🕯🕯🕯
Geçmiş uzaklardan el sallarken, gelecek kuytu köşeden boynu büyük bakıyordu.
Küçük Mavi, annesinin başından aşağı döktüğü suyun gözüne kaçmaması için gözlerini sıkıca kapatmıştı. Bir tas... İki tas... Üç tas... Başının tepesinde hissettiği soğukluktan annesinin şampuan sıktığını anladı.
"Anne! Göz yakan şampuandan mı döktün yine?"
Eleni, kızının ellerine sığmayacak kadar gür olan saçlarını köpürtürken, "Evet bebeğim." dedi. "Gözünü sikica kapat bakalim."
"Yaa!" diye bağırdı Mavi, küçük yumruklarını sıkarak. "Neden göz yakmayan şampuan dökmedin. Sıksam da kaçıyor ki içine! Sonra kıpkırmızı oluyor gözlerim. Çirkin kız oluyorum."
"İlahi Mavi." dedi kırmızı ekoseli peştemalinin içindeki Derya. "Hamamda nerden bulalım sana göz yakmayan şampuan?"
Mavi, omuz silkti. "Banane! Ben mi dedim beni hamama getirin, diye." Sıkıntıyla nefes verdi. "Öf çok sıcak. Hiç sevmiyorum burayı."
"Koca kari gibi söyleniyorsun Mavi." Eleni, kızının saçlarını taslarca suyla durulamaya başladı. "Senin bu saçlarini hangi bebek sampuani temizlesin ayrica?"
Mavi yine omuz silkti. Sonra etrafına baktı. Her yer gri betondu. Kenardaki oturma alanlarında oturan kadınlar şarkı söyleyerek yıkanıyordu. Derya Teyze ve annesi şarkı söylemiyordu ama onlar da yıkanıyordu. Hamama hiçbir anlam veremiyordu. Evlerinde banyo varken neden yıkanmak için başka bir yere gidiyorlardı ki? Çok saçmaydı.
"Elma yer misin teyzem?" Derya, yıkadığı kırmızı bir elmayı saçları tamamen durulanan Mavi'ye uzattı. Annesi nihayet kızını yıkama işini tamamlamış, havluyla saçlarını kurulamaya geçmişti
"İsterim." Mavi, elmayı alıp eksik dişleriyle ısırıp yemeye başladı. Annesi külotunu ve şortunu giydirdi ama koca çantanın içinde pembe tişörtü bir türlü bulamadı.
"Mavi, kenarda bekle de islanma. Ben tisörtünü bulup geliyorum."
Mavi, biraz uzaklaşıp kenarda beklerken elleriyle üstünü kapattı. Bekledi, bekledi, bekledi... Annesi bir türlü tişörtünü bulamadı. "Üf anne!" dedi sıkılınca. "Çıplak mı kaldım
ben şimdi? Ya biri gelirse, ya memişlerimi görürse!"
Duyan kadınların hepsi birlikte gülerken Mavi, kızarak kaşlarını çattı.
"Ayol memişleri de mi varmış bunun." diye güldü yaşlı bir kadın.
"Utanıyor bir de baksana nasıl kapatıyor..."
"Hahahahah... Ne komik kız, çok da güzel maşallah."
"Ay yerim fasulye kadar memesini saklıyor."
Mavi, son konuşan kadına bakıp saklanmayı bıraktı ve elini bel boşluğuna koyup "Sen kendi kocaman göbeğine bak!" diye cırladı.
Kadın bozulunca Eleni, tişörtü aramayı bırakıp şaşkınlıkla ağzını açtı. "Mavi! Çok ayip!"
"Hiç de bile!" dedi Mavi. "O benim memişlerime fasulye, diyor ama..."
Eleni ayağa kalkıp, çıkışı gösterdi. "Beni giyinme odasinda bekle. Senin görüceğiz küçük hanim!"
"Ama anne üstüm çıpl-"
"Disari Mavi!"
Mavi, üfleyerek koridora çıkıp giyinme alanına doğru yürümeye başladı. O sırada hamamın boş duvarlarında yankılanan bir ses duydu. "Çocuğum burada bekleyeceğiz, koşma!"
Bu ses... Akif Amcasına aitti.
Akif Amcasının da yalnızca bir çocuğu vardı. "Hiii!"
Elleriyle üzerini kapatamadan koridor boyunca koşan Asil'i gördü. Göz göze geldiklerinde
değil ama Asil onun üzerinde bir şey olmadığını fark ettiği an duramadı ve düz zeminde kafa üstü yere yapıştı. "Ah!" Doğrulup akşama yumurta gibi şişecek olan kafasını sıvazlarken, Mavi'nin küçük elleriyle kapattığı gövdesinde, koltuk altının bitişiğindeki yarım ay şeklindeki beni gördü. Hemen elleriyle gözlerini kapatıp, "Afedersin Maviş." dedi. Kalp atışları hızlanmıştı. Düştüğünden miydi? "B- ben bir şey görmedim." Nereden çıkmıştı bu kekeleme?
Mavi'nin sinirden gözleri doldu. Dudakları büzülmeden önce "Görmedin mi gerçekten?" diye sordu.
"Valla görmedim." dedi ama içinden çarpılıp çarpılmayacağını da düşünmeden edemedi. Annesi yalan söyleyen çocukların çarpıldığını söylemişti. O zaman kesin çarpılacaktı. "Yani... Küçük bir ben gördüm o kadar. Başka da bir şey görmedim."
"Gördün işte!" Mavi ayağını yere vurup, "Yalancı zürafa!" diye bağırdı. Ardından arkasını döndü ve hem koşup hem ağlayarak "Anneeee!" diye bağırdı "Asil benim memişimi gördüüüü!!"
*
"Toplanıp odama gelin. Üç dakikanız var."
Asansör hareket etmeden önce Korkutel'in verdiği son emir buydu.
Aşağı inene kadar ağzını açmadı ama asansörün tavan aynası bana ne kadar berbat göründüğümü yeterince açık bir şekilde gösteriyordu. Üstüm yırtılmış, alnım yer yer kıpkırmızı olmuş ve saçlarım yoluk yoluk duruyordu. Şu an için göremesem de götümün tüm bunlardan daha fena durumda olduğunu hissediyordum.
Asansör durup kabinin kapısı açıldığında hızlı adımlarla önden ilerledim ancak kaldığım odaya ulaşamadan kolumdan yakaladı ve beni kolayca çekerek birkaç adım uzaklıktaki odasına soktu.
Dinmeyen öfkeme bir de bu eklenince kolumu fevrice tutuşundan kurtardım. "Ne yapıyorsun lan!"
Benim hararetli sesime aykırı olarak o son derece sakin bir tavırla içeri geçip, boynundaki kravatı gevşetti.
Kravat? Önemli bir toplantıdan mı çıktık, Korkutel?
"Ne işin vardı yukarıda?"
Hesap vermeden beni rahat bırakmayacağını anlayarak ona sırtımı döndüm ve yatağına yürüdüm. "Hiç..." Yatağın ucuna oturup, yere değmeyen ayaklarımı sallamaya başladım. "Öyle bir gezintiye çıkmıştım."
Kapının çalınmasıyla bakışları yırtılan tişörtümün açıkta bıraktığı sütyenime kaydı. Hiç düşünmeden "Bekleyin." dedi. Dolabına ilerledi, içerisinden siyah tişörtlerinden birini aldı ve bana getirdi.
"Arkamı döneceğim. Elini çabuk tut."
Bir bacağımı diğerinin üstüne atarken "Dönmene gerek var mı?" diye sordum manidar bir sesle. Bir yanım alaycı, bir yanım son derece ciddiydi. "Görmediğin şey değil sonuçta."
Kaşları çatılırken, "Seni izlediğimi mi düşündün?" diye sordu. "Ordan bakınca öyle mi görünüyordu?"
Buradan bakınca hep çok tuhaf görünüyorsun, Korkutel.
"Madem sen bakmıyordun, milletin ekmeğine engel olma bari. Bırak da gözleri bayram etsin gariplerin."
Önce başını çevirerek hormurdandı. Sonra da dediğini yaptı ve arkasını döndü. "Giyin, doktor hanım. Yoksa bunu senin için seve seve ben yaparım."
Giydirmeni değil, soymanı tercih ederiz, dedi Burgonya Kızı.
Ona kesinlikle katılıyordum.
Kendi yırtık tişörtümü çıkarıp onun tişörtünü giydiğimde etekleri neredeyse dizlerime indirmişti ve kol kısmı da dirseklerimin altındaydı. İçinde küçük bir çocuktan farksız kalmıştım ve bu halim kesinlikle hoşuma gitmemişti. "Herkül falan mısın sen?"
Giyindiğimi anlayarak bana döndüğünde dudakları sanki bu anı bekliyormuş gibi belirgin bir şekilde kıvrıldı ve gözleri de bu gülüşe ayak uydurarak kısıldı.
"Ne gülüyorsu be. Çok mu komik."
Gülmeye devam ederken başını salladı. "Evet, aynı zamanda komik de."
Ayağa kalkıp karşısında durdum. Yani... Aşağısında. "Başka ne?"
Her ne söyleyecekse gülümsemesi yavaşça dudaklarından uzaklaştı, bakışları da aynı oranda ciddileşti. Dudaklarını araladı ama aynı anda kapı yeniden çalındı ve Kurt'un boru sesi duyuldu.
"Poseidon! İyi misin?"
Korkutel ellerini yavaşça ceplerine soktu, sarılarını üzerimden ayırmadan, "Gelin." diye buyurdu. Kapı açıldığında önden hızla Kurt içeri girdi. Korkutel'e dikkatle baktıktan sonra derin bir nefes verdiğini gördüm.
"Valla ses çıkmayınca şu dişi terminatör yine olay çıkardı sandım." dedi beni kastederek.
"Abartma." dedi Korkutel. "Bir şey yaptığı yok."
Kurt odanın ortasında durdu ve ters bakışlarıyla beni süzdü. "Onun sağı solu belli olmaz. En son İrlanda'da ben otel odasının önünde beklerken içeride adam doğruyordu."
Kurt'un sözleri arkasından içeri giren Hidayet ve Necati'nin ifadelerini değiştirdi. Ne biçim katildi bunlar?
"Kurt abi o pantolon rahat mı?" diye sordu en son içeri girip kapıyı kapatan Cengiz. "Paçaları kısa geldi sankim biraz."
Bakışlarımın Kurt'un paçalarına kaymasıyla kahkahayı basmam eş zamanlıydı. Giydiği her kimin pantolonuysa ayak bileklerinin bir karış üzerinde kalarak baklava dilimi desenli çoraplarını ortaya çıkarmıştı.
"Doğrusunu istersen Kurt'cum, bokser seçimin çorap seçiminden daha zevkli."
"Aahahhaha." Necati parmağını uzatıp beni gösterdi. "Abla manyak falan ama esprileri baya iyi değil mi?"
Kurt, nerdeyse kendisinin yarısı kadar olan Necati'nin yakasından tutup ikiye katladığı dilini ısırdı. "Ulan seni var ya!"
"Kurt."
Korkutel'in ismini söylemesi ile Necati'den uzaklaştı ve iki eliyle sertçe yakasını düzeltip patronuna döndü. "Buyur."
