12. Bölüm

10. BÖLÜM: "KÜÇÜK KIZ ÇOCUĞU"

Durumavii
durumavii

Uzun, çokça emek verdiğim bir bölüm oldu. Motive kaynağım olan oy ve satırarası yorumlarınızı lütfen bırakmadan geçmeyin.

 

Jamie Duffy ~ Solas

 

Teddy Swims~ Lose Control

 

Kolpa~ Unutmadım

 

Keyifle okuyun.

 

🕯🕯🕯

 

Bazı yağmurlar yüzlerce yıllık taşları eritirdi.

 

Bazı yağmurlar kalpteki pası söküp atardı.

 

Bazı yağmurlar konuşurdu. Anlar ve anlatırdı.

 

Kurt, adı Bade olan o kadını tenini ıslatan yağmurlara benzetiyordu.

 

Çünkü taşlaştığı sandığı kalbi onu ilk gördüğü andan beri o kadar da sert değildi. Üstünü kaplayan ne kadar günah varsa onu düşündüğünde arınıyordu ve sadece birkaç kez gördüğü kadının hayaliyle konuşurken buluyordu kendisini bazı gecelerde.

 

Hatta dün gece, “Sence ben çok kötü bir adam mıyım?” diye sormuştu. “Tamam, kötüyüm de çok mu kötüyüm?”

 

“Evet,” demişti hayal Bade. “Sen kötü bir adamsın.”

 

Sonra hayali kaybolmuştu. Çünkü altıncı kadeh rakısı bitmişti.

 

Şimdi ise kendisini gerçek Bade’ye ulaştıracak basamakları çıkıyordu. Birazdan yaşadığı eve girecekti. Birazdan… Sıkıntılı bir nefes verdi, tesbihini parmaklarının arasında bir tur döndürdü. Bir karar verilmişti. O kararı, öl dese geri çeviremeyeceği insan vermişti. Mutlak suretle yerine getirecekti.

 

“Hadi Kurt.” dedi kendine. “Ne demiştik? Gözlerine bakmak yok. Hep başka tarafa bakacaksın. Duvara bak. Mükemmel fikir aslanım. Mis gibi duvar varken niye bakayım o kızın insanı içine hapseden yeşil gözlerine?”

 

Senin vereceğin tesellinin de amına koyayım, dedi, yine kendine.

 

Çıktı son basamakları da. Derin bir nefes aldı. Kapıyı çalmak için elini kaldırdığında duraksadı. Zaten çatık olan kaşları daha da çatıldı. Çünkü kapı zaten açıktı. Elini beline atıp silahının kabzasını tuttu. Kapıyı sessizce, geçebileceği kadarıyla araladıktan sonra koridora ulaştı. Çok değil, birkaç adım attığında sağında ve solunda karşılıklı iki kapı vardı. Önce sağdakine baktı. Orası düzenli bir mutfaktı; ocağın üzerinde fokur fokur kaynayan bir yemek vardı ama içeride kimse yoktu. Geri çekilip sol kapıdan baktı ve aynı saniye bakmamış olmayı diledi.

 

Bade içerideydi. Köşedeki tekli koltuğa oturmuş, ayaklarını koltuğun üzerinde toplamıştı. Bebeği kollarındaydı, küçük kızının karnını doyuruyordu.

 

Kurt, hayatında ilk kez bakışlarına engel olamadı. Yanlıştı. Çok yanlıştı ama bildiği halde bulunduğu kapı aralığından bir adım geri çekilemiyordu.

 

Bade, incecik sesiyle bebeğine şarkı söyleyerek onu emziriyordu. Kurt’un bakış açısında genç kadının sırtı ve iştahla emen bebeğinin pembe suratı vardı. Bade’nin parmakları, bebeğinin henüz bir tüy gibi incecik olan saçlarında gezerken, Kurt, kadının yüzünü gömüyordu ama gülümsediği hayal edebiliyordu. O hayal, adamın da dudaklarında ipe sapa gelmez bir tebessüm bırakırken, bebeğin boğazına kaçan bir damla süt öksürmesine sebep oldu. Bade panikle bebeğini doğrulttu ve sırtını sıvazlamaya başladı. Kurt da aynı paniğe kapılarak elindeki demir kelepçeyi yere düşürdü. Kelepçenin parkeyle buluşması öyle gürültülü bir ses çıkardı ki Bade bir “Hi!” nidası eşliğinde arkasını döndü.

 

Kurt’u görmesiyle açılan gözleri çok daha büyük bir korkuya peyda oldu. Hızla kazağını indirdi ve bebeğine sıkıca sarılarak “Sizin burada ne işiniz var!” diye sordu.

 

Kurt, onu daha fazla korkutmamak için bir adım bile yaklaşmadan kapı aralığında durmaya devam etti. “Ben,” Başıyla kapıyı işaret etti. “Kapı açıktı. Seslendim ama duymadınız. Ben de şeyden,” Yutkunarak boğazını temizledikten sonra “Bir sorun var mı, diye bakmak istedim.” dedi.

