14. Bölüm

12. BÖLÜM: "Ait"

Durumavii
durumavii

 

LÜTFEN HAYALET OKUR OLMAYIN. BİR BÖLÜMDE BİR HAFTANIN EMEĞI VAR.

 

Satır arası yorumlarınız en büyük destek kaynağım.

 

Bolahenk~ Kaybolan Yıllar

 

Bolahenk~ Ansızın

 

Bolahenk~ Emanet

 

Keyifle okuyun.

 

🕯🕯🕯

 

Küçük kız, kulaklarının hizasındaki bebek sarısı lülelerini savurarak eski, tahta masanın etrafında dönmeye devam etti. Koşarken peşinde birinin olduğunu hayal edip adımlarını hızlandırıyordu ve kalbi, hayali avcısı onu yaklamak üzereymiş gibi hızlanıyordu. Bir süredir korkuya alışmaya çalışıyordu ve nedeni vardı.

 

En sonunda yorulup durduğunda mavi gözlerini kapıya çevirdi, kulpa dikkatle baktı. Kulpun hareket etmesini istemiyordu. Çünkü kulp hareket ederse annesi gelirdi. Kulp hareket ederse canavar da gelebilirdi...

 

Küçük kız, hangisinin daha kötü olduğuna karar veremiyordu.

 

"Hiii!" Parmağını dudaklarının arasına alırken, bakışlarını bu defa gaz lambasına götürdü.

 

Lambanın ışığı titremeye başlamıştı. Bunun ne anlama geldiğini biliyordu. Az sonra karanlıkta kalacaktı ve karanlıkta kalırsa canavar kesinlikle gelirdi.

 

Korkunun kalbini avucunun arasına almaması için masanın etrafında koşmaya devam etti. Koşunca yoruluyordu ve yorulunca korkmuyordu. Yedinci turunu atarken masanın ayağına takılıp yere düştü. Dizleri acımıştı ama onu esas endişelendiren bu değildi. Endişesinin sebebi, önce masaya devrilen ardından da yuvarlanıp yanına düşen ve parçalara ayrılan vazoydu. Hemen yerden kalktı. Beyaz dantelli çoraplarının üzerine giydiği siyah, bantlı ayaklarının dibindeki kırık parçalara baktı. Çok fazla parça vardı, tek başına tamir edebilmesinin oluru yoktu.

 

Gözleri dolarken, üzerindeki mavi, ekoseli ve beyaz yakalı elbisesinin eteklerini avucuna aldı, sıktı. Şimdi ne yapacağım, diye geçirdi içinden... Dışarıdan gelen sesleri işitince pencerenin dibindeki çiçek desenli divanın yanına koşup perdeyi araladı ve tek katlı evlerinin taş yoluna baktı.

 

Annesi, doldurduğu iki kova suyla ve yorgun adımlarıyla yaklaşıyordu.

 

Dolu gözleri birkaç damla yaşı yanağına bıraktığında kapı açıldı, annesi içeri girdi. Girdiği gibi de tek göz odanın orta yerindeki masayı ve kırık parçaları gördü. Elindeki kovaları yavaşça yere bırakırken, bakışları divanın üzerindeki kızına döndü.

Küçük kızın gözlerindeki korkuyu gördüğünde tüm yorgunluğuna rağmen gülümsedi ve "Pós égine aftó agapiti?" Bu nasıl oldu yavrum, diye sordu.

 

Küçük kız ayaklarını divandan sarkıttı, korku dolu gözlerle annesine bakmaya devam etti. "Lypámai mamá." Özür dilerim, anne...

 

Kadın, kızının tutuk haline bir anlam veremedi. Altı üstü bir vazoydu, eski bir vazo... Kırılıp gitmesinin ne önemi vardı ki?

 

Aslında değerli olan hiçbir şeyleri yoktu. Küçük bir dağ kasabasında, tek göz bir taş evde yaşıyorlardı. Kocası iki somun ekmek için tüm gün zenginlerin odunlarını kırıyordu. Kendisi de su taşıyordu. Bunu yaparken çoğu zaman kızını evde yalnız bırakmak zorunda kalıyordu çünkü kızının ayakları o dik yokuşları tırmanmak için çok küçüktü. "O moró mou..." Ah, yavrum...

 

Koyu sarı rengindeki uzun ve yassı örgüleri başörtüsünün altından sarkan genç kadın masanın yanına gitti ve yavaşça eğilip kırık parçaları toplarken, göz ucuyla kızına bakıp gülümsedi. "Eléni mou ómorfi, den chreiázetai na fovásai. Koíta, aplá mazévo..."

Benim güzel Eleni'm korkmana gerek yok. Bak, topluyorum işte."

 

Kadının sıcacık sesi küçük Eleni'yi sakinleştirmeye yetmemişti. Çünkü biliyordu. Annesinin her an başka birine... Çok korkunç birine dönüşebileceğini biliyordu.

Kollarındaki morlukların taze olan acısı unutmasına engel oluyordu.

 

"Pes mou, peinás-" Söyle bakalım, karnın acıkt- İşaret parmağında hissettiği acıyla topladığı parçaları yere düşürdü. Kırık parçanın çizdiği teninden akan kan, ruhunda kısa sürede kan birikintisi oluşturdu. O birikinti giderek büyüdüğünde genç kadın zihnini bulandığını, zehirli bir öfkenin tüm bedenini ele geçirdiği ve kendisini peyderpey tüketmeye başladığını hissetti. "Theé mou..." Aman Tanrım...

 

Parmağını yavaşça ağzına götürdü ve kanı dilinin üzerinde hissettiğinde gerçekte kim olduğu bir önemi kalmamıştı. Ona ne olduğunu bilmiyordu ama bir şey olduğu kesindi. Hastaydı. Hastalığı bedeninde değil, ruhundaydı ve bu en kötüsüydü. Benliğini bıçak gibi kesen bir lanetle sınanıyordu ve artık başa çıkamıyordu.

 

Değişen bakışları divanın dibinden kıpırdamayan bulduğunda, küçük kız içini çeke çeke ağlamaya başladı.

 

Çünkü biliyordu. Karşısındaki kadın yine ondan annesini çalmıştı.

 

🕯

 

Genç kadın karnında hissettiği tekmeyle uyanırken, hafifçe inledi. Doğumuna neredeyse iki hafta kalmıştı. Heyecanlıydı ve günden günde ağırlaşan bedeni onu zorlamaya başlamıştı. Elini karnına götürüp, bebeğinden güç almaya çalıştı çünkü gördüğü rüyanın etkisinden kurtulmaya ihtiyacı vardı. Çocukluğuna ait o rüya birçok kez uykularına sızmıştı ve o rüyayı her gördüğünde kollarının sızladığını hissederdi.

 

"Eleni Teyze, iyi misin!"

 

Heyecanla yanına koşan çocuğa gülümsemeye çalışırken, bir yandan da başını okşadı. "İyiyim Asil'ciğim, bizim kiz yine beni tekmeledi."

 

Asil şaşkın gözlerle Eleni Teyzesinin şişkin karnına baktı. Onun artık patlamak üzere olduğunu düşünüyordu ama bu düşüncesini henüz kimseyle paylaşmamıştı.

 

"Annemi arayayım mı?" diye sordu masanın üzerindeki sabit telefonu göstererek. Annesi, pazara giderken küçük Asil'i Eleni'nin yanına bırakmıştı. Eleni son haftalarında olduğu için yalnız kalmasını istemiyordu. Asil'e sabit telefondan babasının iş yerini aramayı da öğretmişti. Beklenmeyen bir durumda Asil o telefondan haber verebilirdi.

 

"Gerek yok... Zaten Derya'ya seni götürmesini de söyledim ama inatla birakmadi. Ah yavrimu... Kaç saattir canin sikildi basimda."

 

Asil duruşunu dikleştirip, "Hayır, sıkılmadı." dedi büyük bir adam gibi. "Annem beni buraya seni korumam için bıraktı. Ben de koruyorum."

 

Eleni, uzandığı divandan bacaklarını sarkıtarak doğrulurken, bu kez kahkaha attı. "Öyle mi benim küçük, tatlı adamamim. Söyle bakalim..."

 

Asil'in elini tutup karnına bıraktı.. "Doğunca kizimi da koruyacak misin?

 

Asil önce ne söyleyeceğini bilemedi ama avucunda hissettiği tekme kalp atışlarını hızlandırdığında "Evet!" diye bağırdı.

