15. Bölüm

13. BÖLÜM: "KIRMIZI PABUÇLAR"

Durumavii
durumavii

 

🕯🕯🕯

 

Zaman bir yerde akmayı unutmuştu.

 

O yer, aynı anda hem Dünyanın en tanıdık hem de en yabancı adamının kollarının arasıydı.

 

Zamanın akmayı unuttuğu yerdeydim.

 

Yakıcı bakışlarıyla bana bakmayı sürdürürken, benimle benim dilimden konuşuyordu.

 

Çünkü beni bir bulmacayı çözer gibi çözdüğünü düşünüyordu. Çünkü bana dair yaşanmışlıkları vardı ve ben her birinden muaftım. Garip hissettim. Zihnimde o olduğundan emin olduğum bir çocuğun yüzü vardı, gerisi ise koca bir boşluktu. Kimdim ben? Neydim aslında? Ağrıma giden bana ait olupta bilemediklerim miydi? Hatırlayamadıklarım mıydı? Ağrıma giden hatırlayamama sebep olan mıydı? Annem miydi? Ağrıma giden annem bildiğim miydi?

 

Görünmez bir silginin karakterimden bir şeyleri sildiğini hissediyordum ve hiçbir şey yapamıyordum.

 

Hayatımın hatırladığım her anında yalnızdım. Bir katil olarak yetiştirilmiştim ve kimsenin sahip olamayacağı kadar fazla düşmana sahiptim. Eşgalimin ifşa olması demek, ölüm fermanım demekti. Öyle pamuk ipliğinde yaşıyordum.

 

“Siktir git.” Bu iki kelimeyi daha içten ve vurgulu söylediğim başka bir zaman dilimi olmamıştı. Aitlik; o kavram adımın geçtiği herhangi bir vaziyette bulunamazdı. Ben kimseye ait olamazdım. Ancak, kanatları zehir saçan bir kelebek gibi hayatlara konup geçerdim ki çoğu zaman benden son bir hayat da kalmazdı ortada.

 

“Bir yere gitmeyeceğimi biliyorsun.” dedi ve bu söylediğinin altına hayatı pahasına imzasını atabilirdi. Bunu yalnızca ses tonun anlamıştım.

 

“Bıraksana beni.” dedim, neredeyse dudağımı ısıracak kadar titreyen sesimle. Sikeyim, ne oluyordu bana…

 

Yüzümü daha rahat görebileceği bir noktaya kadar kaldırdığında gülümsüyordu. “Bırakmam seni.”

 

Kollarımı indirmeye çalıştım ama nafile, neredeyse sıfır güçle beni duvara resmen çivi gibi çakmıştı. “Buradan kurtulduğumda!”

 

“Ne yapacaksın oradan kurtulduğunda bana?” diye sordu eğlenen sesiyle. “Anlatsana, dinliyorum ben seni. Anlat hadi uzun uzun…”

 

Belki de hayatımda ilk kez gözlerimi devirdiğimde bu kez bacaklarımı bacaklarının arasından kurtarmaya çalıştım. “Eğer başarabilseydim hayatı boyunca çocuğunun olmayacağına garanti verebilirdim.”

 

Başını omzuna eğdiğinde eğlenen bakışları yüzümde gezindi. “İyi düşün. Bu yalnızca beni üzmez.”

 

Kaşlarım çatılabildiği en son noktada olabilirdi. “Buradan kurtulduğumda ananı-”

 

“Şistt..” dedi aceleyle. “Bana istediğin kadar küfür et ama annemi karıştırma?”

 

“Nedenmiş o?” Bu kez alay eden bendim. “Çok mu seviyorsun anneciğini?”

 

Adım adım ciddileşirken başını salladı. “Çok severdim ama sebebi bu değil.” Duraksayıp, dilini alt dudağında gezdirdi, söyleyeceklerinin onu zorlayacaktı. “Sen de severdin. O da seni severdi, çok.”

 

Neden bilemeden bakışlarımı bakışlarından ayırıp, karanlığın boş bir noktasına diktim. Annesi kimdi? Nasıl sevmişti beni? Herhangi birinin sevemeyeceği kadar kötü bir kadındım ben. Hayatta hiçbir şey bilmiyorsam bile bunu biliyordum. Belli ki bu, küçüklüğümde geçerli olan bir kural değilmiş, diye geçirdim içimden. Kimsenin canını yakmadığım o kayıp zamanlarda birileri beni de sevebiliyormuş… Alt dudağımı dişlerimin arasına çekip kuruluktan pürüzlenen yüzeyinde dilimi gezdirmeye başladım. Üzerimde, beni yurkunmak zorunda bırakacak kadar ağır bir yük vardı ama yine de konuşmak için kendimi zorladım. “Aklından ne geçiyor, bilmiyorum ama orada değilim. Bunu biliyorum. Beni nasıl hatırlıyorsan, nerede hatırlıyorsan… Değilim orada. Beni bildiği sanıyorsun. Bir bok bildiğin yok ama ben biliyorum. Karşımdaki güçlü adamın içinde küçük bir erkek çocuğu var. O çocuk aradığını bulduğunu sanıyor.” Kendimi çekebildiğim kadar yukarı çektiğimde yüzünde hiçbir ifade yoktu. Ne kızgınlık, ne kırılmışlık ne de başka bir şey… “O çocuk fena halde yanılıyor, Korkutel. Eğer bir katil olmasaydım bile… Kim büyüdüğünde aynı kaldı? Sen kaldın mı mesela?” Başımı yukarı kaldırıp bileklerimi tutan ellerine baktığımda ağzımdan alaycı bir “Hıh!” çıkararak gülümsedim. “Bırak Kurşun Asker tatavasını falan, şu masalı dinle. Bir varmış bir yokmuş, bir katil, başka bir katili arıyormuş. Bulduğunu sandığı ilk anda silahını bırakmış.” Ben de başımı omzuma eğdiğimde, kalbimin sıkıştığını hissettim ve yine nedenini bilmiyordum. “Bulduğunu sandığı diğer katilise onu indirmiş ve masalımız da burada bitmiş.” Kalbim daha fazla sıkıştı. Boğazımdaki yumru daha fazla büyüdü ve daha fazla… “Bizim seninle bir masalımız olacaksa bile bundan daha uzun sürmezdi, emin ol. Şimdi bırak beni, gideyim. En azından, masaldaki katille aynı akıbeti paylaşmazsın.”

 

“Gitmek?” Son birkaç dakikadır kurduğum cümlelerin arasından yalnızca birini cımbızla çekip almıştı Gitmem… Odaklandığı ve tepki verdiği yalnızca bu olmuştu.

 

“Kalmam imkansız.”

 

“Kalman imkansız?”

 

Sinirle “Evet!” dedim. “Papağan gibi tekrarlamaya devam mı edeceksin?”

 

Bileğimi bıraktığı anda ellerim kayıp düştü. Beni tamamen özgür bırakmasıyla birlikte ayaklarım da yere değdiği an dengede kalmakta zorlandım. Kendimi tamamen ona bıraktığımın farkında değildim. Arkamdaki duvardan destek alarak başımı kaldırdığımda ve yüzüne baktığımda bir adım geri çekildi yavaşça. Beni azad edeceğini söyleyemezdim. Beni tutsak edeceğini de söyleyemezdim. Lanet olsun ki bir sonraki adımını gizleme konusunda tam bir profesyoneldi ve bana ne yapacağı hakkında en ufak bir fikrim yoktu.

 

“Kalmanın imkansız olduğunu mu söyledin?” Bu kesinlikle bir soru değildi. Resmen kullandığım son kelimeleri bir sakız gibi çiğneyip tükürmüştü. “Senin için tüm imkansızları oldururum ama seni gözümün önünden ayırmam. Kan mı istiyorsun? Birlikte dökeriz. Tutunacak bir kök mü arıyorsun? Ben olurum kökün. Geçmişin, kaybın, öfken, ne istiyorsan o olurum ama birkez daha…” Sert bir nefes verip sustu.

 

Ona baktım. Sadece ve sessizce baktım. Sonra bir adım attım, bir adım sonra yeniden dibindeydim. Parmak uçlarımda yükselirken, sakince “Sen…” dedim. Kafamı fark etmeyeceği yavaşlıkta arkaya alıp aynı anda zıpladım ve alnımı burnuna geçirdim. “Benim hiçbir şeyim olamazsın.”

 

Burnundan boşalan kana verdiği tek tepki başını önüne eğmek oldu.. Öylece durdu ve yavaşça kaldırdığı elinin tersiyle burnundaki kanı sildi. Bakışları bir süre elinin ardındaki kanda oyalanırken, “Sağlam kafaydı.” dedi, sakinlikle. “Sıkısın.”

 

Kaşımın birini havaya diktim. Göğsümdeki sargının altında artık fiziksel olarak da giderek daha fazla sızlayan bir yara vardı. Bacaklarımın dizden aşağısı karıncalanmaya başlamıştı ve beni daha fazla taşımak istemiyordu. Çektiğim acıyı görmesin diye her şeyi yaparım. “Her anlamda sıkıyımdır.”

 

Karanlığa rağmen kavislenen çene hattı dikkatimi çekti. Ellerini ceplerine sokarken, bakışları hızlı bir şekilde bedenimde dolaştı. Ardından başını koridorun solana bakan tarafına çevirdi. Bir sonraki hamlesini düşünüyor olmalıydı ki çok geçmeden başı olduğu yerde kalırken yalnızca sarıları üzerime döndü. “Ben istemeden senin zekana sahip birinin bile buradan çıkmayacağını biliyorsun.”

 

Cevap vermedim çünkü biliyordum.

 

“Sana bir teklifim var.” dedi bu kez ve beklemiyordum.