 

Bade, adamın sözlerinin doğruluğundan şüphe etmedi çünkü şarkı söylerken algılarını tamamen kapatır ve başka hiçbir şey duymazdı. Sakinleşerek, memesinde uyuklamaya başlayan kızını daha derin bir uykuya geçirmek için kollarında hafif hafif sallamaya başladı. “Sizi tanıyorum, yani görmüştüm. Aylar önce Deniz Abla için gelmiştiniz.”

 

Kurt başını salladı. Genç kadının ne kadarını bildiğini bilmiyordu. “Evet.”

 

“Ama Deniz Abla evde yok. O son gördüğünüz beri de hiç uğramadı.” Sesindeki üzgünlük çok belirgindi. Uzun zamandır görmediği Deniz’i merak ediyordu ama ona nasıl ulaşacağını bilmiyordu. “Siz onu hiç gördünüz mü?”

 

“Buraya onun için geldim.”

 

Bade’nin yüzü güldü. Kurt, o gülümseyişten cesaret alarak kapıdan içeri girdi ve karşısında durdu. “Buraya Deniz için geldim ama Deniz’i görmek için gelmedim.”

 

Bade hiçbir şey anlamamıştı. Yosun yeşili gözlerini adamın koyu kahve gözlerine kaldırırken, “Ne demek istediniz?” diye sordu. “Hiç anlamadım.”

 

Kurt’un dudaklarını aralandı. Konuşmaya hazırlandı ama tüm kelimeler boğazına yapışmış gibi dışarı dökülemedi.. Oysa yolda gelirken defalarca söylemesi gerekenleri tekrar etmişti.

 

Planı, mümkün olduğunca kadının gözlerine bakmamak ve yapacağını tek nefeste söylemekti.

 

Gerçekleşen ise kadının gözlerinden ayrılmayan gözleri ve ölüm sessizliğiydi.

 

İçinden, “Hadi oğlum.” dedi kendine. “Hadi lan, yapabilirsin. Buraya yapmak,

için geldin. Kimse senden yapmanı istemedi. Görev Cengiz’indi. Sen öne atılmadın mı? Ben yaparım, demedin mi? Eşek gibi yapacaksın şimdi.” Bakışları kadının ayak bileğine düştüğünde, “İncecik.” diye geçirdi. “Bu koyduğumun demir kelepçesi de çok ağır. Acıtır mı canını?”

 

“Söyle.” dedi Bade. Gözleri dolmuştu, anlamış gibiydi ve ilk kez sen, demişti karşısındaki adama. Gülümsemeye çalıştı. “O kadar da kötü olmasa gerek.”

 

Kurt, başını eğdi. Omzunun üzerinden yerdeki kelepçeye baktı. İkisi de hiçbir şey söylemedi.

Neredeyse bir dakika sonra Bade, kızı Duru’yu tekerlekli küçük beğişine bıraktı, üzerini örtüp tülünü kapattı. Sonra kapıya yürüdü, eğildi ve kelepçeyi aldı. Tahmin ettiğinden daha ağırdı. Kelepçeyle birlikte Kurt’un yanına geri döndüğünde tek bir soru sordu.

 

“Neden?”

 

Kurt, Bade’nin bakışlarından köşe bucak kaçmayı nihayet başardı. “Öyle olmak zorunda.”

 

Bade, Kurt’un ona verebilecek bir cevabı olmadığını anladı. Birkaç saniye içinde mantıklı düşünmeye çalıştı. İçeriğini bilmese de Deniz’ yapmaması gereken bir şey yaptığını biliyordu. Bir gece vakti yarasını dikmek zorunda kaldığında bunu anlamıştı: Şimdi her ne olacaksa, Deniz’i tanıdığı için olacaktı. Belki bebeği olmasa karşı koyabilirdi ama o durumda bile Kurt gibi bir adamı yenebilmesi mümkün değildi.

 

“Yapmak zorunda mısın?”

 

Kurt, kendine söve söve hafifçe başını salladı. Derin bir nefes aldı ve avucunu açtı. “Uzun sürmeyecek.”

 

O kelepçe neydi? Nedendi? Bade hiçbirini bilmiyordu. Tek bildiği takmak zorunda olduğuydu.

 

Tek halkalı kelepçeyi adamın avucuna bırakıp koltuğa oturdu. Ağlamamak için dudaklarını dişlerken, bakışları halını desenlerinde gezinmeye başladı. “Hazırım.” Eteğini yukarı çekip sol ayağını açtı. “Takabilirsin.”

 

Kurt, dağıldı. Karşı koymasını bekliyordu. En azından bağırıp çağırmasını, kötü sözler söylemesini bekliyordu. Eğer karşı koysa işi daha kolay olacaktı. Saçmaydı ama onun doğrusu buydu. Karşı koysa onu kıskıvrak yakalar ve takardı ayağına kelepçeyi.

 

“Ama böyle olmaz.”

 

“Anlamadım.” dedi Bade. “Ne böyle olmaz?”

 

Kurt, istemeden Bade’ye baktı. “Dışımdan mı söyledim ben onu?”