 

Eleni Teyzesinin içinde küçük bir kız vardı ve Asil o kızla tanışmak için heyecanlıydı. Onun günden güne büyüyüşüne şahit olmuştu. Defalarca kez tekmelerini dinlemişti ve artık onu görmek için sabrı kalmamıştı.

 

"Hadi, ona su öğrettiğim ninniyi söyleyelim."

 

Asil hemen başını salladığında Eleni, ince sesiyle şarkıya giriş yaptı ve Asil de çocuk sesiyle eşlik etmeye başladı. Bunu daha önce sayısız kes yapmışlardı.

 

Katerina Papadopoulou - Nanourisma

(Bu kısımda açıp dinlemenizi öneririm. )

 

Pósa ástra íne stón uranó, margaritarénia mú

Gökyüzündeki yıldızları bul, inci tanem

 

Ké lábun éna éna, ké lábun éna éna

Ve orada biri parlıyor, biri parlıyor

 

Tóses forés tá tia mú, margaritarénia mú

Gözlerim birçok kez, inci tanem

 

Dakrísane yaséna, dakrísane yaséna

Senin için ağladı, senin için ağladı.

 

Hadi, canım annem, benimle sev

 

Sallan, canım annem, benim için çocuğum.

 

Sen anne doğdun, inci tanem

 

Tanrı'dan da korkmadın,

 

Tanrı'dan da korkmadın.

 

Hadi, canım annem, benimle sev...

 

Şarkı devam ettiği müddetçe bebeğin hareketleri usul usul azalmış ve sona ermişti. Asil, onu kontrol etmek için eğilip başını Eleni'nin karnına dayadı.

 

"Şist...Uyudun mu küçük kız?"

 

Bir tekme.

 

"Uyumuyorsun, anladım. Senden bir şey isteyeceğim." dedi ciddiyetle. Eleni sessizce Asil'i izliyordu. "Artık doğar mısın? Bence yeterince büyüdün. Biraz daha doğmazsan annenin karnını patlatacaksın."

 

Üst üste iki tekme.

 

"Bu evet demek mi?"

 

Eleni, küçük çocuğun koyu renk, yumuşacık saçlarını okşarken, "Çok az kaldı, demek istiyor sanirim." dedi.

 

Asil, başını kaldırdığında kaşlarını çatmıştı. "Hayır Eleni Teyze, şimdi doğacağını söylüyor."

 

"Asil... Seni ilk kez bu kadar sabirsiz görüyorum doğrusu."

 

Eleni, divandan destek alarak ayağa kalkarken, kasıklarında ani bir sancı hissetti. Endişelenmedi çünkü son zamanlarda yalancı sancıları fazlasıyla yokluyordu.

 

"Ama biraz daha sabretmen gerekiyor. Merak etme, bence o çok uslu bir kiz olacak ve siz iyi anlasacaksiniz." Bir adım attı ama ikinci adımda aynı sancıyı yeniden hissetti. Bacaklarının arasında hissettiği sıcaklık yüzünden başını eğdiğinde inanamadı. Suyu gelmişti! Hızlı düşünüp bir karar vermesi gerektiğini biliyordu. Asil'in görüp korkmaması için yavaşça dizlerinin üzerine çökerken, sakin görünmeye gayret etti.

 

"Asilciğim." dedi yavaşça. "Endise edeceğin bir sey yok ama babani araman gerekiyor."

 

"Neden?" diye sordu Asil merakla. "Neden babamı aramam gerekiyor. Hem sen neden yere oturdun Eleni Teyze?"

 

Eleni derin bir nefes aldı. "Galiba bebek seni dinledi ve erken gelmeye karar verdi."

 

"Gerçekten mi!" Asil bunu duyduğuna sevindi. O yaşlardaki başka bir çocuğun sevindiğinde ya da üzüldüğünde aşırı tepkiler vermesi doğaldı ama Asil küçük bir bebekken bile sakin ve ağırbaşlı bir çocuk olmuştu. Canı gerçekten yanmadıkça ağlamaz, sesini yükseltmez ve fevri hareketler yapmazdı. "Gerçekten bebek beni dinledi mi?"

 

Eleni başını salladı. Sancılar beline kadar sirayet etmişti ve belli etmese de korkuyordu.

 

"Dinledi canim. Hadi, onu bekletmeyelim. Babani ara, Ahmeti de alip buraya gelsin."

 

Asil fırlayıp çevirmeli ev telefonundan babasını aradı ve Eleni Teyzesinin söylediklerini aynı şekilde iletti. Asil'in sevinçli sesinin aksine verdiği haberden sonra önce babasının, daha fazla arkadan duyulan Ahmet Amcasının sesi hiç sakin gelmemişti. Asil telefonu kapattıktan on üç dakika sonra Eleni'yi Akif'in mavi kaplumbağa arabasına bindirdiler. Yirmi üç dakika sonra doğum haneye, iki saat kırk dakika sonra da lohusa odasına aldılar.

 

"Oy, teyzesi kurban olsun..." Derya, Eleni'nin emzirip yanıbaşındaki beşiğe koyduğu küçük kıza baktıkça baktı. "Pek bir küçük doğdu ya bu. Sanırsın yeni aylık."

 

Eleni, elini hala şiş olan karnına koydu. Doğum onu yormuştu ama kızını görünce çektiği acı gibi yorgunluk hissi de uçup gitmişti. "Annesi de babasi de küçük, bebekten ne bekliyorsun?"

 

Ahmet, karısının yaslandığı yastığı düzelterek yüzüne gelen saçlarını kulağının arkasına iliştirdi. "Abartme ege güzeli, kocan o kadar da küçük değil."

 

Aslında değildi. Ahmet'in boyu ufak tefek karısının aksine ortalama sayılabilirdi ama Akif bir doksanın üzerinde olduğundan yanında epey küçük kalıyordu.

 

"Tabii öyle Ahmet'ciğim." Derya gülerek duvar dibindeki masaya yanaştı. Eleni doğumdayken kocasını eve göndermiş, önceden hazır ettiği lohusa şerbetini ve buzluktaki pişmiş hamur işlerini getirtmişti. Eleni'nin başına kırmızı bir kurdele bağladıktan sonra büyük bardak lohusa şerbetini de eline tutuşturmuştu.

Bir yandan da kendisine kızıyordu. "Doğum bu kadar yaklaşmışken ne vardı pazara gidecek? Benimki de iş. İyi ki Asil'imi yanına bırakmayı akıl ettim. Yoksa halin ne olurdu?"

 

Eleni, Derya'ya şaşırarak baktı. Aslında onun daima endişeli bir karakter olduğunu biliyordu ama bu kadarı fazlaydı. "Abartma bre, Asil aramasaydı ben arardim. Telefon orada duruyordu."

 

"Yok yok, deme öyle." dedi Derya elini kaldırarak. "Ya düşüp kalsaydın. Allah korudu vallahi." Uykusunda kırmızı dudaklarıyla aralıksız olarak emme hareketleri yapan bebeğe bakıp güldü. "Senin kız obur olacak, demedi deme."

 

"Onu bilmem ama cazgir olacaği kesin. Doğar doğmaz doğumhaneyi sesiyle nasil inletti duyman lazimdi. Bir de kizgin kizgin etrafa bakti. Sanirsin zorla getirdik hanimefendiyi."

 

Kapının nazikçe tıklanmasıyla Asil çekingen bir şekilde başını içeri uzattı ve "Girebilir miyim?" diye sordu. Bebeği görmeyi çok istiyordu. Buna rağmen Ahmet odaya girdiğinde girememişti. Babası girdiğinde de girememişti. Nedenini bilmiyordu. Oysa daha annesinin karnındayken herkeste çok konuşmuştu onunla.

 

"Gel tabii oğlum, kaç kere çağırdım neden gelmedin ki zaten?"

 

Asil, babasının elini tutarak içeri girdikten sonra Akif'in elini bıraktı ve küçük adımlarla beşiğe yaklaştı. Daha önce bebek görmüştü ama hiç yeni doğmuş olanını görmemişti.

Eleni, elini uzatıp bebeğinin karnına dokundu. "Uyuyor ama ona merhaba, diyebilirsin."

 

Asil, beşiğin yanında durduğunda meraklı gözlerini derin bir uykuda olan bebeğe dikti. Hava o kadar da soğuk değildi ama bebeğin ellerinden kafasına kadar giydirmişlerdi. Kayan şapkası alnının bir kısmını örtmüştü ve teninin görünen az kısmı Asil'i şaşırtmaya yetmişti.

 

"Çok çirkinmiş." Asil, bebeği dikkatle incelerken ellerini şeffaf beşiğin kenarlarına koydu. "Kıpkırmızı, teni de buruş buruş."