 

”Teklifinle ilgilenmiyorum. “

 

“İlgileneceksin.” İri bedenini de sola çevirdi. Diyaloğumuza yeni bir boyut kazandırmak üzereydi. “Teklifim Arınmayla ilgili.” Başka hiçbir şey söylemedi. Adımları ilerlemeye başladığında arkasından baktım bir süre.

 

İlgimi çekmeyi başarmıştı çünkü Arınma denen şu örgüt fazlasıyla ilgimi çekiyordu. Eğer bir çıkış bulana kadar burada kalacaksam, vaktimi Arınmayla ilgilenerek geçirmemde bir sakınca göremiyordum. Onu takip ettiğimde görüş açım giderek aydınlandı. Birkaç basamakla geniş salonuna indiğinde tekli koltuklardan birine yerleşti ve benim de oturmamı bekledi.

 

Buna itiraz etmedim. Ameliyatla birlikte vücudumu terk eden kanın eksikliğini hissediyordum. Gücümün tamamı benimle değildi ve olması gerekenden daha uzun süre ayakta kalmıştım. Üzerimde ona ait olan parçalarla geçip karşısındaki tekli koltuğa oturdum. “Konuş.”

 

“Bu kadar çok mu istiyorsun Arınmaya dahil olmayı?”

 

Sorusu, kendi içimde bir farkındalık yarattı. İstiyor muydum? Cevap evetti ve sebebi vardı. Bugüne kadar kesintisiz olarak bir örgüte bağlı olarak yaşamıştım. Bahsettiğim emir almak değildi. Emir almak benim yaratılmışım aykırıydı. Onlar bana yalnızca hedef gösterirdi ve ben de hedefi her seferinde on ikiden vururdum

 

Kendim belirlediğim sonuncu hedefim hariç…

 

“İstiyorum.” dedim açıkça. “Şimdi şartını söyle.”

 

Arkasına yaslanıp sol ayak bileğini sıklıkla yaptığı gibi sağ dizine bıraktığında dudaklarında eksik bir gülümseme oluştu.

 

“Senin için yapacağım her şeyin bir karşılığı olacağını mı düşünüyorsun?”

 

“Herhangi birinin çıkarı olmadan bir başkası için kılını kıpırdatmayacağını bilecek kadar yaşadım.”

 

Gözlerinden puslu bir ifade geçti. “Ne yaşayacakların ne de göreceklerin…” Tamamlamadı. Ya söyleyecek daha mühim bir şeyi vardı ya da her söyleyecekse kelimelerin yeterli gelmeyeceğini düşünmüştü. Bakışlarını gözlerime ulaştırırken yüzündeki o eksik gülümse yerini ciddiyete bıraktı usulca. Kaldırdığı çenesindeki kirli sakallarına dokunurken, “Benimle bir arkadaşımı ziyaret edeceksin.” diye konuştu. “Düzenli olarak.”

 

“Kim?”

 

“Bunu oraya gittiğimizde öğrenirsin.”

 

Oyunbaz bir cümle kurmuş olsa da oyun oynadığını düşünmedim.

 

“Sana sürprizleri sevdiğimi düşündüren ne?”

 

Başını çevirirken, “Düşündürürüz.” dedi ağzının içinden. “Ama şu an konumuz bu değil. Kabul ediyor musun, etmiyor musun?”

 

Ben de onun gibi arkama yaslandım ve bir bacağımı diğerinin üstüne gönderirken, “Kartları açık oyna.” diye konuştum. “Nereye gitmemi istiyorsun?”

 

Bir süre gözlerimin içine baktıktan sonra “Tamamen lehine olacak bir yere.” dedi kısaca. “Psikiyatr bir arkada-”

 

Öfkeyle ayağa dikilmemle birlikte duraksadı ve göz kontağımızı kaybetmemek için kirpiklerinin altından bana bakmaya devam etti. “Senin yapacağın teklifi sikerim!”

 

“Küfür etme.” Hararetli sesimin aksine yine sakindi. “Bu bir teklif, kabul edip etmemek senin elinde.”

 

İki bacağının arasında duracak kadar yaklaştığımda dudaklarının çukuruna saklanan alayı hissettim. “Bunu kabul etmeyeceğimi biliyorsun.”

 

“Biliyorum.” dedi tereddütsüzce.

 

“O zaman?”

 

“Daha iyi bir teklifim var. Sana, teklifimi kabul ettirecek kadar iyi bir teklif.” Uzun ve düzgün parmaklarını deri koltuğun kenarlarına yaslayıp yavaşça ayağa kalktığında bedenlerimizin birbirinin sıcaklığı hissedecek kadar yakındık. Bana bakmak için başını eğdiğinde kirpiklerinin altından bakan bu kez bendim. Ilık nefesini yeniden hissediyordum ve nefesimi hissettiğini biliyordum. “Arınmanın katili olma.” dedi sert ve güçlü sesiyle. Bir saniye sonra iki parmağı çenemi yumuşak bir dokunuşla kaldırdığında, bakışları kısıldı. “Arınmanın lideri ol. Öyle bir lider ol ki senden onay almadan nefes bile alamasınlar.” Sesinin şimdiki karakteri gaddardı. Bakışlarını ise geri döndürülemez bir kana susamışlık ele geçirmişti. Tüm dünya aksini iddia etse de görebiliyordum; en az benim kadar azraildi. “Öyle bir lider ol ki ben bile karar vermeden önce son imzamı senden alayım.”

 

Alay etmiyordu, beni denemiyordu, her an vazgeçecekmiş gibi durmuyordu, öylesine söylememişti. Ciddiydi ve bana ait olan yirmi beş yılın sonunda ilk kez ters köşe oluyordum.

 

Parmağının sıcaklığını çenemde hissederken, gözlerimden bir yere gitmeyen gözleriyle benden bir cevap bekliyordu. Tüm seçenekleri önüme dizdiğimde, azılı düşmanım Fransa’nın en güçlü yeraltı örgüt lideri Bay Frank’ın Türkiye’ye kadar gelerek izimi sürdüğü; beni ondan özenle saklayacak ama aynı zamanda da kimliğimi ifşa edip fişimi çekecek tek kişinin de karşımda olduğu ortadaydı Korkutel’in istediği şey tanımadığım biriyle konuşmamdı. Alacağım liderliğin ve getireceği güç, bir psikologla kaybedeceğim zamana değerdi.

 

“Bana hiçbir şey anlatamayacaksın.” dedim gözlerimi gözlerinden ayırmadan. Bu kesin ve geri dönülmez koşulumdu. Geçmişe karşı kör ve sağır olmak istiyordum. Çünkü geçmiş, ancak güçsüzlüğüm olabilirdi. “Geçmişe dair tek kelime bile etmeyeceksin.”

 

Biçimli dudaklarını birbirine bastırırken, sarıları gözlerimi arşınladı. Perdenin arkasında hiç durmadan düşünüyordu. Düşünülmeden atılmamış tek bir adımı bile yoktu. “Sen istemeden tek kelime etmeyeceğim.” Başını eğdi ve yüzlerimizin birbirine daha yakın olmasına izin verdi. “İnan bana, isteyeceksin.”

 

“O zaman?”

 

Ünvanı alan kendisiymiş gibi gülümsedi. “Liderimsin.”

 

Başımı salladım. “Liderinim.”

 

Giriş kapısından gelen hareketlilikle birlikte ince bir kadın sesi duyuldu. “Bıraksana Kurt Abi ya! Abimi göreceğim!” Arkamı dönmemle birlikte kapı açıldı ve Korkutel’in kardeşi Peri içeri girdi. Hevesli adımları beni görmesiyle yavaşlarken, basamakları inmeden önce durdu ve hemen arkamdaki ağabeyine baktı.

 

“Şey… Ben… Rahatsız mı ediyorum?”

 

Korkutel’in adımları yanımdan geçip giderken, “Olur mu güzelim?” dedi. “Gel buraya.”

 

Peri yeniden gülümsedi ve basamakları inip ağabeyine özlemle sarıldı. Esmer, uzun boylu ve ince bir kadındı. Koyu kahve gözleri ile aynı renk saçları uyum içindeydi ama üzerindeki en belirgin detay gülümsemesiydi. Neredeyse tüm çenesini kaplayan ve neşe saçan bir gülümsemesi vardı.

 

“Nerelerdesin sen abi! Günlerdir arıyorum, ulaşamıyorum. Kurt Abi de bir şey söylemiyor. En son çıkıp geldim.”

 

Korkutel geri çekilip kızı omzunun altına aldı. “İyi etmişsin. Otursana, şu sevdiğin kahveden söyleyelim.”

 

Peri, deri ceketinin üzerindeki deri çantasını çıkarırken bakışları bana takıldı. “Olur ama misafirin varmış…”

 

Korkutel bana bakıp gülümsedi. “Belki misafirim de bizimle kahve içmek ister.”

 

“Yok.” dedim yüzümde mimiğe yer vermeden. “Almayayım.”

 

Peri’nin bakışları boynumdaki bandaja takıldığında dudakları şaşıma ifadesini aldı. “Ah, geçmiş olsun. Önemli bir şey mi?”

 

“Yok.” dedim yine. “Öldürmedi.”

 

Gülümseyip gülümsememek arasında gidip gelirken ağabeyine baktı. Şaşkındı ve açıkça soramadığı şeyler vardı. En azından ben hala buradayken… “Hala ağabeyimin mekanında çalışıyor musunuz?” Bir şey hatırlamış gibi başını omzuna yatırırken, gözleri de kısıldı. “Aslında doktordunuz değil mi?” Kendini tutamayıp güldü. “Sizin kadar çok yönlü birini daha önce hiç görmemiştim.”

 

“Ya…” dedim buz gibi bir gülümseme eşliğinde. “Bir bilsen bende daha ne hünerler var.”