Korkutel tamamen onlara döndüğünde emir komuta zincirinin birer parçası gibi yan yana dizildiler. Aslında önlerine eğdikleri başlarıyla daha çok birer kurbanlık koyuna benziyorlardı. "Doktor Hanım asansörün şifresini nereden biliyordu?"
Hiçbirinden ses çıkmayınca acelesizce yanlarına gittim. Adamlarıyla arasında durduğumda cevabımı kaldırdığım tek kaşımdan anlayarak homurdandı.
"Ufak bir tavsiye, daha zeki adamlarla çalışmasın, Korkutel. Böyle işin zor."
"Ayıp oluyor ama abla." dedi Hidayet kırgın bir sesle. "Neden bizi hiç ettin şimdi?"
Ona bakıp göz kırptım. "Ayıp yatakta olur Hidayetcim."
Kurt elini kaldırıp "Ya havle..." diye başlayınca ben de elimi kaldırıp onu susturdum.
"Umarım hatim indirme niyetinde değilsindir."
Kurt gözlerini devirerek benden ayırdı ve sakin kalmaya çalışarak patronuna odaklandı. "Benim hatam. Şu manyağı- " Yutkunup devam etti. "Doktor hanımı çocuklara emanet etmemeliydim. Dışarıda işim olunca... Kusura bakma. Bir daha olmayacak."
Korkutel ciddiyetini bozmadı. Tek bir kırışığın bile kendine yer bulamadığı siyah takımının içindeyken ve bakışlarını o ruhsuz ifade ele geçirmişken bozabilmesinin imkanı yoktu. Herif resmen ciddiyetin beden bulmuş haliydi. "Horoz için en söyleyeceksin?"
Necati bir adım öne çıktı. Ellerini önünde bağlamıştı, keza başı da yerdeydi. "Poseidon, o kısım benim kabahatim abi, affet. Hocam köyden göndermiş. Kurt abim bizi doktor ablanın başına dikince eve de bırakamadım ama vallahi ilk fırsatta bırakacaktım." Başını kaldırıp iri gözlerini patronunun yüzüne dikti. "Ben nereden bileyim Afitap'ımın görmeyeli mabad düşmanı olduğunu."
Cengiz daha fazla kendini tutamamış gibi öne atıldı. "Horoz değil o, rica ederim. O başka bir şey! Hayvan resmen Kurt abimin mabadını etli bir solucan gibi gördü." Elini ağzına kapatıp, dehşete kapılmış bir şekilde başını iki yana salladı. "Giyinirken gördüm, abimin mabadında delinmemiş üç yer kalmış sadece."
"Lan!" Kurt başını sertçe Cengiz'e çevirip," Kes lan sesini." diye hırladı. "Götümü mü dikizledin, göt."
"Haşa!" dedi Cengiz ellerini kaldırarak. "Öyle bir gözüm takıldı abi."
Korkutel sertçe boğazını temizlediğinde nefes almayı bile kestiler. Bir süre kimse konuşmadı. Bu sıkıcıydı. Sonrasında ilk hareket Hidayet'ten geldi. Bir adım öne çıkıp, "Özür dileriz abi." diye konuştu, başını yerden kaldırmamıştı. Sesi de bir o kadar mahcuptu. "Ben de söz veriyorum. Bir daha olmayacak."
Korkutel bakışlarını boşluğa saplayıp düşündü. Ellerini ceplerinden çıkardı, ağır adımlarla adamlarına doğru yürüdü. Onlara sağlam birer yumruk atacağını düşünürken, "Çocuklar." dedi ılımlı bir yaklaşımla. "Yukarı çıkan doktor hanım değil, bir başkası da olabilirdi. Burası bizim mahremimiz ve sizler mahremimizi canımız gibi korumamız gerektiğini biliyorsunuz."
"Biliyoruz abi." dediler, resmen hep bir ağızdan.
"O zaman sözünüzün arkasında durun, bir daha olmasın."
"Söz abi." dediler, yine hep bir ağızdan.
Korkutel başıyla kapıyı işaret etti. "Şimdi çıkabilirsiniz. Neco, sen de horozunu nereye götüreceksen götür."
"Emredersin abi!" dedi Necati sevinçle. Onlar kapıya yürüdüğünde ben de peşlerinden ilerledim ama çıkmadan önce Korkutel, "Sen kalıyorsun." dedi. "Seninle işimiz bitmedi."
En son dışarı çıkan Kurt bana yine pis pis bakıp kapıyı suratıma kapattığında sinirle Korkutel'e döndüm. "Sormadın mı hesabını? Ne işin var benimle?" Omuzlarımı geri itip kafa tutan bakışlarımı yüzüne diktin. "Benden de söz almaya niyetliysen avucunu yalarsın."
Cevap vermedi. Onun yerine yanıma geldi. Önümde durduğunda bakışları alnımdaydı. Ellerinden birini cebine soktu, diğerini alnıma yakınlaştırdığı sırada geri çekilip, "Hop!" dedim. "Ağır ol. Öyle istediğin zaman dokunamazsın bana."
Havada kalan elini yavaşça indirirken, "Alnın kanıyor." dedi. Kapının bitişiğindeki şifonyerin üst çekmecesinden küçük bir ilk yardım çantası çıkardı. "Fena gagalanmışsın."
"Hoşuna mı gitti?"
Çantanın ağzını açarken bana yandan bir bakış attı. "Hep sen mi gagalayacaksın milleti, biraz da seni gagalasınlar."
Kaşlarımı çatarak, "Yuh amına koyayım!" dedim. "Bir de elini göğsüne sürüp oh çek, tam olsun."
Çok komik bir şey söylemişim gibi sırttı. "Yok, onu genellikle sen yapardın."
Bazen öyle konuşuyordu ki onunla paralel evrende bir ömür geçirdiğmi ama tek bir saniyesinin bile hatırlamadığımı hissediyordum.
"Alnında açık bir yara var, temizlememiz gerekiyor. Bir yere otur."
Köşede daha önce koluna pansuman yaptığım iskemle bana göz kırptı ama yatak kesinlikle daha rahat görünüyordu. Gidip yatağa oturdum. Ellerimle yumuşak yüzeyden destek alarak kaykılırken,"Her çalışanını bu kadar düşünür müsün sen?" diye sordum ciddiyetsizlikle.
Yanıma geldi ve karşı koymayacağıma emin olduğunda tentürdiyota buladığı gazlı bezi alnıma dokundurdu. Gereksiz bir dikkatle yarayı temizlerken boğazına baktım. Bandaj çıkmış, boğazının kıyısındaki yara izi gün yüzüne çıkmıştı. O yara da tıpkı elmacık kemiğindeki gibi benden yadigardı. Islalayışlarımın izleri kanlı canlı karşımda duruyordu.
"Verilmiş sadakan mı var yoksa sağlam bir duacın mı?"
Saniyelik bir gülüş ve gözlerime inen saniyelik bir bakış... Ona verdiğim zararların tüm karşılığı bu muydu? "Söz."
"Ne?"
"Sorunun cevabı," dedi gazlı bezi alnımdan uzaklaştırırken. "Bir söz verdim. Sözümü tutmadan beni sen bile öldüremezsin." Bir yara bandı açtı, dikkatle yarama yapıştırdıktan sonra göz kırparak geri çekildi. "Ve zaten öldüremedin."
"Sence de seni iki kez öldürmeye kalkan ve her ikisinde de buna çok yaklaşan birine karşı fazla sabırlı değil misin?" Arka plandaki düşüncelerimi baz alarak, "Aslında değildin." dedim. "Beni buraya tıkarken değildin mesela. Hatta fazlasıyla merhametsiz görünüyordun. Ama sonra bir şey oldu. Her ne olduysa... Düşünüyorum da günün sonunda ben babanı öldüren kadının kızıyım. Sence de bu hoşgörü fazla değil mi, Korkutel?"
Bakışları aynalı konsolun üzerindeki dosyaya kaydığında, "Değil." dedi. Sesinde mükemmel bir karşı koyuş vardı. "Yalnızca gün yüzüne çıkması gereken bazı şeyler var."
Ona şüpheyle baktım. "İçimden bir ses o şeylerin benimle ilgili olduğunu söylüyor."
"Sabırsızsın, ufaklık." dedi fakat asıl sabırsız olan kendisiydi. Gözlerindeki sabırsızlığı tüm çıplaklığıyla görebiliyordum.
"Şu örgüt, Arınma... Beni istiyor, duydum. Belki bunun hakkında bana bir şeyler söylemek istersin."
Sözlerim onda nasıl bir etki yarattı bilmiyorum ama zaten gevşek olan kravatın için sığamadı ve çekip boynundan çıkardıktan sonra yatağa bıraktı. "Öyle bir şey olmayacak. Duyduklarını unutabilirsin."
"Kim söylüyor bunu?" derken cevabı zaten biliyordum.
Cevabı bildiğimi biliyordu. Dudaklarındaki çarpık gülümsemenin sebebi de buydu. "Zekisin."
"Ve sen de Arınmanın lideri." Suskunluğunu bir onay kabul ettim. Bu gizli bir bilgiydi. Hiçbir şekilde paylaşılmaması gereken, özel bir bilgi. Ve Noyan Korkutel saniyeler önce bu bilgiyi benimle paylaşmıştı, hem de susarak...
"Şu fişini çektiğim Yılmaz Sungurlu, Arınmanın bir üyesiydi ve o herif, kesinlikle pisliğin tekiydi. Sanıyorum ki diğer üyelerinin Sungurlu'dan bir farkı yok. Kaşlarımdan birini havaya asarken, ihtiyatlı ifadesinde bir ön yanıt aradım. "O halde lideri olduğun Arınmanın en az benim kadar kötü olduğunu söyleyebilir miyiz?"
Attığı bir adımla birlikte, bacaklarımın arasına girdi. Başka bir kadın olsa böylesine iri bir adamın üzerine gelmesiyle irkilirdi ama ben hareket etmeden ona bakmaya devam ettim. "Kötü olduğunu mu sanıyorsun?" Bunu bana değil, daha fazla kendine söylemişti. Belki de bu yüzden salladığı başıyla kendini onayladı. "Sana gerçekleri göstereceğim" Başını eğip, yüzüme baktığındaki bakışlarında eriyen buzları gördüm. "Ve o gün hiç de uzakta değil."
Ona benim gibi azılı bir seri katilin gerçekten kötü olmadığını düşündüren neydi? İnsanların yüzüne bakarak isteklerini madde madde sıralarken bu adamın ifadesinden tek bir anlam bile çıkaramamak canımı sıkıyordu. "Sikerler!" Dizine sert bir tekme indirip ayağa kalktıktan sonra alnımdaki bandı söküp yere attım. "Sakın beni manipüle etmeye kalkma." Karşında küçük bir kız çocuğu yok." Kaldırdığım işaret parmağımı göğsüne doğru salladığımda en karanlık bakışlarımı gözlerime diktim. "Aslanı kafeste tutamazsın, Korkutel."
Parmağımı yakalayıp beni kendine çekmesinin beklemiyordum. Nefretle sarıp sarmalanan sözlerime karşılık gülümsemesini beklemiyordum. Başını omzuna yatırıp bakışlarını yüzümde gezdirirken, "Gerçekten değil misin?" diye sordu kısık ve eğlenen sesiyle. "Gerçekten küçük bir kız çocuğu değil misin, doktor hanım?"