 

Eleni, kendini tutamayıp gülümsedi. "Ama doğunca onu hep koruyacağini söylemiştin. Çirkin olmasi korumaya engel mi?"

 

Beş yaşındaki Asil, bir süre düşündükten sonra başını iki yana salladı. Aynı anda bebeğin gözlerini açmayı başarmasıyla Asil de gözlerini açabildiği kadar açtı. "Aaa şuna bakın!"

 

"Oğlum bağırma, hastaneyi inlettin."

 

Asil, babasınınuyarısına aldırış etmeyip kaşlarını çatan ve iri gözlerini yüzüne diken bebeğe odaklandı. Eldivenlerinden biri çıkıp düşmüştü. Yumruk yaptığı buruşuk elleri çenesinin altındaydı ve pembe yenidoğan takımının içinde bile saçsız kafasıyla bir erkeğe benziyordu. Çatık kaşlı bebek mi olurdu hiç? "Gözleri maviymiş! Cam gibi masmavi hem de!"

 

"Aynı annesi." dedi Derya. "Fındık gibi ağzı burnu."

 

Gerçekten de öyleydi. Küçük burnu kalkık, dudakları kırmızı ve şişti. Bu yalnızca yeni doğmuş olmasından kaynaklanmıyordu. Küçük kız her şeyiyle annesine benziyordu.

 

"Ne isim koyacaksınız miniğe? Hala karar veremediniz mi?" Akif, Eleni'nin diğer yanındaki tekli koltuğa oturup karısının ikram ettiği şerbetinden yudumladı.

 

"Bir sürü güzel isim bulduk aslında." dedi Ahmet. "Ama hiç biri Eleni'min içine yeterince sinmedi."

 

"Ay ne olur Yunan ismi koyayım, deme." dedi Derya. "Şöyle rahat rahat söyleyebilelim."

 

"Bilmem ki..." dedi Eleni kararsızca. "Bulduğumuz ne Yunan ne de Türk isimleri.. Hiçbiri tam olarak içime sinmedi."

 

Asil, gözünü üzerinden ayırmayan bebeğe doğru eğildi. Onun henüz süt mavisi olan gözlerine yakından bakarken, kalbinin üzerinde kuşların uçuştuğunu hissetti. "Şey... Onun gözleri masmavi..." Başını omzuna eğip Eleni Teyzesine baktı. "O zaman ismi de Maviş olsun mu Eleni Teyze?"

 

"Oğlum olur mu öyle şey, kuş ismi gibi." dedi Akif gülerek. "Kafesede koyalım oldu olacak."

 

"Ben kızımı kafese falan koydurmam." Ahmet'in ciddiyeti kesinlikle sahteydi. "Bilesin Asil efendi."

 

"Aman, görmemişin kızı olmuş." Derya, Eleni'ye göz kırptı. "İyi bari en azından uyurken kucağında tutmuyorsun. Emzirmesi için bile zor verdin karına yavrucağı."

 

"Bırakmam." dedi Ahmet kararlılıkla. "Şunun güzelliğine baksanıza! Büyüse bile kucağımda tutacağım." Kaşlarını çatıp Asil'e baktı. "Kimse alamasın."

 

"Ama ben ciddiyim." dedi Asil. "Maviş ismi ona çok yakışacak."

 

Gülüşen diğerlerinin aksine Eleni ciddi ciddi düşünüyordu. "Niye olmasin? Asil kuzum ilk defa bir şey istiyor benden. Ayrıca tüm hamileliğim boyunca karnımı en çok o sevip konuştu. İsmini koymaya hakki var."

 

Derya'nın gülümsemesi yüzünde donarken, "Kuş ismi mi koyacaksın çocuğa ayol." dedi şaşkınlıkla.

 

"Kuş ismi olmasa bile..." Eleni, onay almak için bakışlarını kocasına çevirdiğinde çok geçmeden beklediğini aldı. "Mavi, koyalim."

 

Asil, sevinçle kollarını yukarı kaldırdı. Bu verdiği ilk büyük tepkiydi. Kocaman gülümsediğinde dökülmüş ön dişlerini göründü. "Ama ben hep maviş, derim!"

 

"Anlaştık!" Eleni, tam o sırada ağlamaya başlayan bebeğini kucağına alıp, sevgiyle baktı. "Hos geldin, Mavi kizim."

 

Asil, Eleni Teyzesinin bebeği kucağına vereceğini anladı. Heyecanı misline katlanırken açtığı kolları titremeye başladı. Eleni tereddütsüzce bebeğini küçük çocuğun kollarına bıraktığında, bebeğin ağlaması usulca dindi ve mavi gözlerini yeniden Asil'in yüzüne dikti.

 

"Hoş geldin." Asil, onu kollarına aldığı ilk andan itibaren kalbinde ılık bir rüzgar hissetti ve onu koruma güdüsüyle dolup taştı. Daima onu koruyacaktı. Büyüyüp artık ihtiyacı kalmadığında bile... "Hoş geldin, maviş."

 

🕯

 

Zaman acımasızdı.

 

Geçerken eskitir, ihtiyarlatır ve köreltirdi.

 

Zaman, ömrün sonundaki ölümün bekçisiydi.

 

Aç bir avcı gibi kurbanının adım adım muhtemel sona sürüklenmesini beklerdi.

 

Zamanın hükmünün geçmediği tek bir şey vardı ki o da zihinlerde yaşamaya mecbur bırakılanlardı. Unutulmamak için inat etmiş anılar, adeta belleğe kazık çakardı.

 

Asil için de Mavi öyleydi.

 

Onu; bakışlarını, gülüşünü ve o çocuksu sesini unutmamak için ant içmişti.

 

Nitekim yirmi yıla dağılan her bir gün ona ait bakışları, gülüşü ve hatta sesi hayali duvarlara, tavanlara, gökyüzüne kazımıştı.

 

Vazgeçtiği değil vazgeçmeyi düşündüğü, umutsuzluğa kapıldığı tek bir gün bile olmamıştı.

 

Asil hep biliyordu, bir gün Mavi'yi bulacaktı. Ya yerde, ya gökte...

 

Küçük bir kızken boya kalemleriyle oynamayı sevdiği, bilmiş bilmiş konuştuğu ve sürekli annesiyle yemek yapmak istediği için onu bir okulda öğretmen olarak bulmayı hayal etmişti. Bir mutfakta aşçı, bir sergide ressam, en olmazı yolda karşılaşacağı herhangi biri...

 

İlk kez hastanede gördüğünde, onu bir doktor olarak hayal etmediği için kendisine kızmıştı. Çünkü mavi gözlerin ve tanıdık bakışların sahibine beyaz önlük çok yakışmıştı.

 

Asil, Mavi'yi bir doktor olarak bulmayı da içine sindirmişti ama kendisini öldürmek için gelen bir seri katil olarak bulmak... Bu en olmazıydı.

 

O günden sonra genç adamın geceleri Mavi'nin yaşadıklarını ihtimallere sığdırmakla geçmişti. Ona yapılanları, en acısı da hiç yapılmayan ve yapılamayacak olanları...

 

Gaddar ve gözü kara bir katile dönüşünceye kadar geçmek zorunda bıraktığı yolları düşünüp zihnine işkence ettiği geceler çoktu ama kaçırdığını çocukluğu... İşte o en başa çıkılamaz olanıydı.

 

En güvendiği dört adamı tarafından, kollarında artık herhangi bir devinim göstermeyen bedenden koparıldığında yaralı bir hayvan gibi haykırdı. Genç kadın, yüzü hala bir maskenin altındayken bir sedyeye konulup konteynırdan çıkarıldı. Asil, kollarındaki çok sayıda tutuşa rağmen geri dönüp peşinden gitmek için hamle yaptı ama zift gibi bir öfke onu durdurdu.. Aklına gelen düşüncenin karanlığıyla göğüsnün şişirirken, bakışları delice bir hırsla yandı. Yavaşça geri döndüğünde kollarındaki tutuşlar birer birer azaldı. Herkes geri çekildi ve karşısında yalnızca bir kişi kaldı.

 

Batı Sungurlu.

 

Dudakları tek kelime sarf etmedi. Belindeki silahın tüm kurşunlarını Batı Sungunlu'nun bedenine saplarken gözünü kırpmadı. Yerde cansız yatarken bile sıkmaya devam etti. İşini bitirip silahını fırlattığında içinin tamamen boşaltıldığını hissediyordu. Bir damla nefesi ciğerlerine zor sığdırırken koşarak konteynerden çıktı.