 

Korkutel derhal kardeşinin beline elini yerleştirerek onu uzak koltuklardan birine götürdü, birlikte oturdular. “Doktor hanımı görmeye alış, güzelim. Bundan sonra beni gördüğün her an muhtemelen…” Üzerime dönen bakışları ciddi ve serseriydi. “Onu da göreceksin.”

 

Peri, duyduğu sözlerden herkesin çıkarabileceği anlamı çıkararak gözlerini büyüttü. “Yoksa siz!”

 

“Değiliz.” diyerek kestim sözünü. “Yok öyle bir şey. Bir süre buradalardayım, o kadar.” Korkutel’e ters bir bakış attım. “Ama felsefem, misafirliğin kısa olanı makbudür sözünü benimsiyor. Ayrıca kahve içmeyeceğim. Size afiyet olsun.”

 

Gitmek üzere arkamı döndüğüm ama Peri’nin “Bakar mısınız?” sorusuyla durdum. Omzumun üzerinden ona baktığımda bakışlarıyla Korkutel’den bir şeyin onayını aldığını gördüm. “Aslında buraya gelişimin bir nedeni var. “ diye söze girdi. “Haftasonu büyük amcamız Necmettin Korkutel’in evinde bir davet var. Benim de yeni haberim oldu.” Korkutel’in koluna girerek, “Abimden kavalyem olmasını isteyecektim ama görüyorum ki çoktan başka birinin kavalyesi olmuş bile.” dedi neşeli bir alınganlıkla.

 

Korkutel’in kaşları çatıldı. “Seni de mi çağırdı?”

 

“Aaa!” dedi Peri şaşkınlıkla. “Ne demek seni de mi çağırdı? Unutuyorsun galiba abicim, Necmettin Başka benim de amcam.”

 

Korkutel’in kaşları hala çatıktı. “Çoğunlukla iş adamlarının olacağı ve iş konularının gündemde olacağı bir davet. İçlerinde canın sıkılır.”

 

Peri omuz silkerek, “Olsun,” dedi. “Başak da gelecek, sıkılmaz canım. Ayrıca Başak demişken… O da uzun zamandır seni arıyor. Resmini tamamlayabilmesi için bir son birkez daha modellik yapman gerekiyormuş” Gülümseyerek Korkutel’in beline sarıldı ve başını omzuna koydu. “Sergisine çok az kaldı, biliyorsun. İlgilenirsin değil mi? Normalde her gün gelip çizmesi gerekiyor ama sen çok yoğun olduğun için yalnızca iki kez gelebilmiş. Dediğine göre sen de çok istekli değilmişsin… O da elini çabuk tutmuş ve akşam eve döndüğünde fotoğrafına bakarak tamamlamaya çalışmış ama son kısım için seni tekrar ziyaret etmesi gerekiyormuş. Dedi ki, dudaklarını fotoğrafa bakıp çizemem…”

 

Başak… Şu mekandaki ukala kız çocuğu. Bahsettikleri mevzuyu hatırlıyordum, o gece yanımda konuşulmuştu. Muhtemelen kızın sergi ayağına Korkutel’i yakın olmak için uydurduğu bir bahaneydi. İtiraf etmeliyim ki başarılıydı da… İki kez evine kadar gelmişti bile.

 

“Hatırladım.” dedi Korkutel. “Evet, öyle bir söz vermiş bulunduk. Tutmazsak olmaz.” Bir süre düşündükten sonra “Tamam.” dedi. Davete bir saat önce gelin. Başkanın çalışma odasında hallederiz.”

 

Peri, yanağına sesli bir öpücük kondurdu. On dokuz olan yaşının hakkını vererek cıvıl cıvıldı ve ele avuca sığamıyordu. “Kimin abisi be! Tutmadığı tek bir söz bile yok.” Aklına bir şey gelmiş olacak ki sevinmeyi bırakıp Korkutel’den uzaklaştı ve doğrudan bana odaklandı. “Hatırladım da… Başak’la son karşılaşmanızda pek hoş şeyler olmadı” Koltuğun ucuna kadar kayıp, bir bana bir de ağabeyine baktı. “Tabii ya! Sen ağabeyimle şey olduğun için Başak’a o gün öyle davrandın değil mi?”

 

“Ne?”

 

Peri ellerini birbirine çarpıp kahkaha attı. “İnanamıyorum. Abi, kıskanç bir kadınla olacağını asla düşünmezdim.” dedikten sonra yeniden bana baktı “Merak etme, evet ağabeyime karşı ilgisi var ama onu uyaracağım. Bundan sonra daha dikkatli davranacağından emin olabilirsin. Ayrıca arkadaşım iyi bir ressamdır. Sergisinde vitrin görseli olarak ağabeyimin muhteşem suratını kullanacak. Şey… Senin için sorun olmaz değil mi?”

 

Ben cevap vermeden önce Korkutel arkasına yaslandı ve sırıtarak bana göz kırptı. “Kızcağız gelip bir saate yakın karşımda oturuyor ve beni izliyor. Yani çizmek için. Sorun yapmazsın, değil mi?”

 

Oynadığı oyunun farkındaydım ama az önceki teklifi o kadar cezbediciydi ki ona haddini bildirmeyi bir süreliğine erteleyebilirdim. “Sorun değil.” dedim yapmacık bir gülümsemeyle. “Gelebilir.”

 

🕯

 

Eski bir evin içinde, çiçekleri solmuş eski bir divanın üzerinde üzerinde uzanıyordum. Başım, birinin sıcacık kucağındaydı. Yüzünü görmüyordum ama sırtım boyunca uzanıp belime dökülen dalgalı saçlarımda gezinen ellerini, yumuşaklığını hissediyordum. Dudaklarında mırıldandığı bir şarkı vardı, sesi incecikti. Şarkının sözlerini anlayamıyordum ama o kadar tanıdık ve o kadar huzur vericiydi ki kendi nefesimi bastırıp onu daha fazla duymaya çalışıyordum. Öyle sıcaktı ki kucağı; elleri, dokunuşu… Bildiğim o soğuk yastıklara benzemiyordu.

 

Ellerime baktığımda, küçücük olduklarını gördüm. Küçücüktüm. Ayaklarımda kırmızı, bantlı pabuçlar vardı, parıl parıl parlıyorlardır. Nedense o pabuçlara bakarken, içimde gün doğumuna benzeyen bir sevinç hissettim.

 

Başımı kaldırıp, bana şarkı söyleyen kadına bakmak istedim. Kaldıramadım. Yaşanmışlıklar değiştirilemedi. Biz bu bu anı yaşamıştık, değiştiremiyor olmam da bu yüzdendi. Yine de biraz ilerideki yüzeyi oksitlenmiş ayna dikkatimi çektiğinde bakışlarımı oraya diktim. Çerçevesindeki altın rengi dalgalanmalar yer yer soyulmuştu ama ne kadar eski olursa olsun bana yanıbaşımdaki kadını göstermeye yetmişti.

 

Kadının örgülü saçları sapsarıydı, upuzundu. Üzerindeki elbisede tıpkı üzerinde olduğumuz divandaki gibi çiçekler vardı. Zarifti, güzeldi, çok güzeldi. Ben kucağında kıvrılmış yatarken, o sırtımı ve saçlarımı okşuyordu. Gözünü üzerimden ayırmıyordu, bir an bile… Eğik başı yüzünü benden gizliyordu ama pembe dudaklarındaki gülümsemesi… O gülümsemeyi Dünyadaki tüm insanlar bir araya gelse gizleyemezdi sanki. ..

 

Bir an sonra şarkıyı bitirdiğinde, daha fazla gülümsedi ve “Benim kizim.” dedi, içime ilmek ilmek işleyen sevgi dolu sesiyle. “Benim güzel kizim.”

 

Puslanmaya başlayan ayna görüntüsünü yavaşça elimden almaya başladığında içimi çektim. Hayır, puslanan ayna değildi, gözlerimdi. Ağlıyordum, küçük bedenim acı ve özlem içindeydi.

 

Aynadaki renkler hakimiyetini tamamen kaybetmeden önce yerini yeni renklere bıraktı. Her detay bir tabloya özenle iliştirilmiş detaylar gibi yavaşça ve özenle belirdiğinde, gözümün önünde iki çocuk koşuşturuyordu. Eski evlerin ve arnavut kaldırımların olduğu bir sokaktaydılar. Küçük olanının kıkırdamalarını, bin sokak öteden duyabiliyordum. Koşarken sık sık arkasına bakıp neşeli çığlıklar atıyordu. Ayağında kırmızı pabuçlar, üzerinde beyaz dantel yakaları olan, mavi ekoseli bir elbise vardı. Peşindeki oğlan çocuğu çelimsizdi ama uzun boyluydu. Ne kadar ciddi görünse de o da gülümsüyordu. Koşarken kıza çok yaklaşıyordu, elini uzatıyordu ama dokunmadan yavaşlıyor ve onu bile isteye elinden kaçırıyordu.

 

Kız dönüp çocuğa dil çıkarıyordu ve arada kırmızı pabuçlarına bakıyordu. Baktıkça mutlu oluyordu. Daha fazla gülüyordu. Daha fazla bağırıyor, küçük bacaklarıyla daha hızlı koşuyordu.

 

O kız bendim.

 

Bulunduğum yerin neresi olduğunu bilmiyordum ama buraya ait olduğumu biliyordum. Çünkü hayatımda ilk kez bir yerden gitmek istemiyordum.

 

Görüntü yavaşça kaybolurken ve bu kez kendini zifiri karanlığa bırakırken, “Hadi!” dedi küçük kız. “Hadi zürafa! Yakala beni! Yakala da görelim!”