"Sen!" Göğüs kafesimin içinde bir kavga vardı. Bana her dokunduğunda ve bana her böyle baktığında o kavga büyüyordu, bir harbe dönüşüyordu. Bana ne yaptığını bilmiyordum ama bu hiç hoşuma gitmemişti. "Neden adımı söylemiyorsun?"
Dudakları birbirini bulduğunda adem elması boğazından akıp giderek oradaki yarayı daha fazla gözüme soktu. Parmağım sıcak avucunun içinde cam bir vazo gibi tuzla buz olmayı beklerken, "Çünkü..." dedi ve bu bir fısıltıydı. "Sana yalan söylemem ben."
Anlıyordum, Tanrı bulmaca çözmemi istiyordu ve karşımdaki adam hayatımın bulmacasıydı.
"Adım yalan mı?"
Gülümsemesi acıya dokundu ve gözleriyle gözlerimi kucakladı. Ruhumu ise zehirli bir bal kavanozuna hapsetti. Parmağımı avuçlarından azat etti ama avuçlarına bu kez yüzümü esir etti. "Biliyorum, sensin. Her hece ranzanın soğuk demirlerine boşuna çizmedim gözlerini. Saçının tek bir telinin unuturum diye boşuna veryansın etmedim. Bugün bir test yaptırdım, ama biliyor musun? Sonucu merak etmiyorum." Birbirine yaklaşan kaşları, alnının orta yerine belirgin bir çizgi armağan etti. Kısık gözleri hem yenik hem büyük bir zafer kazanmış gibi bakıyordu. Parmağı usulca yanağımda gezinirken, dudağının sol çukuru derinleştikçe derinleşti. Kederli gülümsemesi içime uğrarken zihnimin derinlerinde yine aynı sarsıntıyı hissettim. "Çünkü insan bildiğini merak etmez." Avuçlarının yüzümdeki baskısı arttı, hiçbir şey yapamadım. Başını yüzüme eğdiğinde nefesinin elinde tuttuğu bıçak dudaklarıma saplanıyordu. Baş parmağının yumuşak dokunuşu dudaklarımın kıvrımına kadar uğruyordu ve bedenimdeki tüm hücreler ölesiye karıncalanıyordu. "Sen benim bildiğimsin. Ezberimsin." Ve dudakları alnıma kapanıp fısıldadı. "Ve bunu sen bile inkar edemezsin."
Nefesinin sıcak buharı tenimdeyken yine aynı şey oldu. Kafamın içinde şiddetli bir sarsıntı meydana geldi ve karanlığımda, küçük bir erkek çocuğunun silueti kendisine yer açmaya çalıştı. İçimde unutulmaya yüz tutmuş bir ses başımı kaldırıp gözlerine bakmamı söyledi. Oysa bir yanım gözlerine bakmaktan çığlık çığlığa kaçmak istiyordu.
"Bana baksana..." dedi, usulca. Ellerini saçlarımda hissettim. Kimbilir kaç can alana elleri saçlarımın arasında yavaşça dans etmeye başladığında gözlerimi istemsizce kapattım. Ben saçlarıma dokunulmasından nefret ederdim. Herhangi birini sadece saçlarıma dokunduğu için öldürebilirdim. Ama şimdi... "Hadi, o güzel gözlerini ver bana."
Kapının sertçe açılmasıyla birlikte gözlerim de açıldı. Korkutel temasımızın kökünü kazıyarak önüme geçti ve iri bedeniyle beni kapattığında gelenin kim olduğunu göremedim ama gömleğinin altından kasılan sırt kasları bana şu an içeri olan kişiden haz etmediği gösterdi.
"Sana odama böyle girebileceğini kim söyledi!"
Gelen her kimse sabırsızca nefeslendi. Adımlarının yaklaşan sesini duydum. "Senin dengesiz hareketlerin, kardeşim."
Yerimde kalmaya devam ederken, beklenmeyen misafiri görmek için başımı eğdiğimde kahverengi ve sert bakışlarla karşılaştım. Otuzlu yaşlarının ortalarında, Korkutel kadar olmasa da uzun ve atletik bir adamdı. Üzerindeki kahverengi, sıkıcı takım elbiseden daha sıkıcı olan bir şey varsa o da yapısal olarak çekik ama tercihen donuk bakan gözleriydi.
"O mu?" diye sordu başıyla beni işaret ederek. "Poseidon'un sır gibi saklandığı Burgonya Kızı, o mu?" Ağır adımlarla daha fazla yaklaşmaya başladığında başını soğukkanlılıkla eğdi ve beni görüş açısına alabildiği kadarıyla incelemeye koyuldu. "Doğrusu ben daha kalıplı bir kadın olduğunu düşünmüştüm. " Durdu ve yarım yamalak gülümsedi. "Hatta bir dönme olduğuna bile ihtimal verdim. Böyle ufak tefek biri nasıl oldu da o güçlü adamları indirdi?"
Korkutel'in zihnime bıraktığı dalgalanmalar halen etkilerini sürdürüyordu. Yine de adama gereken cevabı vermek üzere karşısına geçecektim ama Korkutel bunu anlayarak elini kaldırdı. "İyi niyet göstergesi olarak bu kata sorgusuz sualsiz çıkabilme izni verdim sana, bu doğru. Ama bu odama bu şekilde girebileceğin anlamına gelmiyor, Uraz. Kredin bitti." Elini indirdi. "Bu saygısızlığından sonra bırak bu kata kafana göre çıkmayı, mekana bile giremeyeceksin."
Adam, bu kez dudaklarını aralayarak güldüğünde pahalı bir dişçisinin elinden geçtiği belli olan dişleri gün yüzüne çıktı. "Beni men ettiğin mal, babamın parasıyla almış olduğun mu? Üstelik onun öz oğlu bile değilken?"
Vay canına. Korkutel, gerçek bir Korkutel değil miydi? İşte bu ilginç bir bilgiydi.
"Uraz." Korkutel, tek adımla aralarındaki mesafeyi sağlam bir şekilde kapattı. Uraz, dediği adam sabrını törpülemeyi başarmıştı. "Aile meselelerimizi konuşacağımız yer burası değil."
"Neden? Onu odana kadar almışsın. Yoksa odana aldığın kadına aile meselelerimizi önünde konuşacak kadar güvenmiyor musun?"
"Aile meselelerimizi konuşacağımız yer burası değil." diye tekrar etti Korkutel ama ses tonunda anlamıştım, dahası vardı. "... ama illa konuşmak istiyorsan evet; seni buradan, şirketlerden, sahip olduğumuz her şeyden, hatta altındaki arabadan bile men edebilirim." Başını bir miktar omzuna eğdiğinde yüzündeki alaycı ve tehditkar ifadeyi hayal edebiliyordum. "Yapabileceğimi biliyorsun"
Adamın gözlerine tabiri caizse kan oturdu. Dudaklarını kapattığında dişlerini de sıktı ama bakışları tekrar beni bulduğunda saniye saniye gevşediğini gördüm. "Bu kez yaş tahtaya bastın, sevgili kardeşim. Buraya gelmemin bir sebebi var. Üyelerle bizzat görüştüm." Bahsettiği Arınmanın üyeleriydi. Bilmediğimi düşündüğünden şifreli konuştuğunu düşünüyordu. "Onu istiyorlar ve son derece kararlılar."
"Şimdi." dedi Korkutel, çok daha tehlikeli bir sesle. "Bu söylediğini unut ve burayı terk et."
Kendine gel artık! Burgonya Kızı ruhumu ellerinin arasına alıp sıkmaya başladı. Seni pazarlık malı edecekler ve susacak mısın? Bu kadar mısın!
"Hey!" Tek adımla Korkutel'ın yanına geçtiğimde başını bana çevirdi ve burnundan sert bir nefes verdi. Benim gözlerimse karşımdaki adamın üzerindeydi, Uraz Korkutel'in. "Beni mi istiyorsun? O zaman bana geleceksin."
"Doktor." Korkutel'in sesi dişlerinin arasından geldi. "Odana geç."
"Hayır." dedim düşünmeden. "Burada benim hakkımda konuşulacaksa, burada olacağım." Aranan gözlerimi, Uraz'ın yüzünden ayırmadım. "Şimdi konuş, Arınma beni neden istiyor?"
Düz bir otoyolu andıran kaşlarından biri kavislendi. "Biliyorsun."
Korkutel'in parmakları kolumu sardığında başımı ona çevirdim ve sabırsız bakışlarıyla yüzleştim. "Odana geç, beni bekle."
Yapma, dedi Burgonya Kızı. Aklını karıştırıyor. Üstünlük kurmaya, seni dize getirmeye çalışıyor.
"Hayır." Kolumu çekip tutuşundan kurtardım. "İzin verirsen iş görüşmesindeyim," Başımı yeniden Uraz'a çevirdiğimde gülümsüyordum. "Teklifi değerlendireceğim."
Uraz elini ceketinin iç cebine uzatıp bir kartvizit çıkardı, bana uzattı. "Detayları öğrenmen için seni bir sonraki toplantımızda görmek istiyoruz, sevgili..." Kaşını daha fazla kaldırarak, sözsüzce sordu.
"Sır. Önce anlaşma, sonra adımı öğrenirsin."
"Pekala, bayan sır."
Kartı almak istediğimde Korkutel, bunu benden önce yaptı ve parçalara ayırıp Uraz'ın ayaklarının dibine attığında "Anlaşma yok." dedi. "Hiç olmayacak."
Uraz başını kaldırdığında ağzının içinde son bir koz olduğunu gördüm. "Necmettin Korkutel."
O isim aralarına bir buz dağı gibi düştüğünde Korkutel tek bir itiraz dahaedemedi.
"Necmettin Amcamız yarın geceki toplantıda Burgonya Kızını görmek istiyor. Öz yeğeni olduğum halde aram onunla hiçbir zaman seninki iyi olmadı." Kararlılıkla başını salladı. "Ama görüyorum ki bu kararından senin bile haberin yoktu."
Tepkisini görmek için Korkutel'e baktığımda bakışlarındaki sertliğin zirve yaptığını gördüm. Çenesi ise kaskatıydı. "Amcamla ben konuşurum. Şimdi mekanımı terk et. Bu, buraya son gelişindi."
"Beni istediğin kadar uzaklaştır. Bir şeyi sen de biliyorsun." Adımları geri gitmeye başladı, yavaşça. "Necmettin Korkutel söylediği sözden dönmez." Elini kaldırdığında selamladığı bendim. "Tanıştığıma memnun oldum ve hoşça kal, bayan sır. Yakında mutlaka görüşeceğiz."
Uraz gittiğinde Korkutel bir süre ne kıpırdadı ne de konuştu. Sakinleştiğine emin olduğu ilk an bana döndüğünde tekrar sınırlarımı işgal edecek kadar yaklaşmaması için gardımı sağlam tutuyordum. "Neden sözümü dinlemiyorsun?"
"Çünkü dinlemek zorunda değilim."
Bakışlarını odanın duvarına dikti. Oradan komodine ve oradan da kapıya... Öfkeliydi ve içinde bulunduğumuz anda bana bakmayı tercih etmiyordu. "O adamı hiç tanımıyorsun ve bu bir şaka değil."
"Tanıt o halde. Burgonya Kızını isteyen adamlar kimmiş, ben de bileyim."
"Hayır." dedi kesin bir dille. "Ne kadar fazla detay bilirsin başına aldığın dert o kadar büyük olur, anlıyor musun?"