 

Asil Korkutel, çocukluğundan beri hiç koşmamıştı.

 

🕯

 

Kurt, sigarasından derin ve kederli bir nefes çekti. İnce belinden kavradığı bardağından demli çayını yudumlarken, bakışları ormanın derinliklerindeydi. Arada bir önündeki mavi kapaklı dosyaya bakıyordu ama bunu her yaptığında kafasının içindeki karmaşa daha da coşuyordu. Daha da çıkamıyordu işin içinden.

 

"İki lokma bir şeyler yeseydin abi." dedi Cengiz, peynir ve domatesten yaptığı ekmek arasını Kurt'un önüne bırakırken.

 

"Sabahtan beri çay sigara, çay sigara, için kıyıldı."

 

Kurt, bakışlarını ormandan ayırmadan başıyla verandasında oturduğu evi işaret etti. "İçerideki çayı bile ağzına sürmüyor. Yiyorsa ona söyle."

 

Cengiz, üzgün ifadesiyle birlikte alçak masanın dibindeki alçak iskemlelerden birine oturdu. "Kaçıncıya götürdüm, yemiyor." Dizine vurup," Ne inat arkadaş!" diye söylendi. "Adam resmen hayatta kalacak kadar yiyor. Kendi ölümden döndüğünde bu kadar çökmemişti." Hayretle çenesini buruşturdu. "Yaşıyor gibi ama... değil gibi."

 

Kurt, bardağın dibinde kalan çayı hızlıca başına dikip bir sigara daha yaktı. "Sanki gözünü dikip öyle bakınca bir işe yarayacak."

 

"Öyle deme be abi. Umut işte." Gözünün dosyaya kaymasıyla uzandı ama Kurt önce davranarak dosyayı aldı. "O ne abi?"

 

"Neyse ney." dedi Kurt terslikle. "Karıştırma."

 

Cengiz dinlemeyip dosyaya uzandığında Kurt önce müdahale etmek istediyse da uzun sürmedi.

 

Cengiz dosyayı açtığında gözlerindeki ifade hızla değişti. Dudakları aralandı, aynı şekilde Kurt'a çevrilen gözleri de. "Abi... Doğru mu bu?"

 

"Ne görüyorsan o."

 

"Abi..."

 

"Doğru!" dedi Kurt sinirle. "Doğru amına koyayım. Büyük bok yedik Cengiz, fena yanıldık."

 

Cengiz pişmanlıkla başını eğdi. Şaşkınlık bile pişmanlığından üste çıkamadı. "Israrla o değil, dedik. Abi be... Keşke ağzımızı açmasaydık."

 

"Olan oldu artık." dedi ama şakaklarında şişen damarlar aksini söylüyordu. "Bundan sonrasını düşüneceğiz."

 

"Söyleyecek misin?"

 

Dosyayı çekip aldı Kurt. "Başka çare mi var?"

 

"Yok." dedi Cengiz ve aynı anda Kurt'un yüzüne dikilen bakışlarından çıkarması gereken anlamı çıkararak elleri kaldırdı. "Yok. Yok abi. Hayatta ben söylemem." Ayağa kalktığı gibi telefonunu çıkardı. "Hem ben Nevşin'imi arayacaktım. Sana kolay gelsin." dedi ve Kurt'un cevap vermesini bile beklemeden yanından ayrıldı.

 

Kurt arkasından sövenerek ayaklanırken yarım sigarasını tablanın içine attı, çayla ıslanan bıyıklarını elinin tersiyle sildi. Adımları eve yönelirken kelimelerin neresinden tutacağını henüz bilmiyordu. İçeri girdiği gibi başını soluna çevirip salon kısmına baktı. Oraya günlerdir kimse uğramamıştı. Bomboştu. Önündeki merdivenleri kullanarak ilk katın koridoruna ulaştı. Sağ ve soldaki karşılıklı odaları es geçerek yürüdü ve doğrudan koridorun karşısındaki odanın kapısını açtığında beklediği manzarayla karşılaştı.

Duvarları beyaz boyalı odada en ufak bir yaşam belirtisi yoktu.

 

Odanın orta yerine konumlandırılan yataktaki kadında da, yanıbaşında ahşap iskemlede oturan adamda da...

Yemek tepsisine dokunulmamıştı. Su bardağı bir parmak bile eksilmemişti. Bozulmamış yatak örtüsü, parlayan ahşap zemin ve odanın içinde düzenli olan her şey kadar sinir bozucuydu.

 

"Bir şey söylemem gerek." Birkaç adımdan fazla yaklaşmadı. Muhtemelen yine tek taraflı bir sohbete girişmişti ve muhtemelen yine söverek odadan çıkıp gidecekti. "Dna sonucu çıkmış." dedi ama Asil tepki vermedi. Saatlerdir, hatta günlerdir yaptığı gibi kızın başında oturmaya ve onu izlemeye devam etti. Kurt, şu an yalnızca sırtını görüyor olsa da uykusuzluk ve yorgunluk yüzünden insanlıktan çıktığını biliyordu. En çok da öfkeden... Bir şarjör dolusu kurşunu Batı Sungurlu'nun üzerine boşaltması öfkesini bir an bile dindirmemişti.

 

"Asil, sen haklıymışsın." dedi, karşılık alamayacağını bilerek. "Eleni ve Ahmet Tanlar ile dna'sı uyuştu. Onların kızı, senin de..." Dosyayı tutan eli, başıyla birlikte aşağı düştü. Bir özür borçluydu ama onların dünyasında özür dilemek, özür dilerim, demek değildi. "Helal olsun lan. Kalıbımı basardım o olmadığına, fena yanılttın beni. Bundan sonra sen itsin, desen inanırım."Keyifsizce gülümsedi, göremeyeceğini bilse de başıyla kızı işaret etti. "Bundan sonra... O da senin gibi kutsalımdır. Kılına zarar gelmesin diye başımı veririm."

 

Asil'in başı omzuna çevrildiğinde Kurt tüm dikkatini ona vererek konuşmasını bekledi. Asil'in bakışları ise biraz ilerideki masaya uzandı. "Getirsene."

Kurt ikiletmedi. Masaya ilerleyip çok sayıdaki kitapların üzerinde elini gezdirdi ama hangisini alacağını bilemedi. "Hangisini getireyim?"

 

Asil hiç düşünmedi. "Kurşun asker, en çok onu sevdi."

 

Kurt, nereden biliyorsun, diye sormak istedi. Sormadı. Kitapların arasından Kurşun Askeri buldu.

Günlerdir ona hikaye okuyup duruyorsun ama seni duymuyor, diye söylemek istedi. Söylemedi.

 

Kitabı Asil'e götürdü ve odadan çıktı.

 

Asil, kitabın kapağını aralarken hoşuna gitmeyen tek detay vardı. "Kurşun Asker ile başlıyoruz. Şimdiden söyleyeyim, bugün başka hikaye okumayacağım." dedi ciddiyetle. "Kurşun Asker içlerinde en uzun olanı. Eğer ikinci bir hikaye okursam..." Sustu, yutkunup, bembeyaz yüzündeki kumral kirpiklerine baktı. "Bakışlarımı yüzünde tutamam. Eğer bakışlarımı yüzünde tutamazsam, kirpiklerinin titrediğini göremem."

 

Genç adamın boğazından taş gibi bir yumru vardır. O yumru tam dört gündür aynı yerde duruyordu.

 

Doktorlar kurşunun kalbini teğet geçtiğini söylemişti ve şanslı olduklarını söylemişlerdi ama bilmiyorlardı. Esas şanslı olduğunu düşünen Asil'di.

Başarılı bir ameliyatın ardından yakında uyanacağını söylemişlerdi. Dört gün geçmişti ama Mavi, kirpiklerini kıpırtatmaktan öteye geçememişti.

 

"Başlıyorum, doktor hanım. Dikkatli dinle, eğer unutursan..." dediğinde zihni geçmişi önüne serdi.

 

Bak dikkatli dinle, bu son okuyuşum maviş, dediği halde küçük kızın ona aynı masalı beş defa, on defa, on beş defa okuttuğunu; itiraz etmeye kalktığında büzülen dudaklarını, titreyen çenesini; yeniden okumaya başladığında ise sevinçle koluna sarılışını ve çocuksu kıkırdamalarını hatırlayarak gülümsedi.

 

"Eğer unutursan yeniden okurum. Sen ne kadar istersen, o kadar okurum." dedi ve defalarca kez okuduğu kitabın artık neredeyse ezberlediği satırlarını bir kez daha dudaklarına doladı.