 

Gözlerim düğmesine basılan ampül gibi aniden açıldığında kendimi fırlatırcasına doğruldum. Hava alacakaranlıktı. Ter içindeydim. Berbat hissediyordum. Hayır, içimde darmadağınık bir his vardı. Rüya…Sıkışan göğsümü derin bir nefesle doldurmak istedim. Sikeyim! Göğsümdeki tüm nefesten kurtulmak istedim. Gözlerim yanıyordu. Ellerimi aceleyle gözlerime bastırdığımda hissettiğim kuruluk dudaklarımdan rahat bir nefes vermemi sağladı. O gözyaşları yalnızca rüyada kalmalıydı, kalmaya mecbur bırakacaktım. İlk kez olmuştu. Lanet olsun! O ağır ağrı kesicilerden sadece bir tane almalıydım.

 

Hayır, nedeninin Korkutel olduğunu biliyordum. Bana bunu yapan, rüyalarıma kadar sızan oydu.

 

O adam kolumu kanadımı kırmaya, beni güçsüz bırakmaya yemin etmiş gibiydi!

 

Siktir!

 

Her yerden saldırıyordu. Her yerden; tamamıyla etrafımı çevrelemişti. Rüyalarımı bile ele geçirmişti. Dur, demenin bir yolu bulmalıydım. Yoksa kaybolup gidecektim.

 

Kapı ardarda nazikçe vurulmaya başladığında yüzümü sıvazladım.

 

“Kendine gel,” dedim hırıltılı sesimle. “Kendine gel Deni-”

 

Adım, bana ait olduğunu sandığım tek şey de bana ait değildi. Kabul etmek ya da reddetmek istemiyordum.. İstediğim tek şey düşünmemekti.

 

Sıradan bir ailenin elinde büyüyüp yıllar sonra o aileye ait olmadığını öğrenen sıradan bir çocuk değildim. Sevilmemiş ve sevmemiş bir çocuktum. Ait olmamış ve kimsenin aitliğini kabul etmemiş bir çocuktum. Kaybettiğim bir şey yoktu ve bilmem gereken tek şey de buydu.

 

“Doktor hanım…” Hemşire o narin elleriyle kapıyı daha kuvvetle çalmaya başladı. “İyi misiniz? Uyanmadınız mı?”

 

“Sikicem artık doktor hanımızı!” Yataktan çıkarken rüyanın etkisini üzerimden kazımaya çalışıyordum ama bu o kadar kolay değildi. Gördüklerimin yarattığı his içimi kemirirken, zihnime düşünmemesi için emirler yağdırdım.

 

Kilidi çevirmemle birlikte hemşire işi bana bırakmadan kulpu indirdi ve kahvaltı tepsisiyle birlikte içeri girdi.

 

“Günaydın.” dedi sinir bozucu neşesiyle. “Bugün kahvaltımız daha zengin. Artık yavaş yavaş normal öğünlere dönüyoruz. Tabii önce pansumanınızı yapalım.”

 

Yatağa dönüp uç kısmına oturdum. Pansumanı tamamlamasını bekledim. Aslında beklediğim, nefesimin düzene girmesiydi. İşini bitirip yarayı yeniden bandajlayana kadar çenesini tutmayı başardı ve bana saati söylemeyi de ihmal etmedi. Kahvaltı yapmak için masaya geçtiğimde inanılmaz bir iştahla tepsideki her şeyi silip süpürdüm. Hemşire bana ikinci bardak portakal suyunu doldururken, “Güzel!” dedi parlayan gözleriyle. “Noyan Bey buna memnun olacak.” Pot kırmış gibi elini ağzına kapatıp, “Hay Allah.” dedi boğuk çıkan sesiyle. “Sizin yanınızda adını söylememem konusunda uyarmıştı beni.”

 

Lokmayı ağzımın içinde çevirirken hemşireye ters bir bakış attım, o sırada odanın açık kapısından Kurt belirdi. Normal görünmüyordu. Suratı kızarmıştı. Elindeki telefonu sıkıca tutuyordu ve adımları odaya girip girmemek konusunda kararsız kalmıştı.

 

“Ne var?” diye sorduğumda telefonu uzattı. Gözünün seğirdiğini fark ettim. Bir şey olmuştu. “T-telefon. Bade seni istiyor.”

 

“Bade mi?”

 

Sertçe yutkunup, “Ağlıyor.” dedi. .Duygusuz görünmeye gayret ediyordu ama alakası yoktu. “Konuşsana.”

 

Kalktım. Kapıya ulaşır ulaşmaz Kurt’tan telefonu alıp kulağıma yasladım. “Bade? İyi misin?” Konuşmadan önce içini çektiğini duydum. Gerçekten ağlıyordu. “Bade!” dedim tekrar. “Konuşsana kızım!”

 

Bu kez hızlıca içini çektikten sonra “Abla!” dedi acı içinde. “Abla… Buldu beni. Adem buldu beni!”

 

İçimin karardığını hissettim. Daha kötü olanı henüz duymadığımı biliyordum. “İyi misin?”

 

“Abla…” dedi hıçkırıklarla. “Abla kızımı aldı benden! Duru’yu aldı.” Hıçkırıkları konuşamayacağı kadar arttığında titreyen göz kapılarımı birbirine bastırdım. İki seçeneğim vardı; kılımı kıpırdatmak ya da tüm Dünyanın altını üstüne getirmek. Tanıdığım karakterimin ilkini seçmesi gerekiyordu ama parmaklarım telefonu sıkarken kulağımdan ayırıp, “Bekle.” dedim. “Bekle, geliyorum.”

 

Telefonu kulağımdan ayırıp açtığım gözlerimi Kurt’a diktim. “Gidiyoruz.”

 

Üzerine yürüdüm ama önüme geçerek beni durdurdu. “Ne oldu? O iyi mi?”

 

“Gidiyoruz dedim, sağır mısın!” diye bağırdığımda o da bağırdı. “Ne oldu siktiğimin yerinde!”

 

“Karşımda küfür etme sikerim ecdadını! Gidiyoruz dedim lan!”

 

Kurt önümden çekildi ama önümde duran başka biri vardı, Korkutel. Karşımda, yerinden asla hareket etmeyecek bir dağ gibi dikilirken, başını kaldırdı ve kaskatı ifadesiyle birlikte bana baktı. “Bir yere gitmiyorsun.”

 

Başımı kaldırmadan, kirpiklerimin altından ona bakarken, öfkeden titremek üzereydim. “Çekil. Geri döneceğim.”

 

“Bir yere gitmiyorsun.” diye yineledi, dümdüz bir sesle. “Kurt gider, sen kalıyorsun.”

 

Telefonu sıkan parmaklarım kopacakmışcasına gerildiğinde bizi birbirimize çarpıştıracak bir adımla birlikte telefonu yere fırlatıp parçalara ayrılmasına sebep oldum. Hemşirenin çığlığı odanın duvarlarında yankılanırken Kurt birkaç adım ötede donup kalmıştı. “Ya şimdi çekilirsin ya da sana bunu ödetirim!” dedim dişlerimin arasından. “Ne kim olduğun ne kim olduğum sikimde değil.” Kararan gözlerim üzerindeyken, bana yaptığı son teklife sırtımı yaslayarak, “Emrediyorum.” dedim. “Çekil önümden.”

 

Hiç düşünmedi. “Reddedildi.” Başını Kurt’a çevirdiğinde bakışlar hala bendeydi. “Kurt, hemen gidip Bade’yi buraya getir. Onun için ne gerekiyorsa yap.”

 

Kurt, bir robot gibi başını sertçe eğip kaldırdıktan sonra ortadan toz olduğunda, hiçbir şey yapamadığım için çıldırmanın eşiğindeydim. Bu zamana kadar bana kimse engel olmamıştı. Aklıma gelen ne varsa canımın istediği gibi yapmıştım. Öyle zamanlar gelmişti ki beni yetiştirenler bile önüme geçmemişti ama şimdi geçmişten gelen bir hayalet tüm heybetiyle karşımda dikiliyordu.

 

“Sen!” dedim hırlamaya benzeyen bir sesle. “Belanı mı arıyorsun oğlum! Sen!” Göğsüm hiddetle şiştiğinde gözlerim de acıyacak kadar açıldı. “Beni tutsağın mı yapmaya çalışıyorsun!”

 

Bakışlarını hemşireye ulaştırdığında kadın kaçarcasına uzaklaştı. Yeniden bana baktığında ise sakinliği yine bana aklımı kaçırtacak cinstendi. Bakışlarından uzaklaşmak için bakışlarımı daha yukarı çıkarttığımda kısa saçlarının ıslak olduğunu gördüm. Omzundaki siyah havluyu da henüz fark ediyordum. Siyah, sporcu tişörtü ve belinden düşmek üzereymiş gibi duran eşofmanıyla duruyordu karşımda. Beyefendi duş keyfini bölüp, öyle demir parmaklık olmuştu bana.

 

“Sana bunun cevabını daha önce verdim, ufaklık. Dışarısı şu an senin için tehlikeli. Araştırdım, şu peşinde olan herif benim diyen mafyacıklara benzemiyor. O ortadayken, senin dışarı adım atman söz konusu değil.” Havlusunu aldı ve başını omzuna eğdi. Ona saldırma ihtimalimi göz ardı edip saçını kurulmaya başladı. “Tabii adımlarının yanında benimkiler yoksa…”

 

“Ulan seni…” İşaret parmağımı kaldırıp dibine kadar girdiğimde göğsüm karnına dayanmıştı ve onu görmek için başımı daha fazla kaldırmak zorunda kalmıştım ki bu da bok gibi bir durumdu. “Pişman ederim. Seni bitiririm. Bir gece yastıkla boğulurken bulursun kendini ki kurtulman bir şanstı, ikicisi olmaz.”