"Anlamıyorum." dedim kafa tutarak. "Ama senin anlaman gereken bir şey var." Ellerimi belimde kenetledim ve ona doğru bir adım attım. "Benim hakkımdaki kararları yalnızca ben veririm."
"Sana hükmetmeme izin vermemeni anlayabiliyorum. Niyetim sana hükmetmek değil ama bu durum çok başka, uzak kalmalısın."
Gerçekten uzak kalmamı istiyordu. Hiçbir şey söylemese bile bunu beden diline bakarak anlayabilirdim. Ancak anladığım bir diğer şey amcaları olduğunu öğrendiğim Necmettin Korkutel'in son sözü söyleyeceğiydi. Bu yüzden ayak diremek yerine durumu lehime kullanmaya karar verdim.
"O zaman senden bir şey isteyeceğim."
Başını omzuna eğdiğinde ifadesinin yumuşamasını beklemiyordum. "Ne istersen..."
"Elinden gelen bir şeyse yapacak mısın?"
Birer adımla birbirine yaklaşırken, gülümsedi. "Hayır, isteğini elimden gelmeye mecbur bırakacağım."
Onu anlamaya çalışmaktan vazgeçme zamanımın geldiğini söylüyordu, Burgonya Kızı. Bu adam dengesiz, diyordu. Seni alacak, ayaklarını yerden kesecek, kafanın içinde bir fırtına başlatacak ve en sonunda seni bir gökdelenin tepesinden itip baş aşağı çakılmanı sağlayacak.
"Bugün için izin istiyorum."
"İzin?"
"İzin." diye tekrar ettikten sonra başımla ayağımdaki kelepçeyi gösterdim. "Hem taşıdığım kelepçenin hem de işimin sahibisin, değil mi?" Yüzüme alaycı bir ifade yerleştirip, "Kovulmaktan korkuyor değilim." dedim. "Ama tenime batan zehirli iğneler yüzünden gebermek... Benim gibi bir seri katil için ironik bir ölüm stili olur."
"Nereye gitmek istiyorsun?" diye sorduğunda ciddi olup olmadığına kontrol ettim. Çünkü sorarken izin vermeyeceğine daha fazla ihtimal düşünüyordum.
"Söylemek zorunda mıyım?"
"Doktor hanım," dedi sakinlikle. "Belki tüm ülkeye değil ama tehlikeli adamlara ifşasın. Seni koruyabilmem için sadece gittiğin yeri değil, attığın adımı bile bilmeliyim."
"Beni koruma görevini ne zaman edindiğini merak ediyorum. Çünk-"
"Doğduğundan beri."
"Ne?"
Yine kucağıma gizemli sözlerini bıraktı ve yine bakışlarını benden kopardı. Çıkardığı telefonunu kulağına yasladıktan birkaç saniye sonra "Kurt." dedi. "Doktor hanıma gideceği yere kadar eşlik edin." İri bedeninin yan çevirdiğinden bana yandan ve ciddi olmayan bir bakış attı. "Fazla yakın olmayın, sizi hissedip rahatsız olmasın hanımefendi."
Ayağına ölümcül bir kelepçe geçirdiği kadına hanımefendi, demek. Bu adam kelimenin tam anlamıyla dengesizdi.
"Hazırlanabilirsin. Arka kapıdan çıkış yapıp aynı şekilde geri döneceksiniz."
Odanın kapısına ulaşıp kulpu indirdiğimde, "Umarım teşekkür beklemiyorsundur." dedim. "Çünkü hiçbir zaman etmeyeceğim."
"Etmeyeceksin." Gülümsedi, yine. "Ben de hiçbir zaman beklemeyeceğim."
"
Bade'ye Kurt'un telefonunda ulaştım ve bebeğin aşı kartını da alıp konumunu attığım restaurantta gitmesini söyledim. Doktor olan kimliğim aşının önemini biliyordu ve bu yüzden o koca kafalı bebeğin bir an önce aşılarına kavuşması gerekiyordu ama annesi onu kaybetmekten korktuğu için hastanelerin önünden bile geçemiyordu.
Kurt'un kullandığı, Cengiz'in de hemen yanında olduğu arabanın arka koltuğunda otururken, bu yolculuğun asıl nedenini hatırlattım kendime. Bade'nin telefonundan Harun'a ulaşacak ve yarın için beni takip etmesini isteyecektim. Bu takip sayesinde Arınmanın toplantı alanını ve üyelerinden belki birkaçının kimliğini öğrenmek elimde koz olarak durabilirdi.
"Geldik." diye bildirdi Kurt pürüzlü sesiyle. Bana bakmadan iki parmağının arasına sıkıştırdığı banka kartını arkaya uzattı. "Limitsiz. Başka bir şeye ihtiyacın olursa söylersin. İki saatin vardı, yarım saati yolda geçti. Sürenin sonunda mekana döneceğiz. Yap hesabını."
Kartı alıp cebime attım. "Patronunuz çok bonkör."
"Gereğinden fazla." diye mırıldandıktan sonra dikiz aynasından bakışlarını benimle buluşturup, "Sakın bir numara yapma," diye uyarmayı da ihmal etmedi. "Uzaktan da olsa seni takip edeceğiz, gölge gibi düşün."
Arabanın kapısını açıp bir ayağımı dışarı attığımda dikiz aynasındaki sert bakışlarına göz kırptım. "Ben daha çok götle don gibi olduğumuzu düşünmüştüm."
Cengiz'in püskürtmeli gülmesini ve Kurt'un küfürlerini arkamda bırakarak araçtan indim.
Mekanın giriş bölümüne ulaştığımda cam kapıdan Bade'nin çoktan gelmiş olduğunu gördüm. Hatta daha fazlası... Yalnız değildi. Oturduğu masanın dibinde biri orta yaşlı, ikisi daha genç olmak üzere üç kadın vardı. Gösterişli giyim kuşamlarından değil ama suratlarındaki ifadeden, kibirlerinin kokusunu almıştım.
Saatimi kontrol ederek kabataslak bir zaman ayarlaması yaptım. Aslında Korkutel'in bu kadarına bile izin vereceğine düşünmemiştim ama karşımda son derece dengesiz bir adam olduğundan çoğu zaman ne yapacağını ben bile kestiremiyordum. Garsonlar benim için cam kapıyı açarken, bakışlarımı omzumu üzerinden geriye çevirdim. Kurt ve Cengiz aramızda belli bir mesafe bırakarak beni takip etmeye devam ediyorlardı. Durup, onlara cam kapını gerisinde kalmaları söylemeyi düşündüğüm saniyelerde, yaşlı olan kadının Bade'yi azarladığını fark ettim. Bade hiçbir şey söylemeden kadına bakıyordu.Gözleri dolu doluydu ve elleri bebek arabasının içindeki Duru'nun üzerindeydi.
Masaların arasından ilerlemeyi sürdürürken, adımlarımı yavaşlattım ve kulaklarımı kabarttım.
"Rezil haldesin. Üstelik rezilliğine benim torunumu da sürüklüyorsun." dedi yaşlı kadın. "Gerçi... Benim torunum mu o da belli değil. Bir test yaptırmak gerekecek."
"Bırak anne." dedi yanındaki genç kadınlardan biri. Yaşlı kadına hayli benziyordu. "Ne hali varsa görsün. Eninde sonunda sürüne sürüne geri dönecek. O zaman ağabeyime söyleriz, bir test yaptırır."
"Dua et de çocuk Adem'den çıksın." diye devam etti ikinci genç kadın. Sarışındı ve gözlerinde müthiş bir kıskançlık vardı. "Yoksa Adem Ağabeyimin neler yapacağını tahmin ediyorsundur."
Bade, kızaran dudaklarını araladı. Bir şeyler söylemek istedi ama söyleyemedi. Duyduğu her kelime için bin falakaya yatırılması gereken kadınların karşısında susup kalması sakinliğime gölge düşürürken dudaklarıma o pervasız gülümsemi kondurup Bade'nin karşısına oturdum.
"Selam hanımlar, umarım bölmüyorumdur."
Bade, beni bekliyor olmasına rağmen şaşkınlığına engel olamadı. Peçetelikten bir peçete çekip uzattım. "Yemek söyledin mi? Söylemediysen hemen bir şeyler seçiyorum. Avukata geç kalmayalım."
"Avukat mı?" diye sordu yaşlı kadın, kahverengi ruju sıvadığı kırışık dudaklarıyla. "Ne avukatı?"
Başımı kaldırıp, ona masanın üzerinde uçuşan bir sineğe bakıyormuş gibi baktım. "Boşanma avukatı. Yoksa siz bilmiyor musunuz? Sohbet ederken görünce, ben de sizi Bade'nin tanıdıkları sanmıştım."
"Sen..." Yaşlı kadın öfkeyle Bade'ye döndü. "Sen oğlumu mu boşayacaksın!"
Elimi ağzıma götürüp, şaşırabildiğim kadar şaşırdım. "Aaa... O dağ ayısının annesi siz misiniz?"
Yaşlı kadın konuşamadı ama ona benzeyen genç kadın, "Kimsin sen! Ağabeyim hakkında düzgün konuş!" diye çıkıştı. "Bu ne cüret!"
"Demek sizin de ağabeyiniz..." Dudaklarımı birbirine bastırıp sakince başımı salladığım sırada Kurt ve Cengiz'in birkaç masa ileride oturduğunu gördüm. Gözleri üzerimizdeydi.
"Anne sakin ol. Bakma o münasebetsizin söylediklerine!" Bunu söyleyen sarışın olandı. Ne anne, dediği kadına ne de diğerine benzemiyordu. Aynı genleri taşıma ihtimalleri çok düşüktü.
"Sanırım siz de bu kadının doğurduğu dağ ayılarından biriyle evlisiniz." Sandalyeme yaslanıp, sinir edecek bir yavaşlıkla kılık kıyafetini süzdüm. Pahalı ama kesinlikle birbiriyle uyumu olmayan parçalar bir araya gelmiş, ağlıyorlardı. "Değiyor mu?"
"Ne!" Sinirden zangır zangır titreyerek kıvama gelmesi uzun sürmedi. "Ne değiyor mu?"
"Üzerindekileri taşıyabilmek için kadınına değer vermeyen bir adamla olmak. Kocamı nerden tanıyorsun, diye soracaksın. Tanımıyorum. Sadece... Şiddet gören gelininin yanında olacağına ona zarar veren oğlunu savunan, dahası o oğlu yetiştiren anneden iyi bir evlat çıkabileceğini sanmıyorum."
Hiçbir şey söyleyemedi, o da diğerleri de.
"Muhtemelen sen de bu yüzden hayatındaki adamı çekiyorsun." Adem'in kardeşi, iç bileklerindeki parmak izlerine baktığımı fark edince gömleğinin kollarını aceleyle indirdi. "Çünkü en yakınlarından bunun normal olduğunu gördüm." Bakışlarımı iki genç kadının üzerinde gezdirirken, "Kurtulmamaya çalışmanızı anlıyorum." dedim sakinlikle. "Siz saplandığınız bataklığa alışmış olabilirsiniz ama..." Son kelimeme sızan karanlık ton göz bebeklerinin büyümesine sebep oldu. "O bataklığa kurtulmaya çalışan birine çekerseniz, öyle şeyler olur ki kendi bataklığınızı bile mumla ararsınız." Elimi kaldırıp garsona gelmesini işaret ettim. Birkaç saniye içinde garson geldiğinde ise üzerimdeki üç çift göze rağmen menüyü karıştırdım. "İki adet special makarnanızdan alalım." Başımla kadınları işaret ettim. "Bir de hanımefendilere çıkışa kadar eşlik ederseniz, çok memnun olurum."