 

Bir zamanlar, uzak ülkelerin birinde bir oyuncak evi varmış. Oyuncak evinin içerisinde tam altı kurşun asker beraber yaşarmış. Günlerden bir gün, kurşun askerleri oyuncakçı dükkanındaki vitrine koymuşlar. Altı kurşun asker de tüfek omuzda hazır ol vaziyetinde duruyorlarmış. Oğluna doğum günü hediyesi almak isteyen bir adam oyuncakçı dükkanına gelmiş, vitrindeki kurşun askerleri görünce çok beğenip, satın almaya karar vermiş. Dükkan sahibi, kurşun askerleri paketlerken kurşun askerlerden birinin neden tek ayaklı olduğunu babaya açıklamış. Meğerse kurşun askerleri yapan ustanın kurşunu bittiği için son askerin ayağı topal kalmış. Baba bu duruma oldukça şaşırmış, hediye paketini aldığı gibi evine doğru yola koyulmuş. Doğum gününde çocuğuna hediye etmiş. Çocuklar, kurşun askerler ve diğer oyuncaklarla oyunlar oynayarak gülüp eğlenmişler. Eğlence bitince altı kurşun askeri kutuya koyup diğer oyuncakların olduğu odaya götürmüşler. Karanlık kutunun içindeki kurşun askerlerin canı sıkılıyormuş. Yalnız topal kurşun asker kutunun aralığından dışarıyı görebiliyormuş. Bu durum topal kurşun asker için bir eğlence haline gelmiş. Topal kurşun askerin gözüne masanın üstünde kollarını iki yana açıp bir ayağını havaya kaldırmış, balerin gibi dans eden çok güzel bir prenses ilişmiş. Topal kurşun asker, prensesi görür görmez aşık olmuş. Gözlerini prensesin güzelliğinden alamıyormuş. Tek dileği prensesin yanında olmakmış. Sabah olmuş, evin küçük çocuğu oyuncaklarıyla oynamak için odaya gelmiş. Kurşun askerleri kutudan çıkartmış, oyun masasının üstüne koymaya başlamış. Topal kurşun askeri alıp tam prensesin yanına koymuş. Topal kurşun asker adeta mutluluktan uçuyormuş. Artık prensese daha yakınmış, uzaktan baktığı o güzel prensesin yanında olmaktan çok mutluymuş. Prensesten hiç ayrılmak istemiyor, onu kaybetmekten çok korkuyormuş. O esnada karanlık çökmüş, gök gürlemiş, şimşekler çakıyormuş ve ardından şiddetli bir rüzgar çıkmış. Rüzgar o kadar şiddetli esiyormuş ki, açık olan pencereden gelen rüzgar tüm oyuncakları havaya savurmuş. Şiddetli rüzgar bir anda topal kurşun askeri aldığı gibi pencereden sokağa atıvermiş. Bir kaldırımın kenarına tek ayak üzerine düşmüş. Yoldan gelip geçenler, kurşun askerin üstüne basacak gibi oluyor, bu durum kurşun askeri çok korkutuyormuş. Şiddetli fırtınadan sonra sicim gibi bir yağmur yağmaya başlamış. Yağmur suları kurşun askerleri alıp götürmüş.

 

Çukurlarda yağmur sularından oluşan küçük gölde oynayan iki çocuk kurşun askeri fark etmişler. Çocuklar kurşun askeri görünce çok sevinmişler. Hemen kağıttan bir kayık yapıp onu kayığa bindirip oyunlar oynamışlar. Bir süre sonra yağmur şiddetini artırmış, çocuklar panikle kurşun askeri orada bırakıp evlerine doğru koşmuşlar. Kurşun asker, kayığın üzerinde silahı omuzunda tek ayak üzerinde dimdik duruyormuş. Her geçen zaman yağmurun şiddeti artmış, yağmur suları sel olmuş, kurşun asker sele kapılıp oradan oraya savrulmaya başlamış. Çok geçmeden kayık su almış ve kurşun asker kendini ırmağın ortasında bulmuş. Kurşunun ağırlığı onu gittikçe dibe doğru götürüyormuş. Kurşun askerin aklı güzel prensesteymiş;

 

-Ah! keşke küçük prenses yanımda olsaydı" diyormuş.

 

Gittikçe ırmağın dibine doğru batıyormuş. Bir anda kocaman bir balık ırmakta kurşun askeri yakaladığı gibi yutmuş. Balığın karnı o kadar karanlıkmış ki, kurşun asker çok korkuyormuş. Yine de tüfeği omuzunda tek ayak üzerinde bir asker gibi dimdik duruyormuş. Sonra bir balıkçı gelip balığı yakalamış, pazara götürüp satmış. Sonunda kurşun asker kendini bir mutfakta bulmuş.

 

Bir sesin "Kurşun Asker" dediği duyulmuş.

 

Kurşun asker o karanlık günlerin ardından tekrar diğer oyuncakların yanına gelmiş, en çok da prensese kavuştuğu için çok sevinçliymiş. Prenses, tek ayak üstünde balerin gibi dans edip, şarkılar söylüyormuş. Kurşun asker de prensesi büyük bir hayranlıkla izleyip mutlu oluyormuş. Ne yazık ki kurşun askerin bu mutluluğu çok sürmemiş, küçük çocuk bir süre kurşun askerle oynamış daha sonra sıkılıp kurşun askeri içi ateş dolu şöminenin içine atmış. Kurşun askerin canı yanmaya başlamış ve gittikçe erimeye başlamış. Omuzunda tüfeği, tek ayak üzerinde bir asker gibi alevlerin içinde yavaş yavaş eriyormuş. En çok da prensesten ayrıldığı için üzülüyormuş. Bir anda şiddetli bir rüzgar çıkmış ve prensesi uçurup ateşin içine atmış. Kurşun asker, büyük bir sevinçle kollarını açmış prensesi kucaklamış. Ateş söndüğünde kurşundan bir kalp bulmuşlar, kurşun asker ve prenses sonsuza kadar mutlu olacakları bir hayata kavuşmuşlar...

 

🕯

 

Göğsümün orta yerinde geçmişin sonsuzluğundan gelen ve geleceğin sonsuzluğuna yürüyen bir acı vardı.

 

Sahneye fiziki bir acı gibi çıkan fakat alenen ruhuma saldıran bir acıydı bu.

 

Gömüldüğüm karanlığın bile engel olamadığı, içten içe tüketen ve hiç geçmeyecekmiş kadar yorgun bir acı...

 

Karanlığımdan kurtulmaya hevesli değildim. Karanlık ezeli dostumdu. Bedenimin günden güne iyileştiğini hissedebiliyordum ama zihnim, toprağa karışıncaya dek hasta olarak kalacaktı. Bunu da hissediyordum.

 

Ama bazen, hiç beklemediğim anlarda kulaklarımın kıvrımlarında tanıdık bir ses dolaşıyordu. Bana bir şeyler anlatıyordu. Bıkmadan ve vazgeçmeden anlatmaya devam ediyordu. Hiçbir zaman tam olarak ne anlattığını anlayamamıştım ama anlattığı her ne ise iyi geliyordu. Hastalıklı ruhumu bir yerinden tutup onarmaya çalışıyordu.

 

Gün ışığını tenimi ısırdığı anlardan birinde, yine o sesi duyduğumda bir şey oldu. Bir ruh, kemikten ibaret olan ellerini sırtıma dayadı ve beni gerçekliğin ahmak kollarına itti. Yüzyıllardır kapalı olduğunu hissettiğim kirpiklerim kıpırdadığında gözleri daha fazla kapalı kalamadı. Onu gördüm.

 

Biliyordum, sesin sahibi oydu.

 

Hep o olmuştu.

 

Kafamda birbirine denk olmayan, seçilemeyen yüzlerce sahne vardı.

 

Her biri puslu, her biri antikaydı. Çok eskide kalmış, eskide unutulmuş, eskinin tozuna ve toprağına karışmıştı.

 

Geçmiş, binlerce parçası kayıp bir yapboz gibi zihnimin orta yerinde duruyordu.

 

O ise bulduğum tek parçaydı.

