? O bile eskidi.

 

Arabayı eski, dar, ahşap evlerin birbirini kovaladığı fakir bir mahallede durdurduğunda arabada fazladan bir saniye bile kalmadı. Yağmurla yıkanmış puslu ön camdan onu izlerken biraz yürüdü ve önünde durduğu evi izlemeye başladı. Baktığı ev mahalledeki diğer evler kadar eski değildi. Hayır, yanılmıştım. Baktığı tek bir ev değildi. Bir duvarı ortak olan, birbirini eski bir dost gibi kucaklamış iki evi izliyordu. Karşı kaldırıma dikilen sokak lambasının sarı ışığı gecenin karanlığına inat yalnızca o evleri aydınlıkta bırakıyordu. Bunu bilerek yapmıştı.

 

Çok önceden oluk oluk kanamış, zamanla kalınca kabuk tutmuş bir yara hissettim içimde. Ellerimin kulpa uzanışı bu yüzdendi. Çıplak ayaklarımı arnavut kaldırımlı sokağa basıp kendimi ona doğru yürürken buluşum, bu yüzdendi. Yanında durup onunla birlikte evleri izlemeye başladığımda neden burada olduğumu sormayacaktım. Hayır, bilmiyordum. Sadece eski bir histi.

 

"Tek bir parçası kalmayıncaya kadar yanmıştı her ikisi de..." dedi yağmurla yarışamayacak kadar alçak çıkan sesiyle. Tıpkı resmi çizilirken olduğu gibi hareketsiz duruyordu ama bu defa bir model gibi değil, oyuncağı elinden alınmış bir çocuk gibi...

 

"Neden yeniden yaptırdın?"

 

"Külleri daha fazla taşıyamadım."

 

Gözlerim istikametini biliyormuş gibi soldaki eve kilitlendi. Dışarı açılan pencerelerine baktığımda içeride yaramaz bir kızın koştuğunu hayal ettim. Rüyamda gördüğüm sarışın kadın peşinden koşuyordu. Evin kapısında bir adam belirdi, kolunun altında gazete kağıdına sarılmış ekmek, elinde bir gofret vardı. Arkası dönüktü. Yüzünü göremiyordum ama orada duruyordu.

 

"Beni de taşıyamayacaksın." diye bağırdım yağmurdan üstün gelmeye çalışarak. "O küllerden farksızım."

 

Başını bana çevirdi, içini çekti. "Yanışını izleyemedim Mavi. Ben senin küllerini de taşırım."

 

Tepemizde dikilen sokak lambasının sarı ışığı yüzlerimizi gölgelemeye çalışan karanlığın düşmanıydı. O ışığın altında kirpiklerinin elmacık kemiklerine devrilen gölgesini izledim. Gözlerinin altı daha çukur görünüyordu şimdi; bir mezarlık gibi.

 

"Adım Mavi değil."

 

"Adın, Mavi." Kendi adından bundan fazla emin olamazdı.

 

"Siktir git!" Çıplak ayağımı su birikintisine vurup damlacıkları etrafa savurdum. "Neden öfkelisin ki! İlk kez birini öldürmüyorum. Hem! Birlikte kan dökebileceğimizi söylemiştin."

 

"Söyledim." Başını bir kez salladı. "Masumların kanından bahsetmemiştim."

 

"O adam masum değildi." diye bağırdığımda kaşları çatıldı.

 

"Suçlu da değildi. Masumluğun kanıtı olmaz, suçun delili olur."

 

Tabanımı birkez daha arnavut taşa çarptım. "Sakın bana ders vermeye kalkma!"

 

Bana yaklaştığında iri bedeninin gölgesi üzerime devrildi. Aramızda yalnızca bir adım kaldığında bakışları yağmur sularının üzerinden akıp gittiği ayaklarıma kaydı. "Hasta olacaksın." Parmakları kollarımı sardığında, Dünyanın en önemli meselesi buymuş gibi beni kaldırdı ayaklarımın ayaklarının üstüne koydu. Daha yakın olan yüzüme baktığında, dakikalar önceki öfkesini alaşağı edecek bir gülümseme barındı dudaklarında. "Böyle iyi."

 

Başımı kaldırmamak için kendimle savaşırken, başka bir savaşın içine düştüm. Gözümün önündeki gömleği aralandı ve o kolyesi açığa çıktı. Gözümü gümüş kolyeden ayırmadan, "Bıraksana beni..." dedim. Artık bağırmıyordum.

 

Daha sıkı tuttu. "Bırakmam seni."

 

Beni bırakmasını istedim. Neşeli kahkahalar atan o çocuklarına zihnimi terk etmesini, yeniden Deniz olmayı istedim.

 

"Burada," dedi. "Tam burada büyüdük seninle. Bu sokakta binlerce oyun oynadık, şu köşedeki kaldırımdan sadece benimle oyun oynamak istediği için bir kızı ittin, bak, iki metre ileride sataştığın çocukları dövdüm." Gülümsemesinin sesini duydum. "Ve onların haklı olduğunu biliyordum. Çirkeflik yapan her zamanki gibi sendin."

 

Başımı kaldırıp, yüzümde dolaşan gözlerine baktım. "Çok salakmışsın."

 

Güldük, aynı anda.

 

Hayır. Yanılıyordum.

 

Beni bırakmasını istemiyordum. Zihnimdeki o çocukları saklamak istiyordum. Ve adım... Başımı ahşap eve çevirdim. Şimdi kapısının önünde oturan iki aile vardı.... Ve köşede iki küçük çocuk. Gülüyorlardı. "Adımı söyle."

 

Ellerinden biri belime uzanırken, diğeri yüzüme düşen tutama dokundu. Yavaşça parmağına sararken, "Mavi." diye fısıldadı.