Başımı anlık olarak çevirdiğimde Kurt'un yüzünde sakin bir ifade gördüm. Sakin ve bir okadar da hayranlık dolu. Sol elini kaldırıp göğsüne koydu, bunu yaparken, başını da hafifçe eğilip kaldırdı.
Bu hareket, onun gibi adamların dünyasından eyvallah, demekti. Aynı şekilde karşılık verdim.
Yemeğimizi yedikten sonra mekanın önünden bir taksi çevirdik. Özel Korkutel Hastanesine uzanan yolda ve hastaneye giriş yaptığımızda Kurt ile Cengiz ensemdeydi. Bade onları henüz fark etmemişti ama her ikisininde tamamen göz hapsindeydim. Doğrudan çocuk doktorunun odasına geçip gerekli aşıları yaptırdık. Çıktığımızda Duru bağıra bağıra ağlarken Bade de onu susturmaya çalışıyordu. Beni tanıyan bazı hemşire ve doktorlar etrafımızı çevirip birden ortadan kaybolmamı sorgulamaya başladıklarında bir fırsatını yakalayıp Bade'nin kulağına eğildim ve bebek bakım odasına gitmesini söyledim. Anlamayan gözlerle baktığında camın yansımasını işaret ettim. Baktı ve yansımadan insanların arasındaki Kurt'u görerek yutkundu. Bakışlarıyla bana onay verdikten sonra "Ay abla." diyerek Duru'yu çevirdi ve poposunu kokladı. "Duruş altına yapmış galiba, sen bilirsin bebek bakım odası nerede?"
"Oscarlık performans," diye mırıldandım. Başka bir ailede doğsaydı kesinlikle konservatuarda şansını deneyebilirdi.
"Biliyorum, şurada."
Birlikte bebek bakım odasına yürürken gayet yüksek sesle, "Sen de benimle içeri girer misin?" diye sordu. "Duru'yu tutman gerekebilir. Baksana, hala ağlıyor."
Kurt'a dönüp içeri gireceğimi işaret ettiğimde beni başıyla onayladı. Bade içeri girer girmez telefonunu çıkarıp bana verdi. Akıllı kız. O bebeğiyle ilgilenirken hızlıca Harun'u aradım ama defalarca çalmasına rağmen cevap vermedi.
"Senin kullandığın telefonu sikeyim Harun." Mesaj kısmına girip şifreli bir mesaj yazdıktan sonra Bade'ye telefonunu geri verdim. "Aramaz ama olur da ararsa açma."
Başını salladı. "Abla... Sormayayım diyorum ama kafamda da hep sen varsın." Bakışlarını ayaklarımızda kelepçelere eğip, "Neden?" diye sordu. "Senden ne istiyorlar?"
"İyi, diyorsun. Sorma. Ne kadar az bilirsen o kadar i-"
Korkutel ile aynı kelimeleri kullanacağımı fark ederek sözlerimi bıçak gibi bölerken, sinirle kulpu indirdim. "Acele et."
Bade'yi taksiyle eve bıraktıktan sonra siyah jeep'le mekana geri döndüm. Beni kaldığım odaya bırakıp başıma bu kez dört adam diktiklerinde bu gece bar kısmında çalışmayacağımı anladım. Zamanım boldu. Uzun bir şarap-banyo seansı yaparken olanları süzgecimden geçirdim. Babası Yılmaz Sungurlu'yu öldürdüğüm halde Batı Sungurlu'nun beni istemek için Korkutel'in ayağına gelişi kadar, üvey kardeş Uraz Korkutel'in de aynı nedenle burada olması tuhaftı.
Arınma hakkında henüz net bir fikrim yoktu ama hislerim bana yakın zamanda tüm şeffaflığı ile öğreneceğimi söylüyordu. Ülkenin en gözde seri katilini tutmak istediklerine göre buram buram kan kokan bir örgüt olmalıydı ki Korkutel'e başka türlüsü yakışmazdı.
Banyodan çıktığımda odamın önünde bazı hareketlilikler oldu. Dışarıya kulak verdiğimde adamların değiştiğini, kısa ve net cevaplarda oluşan telsiz trafiğine giriştiklerini duydum. Birkaç saniye içinde her şey normale dönmüştü. Burada hiçbir şey yapmadan durmak canımı sıkıyordu ama kendime itiraf etmem gereken küçük bir gerçek vardı ki son birkaç gündür hayatımın hiçbir döneminde dinlenmediğim kadar dinlenmiştim. Birkaç saat spor yapıp kaslarımı ödüllendirdikten sonra dolapta bulduğum ip askılı, saten geceliklerden birini giydim. Sevdiğim birkaç filmden biri olan Kelebek Etkisini izlediysem de ikinci filmin ortalarına doğru ağırlaşan göz kapaklarıma engel olmadım.
Uykuya misafirliğim uzun sürmedi. Kapının bir öküz tarafından çalındığı ilk saniye gözlerimi açtığımda her yer bıraktığım gibi kapkaranlıktı. Bir alışkanlık olarak ilk olarak elim yastığımın altına gitti ancak orada artık bir silah yoktu. Homurdanarak doğrulup gece lambasının ışığını açtığımda Kurt'un sesini duydum.
"Doktor, aç kapıyı."
Yataktan çıkarken "Doktor tepsin seni!" diye bağırdım. Kapıyı açıp bir de yüzüne bağırdım. "Ne var lan gecenin köründe? Rüyanda beni mi gördün!"
Kaldırdığı eliyle birlikte karşılık verecekken üzerimdeki kısa geceliği fark ederek başını hemen çevirdi. Zaten sinirliydi. Üzerinde gündüzki takımı vardı ve bu da gün boyu üzerini değiştirecek vaktinin bile olmadığını gösteriyordu. Burnundan soluyarak ama aynı zamanda sakin de kalmaya çalışarak, "Doktor hanım." dedi. "Yukarıda toplantı var. Posedion seni de almamı söyledi."
"Üzerime çikolata sos da ister miymiş patronun?"
Gözlerini kapattı. "Önemli." Gözlerini açtı. "Gitmemiz gerekiyor."
"Gelmezsem."
"Öyle bir ihtimal yok."
"Öyle mi?" Dışarı çıkıp kapıyı arkamdan kapattığımda gözleri büyüdü. "Gidelim o zaman."
"Üzerin!" dedi heyecanla. "Değişsene üstünü."
Elimi belime koyup, "Sen beni almakla görevlisin ayıcık." dedim. "Kılık kıyafetim için patronun bir şey söylemediğine eminim."
"Böyle mi geleceksin şimdi la!"
"Böyle geleceğim la!" dedim onu taklit ederek. "Yürü hadi."
Gözlerini kapattı. Bu kez daha uzun sürdü. Açtığında bana bakmamaya çalışarak yürümeye başladı. Ne asansöre bindiğimizde ne de sevgili göt düşmanı Afitap'ın çıktığı odaya yönelirken bana bakmadı ama odaya girdiğimizde tüm gözler üzerime kilitlendi.
Oda, arka arkaya dizilmiş üç sıra ahşap sandalyeler ve hemen karşısına konumlandırılmış masayla bir sınıfa benziyordu. Sandalyelerde Cengiz, Necati, Hidayet oturuyordu. Korkutel burada değildi.
Masanın ardındaki sandalyede ise üzerimde donup kalan bakışlarından sahibi bir kadın vardı. "Kurt!" Kurt'un arkamdaki varlığına baktı. "Kızın giyinmesine zaman tanımadın mı?"
"Olur mu öyle şey Nevşin, kendi giyinmedi many-" Sustu, yutkundu ve devam etti. "Doktor hanım, böyle gelmeyi tercih ettiler."
Nevşin, başını karşısındakilere çevirdiği an her biri başını önüne çevirdi. Görünen o ki sözü geçen bir kadındı. "Gözünüzü...." Arkasındaki akıllı tahtayı işaret etti. "Tahtadan ayırmayın. Konu mühim."
"Vay canına..." dedim pencere yanındaki ilk sandalyeye doğru yürürken. "Beni mühim meselelerinize mi mi dahil edeceksiniz? Ama patronunuzu ortalarda göremiyorum."
Oturduğum sandalye kadının oturduğu masanın önünde kalıyordu.
"Şu an Noyan Korkutel'i temsil etmek üzere buradayım." Masadaki dolma kalemi alıp uzun parmaklarını arasında çevirmeye başladı. "Yarın gece gerçekleşecek olan Arınma toplantısına bir ihtimal sen de gelebilirsin. Bunu kesin olarak Poseidon gelince öğreneceğiz ama seni önden bilgilendirmekle görevlendirildim."
"Sıkıntı yok." dedim arkama yaslanarak. "Geliriz de... Neden toplandık burada? Bana adab-ı muaşeret dersi vermeyeceksiniz değil mi?"
"Sana ders fayda eder mi?" diye söylenerek sandalyelerden birine geçen Kurt'a ters bir bakış attım.
"Doğru, sana mabad-ı muaşeret dersi bile fayda etmemişken... Bana hiç etmez."
Kadın da dahil olmak üzere herkes bıyık altından gülmeye başladığında Kurt çaprazındaki Cengiz'e dönüp "Lan!" diye kükredi. "Nevşin'e de mi anlattın it!"
Cengiz, kadına utangaç bir bakış attı. "Ben Nevşinim'den bir şey saklayamam, bilirsin abi."
Nevşin, dediği kadın gülmeyi kesip Cengiz'e uyarıcı bakışlarını göndermeseydi sevgili olduklarını düşünebilirdim ama Cengiz salağı kesinlikle benden birkaç yaş daha büyük olan kadına karşı platonikti.
"Cıvıklığı bırakıp buraya odaklanın." Nevşin'in uyarısı sonuç verdiğinde kadın ne yaptığını bilerek yerinden kalktı ve tahtaya doğru ilerledi. Yaklaşık bir seksen boylarında, maskülen havada bir kadındı. Arkaya şekillendirdiği kızıl ve kısa saçlarına eşlik eden yeşil gözlerindeki sürme yüzündeki tek boyaydı. Siyah pantolonu ve aynı renk balıkçı yaka kazağıyla tarzıma yakındı ama elbette ki bir ben değildi.
"Adım Nevşin," diye tanıttı kendisini. "Keskin nişancıyım, aynı zamanda eski komiserim." Doğrudan başıyla beni selamlarken bakışlarını üzerimdeki gecelikte gezdirdi.. "Beni bir miktar şaşırtsan da seninle tanışmayı merakla bekledim." dedi açık sözlülükle. "Sana nasıl hitap etmemi istersin?"
"Adım Deniz."
Bir şey hatırlamış gibi "Doktormuşsun," dedi. "Doktor, daha karizmatik geldi bana."
Korkutel... Adımla derdin ne senin?
Sadece kendi telaffuz etmemekle kalmayıp bir başkasına da izin vermiyordu.
"Sıfatları geçip sadede gelelim, Nevşin."