 

Ahşap bir iskemlede oturuyordu. Her zamanki kusursuzluğunun aksine, üzerinde kırış kırış bir eşofman ve siyah, kemik atlet vardı. Saçları dağınık, ifadesi dağınıktı. Sağ ayak bileği sol dizinin üzerindeydi ve başı kucağındaki bir çocuk kitabına eğilmişti. O kitaptan bir masal okuyordu. Sesi belli bir düzende akan nehir gibi dingindi. Okurken zorlanmıyordu, takılmıyordu. Sanki yüzlerce kez okumuştu aynı satırları... Onu izlediğimi fark etmeyişinin sebebi hiç hareket etmemiş olmamdı. Nefesim bile varla yok arasındaydı. Sakince okumaya devam ederken, son satırlara ulaştığında nedensizce hızlandı. Yetişmesi gereken bir işi varmış gibi bitirdiğinde hikayeyi, kitabın kapağını kapattı. Kalkan başı izleyen gözlerimi ona sunduğunda donup kaldı.

 

Kelimenin her anlamıyla, nefes almaya bile son verdi. Dudağının bir köşesi gülümsemeye çalışırken, kaşları şakaklarına doğru gerildi ve kitap dizlerinden kayıp düştüğünde, gözlerimi biraz daha açmayı başarmıştım.

 

"Bok gibi görünüyorsun, Korkutel."

 

Bir süre herhangi bir tepki vermedi. Yavaş yavaş adına heyecan diyebileceğim o duygunun emareleri irislerine toplandı. Sonra güldü. Hayır, dudaklarındaki muhteşem o şeyi yalnızca bir gülümseye olarak adlandırırsam haksızlık etmiş olurdum. Resmen kahkaha atıyordu ve bu... etkileyiciydi.

 

Aklına gelen şey gülümsemesini duraksatırken, "Hemşire!" diye bağırdı. "Hemşireyi gönderin."

 

"Hemşireye ihtiyacım yok." dedim ama hissettiğim tüm parmaklarımın ucu uyuşuktu, başım kopacakmış gibi ağrımaya başlamıştı ve görüş açım net sayılmazdı. "Uyandım işte."

 

Yerinden kalktığında yatağıma ulaşması tek adımını aldı. Gülümsemesinin ışığı vardı ve doğrudan gözlerini aydınlatıyordu. Sarılarını yüzümden koparır gibi alarak beyaz bir çarşafla örtülmüş olan bedenimde dolaştırdıktan sonra aceleyle yeniden yüzüme çıkardı. "Bir daha söylesene."

 

"Neyi?" Kıpırdayan sadece dudaklarımdı. "Bok gibi göründüğünü mü?"

 

Bozulmak mı? Asla. Daha fazla güldü sanki. "Uyandığını..." dedi, emin olmak ister gibi. "Uyandığını söyle."

 

Bunu zaten görüyordu. Yine de sorduğu için küfürlü bir çıkış yapmak istedim ama yüzüme öyle bir bakıyordu ki... Ben de yalnızca bakmakla kaldım. Bir damla uyku için yalvaran gözlerine, çöken avurtlarına ve düpedüz yorgunluğuna... "Uyandım..." diye mırıldandım, istemsizce.

 

Kuruluktan çatlamış dudaklarıma dilimi uzatıp ıslatmak istedim ama ağzımın içi de kuru olduğu için başaramadım. Fark etti. Hızlı adımlarla cam sehpaya ilerleyip üzerindeki sürahiyi alıp alıp uzun bardağa doldurmaya başladığında etrafa baktım.

 

Büyük bir odanın ortasına bırakılmış, büyük bir yatağın içindeydim. Pencereler odanın iki duvarında vardı. Biri tamam karartma perdeyle örtülmüştü. Diğerinin ise yarısı açıktı ve güneş ışığını içeri boca ediyordu. Karşımdaki tamamı siyah camdan oluşan bir gardrop vardı. Kapıya yakın alanda şu anda yanında olduğu yuvarlak, cam bir masa ve dosyaların düzenli olarak istiflendiği bir çalışma masası vardı. Beyaz duvarlar, renkleri siyah ve beyazdan oluşan şık tablolar ağırlıyordu ve her detayın son derece düzenli olması bu odanın yalnızca ona ait olduğunu söylüyordu.

 

Yarısı dolu bir bardakla yanıma geri döndüğünde, "Dudaklarını sıkça ıslattım ama kurumasına engel olamadım." diye açıkladı.

 

Uzun bedeni baş ucuma eğildiğinde ne yapacağını anlayarak başımı kaldırmaya çalıştım ama uzun süre hareketsiz kaldığım için o elini başımın altına yerleştirinceye kadar doğrulmam mümkün olmadı. Bu kez tuhaf olan yalnızca o değildi. İçinde bulunduğumuz an da... hiçbir şey olmamış gibi ve çok şey olmuş gibi tuhaftı. Bardağı dudaklarıma yasladığında, "Yavaş ol," diye uyardı yumuşak sesiyle. Sert ve karanlıklık tınısı şimdi burada değildi. "Birden içersen-"

 

"Doktor olduğumu unutuyorsun."

 

Bakışlarımı yukarı kaldırdım ve gözlerine bakarken sudan az miktarda içtim. Islanan dilimi dudaklarımda gezdirirken gözlerimiz hala birbirine kenetliydi.

 

Başımı yavaşça yerine bıraktığında biraz daha eğildi. Bunu yalnızca bana daha yakından bakabilmek için yaptığını biliyordum. Hala yüzümde, gözlerimde aradığı bir şeyler vardı. Sabırlı olmak istiyordu ama görüyordum, artık daha zordu. "Seninle ilgili herhangi bir şeyi unutmam muhtemel olmadı, hiçbir zaman."

 

Bu bir soruydu. Bu, derin yaralar barındıran bir soruydu. Gözlerinin sahnesinde aramızda yaşanan son anlar perdeleniyordu. Vurulduğumda bana son söylediği ve ona son söylediğim...

 

Emin olmak istiyordu. Hayır, gösterişli sakinliğinin aksine emin olmak için çıldırıyordu.

 

"Hemşire." dedim. Bu bir kaçıştı. İlk defa ondan ve yaşattığı karmaşadan bile isteye kaçıyordum. "Hemşire hala gelmedi."

 

Bakışları bir gözümden diğerine gezindi, yavaşça. Bir şey söylememi istedi, yapmadım. Çünkü bilmiyordum. Hayatımda ilk kez ne söyleyeceğimi bilmiyordum. Ona bakmak bile zordu. Anlayınca geri çekildi çünkü beni zorlamak istemiyordu. Kapıya yürürken izledim. Tam olarak kaç gündür uyuduğumu bilmiyordum ama haftalardır yemek yememiş gibi zayıflamıştı. Dikkatli bakmayan biri yapılı omuzları ve şişkin göğüs yüzünden kaybettiği kiloları fark etmeyebilirdi. Ben dikkatli bakıyordum.

 

Kulpu saran esmer ve uzun parmaklarına, benimle konuşurken sıcacık çıkan sesinin aksine hemşireyi çağıran buz gibi sesine ve geri dönüp kapının yanındaki duvara yaslanan bedenine dikkatli bakıyordum. Hemşire içeri girdiğinde o duvarda kalmaya devam etti. Kollarının göğsünün üzerinde bağladığında göğsü mümkünmüş gibi daha da kabardı. Tıpkı üzerime yoğunlaşan bakışları gibi... Bakışlarımı ondan ayırıp sağlık çantasıyla yaklaşan hemşireye odakladım.

 

"Uyanmışsınız!" dedi sarışın hemşire, gereksiz bir neşeyle. "Bizi hayli beklettiniz doğrusu ama sonuca bakalım."

 

Yatağın müsait kısmına bıraktığı çantasını açıp tansiyon aleti çıkardı, koluma sardığında ona engel olmadım. Sonucu gördüğünde hala gülümseyen devam ederken ince kaşlarından birini çattı. "Biraz düşük ama çok normal. Zorlu bir ameliyat geçirdiniz, dört gündür de bilinciniz kapalı. Size çok iyi baktık ama bir süre tansiyonunuzda oynamalar olacaktır. Ayrıca kendinizi halsiz hissetmeniz ve baş ağrılarınızı da normal karşılacağız. Merak etmeyin, size gerekli vitamin ve ağrı kesicileri vereceğim. Ayrıca gün içinde pansumanınızı yapmaya da devam edeceğim. Yaranın enfeksiyon kapmaması için bu gerekli. Sormak istediğiniz bir şey olursa çekinmeyin lütfen."

Bildiğim şeyleri dinlemek benlik değildi ama daha fazla konuşsa, daha fazla dinlerdim. Çünkü daha fazla kalmasını istiyordum. Çünkü beni onunla yalnız bırakmasını istemiyordum. Çünkü onunla yalnız kalırsam...

 

"Ağrım var." dedim pansumanımı yaparken. "Bana kuvvetli bir ağrı kesici ver. İyi bir uyku çekmek istiyorum."