 

Saçını kurulmaya devam etti, yüzünde yaprak kıpırdamadı.

 

“Cevap versene be!” diye bağırdım. Siktir! Neden bağırıyordum? Bağırmak bana ait bir huy değildi. “Aklın sıra beni takmıyor gibi mi davranıyorsun?”

 

“Haşa…” Havluyu, kuruladığı noktada duraksattı ve dudaklarına yer etmeye çalışan gülümsemeyi bastırmaya çalıştı. “Beni pişman edersin. Bitirirsin. Başka neydi? Hıh, yastıkla boğarsın. Bilirim doktor hanım.” dedi başını sallayarak. “Yaparsın sen.”

 

Benimle dalga geçiyordu. Resmen beni küçük bir kız çocuğu yerine koyuyordu ve benimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynamak istiyordu. Tıpkı gördüğüm o rüyadaki gibi… İzin vermeyecektim. Asla!

 

“Bena hükmetmeyeceğini söylemiştin.” Sesim istediğim gibi dingin, bana yakışan gibi tehlikeliydi. “Bu yaptığının adına tam olarak ne dersin? Beni burada zorla tutuyorsun.”

 

Kaşları gözlerine bir nebze yakınlaş. “Güvenliğini sağlıyorum.”

 

“Burada, evinde mi?” Elimi indirdim, her iki elimi de belime götürüp birbirine kenetledim. “Takıntılı herifin tekisin, Korkutel. Bunu daha önce anlamıştım, artık eminim. Korumaymış? Hepsi hikaye. Yaptığı şeyin adı beni kendine mecbur bırakmak.”

 

“Takıntılı mı?” İşte şimdi eğlencesi tam olarak ortamı terk etmişti. Onun hakkında bir şeyleri yanlış bilmem kesinlikle hoşuna gitmiyordu. “Sana takıntılı olduğumu mu düşünüyorsun?”

 

“Tam olarak. Kim en son bin sene önce gördüğü biri için canını tehlikeye atar ya da tüm ömrünü onu aramaya adar? Benim umrumda olmazdı.”

 

Geçmişimizdeki bağlantıyı hissettiğimden beri bugüne kadar bana söylediği her şey yavaş yavaş soru işareti olmaktan çıkıyordu. Daha önce, garip davranışları yüzünden beni ölen sevgilisine benzettiğini bile düşünmüştüm ama şimdi en az yirmi yıldır beni aradığını biliyordum. Bu durum benim gibi biri için bile normal sayılmazdı.

 

“Kimbilir… Belki bana aşık olduğunu bile sanıyorsundur sen. Bak ne diyeceğim?” Başımı omzuma yatırıp gülümsedim. Tek istediğim bana yaptığı gibi onu alt üst etmekti. “O psikologa birlikte gitmeye ne dersin?”

 

Göğsü ansızın şiddetle şiştiğinde üzerime geleceğini ya da sesini yükseleteceğine ihtimal verdim ama gözlerini kapatmasına paralel olarak sertçe yutkunarak kendisini frenlemeyi başardı. “Bir daha bu konu hakkında yorum yapma, olur mu? Beni görene kadar, lütfen ufaklık.” Başını eğerek göz kontağımıza son verdi. “Söylediğim gibi, seni korumak için bir süre dışarıda yalnız olmanı istemiyorum. Derdin burada olmaksa seni istediğin başka bir şehre, hatta ülkeye aldırabilirim ama yine benim gözetimimde olursun.” Başını kaldırdığında ve yeniden gözlerimizi buluşturduğunda, sarıları bende bir cevap arıyordu. “Şayet derdin bensem, giderim ve gerekmedikçe görmezsin. Gerekmemesi için elimden geleni yapacağımdan şüphen olmasın.”

 

Kaşımdan biri havalanırken gerçek bir merakla sordum. “Kendi evinden mi gideceksin?”

 

“Evet.” Hiç düşünmeden verdiği cevaplardan biriydi.

 

Dudaklarım ne söylemesi gerektiğini biliyordu. Kesinlikle ikinci bir seçenek mantığıma uğramıyordu. Neden içimde bir yer o cevaba yana yakıla itiraz ediyordu? Zihnimin kıvranmasına ve dilimin o cevabı vermemek için saklanacak delik aramasına anlam veremiyordum. Bu adam gücümün kanlı bıçaklı düşmanıydı. Sahip olduğum tek şey gücümken dudaklarımı mesken tutan bu sessizlik nedendi?

 

“Doktor hanım,” dedi nazikçe. Yalnızca gözlerime değil, daha ötesine bakıyordu ve bu müthiş deredece rahatsız ediyordu. “Gitmemi istiyor musun?”

 

İstediğim cevabı vermemin tek yolu lanet gözlerine daha fazla bakmamaktı. Başımı eğdiğim noktada bir sanat eserine benzeyen büyük, esmer ve düzgün parmaklara sahip ellerini gördüm. Parmak uçları sırasıyla birbirine dokunuyordu. Ritmi yavaştı ama bu kadarı bile vereceğim cevabı o kadar da umursamazca beklemediğini gösteriyordu. Diğer taraftan vanilyalı duş jelinin teninin erkeksi kokusuna bulaşarak yarattığı o kokuyu içime çekmem için adeta emirler yağdırıyordu. Bunun… Olmaması gerekiyordu. Aramızdaki kahrolası ipler her geçen gün biraz daha geriliyordu. Yadsımak güçleşiyordu. Ondan kurtulmalıydım. Etki alanından çıkmanın bir yolunu bulmalıydım.

 

“Evet,” dedim buz gibi bir sesle. “İstiyorum. Git.”

 

Nefesinin yavaşladığını duydum. Daha fazlası, nefes almayı bıraktığını da söyleyebilirdim. Bana nasıl baktığını bilmiyordum ama sessizliği kulağıma hayal kırıklığını fısıldıyordu. Bir adım geri çekildiğinde “Anlaşmamızda değişen yok.” dedi. Kelimeler ağzından çıkmamak için intihar edecek kadar isteksizdiler. Ne kadar gizlemeye çalışırsa çalışsın, iyi bir gözlemciydim. Üstelik parmakları da birbirine dokunmayı bırakmıştı. “Konuştuğumuz gibi olacak. Ve ben…” Hafifçe eğildiğinde ve dudaklarını kulağıma çevirdiğinde, kalp atışlarımdaki düzensizlik, tüm ters köşeleri gölgede bıraktı. “İstediğin gibi gideceğim ama unutma; isteklerinin seni ateşe attığı her durumda reddetme hakkına sahibim, güzel liderim.”

 

Gitti.

 

Beni sonu gelmez bir karmaşa girdabı ile başbaşa bırakarak siktirip gitti.

 

🕯

 

Kafamın içinde ihtimaller dönüp dururken Bade bir an bile ne zihnimden ne de gözüm önünden gitmiyordu. Bir saat kırk dakikadır durum böyleydi. Odanın içinde dönüp durmamın sağlığıma iyi gelmediğini söyleyen hemşireyi otuz beş dakika önce odadan atmıştım. İki duvardaki demir korkuluklu pencerelerden sırasıyla bakıp duruyordum ancak evin sınırları içine giren bir araba henüz olmamıştı. Her baktığımda uzaklı yakınlı köşelerdeki farklı bir korumayı keşfediyordum. Ev adeta etten duvarla örülmüştü, korumalar kuş uçurmuyordu.

 

İçimi kemiren diğer konuyu Duru’nun adı göğüslüyordu. O koca kafalı, pembe bebeğin şimdi nerede ve hangi şartlarda olduğunu düşünmek duvarları yumruklama isteği uyandırıyordu ki bunu on dakika önce yapmıştım.

 

Bir pencereden diğerine yönelirken duyduğum tekerlek sesiyle geri dönüp aşağı baktım. Duran Kurt’un arabasıydı. Kapıyı açıp aşağı indiğinde koşar adım yanındaki yolcu koltuğuna ulaştı ve kapısını açtı. Sonra Bade’nin ağlamaktan kızarak yüzünü ve şişen gözlerini aramızdaki metrelere rağmen gördüğümde hızla yerimden ayrıldım. Merdivenleri bitirdiğim noktada kapı açıldı ve Bade’yle karşı karşıya geldim.

 

Beni görmesiyle yeniden ağlamaya başlaması eş zamanlıydı ama yumruklarımı sıkmama neden olan şey tenindeki morluklardı.

 

“Abla!” deyip boynuma atladığında ve sarsılarak ağlamaya başladığında ona karşılık vermek isteyen kollarıma mani olmadım. Derin bir nefes aldım ve Bade’ye sarıldım.

 

“Bebeğimi aldı benden…” dedi kıvranan sesiyle. “Onu kollarımdan söküp aldı, hiçbir şey yapamadım!”

 

Bade kollarımın arasından acı çekerken, hissettiğim öfkeden daha fazlasıydı. Beni açıkça irite eden bu duyguyla yeni tanışıyordum. Çaresiz… Zerre sevmemiştim.

 

“Bebeğim…” diye ağlarken, hissettiğim çaresizliği gölgede bırakacak kadar çaresizdi Bade. “Emziriyordum. Biberon tutmayı daha bilmiyor ki… Aç kalır. Aç kalınca çok ağlar. Sesi kısılana kadar ağlar. “ Bana daha sıkı sarılmadı, düşmemek için tutundu. “Onu geri istiyorum. Ne olur… Ne olur onu bana geri getirin.”

 

Daha fazla kendini taşıyamadı. Dizlerinin üzerine düştüğünde dizlerime de engel olmadım. Onunla birlikte dizlerimin üzerinde dururken, zayıf bedenini kollarımın arasında tutumaya devam ettim. Ne söylemem gerektiğini bilmiyordum. Kimseyi teselli etmemiştim. Kimseye, ona iyi gelecek bir şey söymemiştim. Tüm geçmişimi bir kenara bırakıp Bade’ye iyi gelmek istedim.