Beni başıyla onaylayarak kalemi aldı ve tahtaya büyük harflerle ARINMA yazıp altını çizdi. "Arınma. Bin dokuz yüz seksen sekiz yılında Noyan Korkutel'in manevi babası ve zamanının en ünlü yeraltı mafyası olan Caner Korkutel tarafından kurulan bir yardım vakfıydı. Zaman içinde Caner Bey'in hastalığı yüzünden güçten düşmesiyle diğer aile üyelerince yönetilmeye başlandı ve ne yazık ki amacından saptırıldı. Vakıf, dışarıdan bakıldığında hala yardım vakfıydı ama içine girildiğinde, farklı ve güçlü mafya liderlerinin kara para aklama köprüsüne dönmüştü. Caner Korkutel'in ölümünden sonra ise kartlar yeniden karıldı; tüm mal varlığının yanında şirketlerin yüzde elli bir hissesiyle birlikte Arınma da tamamen Noyan Korkutel'in yönetimine geçti. Aslında seni ilgilendiren kısmı da tam olarak buradan sonra başlıyor. Arınma, hala aynı yeraltı liderleriyle çalışmaya devam ediyor. Silah kaçakçılığı, tarihi eser kaçakçılığı, yasa dışı ticaret ve kara para aklama, hırsızlık... Tek ve büyük bir farkla." dediğinde, dikkatimi çekmeyi başarmıştı.
"Silah kaçakçıları ticaretlerine, Türkiye ve diğer ülkede saf tutan bölücü kuvvetlere değil, anacak Arınmanın, yani Noyan Korkutel'in belirlediği örgütlere satarak devam ediyor. Bu anlaşmadan Arınma yüzde elli kar alıyor. Ülkemize ait olan tarihi eserler ülkede kalıyor ancak diğerleri Arınmanın uygun gördüğü örgütlere satılıyor. Arınma yüzde elli kar alıyor. Aklına gelebilecek her türlü yasadışı ticaret ve kara para aklama Arınmanın süzgecinden geçiyor. Hırsızlar yine çalıyor, kara para yine aklanıyor, yarısını Arınmaya bağışlamak şartıyla..."
Anlattıkları sadece şaşırtıcı değildi; hayatımın hiçbir döneminden başka bir yerde duyamayacağım kadar da emsalsizdi. Arınma, kelimenin tam anlamıyla karanlığı etten duvar olarak giyinmişti.
"Şartları liderlere nasıl kabul ettirdiniz?" diye sordum. Cevap her ne ise, büyük bir marifetti.
"Kabul etmediler. Kabul etmek zorunda kaldılar. Başka şansları yoktu. Etmeyenlerin işine taş koyuldu. Mallarını yağmalayıp bu kez tamamını aldık. Bahsettiklerim yeni değil, yıllardır kemikleşmiş bir düzen. Arınmanın haberi olmadan ülkeye mal giremez ve ülkeden mal çıkamaz. En kati kural budur. İlkinde uyarı verilir ve mallara çökülür ancak ikincisi olursa..." Sustu ve soğukkanlılıkla gülümsedi. "Üçüncüsü olmaz..."
Tüm detaylarıyla anlıyordum. Arınma kendi ülkesinde bir düzen kurmuştu ve annem bu düzeni delerek ülkeye mal soktuğu için Caner Korkutel tarafından öldürülmüştü.
"Şimdi seni neden istediklerine gelelim..." dediğinde arkama yaslandım ve kollarımı göğsümde bağladım. Nevşin, cevabı benim vereceğimi anlayarak yerine geçti, dirseklerini masaya koyarak sözü bana bıraktığını gösterdi.
"Şartlarınıza uymaları karşılığında onlara verdiğiniz en önemli teminat, mallarını ve canlarını korumaktı. Beni istiyorlar," dedim vurgulayarak. "Çünkü içlerinden biri ölünce göt korkuları başladı. Yaklaşan tehlikeyi ancak benim sezip yok edebileceğimi düşünüyorlar. Muhtemelen Yılmaz Sungurlu'nun ölümüyle Arınma içinde bazı isyanlar başladı ve o isyanı ancak Arınmadaki varlığımla bastırabilirsiniz."
Necati'nin alçak bir sesle "Zehir mübarek." dediğini duydum.
"Ne zehri," dedi Kurt. "Şeytanın Türkiye şubesi.
Nevşin'in tek bakışıyla sustular.
"Doğru. Ne kadar üyelerimizi korumayı ilke edinsek de bir noktada Arınma için birer düşman potansiyeline sahip olduğunu biliyoruz. Günün sonunda kimse kazancını bir başkasıyla paylaşmak istemez. Söylediğim gibi, sadece buna mecburlar."
"Ve ilk buldukları fırsatı Arınmayı yok etmek için kullanırlar," sözleriyle cümlesini tamamladıktan sonra başımı kibirle omzuma yatırdım. "Bu yüzden aslında Arınmanın da bana ihtiyacı var. Arınmayı üyelerinden korumam için..."
"Bu bizim düşüncemiz." dedi Nevşin adamlara anlık bir bakış atarak. "Poseidon böyle düşünmüyor. Aksine, senin olabildiğince geri planda kalmanı istiyor. Bu yüzden, eğer gelirsen yarınki toplantıda üyeleri fikirlerinden vazgeçirecek şekilde davranmanı isti-"
"Unutun bunu." diyerek kestirip attım. "Bana nasıl davranacağımı söyleyemezsiniz. Şartlarda anlaşırsak, her türlü varım."
"Öldürdüğün Yılmaz Sungurlu, aralarından en masum olanlarıydı." dedi bunun korkutucu olduğunu düşünerek. "Üyelerin aslında kim olduklarıyla alakalı bir fikrin yok."
"Umrumda olmadığını söylesem. Söyleyecek başka bir şeyin yoksa toplantı için toplantı için elbise seçeceğim."
Nevşin ne söyleyeceğini bilemezken Kurt, "Söyledim sana." diye araya girdi. "Öyle böyle bir şey değil, insanı dinden imandan çıkarır."
Onu duymazdan gelerek, "Bir şeyi merak ediyorum." dedim. "Bu kadar parayı ne yapıyor patronunuz, ayrı bir ülke mi kuracak?"
Sadece dalga geçiyordum ama Nevşin bir süre vereceği cevabı ciddi ciddi düşündü. Yavaşça yerinden kalkarken ve masanın ön kısmına gelip kalçasını masaya yaslarken, "Aslında bu cevabı vermeden önce Poseidon'a danışmam gerekirdi." diye açıkladı "Ama ben gururla söyleyeceğim." Söylediği gibi başını gururla kaldırdı. "Bazı yardım kuruluşlarımız var. Birçoğu yardıma muhtaç, kimsesiz çocukların bakım ve barınmasıyla ilgili... Poseidon'un önceliği her zaman onlardır. Ayrıca Afrika ülkelerinde de çocuklarımız var. Binlerce su kuyusu açtırıldı ancak hala yeterli değil. Zenginler doymadığı için fakirlerin sayısı her geçen gün artıyor."
Kimsesiz çocuklar... Korkutel özellikle onlara yardım ediyordu. Sebebi çocukluğunda onlardan biri olması mıydı? O, benim gibi bir katildi. O, benden farklı olarak merhametli bir katildi.
Sessizliğime kulak vererek, "Don Kişot gibi düşün." dedi Nevşin. "Zenginden alıp fakire veriyoruz."
"Don Kişot mu?" dediğimde tüm gözler şaşkınlıkla üzerime çevrildi. Biri hariç.
Kapıda beliren Korkutel'in gözlerinde şaşkınlıktan daha fazlası vardı. Henüz benden başkası fark etmemişti varlığını. İçeri doğru bir adım atmıştı ama her ne olduysa adımı olduğu yerde çivilenmişti.
Anlamam uzun sürmedi, öfkeliydi. Sebebi henüz bilmediğim neden onu fena halde öfkelendirmişti ama beni görmek öfkesinde kısa bir mola hali yarattı. Birbirimize bakarken, diğerlerinin eğlenen sesleri aramızda dönmeye başladı
"Don Kişot'u bilmiyor mu yoksa bizimle dalga mı geçiyor."
"Bence adam öldürmekten hikaye okumaya vakit bulamamıştır."
"Bu manyak çocukken de birilerini doğruyordur."
Korkutel yerinden ayrıldığında varlığını fark ederek sessizliğe gömüldüler. O ise yaklaşırken yalnızda bana bakıyordu. Siyah gömleği sonunda bir sebepten kırış kırış olmuştu. Gözlerinin çerçevesindeki kızarıklık uykusuzluktan değil, bir sinir harbindendi, nerede görsem tanırdım.
"Hiç mi?" Karşımda durduğunda kaşları şakaklarına doğru gerildi ama gözleri, gözlerinde cam kırıkları vardı. "Hiç mi hikaye okumadılar sana?"
Benden cevap bekliyordu. Dünyanın en anlamsız sorusunu sormuştu ve cevap bekliyordu. Yavaşça ayağa kalkarken, "Ne önemi var?" diye sordum. "Eminim çocukken de hikayeleri sevme-"
"Severdin." dedi ve bundan o kadar emindi ki. Başını kaldırdığında dişlerini sıktı. Çene hattındaki gerginlik had safhadayken, dilinin ucunda bir şey, kafasının içinde başka bir şey olduğunu anladım. "Yarın gece o toplantıya benimle birlikte katılacaksın."
Bu, Burgonya Kızı için bir zafer miydi? Öyle olduğunu hissetmiyordum. Yine de "Güzel." dedim. "Burada yeterince sıkılmıştım."
Başı değil ama bakışları yüzüme düştü, sert ve ani.. "Orada benim istediğim gibi davranacaksın. Benim istediklerimi söyleyip senden vazgeçmelerini sağlayacaksın."
Bir adım geri çekilip "Sen benimle dalga mı geçiyorsun?" diye sordum. "Daha ne kadar bana karışama-"
"Karışırım!" dediğinde duvarların titrediğine yemine edebilirdim. "Öyle bir karışırım ki aklın almaz. Bunun şakası yok, doktor. Arınmadan uzak duracaksın."
Yumruk formunu alan sol elimi çenesine geçirmenin hesaplarını yaptığım esnada Hidayet'in arka cebindeki çakıyı fark ettim. Oturduğundan dolayı kabzanın sedefli kabzası dışarı taşmıştı. Adeta bana ne yapmam gerektiğini fısıldıyordu. "Seni de..." dedim bakışlarım çakıyla haşır neşir olurken. "Emirlerini de sikerim!" O kadar hızlı bir şekilde hareket ettim ki attığım iki adım ve bir eğilişin ardından çakıyı ele geçirmem, düğmesine basmam ve geri dönüp Korkutel'in göğsüne yaslamam sadece iki saniyeye mal oldu. Etrafımdakilerin beni durdurmak yaptıkları hamle Korkutel'in "Kalın orda." emrine takıldı.
Çakının sivri ucu tam olarak gömleğinin açıklığında, Poseidon mızrağının bittiği yerdeydi. Gözlerimi gözlerine kaldırdığımda, "O çakı." dedi kısık bir sesle. "Beni durdurabilecek mi? Bana engel olabilecek mi, dersin?"
"Hangi konuda sana engel olmamdan korkuyorsun?" diye sorduğumda kaşlarından biri havalandı. Sözlerimde kabul etmediği bir şeyler vardı.