 

"Hayır" Gözümün önünde hala o iki aile vardı. Hala oradalardı. Hep orada kalmışlardı. "Senin söylediğin şekilde..."

 

Tutamı yavaşça kulağımın arkasına yerleştirdikten sonra parmakları çenemi tuttu, başımı kendisine çevirdi. Sarı gözlerindeki pus yağmurdan mıydı? Gözlerim yanıyordu. "Maviş..." dedi usulca. Yaklaştı, burnumun ucundan öptü. "Mavişim..."

 

Gözlerim daha fazla yandı. Telaşla dudağımı dişlediğimce çenemi bırakıp, dudağımı dişlerimin arasından çıkardı. Bunu yapmamalıydı. "Omzumda ağlayabilirsin." dedi şefkatle. "Daha önce defalarca yaptın." Eğdiği alnını alnıma yasladığında dolan gözlerimi bir yere saklayamadım. "Zaten benim omzum senin için yaratıldı. "

 

"Kes be!" dedim, dudaklarım titredi. "Neden ağlayacakmışım!" Gözlerim doldu. Gözyaşı denen şeyin bu kadar sıcak olması normal miydi? "Ağlamayacağım!" Yanağıma bir damla düştü. Bir damla daha... Sıcak gözyaşlarım soğuk yağmurlara karışırken ağzımdan firar eden bir hıçkırıkla birlikte göğsüne bastırdı beni. Ilık ve tanıdık kokusu çok daha fazla hıçkırığa kucak açarken, hayatımda ilk kez evimde olduğumu hissettim.

 

Saniyeler dakikalara dönüştü. Ben onun kollarında ağlamaya devam ettim. Bir an bile durmayan yağmur bizi sırılsıklam bıraktı ama hiç üşümedim. Hıçkırıklarım dindiğinde, başımı göğsünün üzerinde çevirdim, geçmişimiz evleri izledim. Aynı saniyelerde parmakları saçlarımdaki lastik tokayı yavaşça aşağı çekti. Parmakları omuzlarımdan belime dökülen saçlarımın arasında gezinmeye başladığında içimdeki küçük kızı hissettim.

 

"Ben de söylemek istiyorum."

 

"Ne söylemek istiyorsun?"

 

Başımı göğsünden ayırmadan bakışlarımı yüzüne kaldırdım. "Adını..."

 

Bana baktı. Hep bunu bekliyormuş gibi gülümsedi. "Söyle güzelim."

 

"Ama söylemek istediğim sadece adın değil."

 

Saçlarımla oynamayı bir saniye bile bırakmadı. "Ne söylemek istersen?"

 

Başımı göğsünden ayırdım ama daha fazla uzaklaşmadım. Sarı gözlerine bakarken, daha önce kim olduğumu, ne olduğumu, yaptığım tüm şeyler inzivaya çekildi.

 

"Asil," dedim usulca ve avucuma istediğini verip yüzüyle buruşturdum. "Zürafa..."

 

Gözlerini kapattı, içini çekti. "Söyle, canımın içi."

 

Dudağımı dişledim. Kalbim şu an yalnızca bunun için çarpıyordu. "Beni öp." dedim ihtiyaçla. "Şimdi burada beni-"

 

Kapanan gözlerini gördüm. Bir saniye bile beklemedi.

 

Dudaklarını dudaklarıma bastırdı.

 

Beni kollarının arasına hapsetti. Dudaklarının dokunduğu sadece dudaklarımdı ama sıcaklığını tüm hücrelerimde hissediyordum Ayakkabılarının üstündeki parmaklarımın ucunda yükselip ensesinden onu kendime bastırdığımda dilini dudaklarımda hissettim. Dudaklarımı nazikçe aralayıp ağzıma sızdığında, alt dudağı dudaklarımın arasındaydı. Onu nasıl öpeceğimi bilmiyordum ama oluyordu, onu öpüyordum. Etli dudaklarının tüm kıvrımlarını hissediyordum, bu inanılmazdı!

 

Tüm sırtım büyük avuçlarına hapsolmuştu. Üst dudağımı emmeye başladığı andan itibaren nezaketini yitirdi.

 

Yakıcı bir tutkuyla birbirimizin dudaklarına saldırdıkça ve özlemle öpüşmeye başladık. Bunu yüzyıllardır yapmış ve üstüne yüzyıllardır mahrum kalmış kadar devasa bir özlemle! Dudaklarının hareketi öyle derindendi ki bana uydurmaktan başka seçenek bırakmıyordu.

 

Boynuna asılıp bedenimi yukarı çekerken, bir eli enseme diğeri ise kalçalarına kayıp beni daha fazla kendine çekti ve soluk soluğa öpmeye devam etti.

 

Aynı anda hem birbirimizi tüketiyor hem de büyük ancak sonu bilinmez bir hayat bağışlıyorduk.

 

Nefes almak için dudaklarınızı ayırdığında alınlarımız birbirine yaslandı. Birbirine karışan soluklarımız tüm havayı içine çekmek istercesine sönmüştü.

 

"Tenime de kazındın." dedi boğuk sesiyle. "Benim küçük kızım, hoş geldin."

 

Gülümsedim. Sakalları hala avuçlarıma batarken, "Asi." dedim. "Dudakların dondurma gibi..." Gözlerim benim yüzümden kızarmış olan dudaklarına kaydı. "Hatırlıyorum da... Donduraya hiç doyamazdım."

 

Başını arkaya atıp büyük bir kahkaha attı.

 

O kadar güzel ve o kadar tanıdıktı ki.

 

Ondan kaçamayacağımı anladım.

 

Zaten artık kaçmak da istemiyordum.

 

🕯

 

 

Bölüm : 15.03.2025 14:36 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...