 

“Aç mı uyuyacak benim bebeğim…” Alnını sertçe omzuma bıraktığında sesi artık çıkmıyordu. “Onu kim uyutacak?”

 

Bakışlarımı kaldırdığım yerde Kurt vardı. Yumrukları ağır bir külçe gibi iki yanında duruyordu. Gözlerinde ise gözlerimdeki yangının bir eşi vardı. Biliyordum, ruhu oluk oluk kan istiyordu.

 

“Şimdi gidiyorum.” dedi her zamankinden daha pürüzlü çıkan sesiyle. “Tüm izlerin peşine düşeceğim. O sıfatı si-” Dudaklarını birbirine bastırıp, başını çevirdi. “O iti hangi deliğe girdiyse bulup çıkaracağım.” Bir adım attı, daha fazla yaklaşmadı. Hiç alakası olmadığı halde Bade’nin sırtına diktiği bakışlarında dev bir mahcubiyet vardı. “Bebeğini sana getireceğim.” Kaldırdığı başını salladı. “Şerefim üzerine yemin ederim bebeğini sana getireceğim.”

 

Tüm gece sakinleştiricilerin etkisiyle uyudu fakat sayıklamadan geçirdiği tek an bile olmadı. Biliyordum çünkü siktiğimin rüyasını tekrar görmemek için hiç uyumamıştım. Ağrı kesicilerden de almamıştım. Bu yüzden göğüs kafesim yoğun bir ağrıyla sınanıyordu. Sabahın olmasıyla hemşire kahvaltı için Bade’yi uyandırmaya çalıştı. Gözünü biraz açabildiğinde sorduğu ilk soru kızıydı. Aldığı olumsuz yanıtla birlikte dolan gözlerini yeniden kapatmıştı. Biliyordum, kızını yeniden kollarına alana kadar bir daha uyanmak istemiyordu.

 

Günün ilk pansumanını hemşireye bırakmamıştım ve farklı olan sadece bu da değildi. Hemşire, kahvaltımı bu sabah aşağıda hazırlandığını bildirmişti. Söylediğine göre bir de misafirim vardı. Kim olduğunu sorduğumda sessizliğini korumuştu ama zaten bir tahminim vardı.

 

Benim için bizzat ayağıma kadar gelen misafirimi yalnızca saten pijamalarla karşılamanın ayıp olacağını düşündüğümden sabahlığımı da üzerime geçirdim. Benim için getirdiği şık takımla birlikte kalakalan hemşireye el salladıktan sonra çıplak ayaklarımı basamaklara yönlendirdim. Salona ulaştığımda hazır bir kahvaltı masası ve güzel bir kadın beni bekliyordu.

 

Doğrusu, psikiyatr kelimesini ilk duyduğumda orta yaşlarda, seyrek saçlı bir adam beklemiştim ama karşımda duran kişi tamamen farklıydı. Benden en fazla birkaç yaş büyük, benden en az on santim daha uzun boyuyla psikiyatriden çok manken intibası veren bir kadındı. Siyah stiletteları, aynı renk kalem eteği ve bleazer ceketinin içindeki bedenini beni görünce koltuktan kaldırırken, hafifçe gülümsemeyi ihmal etmedi.

 

“Merhaba.” Sesi de en az görütüsü kadar zarif ve feminendi.

 

Önümdeki birkaç basamağı tamamlayıp masanın oturacağım ucuna kadar yürüdüm. Hayır, onunla el sıkışmayacaktım.

 

“Sen misin Korkutel’in çok güvendiği arkadaşı?”

 

Ne söylediğimi anlamak ve vereceği karşılığı tarmak için kendine zaman ayırdı, için tepki vermedi. Sonrasında gülümseyerek başını salladı. “Benden böyle bahsetmesine sevindim. Evet, arkadaşlığımız uzun bir zamana dayanıyor. Kısa bir süre önce de bana sizden bahsetti.” Bir şey atlamış gibi “Ah.” dedi. “Kendimi tanıtmayı unuttum.” İnce topuklarının tok sesini arkasında bırakarak bana doğru yürüdü ve karşımda durdu. “Adım Yaprak. Psikiyatr Yaprak Öncü.”

 

Elini uzatmamıştı. Çünkü sıkmayacağımı biliyordu. Görünen o ki Korkutel karşıma çaylak birini çıkarmamıştı.

 

“Ben de Deniz.” dedim. İsimler, bizi başkalarından ayırmak için kullanılan kelime kırıntılarıydı. Anlamlarıyla anmak sıradan insanların işiydi. Ben sıradan değildim. “Tanışma faslını kısa kesip kahvaltıya mı otursak. Açım ben.”

 

Başını eğip kaldırırken “Elbette.” dedi anlayışla. Geri dönüp masanın diğer ucuna yürüdü. Karşılıklı olarak otururken, masaya şöyle bir göz gezdirdi. “Her şey çok lezzetli görünüyor. Bugün diyete mola vereceğim sanırım.”

 

“Diyet mi?” Beyaz gömleğinin açık yakasından görünen belirgin kaburgalarına baktım. “Tavuk kanadında sendekinden daha fazla et vardır.”

 

Dudakları ifade kararsızlığından kaldı. Hakkımda bazı yargılara ulaşmaya başladığını sanıyordu şu saniyelerde… Sonunda gülümsediğinde “Siz de oldukça formdasınız, Deniz Hanım.” dedi.

 

Sonunda Korkutel’in etrafında olup da korkmadan adımı telaffuz eden biri çıkmıştı. Muhtemelen ön yargım olduğunu düşünüyordu ve kırmak için bana, benim istediğim gibi yaklaşıyordu. Beni değiştirmeyi değil iyileştirmeyi hedeflediğini göstermeye çalışıyordu.

 

Bir parça peyniri ağzıma attıktan sonra demli çayı ağırlayan ince belli bardağı parmaklarımın arasına sıkıştırıp arkama yasladım. “Ee… Çocukluğumu anlatmamı isteyeceksin şimdi?”

 

Çayını yudumladı, yavaşça. Zaman kazanmaya çalışıyordu. Onu gözlemlediğimin farkındaydı ama ulaştığım sonuçların boyutunu anlayabilmesinin imkanı yoktu. “Sizinle sohbet etmek için buradayım. Siz neyden konuşmak istiyorsanız, ondan konuşuruz.”

 

“Oradan bakınca sohbet etmeye hevesli gibi mi görünüyorum?” Çaprazındaki sandalyeyi işaret ettim. “Şuraya geç, düzelir belki.”

 

“Şakacı birisiniz, bunu sizi görür görmez anladım.”

 

Şaka yapmadığımı ikimiz de biliyorduk.

 

“Çocukluğumu hatırlamıyorum.” dedim baştan kestirip atarak. “Bir prensip olarak bak. Belleğim ilgilenmediği kısımları siliyor.”

 

Tekrar başını salladı. Her fırsatta beni anladığını gözüme sokacaktı. Ekmek sepetine uzanıp bir parça beyaz ekmeği aldı ve bana göstermek için havaya kaldırırken gülümsedi. Bizim için samimi bir ortam yaratmaya çalışıyordu, aklı sıra. “O zaman biz de sonrasını konuşuruz.” Ekmeğe krem peynir sürmeye başladı. “Hatırladıklarınızı…”

 

“Ne bilmek istiyorsun?”

 

“Spesifik bir soru işaretim yok.”

 

“Gerçekten yok mu?”

 

“Gerçekten yok.” Ekmeğinden bir ısırık alıp ağır ağır çiğnemeye başladı. “Dediğim gibi sohbet etmek için geldim. Arkadaş olmadığımızı biliyorum ama… Bu olamayacağımız anlamına gelmiyor, değil mi?”

 

“Değil.” dedim mizacıma yapışan donuk sesimle. “Arkadaşları sevmem.”

 

“Neden?” Bir ip yumağını ucundan yakalamıştı, çekiştirip duracaktı. “Hiç arkadaşınız yok mu?”

 

“Yok. İhtiyacım olmadı.”

 

“Haklı olabilirsiniz. Yine de insan hayatı dönem dönem… Fikirlerimiz ve ihtiyaçlarımız belli bir düzende değişebiliyor. Belki siz de bir gün sırlarınızı paylaşabileceğiniz bir arkadaşınızın olmasını istersiniz.”

 

“Sırlar?” Dumanı üstünde çayımdan büyük bir yudum alıp bardağı masaya bıraktım. “Sırrımı bir başkasıyla payalaşacak kadar aptal değilim?” Bakışlarımı sakınmadan onu süzdükten sonra “Yoksa siz paylaşır mısınız?” diye sordum.

 

Cevap veremedi. İşte bu komikti. “Birlikte iyi zaman geçirdiğim arkadaşlarım var. Siz iyi zaman geçirmek için ne yaparsınız?”

 

“Bir bara giderim ve sağlam bir parçayla çıkarım.”

 

Önce anlayamadı ama anladığı zaman gözlerindeki şaşkınlık ve o şaşkınlığı saklamaya çalışması izlenmeye değerdi.

 

“Neden şaşırdınız? Sizin seks hayatınız yok mu?”

 

Sertçe yuttuğu lokmasının midesine oturduğundan emindim. “Düzenli ilişkileri sağlıklı bulurum. Şimdi sizd-”

 

“Yani şimdi yok.”

 

Okların ona çevrilmesinden hoşnut olmadı. Çünkü amacı bendim. “Yok. Sizin var mı?”