"Korkmak?"
"Korkmadığını mı söyleyeceksin? Ben hiçbir şeyden korkmam mı, diyeceksin!" dedim abartıyla. "Söyle, hadi."
Başını iki yana salladı. "Hayır." Bakışları ağır ağır göğsünü delip geçmek için pusuda bekleyen çakıya kaydığında, "Demeyeceğim." dedi usulca. "Ben en büyük korkumu yaşadım. O korkunun içinden geçtim, doktor. Yalnızca... Birkez daha olmasına izin vermeyeceğim."
Sikeyim. Bu adamın söylediklerini çok büyük oranla anlamıyordum ve bu durum sinir sitemimi tamamen çökertmek üzereydi.
"Şimdi!" dedim olabilecek en baskın tonla. Bu işi uzatma niyetinde değildim. "Adamlarının önünde bana karışmayacağını söyleyeceksin. Yoksa gözümü kırpmam. Yapacağımı biliyorsun. Yaparım, Korkutel. Senin tehditlerinle yaşayacağıma geberirim ama gitmeden önce seni de yanıma alırım."
Dudaklarından yarım yamalak bir gülümseme gelip geçtiğinde bakışları yüzüme tırmandı. "Tehditlerimle ya da emirlerimle yaşamanı istemedim ki hiçbir zaman."
"Öyle mi?" derken güldüm, hatta kahkaha attım. "Ayağımdaki kelepçeyi evlenme teklifi etmek için mi taktın?"
Korkutel de güldü. Açıkça ve neşeyle güldü. "Yok, romantik bir adam olduğumu söyleyemem ama evlilik teklifi için daha yaratıcı olacağıma söz verebilirim."
"Senin geçtiğin dalgayı si-"
"Çok fazla küfür ediyorsun." diye uyardı tek derdimiz buymuş gibi. "Eğer beni öldürmeyeceksen o çakıyı bırakmalısın."
Bir adım attığımda çakının sivri ucu esmer teninde küçük bir delik açtı ve o delikten akan iri bir damla kan gömleğinden aşağı doğru yol aldı.
"Poseidon!" dedi Kurt çatlayan bir sesle. "Sen mi bir şey yaparsın yok ben mi yapayım."
"Sakın." dedi Korkutel. Onunla konuşurken bile bakışlarını benden almamıştı. "Kimse ona dokunmayacak." Bakışları üzerimdeki kısa geceliğe kaydığında ifadesi hoşnutsuz bir hal belirdi. "Özellikle de bu haldeyken." Başıyla dışarıyı işaret etti. "Dışarı çıkın!"
"Sakın çıkmayın!" dedim neredeyse bağırarak. "Biriniz bile çıkarsa patronunuz kalbini söker eline veririm."
Başını çevirip sırıtmaya başladı. Elimde göğsünü delip geçmek üzere olan bir çakı vardı ve yaptığı tek şey gülmekti. "Sanki yapmadığın şeymiş gibi."
"Ne diyorsun be!" Artık sakin değildim. Kesinlikle değildim. Bu adam mantıklı yanımızın en azılı düşmanıydı ve sırf bu yüzden bile ölmeyi hak ediyordu. "Bıktım senin anlamsız sözlerinden! Ama... Ama ne yapmaya çalıştığını biliyorum."
"Ne yapmaya çalışıyormuşum?" diye sordu rahatça. Alay ediyordu. Açık açık kafa buluyordu. "Söyle hadi, dinliyorum ben seni."
"Sözlerini silah haline getirmişsin. Beni sözlerinle alt etmeye çalışıyorsun. Kafamı karıştırmak, dengemi sarsmak istiyorsun. Kimbilir! Olduğumun aksine sakin kalamadıkça, bağırdıkça başardığını düşünüp keyifleniyorsundur!"
Gülümsemesi yavaşça donuklaşırken başıyla birlikte gözleri de bana döndü. Sarılarının istediği yalnızca ona sunduğum kadarı değildi. Elimdeki çakı gibi gözleri de öteye geçmek istiyordu. Ötemi görmek ve ele geçirmek istiyordu. "Evet, sen yükseldikçe, duygularını gösterdikçe keyifleniyorum." Bir adım da o geldiğinde çakıyı tutan elim titredi ve göğsünün çakıyı itmesine istemeden izin verdim. Başını yüzüme eğdiğinde bakışları yüzümün tüm köşelerinden gezinmeye başladı ve bu işleri daha da çığrından çıkarıyordu. "Yanılan sensin. Olduğunun aksine değil. Olduğun gibi. Çünkü adım adım sen oluyorsun ve bunu hissediyorsun. Hissettiğin için öfkelisin. Diğer insanlar duygularını, rengini belli ettiğinde güsüzleşeceğini düşünüyorsun." Çakıyı tutan elimi bileğimden kavradı ama tutuşu gevşekti. Hala istersen çakıyı göğüs kafesinden içeri itebilirdim. İstersem... "Hiç, öyle olmadığını düşündün mü, doktor. Gerçek olanın, aslında dönüştüğünü sandığın kişi olduğunu hiç düşündün mü?"
İnşa ettiğim benliğimi yıkmak istiyor. Beni temelimden sarsmak istiyor. İzin verme, Deniz. İzin verme.
Çakıyı daha sıkı tutmaya çalıştım ama terli avucu izin vermedi. Dudaklarımı birbirine bastırıp başımı daha fazla kaldırdım. "Neden Arınmanın katili olmamı istemiyorsun?"
Spot ışığının yansıdığı gözleri, göz bebeklerimin üzerine parlıyordu. Dudaklarını araladığında cevap vereceğini düşündüm ama yalnızca dilini alt dudağında gezdirirdi. Parmaklarının bileğimdeki varlığı hala etkisiz bir şekilde devam ederken, "Sence?" diye fısıldadı. "Sence doktor?"
Kanım kızgın bir kazanın içinde fokurdadı. Kaldırdığım ayağımı hırsle yere vurdum. "Bilmiyorum! Sikeyim! Benimle oyun oynamayı kes!" Her kelimemde sallanan elim çakının ucunu etine batırıp çıkarmıştı. O hiç kıpırdamadı ama gömleğinden içeri süzülen kanın çoğaldığını görmek mideme kramlar gönderdi. İlk kez, ilk kez kan beni rahatsız ediyordu. "Neden!"
"Soruyor musun amına koyayım!" Eli bileğimden kaydı ve çakıyı keskin tarafından kavrayıp elimden çekmessiyle kan içinde kalan avucu çakıyı odanın bir köşesine fırlattı. Sonunda onu öfkelendirmiştim. "Belli değil mi!" Hayır, bağırmıyordu ama sesi o kadar baskındı ki bedenimde ne kadar hücre varsa sarsılmıştı. "Ulan kurşun yağmuruna tuttun beni, yıllardır hasret kaldığım yemeği ilk kez senin elinden yedim kalktın zehirledin, yetmedi göğsümü delik deşik ettin." Başını sallarken burnundan soludu. "Her anlamda." dedi sertçe. Kirli sakallarının uzandığı boynunda kabaran damarlar, bir nabız gibi atıyordu. "Kalkıp yine seni korumak için koca bir orduya kafa tuttum, yenileceğimi bile bile."
Burgonya Kızı... Neredeydi? Onu neden duyamıyordum? Neden hiçbir şey söylemiyordu!
Bağır Deniz. Saldır ona. Seni üzerinden alana kadar yumruklarını suratına geçir. Hadi. Yap Deniz.
Dudaklarımı araladım ama öylece kaldım. Tek kelime edemedim. Yapabildiğim yalnızca gözlerimi, çattığım kaşlarımın altından yüzüne dikmekti ki gözlerimin önünde mümkünmüş gibi daha da irileşiyordu, beni tek seferde yutacakmış gibi büyüyordu. Kanlı göğsünü uçsuz bucaksız bir nefesle doldururken, "Duracaksın, küçük hanım." dedi. "Konu senin canınsa, benim kitabımda senin bile sözün geçmez."
Sessizlik odanın duvarlarına sıvandı. Hızlanan kalp atışlarımı duymasından endişe ettim. Kalbim hızlanmamalıydı ve Korkutel, hiçbir zaman o ritmi duymamalıydı.
"Abi." Cengiz bir kedi miyavlamasını andıran sesiyle, "Biz çıkalım mı?" diye sordu ama Korkutel'in onu duyduğunu sanmıyordum.
Bir şey yap, bir şey yap Deniz. Siktir. Bir şey söyle. Meydan oku. Ağzının payını ver ve defolup git!
"Eğer..." Eğer bir daha bana bağırırsan, bir daha bana emir verirsen, öldürürüm seni. "Eğer..." Kaldırdığım işaret parmağımı sallayamadım. Cümlemin gerisi dilimde yoktu.
İçimden koca bir çığlık atıp karşısından ayrıldım ama sarf edemediğim sözlerin üzerime çullanmasıyla gözlerim karardı. Yer ayağımın altından kayıp giderken kendimi çarpmanın acısına hazırladım ama düştüğüm yer beton değil onun güçlü kollarıydı.
"Poseidon!" dedi Nevşin. "O iyi mi?"
Kapanan gözlerime hükmüm geçmedi ama bedenimin havalandığında, onun erkeksi vanilya kokusuyla iç içe geçtim. "İyi." dediğini duydum, beni dikkatle kollarına yerleştirirken. Sesinde az önceki öfkenin kırıntısı yoktu. "Yalnızca iyileşiyor."
*
Müthiş bir baş ağrısıyla gözlerimi açtığımda baskın fakat isimlendiremeyeceğim duyguların boyunduruğu altındaydım. Bana ne olduğunu bilmiyordum fakat olan her neyse artık yenemiyordum. Yenmek için yaptığım her hamlede bir kılıç darbesi daha yiyor ve bu kez tümüyle alaşağı oluyordum.
Saatlerdir yataktan çıkmamıştım. Sabah olmuştu; öğlen ve akşam olmuştu ama yattığım yerden kıpırdamamıştım bile. Düşünüyordum. Kurtuluşuma uzanacak yolu ve o yolu olabilecek en hasarsız şekilde nasıl tamamlayacağımı bulmaya çalışıyordum.
Gün içinde kapı birkaç kez çalınmıştı. Yemeğimin geldiği bildirilmişti ama onlara söylediğim tek şey defolup gitmeleri olmuştu. Benim karnımı değil, zalim ruhumu duyurmama ihtiyacım vardı.
"Fransa'ya dönmem lazım." diye mırıldandım bocalarken. Dizlerimi karnıma çekip cenin pozisyonu aldığımda, gözlerimin önüne getirmeye çalıştığım yüz anneme aitti. "Annemin evine gitmeliyim, onu hatırlamalıyım."
Evet, çözüm buydu. Annemi hatırlamak, bana gücümü de hatırlatacaktı. Zayıflayan tüm yanlarıma yama olacaktı.
"Fransa'ya dönersem beni ifşa etmesinin bir önemi kalmaz. Yeni bir kimlik ve sağlam bir estetik operasyondan sonra hayatıma doğduğum topraklarda devam edebilirim."
Burgonya Kızı sessizdi. Onu duyamıyordum. Neden onu duyamıyordum?
Kapının tıklatılması ile, adamlardan birinin sesini duydum. "On dakika sonra yola çıkacağız. Hazırlanın lütfen."