 

Şaşkın bakışlarını yüzüme çevirdi. "Ama daha yeni uyan-"

 

"Sana ne diyorsam onu yap." dediğimde gülümsemesi soldu.

 

Başını, benim çeviremediğim adama çevirdi. Onay almış olacak ki "Tamam." diye mırıldandı. "Ama önce çorbanızı içmeniz gerekiyor."

 

Yatağın ayar düğmesine dokunarak kendimi doğrulttuktan sonra tepsiyi uzatmasını işaret ettim. Muhtemelen bana kendi içirmeyi planlıyordu ama şu an teklif edeceğini bile sanmıyordum. Uzattığı tepsiden kase ve kaşığı alıp, sıcaklığına bakmadan yarısı kadarını içtim. "Şimdi ağrı kesici."

 

Kaseyi benden aldı. Çantadan şırıngayı çıkarıp, "Serumuza ekliyorum." diye bildirdi. Ağrı kesiciyi seruma eklerken yatağımı tamamen yatar pozisyona getirip başımı solumdaki pencereye çevirdim.

 

Yedi, sekiz dakika sonra göz kapaklarım ağırlaşmaya başladığında yaklaşan adım seslerini işittim. Karnımın üzerinde duran çarşaf, yavaşça göğsüme çekilirken, düzensiz nefes alış verişlerini duyabiliyordum. Bir süre yanımda kalmaya devam etti ama uyku beni karanlığına sürüklerken, onun adımları da yavaşça uzaklaştı.

 

Sonraki uyanışımda neşeli hemşire yine yanıbaşımdaydı. Nasıl olduğum da dahil olmak üzere sorduğu tüm soruları cevapsız bırakarak saatin kaç olduğunu sordum. Söylediğine göre gece yarısına ulaşmıştık. Tansiyonumu ölçtü. Pansumanımı yaptı ve çorbamı verdi.

 

Sabah olduğunda, öğlen ve akşam olduğunda bu sıkıcı ve tekrarlayan düzene ayak uydurduk. Cevap alamayacağını bildiğinden artık hiç soru sormuyordu. Hatta ben sormadan saati söylemeye başlamıştı ama kapının önüne çıktığında, hemşirenin susmayan sesini duyuyordum. Hakkımda anlatabileceği her şeyi anlatıyordu ona. Ve ben, yine uykuya teslim oluyordum.

 

Üçüncü günün akşamında hemşire gelmedi ve ev her zamanki sessizliğinde değildi. Kapının ardına kulak verdiğimde hararetli tartışma sesinin aşağıdan geldiğini anladım.

 

Günlerdir bu yataktaydım. Dünyayla ilişkimi tamamen kesmiştim ve sürekli uyumamın sebebi sadece ondan kaçmak değildi, kendimden ve içimde uyananlardan da saklanmak istiyordum. Elim düğmeye giderken, yatağı doğrulabileceği son noktaya getirdim, pelte kıvamına gelen bacaklarımı yataktan sarkıttım çünkü hayatıma devam etmek istiyorsam bu yataktan çıkmam gerekiyordu.

 

Hayatıma devam etmek istiyorsam, bu evden de çıkmam gerekiyordu.

 

İlk adımlar işkence gibiydi. Tutunmayı bıraktığımda birkaç kez sendeledim ama sonunda yürümeyi başardım. Tek başıma ayağa kalkmamam gereketiğini söyleyen hemşire buna bozulacaktı ama neyse ki yürüdüğümü göremeden bu evden ayrılmanın bir yolunu bulacaktım.

 

Dolabının kapılarını açtığımda ona ait çok sayıda kıyafet karşımda duruyordu. Seçeneğim yoktu. İçlerinden birini giyecektim. Üzerimdeki açık mavi, hasta elbisesini çıkarıp siyah bir eşofman altı buldum ve giydikten sonra paçaları beş kez kıvırmak zorunda kaldım. Aynı şekilde siyah triko kazağın içinde de kaybolmuştum.

 

Ayakkabılarından birini giyme şansım olmadığından çoraplarından giydim. Topuk kısmının baldırımın orta yerine geldiğini görünce "Yuh!" demekten kendimi alamadım. "Dev sanki amına koyayım."

 

Ne telefon ne sahte kimliklerinden biri ne de para vardı yanımda. Karıştırdığım çekmecelerden birinde bolca dolara rasladım. İhtiyacım olabilecek kadarını alıp ceplerimi tıkıştırdıktan sonra kapıya yaklaşıp bir süre ardını dinledim. Sesler tamamen aşağıdan geliyordu. Bulunduğum kat temizdi. Sessizce kulpu indirip koridora çıktığımda yanılmadığımı gördüm.

 

Onun eviydi.

 

Onu zehirlediğim evdi burası.

 

Onu hayattan koparmak istediğim evde beni hayata bağlamıştı.

 

Siktir.

 

Beni ele geçirmek isteyen düşüncelere sırt çevirip merdivenlere yöneldim. Basamakları sessizce inerken sesler netlik kazanmaya başladı.

 

"İnanılır gibi değil. Altmış üç yıllık hayatımda böyle şey görmedim. Başına bir şey geldi sandım be!Kontrol etmek için geldim buraya ama görüyorum ki gayet iyisin."

 

Necmettin Korkutel. Salonda olan ve öfkeden köpüren oydu.

 

İlk kıvrımı döndüğümde dış kapı önümdeki en az on basamaklı merdivenin karşısındaydı. Çıkarken sorun yaşamazdım ama dışarıda enselenmem kaçınılmazdı. Salon merdivenin solunda kalıyordu ve cam kapısından çıkış mümkün olsa da şu an orada oldukları için o şık kendiliğinden elenmişti. Sağ tarafta ise ne olduğunu bilmiyordum. Karambole oynamak zorundaydım.

 

"Dediğin gibi iyiyim, amca. Terbiyesizlik olarak algılama ama yalnızca istirahat etmek istiyorum."

 

"İstirahat mı!" diye hiddetlendi Necmettin Başkan. "Ulan günlerdir yaptığın ne? Örgütün hayati toplantısına bile evden görüntülü olarak katıldın. Hasta mısın evladım! Neden çıkmıyorsun evden!"

 

Korkutel aynı sakinlikle bir şeyler söylemeye devam ederek merdivenlerin kalanı tamamladım ve solumdaki koridora doğru parmak uçlarımda yürümeye başladım. Dar ve uzun koridorun sol kısmı tamamen buzlu camdan oluşuyordu ama dışarıdaki beyaz veranda ışığının çok azını içeri yansıttığı için bulunduğum nokta loş bir karanlıkta kalıyordu.

 

Yürümeye devam ettim. Bitmek bilmeyen koridorda ilerledikçe daha fazla karanlıklaşıyordu ve bu bir sonraki adımı atmamı zorlaştırıyordu. Şimdiye kadar karşıma ne bir merdiven ne de kapı çıkmamıştı ama bu kadar uzun bir koridorun sonunun mutlaka bir yere çıktığını biliyordum.

 

En azından bir kitaplığa toslayana kadar böyle düşünüyordum. Zaman kaybetmedim. Ellerim boyumun iki katı olduğunu tahmin ettiğim kitaplıkta dolaşmaya başladı. Aradığım bir gizli bir çıkıştı.

 

Bu kadar uzun bir koridoru, sonuna bir kitaplık koymak için yaptırmadığını herkes anlayabilirdi ama nasıl açılacağını benim dışımdaki pek az kişi bilirdi.

 

Kitapların arasındaki çıkıntıyı bulduğumda sessiz bir nefes verdim. Bu sistemi henüz on yedi yaşındayken bir soygun esnasında öğrenmiştim. Avucumu çıkıntıya bastırıp üç kez bastırdım, üç saniye bekleyip yedi kez daha bastırdığımda çıkıntı avucumun altında ikiye ayrıldı ve kitaplığın sırt kısmı ortadan kaybolarak akşamın serin havasını yüzümü vurdu.

 

"Gidiyor musun?"

 

Sesi, elimin kitaplıktan yağ gibi kaymasına ve yanıma düşmesine sebep olduğunda başımı omzuma çevirdim ama ona bakmadım. Varlığı arkamda dev bir gölge oluşturuyordu.

 

"Bırak."

 

Yaklaştığını duydum. Bir adım... iki adım... üç adım... Arkamda durduğunda buzlu koridordan içeri sızmaya çalışan zayıf ışığın bizi yalnızca birer siluetten ibaret kıldığını biliyordum.

 

"Bana dön."