 

“Biriyle ilişki içinde olmak öpüşmek gibi bir şey. İnsanlar vahşice işlenmiş bir cinayetin iğrenç olduğunu düşünür ama gerçek ne, biliyor musun?” Masaya yaklaşıp, kollarımı üzerinde bağladıktan sonra kadına daha dikkatli baktım. “Tükürüğümü bir başkasınınkine bulaştırmak. Asıl iğrenç olan bu.”

 

“Öpüşmekten mi bahsediyorsunuz?”

 

“Tükürüğümün bir başkasınınkine karışmasına izin vermekten bahsediyorum.”

 

Gülümsemeye çalıştı. Yalnızca çalıştı. “Farklı bir bakış açısı.”

 

“Doğru bir bakış açısı.” Büyük bir parça peyniri daha ağzıma atıp az çiğneyerek yuttum. Biraz patates kızartması, domates sos ve zeytin yerken o da kahvaltı ediyormuş gibi görünüyordu ama bulduğu her fırsatta beni izlediğinin farkındaydım. “Şaşırdığımı itiraf etmeliyim. Sizin gibi güzel bir kadının bu zamana kadar bir ilişkisi yaşamamış olmasını beklemiyordum.”

 

Dakikalarca düşünülerek kurulmuş cümlelerine karşılık keyifsizce gülümsedim. “Hiç ilişkim olmadığını söylemedim.”

 

“Aaa.. Afedersiniz ben-”

 

“Ama madem merak ettin, söyleyeyim. Olmadı. İğrenç bulduğum şeyleri hayatımdan uzak tutarım. Ayrıca… Erkekler ayak bağıdır. Onlardan işime yarayan tek şey çükle-”

 

Yudumlamaya çalıştığı çayının boğazına kaçmasıyla öksürmeye başladı. Ne öksürmek… Resmen öksürük krizine girdi. En sonunda kalkıp banyoya gitmek zorunda kaldığında çayımı tazeledim. Birkaç dakika sonra masada bıraktığı telefonu titremeye başladı. Arayanı görmek için doğrulduğumda doktorum kadar olmasa da ben de bir miktar şaşırdım.

 

Arayan Korkutel’di ama herkesin bildiği adıyla değil asıl adıyla kaydedilmişti.

 

Asil.

 

Ve sonuna yonca emojisi.

 

Arayan fotoğrafında ise birlikte çekildikleri bir fotoğraf vardı. Fotoğraf ışıl ışıldı. Bir doğum günü partisindeydiler. Mumu üfleyen Yaprak’ken yanında o her zamanki silik gülümsemesiyle duran Korkutel’di.

 

Onun için bu kadının sıradan biri olmadığını anlamıştım.

 

Kimse bilmezken, gerçek adını bilecek kadar farklıydı.

 

“Benim telefonum mu çalan?” Masaya geri döndüğünde ve kimin aradığını gördüğünce gülümsedi. Diğerlerinden farklı bir gülümsemeydi bu. İşaret diliyle benden kısa bir müsade istedikten sonra telefonu kulağına götürüp bedenini yan çevirdi.

 

“Canım, arayacağım seni.”

 

Canım.

 

Canım mı?

 

Kardeşi Peri dışında herhangi bir kadının ona bu kadar yakın davrandığına ilk kez şahit oluyordum. Telefonu kapatıp bana geri döndüğünde gülümsemesi dudaklarında duraksadı. “Bir şey mi oldu Deniz Hanım?”

 

“Bir şey mi olması gerekiyor?”

 

İşaret parmağını bir miktar kaldırdı. “Kaşlarınız çatılmış.”

 

O söyleyene kadar fark etmemiştim. Farkında olmadan yaptıklarım canımı sıkmaya başlamıştı. Yerimden kalkarken, Ben doydum.” dedim. “Sen de diyetini daha fazla bozmayın.”

 

Bu açık bir git, demekti. Nezaketle karşılayarak çantasına uzandı ve yanıma geldi. “Keyifli zaman geçirdim.” Her halinden belliydi ki daima nazik, güler yüzlü ve her erkeğin isteyeceği o kadınlar biriydi. Benim aksime kimseyi incitmediğine, hayatını boyunca birkez bile küfür etmediğine kalıbımı basabilirdim. Nedensizce gözüme bir başka görünüyordu şimdi... Tüm kahvaltı boyunca fark etmemiştim ama iri mavi gözlerine, özenle fönlenmiş uzun siyah saçları eşlik ediyordu. Dozunda makyajı güzelliğini ön plana çıkarmıştı. Farklı bir havası; durgun ve ölçülü tavrı vardı.

 

“Bir sonraki buluşmamızı hevesle bekleyeceğimi bilmenizi isterim. Hatta bu kez yemekleri ben getireyim. Bildiğim şahane bir mezeci var.”

 

İstemsizce sergilediğim çatık kaşlarımdan sonra ters davranmak istemedim. O zeki aklına onu kıskandığım ihtimalinin düşmesine gerek yoktu.

 

Çünkü öyle bir şey yoktu.

 

🕯

 

Yağmur, tüm şehirde iğne ucu kadar kuru yer bırakmamaya yemin etmiş gibi soluksuzca yağıyordu. Camları hırçınca dövüyor, sesiyle diğer tüm sesleri bertaraf ediyordu.

Geçen üç gün boyunca birkaç kez yavaşladığı olduysa da her yeni başlangıcı bir öncekinden daha kuvvetli oluyordu. Yaklaşan yeni yılla birlikte güneş güne küsmüştü ve alacakaranlık hava elinde meşalesi, hükümdarlığını ilan etmişti.

 

Üç gündür uyumamıştım. Hemşirenin çantasını karıştararak gizlice aldığım Modafiniller sayesinde uyanık kalmam kolaylaşmıştı. Tüm gece evin içinde dönüp duruyordum. Sürekli düşünüyordum. Çok fazla plan yapmış, bir o kadarından vazgeçmiştim..

 

Uykusuzluktan geberiyor dahi olsam o rüyayı birkez daha görmeyecektim.

 

Ki uykusuzluktan geberiyordum.

 

Duru’dan hala haber yoktu. Kurttan da…

 

Ve O’ndan da… Sözünü tutuyordu. Gözümün gördüğü tüm yerlerden uzaktı.

 

Bade’yi zorla yataktan kaldırmıştım kaldırmasına ama konuşmamak için saçma sapan bir film açmıştım. Onun konuşmak için hali, benimse isteğim yoktu. Elimizde kahvelerle, tek kelime etmeden filmi tamamlamıştık. Üçüncü günün sabahında ise ilk kez kahvaltı masasında buluşmuştuk. Üstelik bu kez Bade’nin kendisi istemişti. Günledir taramadığı saçları, tıpkı benim gibi moraran göz altlarına ve ruhundaki derin yorgunluğa rağmen istemişti. Çünkü kızı için kendine gelmesi gerektiğini biliyordu. En azından ilk acıyı atlattıktan sonra anlayabilmişti.

 

“Abla.” Çıkan ilk sesi çatallıydı. Yutkunarak çeki düzen vermeye çalıştı. Sonra çayından bir yudum aldı. Bu esnada bakışları dikkatle yüzümde dolaştı. Günlerdir yanımdaydı ama bana ilk kez bakıyordu. “Neyin var senin? Neden uyumuyorsun?”

 

“Sen uyuduğunda ben de uyuyorum.”

 

“Sen beni saf mı belledin abla? Derdim var benim, salak değilim. Günlerdir uyumadığını biliyorum. Şu gözlerinin haline bak.Kan çanağına dönmüşler. ” İçini çekip, “ Kendi derdim düştüm, seni unuttum.” dedi. Sözlerinde derin bir mahcubiyet vardı. “Neyin var abla senin?”

 

Boğazımdaki bandaj bu sabah çıkmıştı. Yara izi kırmızı bir leke gibi orada duruyordu. Sorduğu o yara değildi ama ben o yaraya mal etmek istedim. “Bir şeyim yok. İyiyim.”

 

Yaramı işaret etti anlamış gibi. “Onu da soracağım ama şimdi sorduğum o değil.” Masaya yaklaştı, baktığı yüzümdü. “Ben seni böyle görmedim. Bir şey olmuş. Seni üzmekten daha başka, daha ileri bir şey olmuş.”

 

Bakışlarımı cama vuran yağmur damlacıklarına iliştirdim. “Kurma kendi kendine. Sen kötüsün diye herkesin kötü olduğunu sanıyorsun. Yok bir şeyim.”

 

“Abla.” dedi yeniden. “İstersen yine anlatma ama biliyorum. Onunla ilgili, değil mi?” Başını kaldırıp, geniş ve lüks evin inceledi. “Kaldığımız bu evin sahibiyle…”

 

“Durdun durdun iyi açıldın. Sessizliğin daha iyiydi.”

 

Arkasına yaslanırken, öylesine gülümsedi. Derdi olmasa keyifle gülerdi. Başka birinin alınacağı sözlerime kesinlikle alınmıyor, ters tepki vermiyordu. Beni böyle, olduğum gibi benimsemişti.

 

“Nereden tanıyor seni?”

 

Kaşlarımı çattım, bilerek. “Bir yerden tanıdığını nerden çıkardın?”

 

Başını omzuna yatırırken, bakışları boşluğa daldı ama daldığı her neresiyse, kötü bir yer değildi. “Yolda gelirken aradı Kurt’u. Çok sessizdi yol, harfi harfine duydum ne dediğini….” İçini çekip, dudaklarını gerdi ama bu bir gülümseme değildi. “Dikkat edin kimseye zarar vermesin.” dedi. “Ama konu onun canı olursa, bırakın tüm dünyayı ateşe versin.” Başı olduğu yerde kaldı, bana dönen yalnız bakışlarıydı. “Sen iki günde bu adamın canı olmadın ya?”