Açtığım gözlerimi kapıya dikip, dişlerimi sıktım. Arınmanın üyeleriyle tanışma zamanım gelmişti. Görevim, benden vazgeçmelerini sağlamaktı. En azından Korkutel'in benden beklediği buydu. Yataktan çıkarken gülümsedim.
"Hayatım boyunca kimsenin kuklası olmadım. Bana ne yapıyorsun, bilmiyorum. Ama senin de olmayacağım."
On beş dakika siyah bir minibüsün içindeydim. Nevşin ile karşılıklı koltuklarda oturuyorduk. Diğerleri ön kısımdaydı ama Korkutel'in kokusunu henüz almamıştım. Gecenin karanlığında yol alırken, üzerimde siyah bir pantolon, aynı renk kemik atlet ve blazer ceket vardı. Saçlarımı tepede sıkıca toplamış ve suratımı makyajsız bırakmıştım. Nevşin'in kaçamak bakışları berbat halde olduğunu bildiğim gözlerime uğruyordu ama hiçbir şey söylemeden yola bakmaya devam ediyordu. Üzerinde dünkü kıyafetlerinin aynı vardı, tek bir farkla. Dışarıdan bakıldığında normal biri anlamazdı ama kazağının üzerine geçirdiği deri yeleği silahla doluydu.
"Neden kimsesiz çocuklar?"
Üzerime dönen gözleri kısıldı. Sessizlikle geçen dakikaların sonunda bir soru yöneltmemi bekliyorsa bile o soru bu değildi.
"Bilmiyor musun?" dedi abartısız bir şaşkınlıkla. "Bildiğini düşünmüştüm."
"Sorgulayacak mısın yoksa cevap verecek misin?"
Cebine uzanıp sigara paketini çıkardı. "Rahatsız olur musun?"
"Bana da verirsen, hayır."
Birer sigara yaktık. Camı açmadığımız için içerisi kısa sürede duman altı olurken Nevşin üst üste üç nefes çektikten sonra bana odaklandı. "Çünkü kendisi de kimsesiz bir çocuktu."
Daha fazlasını öğrenmek isteyen yanım çırpınıyordu. Onu merak ediyordum. Nerede doğduğunu, kimlerin elinde büyüdüğü ve bulunduğu mertebeye ulaşırken geçtiği yolları merak ediyordum. Saçmaydı ama zihnimi kemiren bu isteğe karşı koyamıyordum.
"Sadece o değil." dedi Nevşin. "Kurt ve Cengiz de kimsesiz çocuklar." Burukça gülümseyip eğildi ve dirseklerini dizlerine yaslayıp sigarasından bir nefes de o şekilde çekti. "Hidayet ve Necati de... Ben de."
Birkez daha anlıyordum; Korkutel, görünenden daha fazlasıydı.
Daha birkaç gün önce o salak adamları nereden bulduğunu sorduğum için rahatsızlık duyduğumu hissettim. Oysa bu ben değildim. Kimseyi incitmekten, utandırmaktan geri durmaz ve pişman olmazdım.
"Profesyonelce değil." Arkama yaslanıp kabuğumu sağlam tuttum.
"Ama insanca." dedi Nevşin ve bu yeterliydi.
Tek bir yapıya rasgelmeden ilerlediğimiz son yedi dakikanın bitiminde minibüs ıssız bir arazide durdu. Aşağı indiğimde arazinin ortasına inşaa edilmiş dikdörtgen biçimindeki siyah konteynırın önündeydim. Basık ve alabildiğine genişti. Bir penceresi bile yoktu ama etrafında çok sayıda lüks araç ve koruma vardı.
Hidayet ve Necati yanımda bitti. Bu gece yakın korumam olmaları için emir almışlardı. Nevşin telsizle konuşarak minibüsten indikten sonra "İçeri geçebiliriz." dedi. "Bunu taktıktan sonra." Cebinden gümüş bir maske çıkarıp arkama geçti. "Gizlilik önemli, bilirsin."
Hareket etmeden, maskeyle gözlerimi ve burnumu kapatmasına izin verdim. İşi bittiğinde kolunu uzatarak önden ilerlememi istedi. Konteynerın çift kanatlı kapısı iki adam tarafından açıldığında, kulağıma ağır bir keman müziği doldu. İçeri geçtiğimizde kapı arkamızdan ivedilikle kaptıldı. İç alanı büyük ölçüde kaplayan gösterişli yemek masası boş yer kalmayacak şekilde donatılmıştı. Masanın üzerine belli aralıklarla dizilmiş kırmızı şamdanların yaydığı mum ışığı içeriyi aydınlatan tek kaynaktı. Masanın sol ve sağ köşesinde smokinli iki kemanist vardı ve ritmi bozmadan, sürekli aynı melodiyi döndürüp duruyorlardı. Masanın etrafına karşılıklı olarak dizilmiş yaklaşık yirmi adamın yüzlerindeki gümüş maskeler loş ışığın altında parlarken, karşımda kalan baş köşeye baktım. Orada maskesiz bir ihtiyar oturuyordu. Beni gördüğünde açtığı avucuna bastonu bırakıldı ve o bastondan destek alarak ayağa kalktığında gülümsedi.
"Hoş geldin, Burgonya Kızı. Biz de seni bekliyorduk."
Nevşin ve diğer ikisi belirledikleri köşelere dağıldı. İçeride başka koruma yoktu. Tek boş olan yer ise ihtiyarın karşısındaki ikinci baş köşeydi. Orayı işaret etti."Otur lütfen."
El oyması, yüksek sırtlı sandalyenin başına ellerimi yerleştirdim. "Benim için baş köşeyi mi ayırdınız?"
İhtiyar kısa boylu ve tombuldu. Saçları büyük ölçüde seyrekleşmişti ama beyaz sakalları gür ve uzundu. Ağzının içinden gülerken, "Aslında," dedi en az kendisi kadar ihtiyar olan sesiyle. "O köşe kıymetli yeğenime ait. Kendisi tam bir centilmen olduğundan bu gece senin oturmanı istedi." Bakışları arkama takıldığında gülümsemesi genişledi. "Hah! İşte kendisi de geldi."
Kendinden emin adımlarla yaklaştı ve iri varlığıyla sağ tarafımı doldurdu. Başımı yavaşça ona çevirdim. Üzerinde kadife bir smokin, yüzünde ise benim yüzümde olan maskenin aynısı vardı. İfadesinden mahrum olsam da bana gözleriyle gülümsediğini görebiliyordum. Hafifçe eğilip elimi tuttuğunda bir bacağını diğerinin arkasına attı ve nazikçe kaldırdığı elimin üstüne dudaklarını bastırdı. "Bir centilmen olduğum için değil." diye fısıldadı, başını kaldırmadan. "Daima baş köşeyi hak ettiğin için."
Ama birisi duymuştu. "Gerçekten hak ediyor mu, Poseidon?" Ayağa kalkan maskeli adamı tanıyordum. Daha önce görmüş değildim ama sesi... Sesi Batı Sungurlu'ya aitti. "Gerçekten daima baş köşeyi mi hak ediyor? diye sordu.
"Sungurlu." İhtiyarın sesi uyarıcıydı. "Davranışına anlam veremedim, evlat. Burgonya Kızını burada isteyen en başta sendin."
Maskenin açıkta bıraktığı dudakları gülümsedi Batı'nın. Uzun boylu ve genç bir adamdı. "Bu doğru Necmettin Bey. Bana bizzat sordunuz, babanın katilini örgütümüzde istiyor musun, diye." Masadaki kadehini aldı ve masadakilere bakarak kaldırdı. "Ben de sizlere Burgonya Kızının yalnızca bir aracı olduğunu, asıl düşmanınmın onu tutanlar olduğunu söyledim."
Korkutel, "O zaman neden zırlıyorsun?" diye soduğunda tüm bakışlar üzerimize çevrildi ve elim hala onun elindeydi.
"Zırlamak?" Kadehini dudaklarına yaklaştırdı, tek seferde başına diktikten sonra sertçe masaya koydu Batı. "Yerinde olsam bunu akıllıklık olarak adlandırırdım. Gerçeği söyleseydim onu asla bulamazdım ve onu bulamasaydım." Eli beline uzandığında ölümün soğuk sinyalleri konteynırın içine düştü. Korkutel tuttuğu elimi kendine çekti ve bedenlerimiz birbirine çarparken, Batı bir silah çıkarıp bana doğrulttu. "Babamın intikamını alamazdım!"
Bu bir film değildi. Çünkü katil aptal değildi. Konuşarak kurbanını elinden kaçırmak istemediği için bir saniye bile düşünmeden tetiğe davrandı.Namlunun ucundan çıkan kurşun göğüs kafesime saplanırken, beni üzerime kapanan Korkutel bile kurtaramamıştı.
Nefesim kesildi. Göğsümde tüm yangınlara kök söktürecek bir yangın başladı. Onunla birlikte yere düştüğümüzde kesilen keman müziğinin yerini bağırışlar ve kaçışlar aldı ama asıl çığlık kafamın içinde kopanlardı.
"İyi misin!" Bedenini üzerimden ayırmadan başını geri çektiğinde göğsümdeki kanamayı fark etti. Bedenime yapışık olan bedeninin kasaktı kesildiğini hissettim. Elleri, tutuşu, gözleri kilitlenip kaldı. Nefes almadığına yemin edebilirdim. "Ben..." Sesi titredi bakışları yüzüme çıkarken. Koruyamadım mı seni?"
Konuşamadım. Bildiğim tüm sözcükler terk etti. Tüm renkler gözümün önünden birer birer silinirken, bir tek o kaldı geriye.
"Hayır!" Sesi yara bere içinde kalmıştı. "Hayır, bir kez daha gidemezsin. Duydun mu, bir kez daha izin veremem." Bu bir haykırıştı. Başımı ellerinin arasına aldı. Tuzla buz olmak üzere olan bir cama benzeyen gözleriyle gözlerime bakıp, "Maviş," dediğinde sesi ruhundan kopup ruhuma damladı. "Gitme, maviş..."
Varlığı yine o küçük çocuğun siluetine büründü ama bana birkez daha "Maviş," dediğinde siluet yok oldu. Gerçek bir erkek çocuğuna dönüştü gözümün önünde, usulca.
Ve ben o çocuğu tanıyordum.
"A-asil..."
Bir hayalin yankıları canlandı belleğimde. Bir yıkımın soğuk solukları kulağımın kıvrımlarında gezinmeye başladı.
Bana maviş diyen o çocuk elimden tuttu, benimle oynadı, benimle koştu, beni korudu ve bana masal anlattı.
Alnını alnıma bıraktığında elleri yüzümü o kadar sıkı tuttu ki yalnız bırakılmış tüm yanlarımı varlığına bulaştırdı. "Hatırladın mı," Gözlerini sıktı. Gözlerime gözyaşı damladı."Hatırladın mı beni, güzelim benim."
Mumlar sönmüştü, çok karanlıktı. İnsanlar gitmişti, etraf ölüm sessizliğiydi.
Son nefesim dudaklarımı arasından uçup giderken, "Hatırladım." diye fısıldadım. "Hatırladım, zürafa."
🕯🕯🕯
Kesitler ve diğer şeyler için bana instagram kanaldan ulaşabilirsiniz. / _durumavii
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
23.93k Okunma |
1.75k Oy |
0 Takip |
23 Bölümlü Kitap |