 

"Sana bırakmanı söyled-"

 

"Ben de sana bana dönmeni söyledim."

 

Bağırmamıştı. Bu bir emir değildi. Sadece istemişti ve benim yapabileceğim bir şey yoktu.

 

Onun evinde olduğum için değil, iki dudağının arasında olduğum için değil; yaralı ve güçten düştüğüm için değil, onu hatırladığım için..

 

Yutkunup dişlerimi sıktım. Ona dönerken, açıkça göremeyeceğini bile bile yüzüme en donuk ifademi yerleştirdim ve buna rağmen, tamamen döndüğümde başımı kaldırıp yüzüne bakmadım.

 

"Döndüm işte."

 

Buraya gelene kadar çok sessizdim, dikkatliydim. Üstelik ayağımda o lanet kelepçe de yoktu. Anlaması mümkün değildi ama anlamıştı.

 

"Çoktan dönmemişsin gibi konuştun." Sigara ve biraz da vanilya kokuyordu. İki kokunun arasından süzülen keskin viskinin kokusu ise en baskın olanıydı. Uyandığımda bu sonuncusu yoktu, emindim. "Bir veda bile etmeyecek miydin?" Başını eğdiğinde bir şey fark ettiğini anladım. Fark ettiği cebimden sarkan dolarlardı. Siktir. Bu hissettiğim utanç mıydı? Utanıyor muydum şimdi ben?

 

Kendimi açıklamak zorunda hissederek, "Geri öderim." dedim. "Katilim ben, hırsız değil."

 

Gülümsedi. Diğerlerine benzemiyordu. Anlık ve olabilecek en keyifsiz gülümsemesiydi. "Giderken bu evi de beraberinde sırtlanıp götürsen, hırsız olamazsın."

 

Söylemeye çalıştığı şey içimde bir yere dokunduğunda başımı kaldırdım. Karanlığın ustaca kamufle ettiği yüzüne baktım. Yüzünün solu simsiyahtı ama sağ taraf az da olsa ışıktan nemalanıyordu. "Neden böyle söylüyorsun?" Sesim bana yakışmayacak kadar cılızdı.

 

"Aldığın ait bana ait bir şeyse, hırsız olman imkansız." dedi usulca.

 

Kurşunu yediğim yer sızladı ama daha kötüsü boğazımdaki lanet yumruydu. "Neden?"

 

"Neden mi?" Bir adım attı, ufacık bir adımdı ama ayak uçlarımızı birbirine temas ettirmeyi başarmıştı. "Kendi malını alan birine hırsız diyebilir misin sen?"

 

Başımı taş gibi aşağı düşürdüğümde boğazımdaki yumru sızladı. Sözleri adımlarımın önünde bariyer oluşturuyordu ama en çok bakışları, biliyordum ki eğer bakarsam kalmama asıl sebep olacak olan onlardı. Çünkü bakışlarında tanıdığım o küçük çocuk gizleniyordu.

 

"Gitmek istiyorum."

 

Nefesini ağır ağır verdiğin duyarken, başını sol omzuna eğmesiyle nefesinin ılık rüzgarını saçlarımın diplerinde hissettim.

"Kıyafetlerim." dedi beni duymamış gibi. "Yakışmışlar."

 

"Gitmek istiyorum." dedim birkez daha.

 

"Ama büyük gelmişler, içinde kaybolmuşsun." Hayır, alay etmiyordu. Ciddiydi ve asıl sinir bozucu olan da buydu.

 

"Sen beni duymuyor musun! Gitmek istediğimi-" Başımı kaldırıp yüzüne baktığımda gülümsediğini gördüm. Siktir. Tuzağına düşmüştüm.

 

"Bazı şeyler hiç değişmiyor." dediğinde gülümseye devam ediyordu. "Bazı şeyler hep aynı kalacak."

 

"Neymiş o?" diye sordum ters ters.

 

"Ciddiye alınmadığını düşündüğünde asfalyalarının atması... Bir defasında seni ciddiye almadığımı düşündüğün için kafamı yarmıştın." Sol elini kısa, siyah saçlarına götürüp bir noktaya dokundu. "Taşı kafama attıktan sonra kanı görünce ağlamaya başlamıştın." dediğinde sesi giderek buğulandı ama aynı zamanda alaycıydı. "Acımı unutup seni susturmaya çalışmıştım."

 

Burnumun yanmaya başlamasını anlayamadım. Titremeye can atan çenemi anlayamadım gibi. Hayır, ağlamayacaktım. Bir yetişkin olduğum andan itibaren hiç ağlamamıştım ve ben, birçok kişinin çocuk sayılabileceği yaşta yetişkin olmuştum. Benim gibi biri için hayatta kalabilmemin başka bir yolu olamazdı.

 

Çenemi kaldırıp, "Hatırlamıyorum." dedim. "Hatırlamak da istemiyorum. Tek istediğim gitmek. Bu eski ve zavallı oyunu burada bırakalım. Çocukluğum beni ilgilendirmiyor, hiç ilgilendirmedi. Geçmişte kim olduğum şu anda olduğum kişiyi değiştirmeyecek. Sana daha önce de söylemiştim... Aslanı kafeste tutamazsın. " Kirpiklerimin altından bakışlarımı onunkilere kesiştirdim. Gülümsemesi dudaklarını terk etmişti. Azrailin canını aldığı ancak gözlerini kapatmayı unuttuğu bedendeki bakışlar kadar boştu bakışları.

"Beni iyileştirdiğin için teşekkür mü bekliyorsun? Sana hiçbir zaman teşekkür etmeyeceğimi söylemiştim. Yine de..." Bir adım geri çekildim. "Eyvallah. Bir daha karşına çıkmayacağım."

 

Arkamı döndüğüm an parmakları kolumu öyle hızlı sardı ve beni öyle sert bir şekilde çevirip kucakladı ki tüm algılarım yerle bir oldu.

 

Güçlüydü. Eğitimli ve tecrübeli olduğum halde sırtımı duvara yaslarken de bedenini benimkine bastırırken de kollarının arasında hareket edemedim. Ellerimi kullanabildiğim ilk anda bayıltmak için boynuna hamle yaptım ama tek eliyle iki elimi birden yakalayıp duvara bastırdı. Bir sonraki hamleme fırsat vermeksizin bacaklarımı iki bacağının arasına sıkıştırdığında tamamen hareketsiz kaldım.

 

Kalçamın altındaki kolunu yukarı iterek beni yukarı kaldırdığında, "Sen," dedi ondan duyduğum en keskin sesle. "Gidebileceğini mi sanıyorsun? Birkez daha alabileceğini mi sanıyorsun kendini benden?"Az önceki sakinliğinden eser yoktu. Hiçbir halinden eser yoktu. Göğsü dakikalarca koşmuş gibi hareketliydi ve nefesi, bir fırtına gibi alnıma carpıyordu.Baş parmağı bileğimin iç kısmını okşamaya başladığında hem çok nazik hem de baskındı. Beni sınırlarının içine hapsettiğini tenime kazıyordu. O sınırlardan bir adım dahi atamayacağımı ise ruhuma...

 

"Sıkıyorsa git hadi." Başını biraz daha eğdiğinde boynuma temas eden burnu bedenimdeki tüm yangınları uyandırdı. Korkumu yavaşça ama devasa bir hortum gibi içine çektiğinde kapanmak için savaş başlatan göz kapaklarıma yenik düştüm.

 

"Aramıza girecek tüm kapıları yakarım. Seni benden alacak kim varsa kökünü kazırım. Uzaklaşacağın tüm yolları sikerim." Burnu boynum boyunca kaydığında karnım o kadar kasıldı ki açıkca canımın acıdığını hissettim. Beni birkez daha yukarı iterek yüzlerimizi hizaladı. Göğüs kafeslerimiz birbirine denk düştü ve kalp atışlarımız birbirine vurmaya başladı. "Geçmiş, şu an olduğun kişiyi değiştirmeyececek, bu doğru ama doğru tek degildir, maviş." Dudakları kulağıma dokunduğunda, müthiş bir eminlikle fısıldadı."Geçmiş, ait olduğun kişiyi de değiştirmeyecek."

 

🕯🕯🕯

 

Bu adam yok mu🫠

 

Bölüme ait emojileri böyle bırakalım lütfen.

 

Bir sonraki bölüm aynı sahneden devam edecek, merak etmeyiniz.

 

Oy ve motive edici yorumlarınız için teşekkür ederim.

 

Bana instagramdan ulaşabilirsiniz/ _durumavii

 

 

Bölüm : 15.03.2025 14:32 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...