 

“Kes sesini.” Çatalı tutan elimi sıkarken buldum kendimi. Kaçtığım rüyalarım sözlerinde can buluyordu ve bilmiyordu. Belki biliyordu. Belki de bana bunu yapması için buradaydı. Göz kapaklarımın üzerindeki moloz yığını düşünmeme izin vermiyordu. Uykusuzluğun zihnimde yarattığı pus her geçen saniye artıyordu. Başımdaki zonklama ise fazla fazla aldığım ilaçların yan etkileriydi.

 

İlk kez yok etmek istediğim bir başka değil, bizzat bendim.

 

“Bana kızman bir şeyi değiştirmeyecek. Kendine zarar veriyorsun, şu haline baksana abla. Bir yerde bayılıp kalacaksın diye korkuyorum. Bakışın bile bi-”

 

“Kes sesini dedim sana!” Çatalı yere fırlattığımda Bade irkilerek ayağa kalktı. “Sikicem geçmişinizi de cümlelerimizi de!” Kaldırdığı işaret parmağımla birlikte dibine kadar girdiğimde bana korkuyla bakıyordu. “Sen hiçbir şeyim değilsin. O herif hiçbir şeyim değil.” Çıldırmak üzereydim. Beynimin giderek şiştiğini hissediyordum. Öyle doluydum ki çatlamama ramak kalmıştı. “Sakın peşimden gelme, pişman ederim.”

 

Merdivenleri koşarak çıktım. Kilitlediğim kapıya sırtımı yasladığımda nefes nefeseydim. Gözümün önündeki yatak ise çölde bir bardak dolusu gibi gülümsüyordu. Şefkatli bir anne gibi kollarını açmış, beni bekliyordu.

 

“Siktirin gidin!” Yumruğumu kapıya geçirip tüm gücümle bağırdım. “Siktirin gidin lan! Siktirin gidin!”

 

Hızımı alamadım. Yatağın çarşafını söküp savurdum. Komidinin üzerinde ne varsa yere fırlattım, tekmelerimle yere devirdim. Çığlıklarım kulaklarımın içini kazıyan bir çivi gibi beni delirtirken, yıktığım cam masa koca bir gürültü eşliğinde tuzla buz oldu. Keskin parçalar, kollarıma, boynuma suratıma saplandığında akan kanlara rağmen hissettiğim fiziki değil, ruhsal acıydı.

 

Zarar vermek istiyordum. Kan dökmek istiyordum. Etrafımda kanını dökeceğim kimse olmadığında bile her zaman biri vardı.

 

Çıplak ayaklarımla cam kırıklarının üzerinde yürüdüm. Ziyan, ruhuma daima iyi gelendi. Kendimi dizlerimin üzerine bıraktığımda, bedenim ruhu çekilmiş bir ceset gibi cam kırıklarının üzerine devrildi. Başım, uzanan kolumun üzerinde kopmuş gibi duruyordu. Hissettğim hala ve yalnızca fiziksel acıydı.

 

Dakikalar geçti, saatler… Bade’nin kapıyı döven elleri, yakarışları oldu, onlar da geçti. Gözlerimi diktiğim pencerede, gün gözlerimin önünde geceye evrildi. Hareket eden yalnızca kirpiklerimdi.

 

Odanın içine derin bir karanlık doluştuğunda, kapının dışarıdan bir darbe aldığını duydum. İkinci darbede kırıldı. Ardına kadar açıldı ve içeri dolan ışığın arasından geçmişimi gördüm. Telaşlı soluklarını duydum yaklaşırken. Dizlerinin üzerine çöktüğünde bana uzanan ellerinin titrediğini gördüm. Elleri öylece havada kalakaldılar. Bakışları da.

 

“Korkma.” dedim, yattığım yerden. “Sadece uyumamaya çalışıyorum.”

 

Durdu. Bir süre yalnızca durdu. Sonra beklemediğim bir şey yaptı. Ceketi çıkardı ve dizlerinin üzerinde kalmaktan vazgeçti.

 

Benimle birlikte kırık camların üzerine uzandı.

 

O koca bedenini bana çevirip, benim gibi bir kolunu başının altına aldığında aramızda bir elin karışı bile yoktu. Gözlerime diktiği sarı gözleri her şeyin başladığı noktaydı, ezeldi. Ne zaman karşıma geçse kulağımda bir kız çocuğunun sesi dönüp duruyordu.

 

Haydi zürafa, yakala da görelim.

 

“Sen delirmişsin.” dedim, sessizce. “Kafayı yemişsin. Camların üzerinde yatılır mı?”

 

Omuz silkti koskoca adam. “Sen yatıyorsun.”

 

“Ben ne yaparsam onu yapar mısın?”

 

“Yaparım.”

 

Yanan gözlerimi kapattım. “Balkondan atlasam atlar mısın?”

 

“Atlarım.” dedi ve gülümsedi. “Bunu bana ilk kez sormadın. Benim de cevabım değişmedi.”

 

Gözlerimi açtığımda kaşlarımı çatmam gerekiyordu, çatamadım. “Sana geçmiş hakkında konuşma demiştim.”

 

“Demiştin.” diyerek onayladı. Seslerimiz, yalnızca burnumuzun dibindeki varlıklarımızın duyacağı kadar çıkıyordu. “Ben de sana yalan söyleyemeyeceğimi söylemiştim.”

 

“Uyumayacağım.” dedim durduk yere.

 

Güldüğünü duydum. “Uyu demedim ki.”

 

“Yine de uyumayacağım.”

 

Gözlerimin elleri olsa beni boğardı, öyle savaşıyordum ki onlarla.

 

“Nasıl istersen. Ama uyursan sana eşlik ederim. Son günlerde uykuyla aram iyi değildi. İyi bir uyku hiç fena olmaz.”

 

"Cam kırıklarının üstünde mi?"

 

Bakışlarındaki serseri ortaya çıktı. "Senin yanında?"

 

“Banane. Uyumayacağım. Sen uyu.”

 

“Uyumazsan uyumam.”

 

Göğsümü öfkeyle şişirip indirdim. “Beni sinir ediyorsun.”

 

“Bana sinir olmak için bir nedene ihtiyacın olmadı. Öyle dümdüz dursam bile gelip bana kafa atabilirsin.”

 

Bakışlarımı burnuna indirdiğimde attığım kafanın morluklarını gördüm. “İyi yapmışım.”

 

“Canın sağolsun, ne diyeyim. Uğruna feda edilen bir burun nedir ki?”

 

Bu kez kaşlarımı çatabildim. “Az kalsın öldürüyordum seni.”

 

“Canın sağolsun.” dedi yine. “Uğruna feda edilen bir can nedir ki.”

 

Sanki onlarca bardak sek rakı içmişim gibi dönmeye başladı tavan. Uykusuzluğun bu evresini biliyordum. Birazdan zihnim şartelleri kapatacaktı.

 

“Uyumayacağım ben.” Gözlerimi son kırptığımda, açılması çok güç olmuştu.

 

“Masal anlatayım mı sana? İstersen yine uyumazsın.” Gökyüzündeki tüm yıldızlar gözbebeklerine doluşmuştu. Dışarıda başarılı ve normal bir hayatı vardı. Onun için gözünü kırpmadan canını verecek bir sürü insan vardı. Etrafındaki kadınları sayamam gerek bile yoktu... Ne işi vardı benim yanımda?

 

“Masal sevmem. Çocuk muyum ben? Çocuklar masal dinler. Ben koskoca kadınım.”

 

Bakışlarının beni tepeden tırnağa süzmesi uzun sürmedi. “Görüyorum ufaklık, kocaman kadın olmuşsun sen.”

 

“Alay mı ediyorsun benimle? Söylesene, hangi kadın kafa attı sana?”

 

“Haklısın. Çok adamla dövüştüm ama ilk kafayı senden yedim.”

 

“İyi yapmışım.”

 

Başıyla onayladı. “İyi yapmışsın,” Nefesini yavaşça verirken, başını yüzüme eğdi. “İyi yapmışsın maviş.”

 

Gözlerimi kırptım. Hayır, tekrar açılmadı. “Bana böyle söyleme.”

 

“İşte bunu yapamam.” dediğini duydum. Nefesi daha yakındı. Benim nefesimmiş gibi yakın… “Adını koymak için sizinkilerden çok zor izin aldım çünkü…”

 

Sesi, bir sis bulutunun ardından bana ulaştığında, gözlerimin önünde gözleri vardı. Çocuk gözleri… “Sen mi koydun adımı?”

 

Burnumun ucunda bir dokunuş hissettim. Eli olmayacak kadar hafif, yumuşak ve sıcaktı. “Adını ben koydum.” dedi, gururla. “Adını ben koydum küçüğüm.” Burnumda hissettiğim dudaklarıydı. “Ve şimdi seni, ilk kez öptüğüm yerden öpeceğim.”

 

Dünya bir an için dönmeyi bıraktı ve o küçük çocuk beni burnumun ucundan öptü.

 

Hareket yetimi tamamen kaybettiğimde hissettiğimde başım kaldırıp koyduğu yer göğüsüydü. Beni saran kolları…

 

Onunla birlikte cam kırıklarının ortasında uykunun keskin köşelerine uğruyordum.

 

Ve sesi, uzun ve karanlık bir tünelin ucundan gelen bir ışık gibiydi artık…

 

“Orada, çocukluğumuzda bir an var. Duysaydın, üstünden bin yıl geçti, derdin. Ama burada, dün gibi. Her nefes alışımda sil baştan yaşanıyordu. Tekrar ve tekrar… Ne zaman tüm Dünyaya açtığım savaşı kaybetsem, bir berduş gibi seninle yaşadığım o anın dibine yığılıp kalıyorum.”

 

🕯🕯🕯

 

Bölüm : 15.03.2025 14:34 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...