 

Bade oturduğu yerden ona bakmaya devam ederken başını salladı.

 

“Kafayı da yedik iyi mi?” Kelepçeyi avucunda sıkarken, kendini hakikate odakladı. Hakikat, elindeki demir parçasının ölümcül olmaktan uzak olduğuydu.

 

Bade’nin ayağına takacağı masum bir kelepçeydi.

 

Tıpkı Deniz’in bileğindeki o masum kelepçe gibi…

 

Özel olarak yaptırılan kelepçeye yalnızca takip cihazı ve bazı özellikle eklenmişti. Onu tehlikeli kılan, tehlikeli sanılmasıydı. Bu gerçeğe sığınarak eğildi ve kelepçeyi Badeni’nin sol ayağına taktı.

 

Ayağa kalkıp arkasını döndü ama gitmeden önce bir şey söyleyecekti. Yutkundu, dudaklarını araladı ve hayatında ilk kez o iki kelimeyi söyledi.

 

“Özür dilerim.”

 

🕯

 

Arınmanın katili.

 

Benden istedikleri buydu. Arınmanın kıvrak zekalı, seksi katili olmam…

 

Korkutel ile kesişen bakışlarımız son derece kanlı bir hikaye yazmaya başlarken, dudaklarımda ona ithafen nefis bir gülümseme belirdi. Başka bir zamanda söylemem güçtü ama şu an tek hamlede indirebileceğim kadar boşlukta görünüyordu. Bir ayağını çukura çekmiştim, boşluğa darbe indirip onu darmadağın etmiştim ve bunun bana verdiği haz paha biçilemezdi.

 

Küçük Sungurlu’nun “Beni ciddiye al Poseidon!” diyen sesini işittim. Sanırım Korkutel’i sürüklediğim sessizlik kılıfı karşısındaki adamı bir parça öfkelendirmişti. “Buraya bir cevap almak için geldim.”

 

Korkutel, başını kaldırmadı ama bakışlarını benden resmen kopararak Sungurlu’yla buluşturması başkaları için oldukça ürkütücüydü. Karşısındaki adamın gürleşen sesi hoşuna gitmemişti. Bir an için boğazına sarılacağını ve onu buracıkta öldüreceğini düşündüm.

 

“Yukarı çık, Batı.” dedi tane tane ama aslında her hecenin içine bir küfür gizlenmişti. “Ve bunu sana son kez söylüyorum.”

 

Batı Sungurlu’nun sert bir nefes verdiğini duydum. Muhtemelen bir cevap vermek istemişti ama Poseidon'un gözlerinde şimşek çakarken yememişti. Saniyeler sonra uzaklaşan adım sesleri duyuldu.

 

Korkutel’in bakışları yeniden üzerime çevrildiğinde göğsüm hala büyük avucunun arasındaydı. Sayemde sıkıca kavramıştı ve neredeyse emindim, bu kez bana karşı koyamazdı. Başımı arkamdaki duvara yaslayıp gülümsemeye devam ettiğimde attığı tek adımla aramızdaki tüm mesafeleri sikip attı.

“Sen.” dedi yakıcı tonlamasıyla. O kadar yakındı ve bana o kadar üstten bakıyordu ki ağırlıklı olarak nane, bir parça da sigara kokan nefesi ve açık düğmelerinden süzülen erkeksi kokusunu üzerimde iddialı bir hakimiyet kurmaya çalışıyordu. “Ne yaptığını sanıyorsun?”

 

Bana hesap soruyordu ama aslında hesap sorduğu bizzat kendisi gibiydi. Göğsünü keskin bir nefesle şişirdi ve Dünyanın en zor şeyine hazırlanıyormuş gibi omuzlarını gerip elini sert bir şekilde göğsümden ayırdı

 

“Ne yapıyormuşum?” Parmak uçlarımda yükselip, aramızdaki mesafeyi bir miktar kapattım ama gelebildiğim nokta yalnızca boynuydu. “Küfretmedim, kaçmaya çalışmadım, zehirlemedim.” Dilimi üst dişlerimde gezdirip, eğlenişimin ses tonuma yansımasına izin verdim. “Yalnızca Dünyanın sekizinci harikasına dokunmanı sağladım. Ne bileyim bu kadar kendini kaybedeceğini…”

 

Parmakları bu kez her iki koluda sardığında kaslarım istemsizce ellerinin altında şişti. “Kendimi kaybetmedim.”

 

“Öyle mi?” Bakışlarımı direkt olarak pantolonunun önüne düşürdüğümde seslice kahkaha attım. “O yüzden önünde çadır kurdun.”

 

Kızmaya devam etmesi olasıyken, dudaklarının belli belirsiz kıvrılmasıyla gözleri de kısıldı. Kasıklarında sızlama hisseden taraf yalnızca o değildi. Bir itiraf; iki metreyi aşan boyu, kaslı omuzları, bronz teni ve kusursuz bir simetriye sahip olan yüzüyle gördüğüm en yakışıklı adamdı. Bu detay tek başına Burgonya Kızını etkilemeye yetmezdi ama dokunuşunun verdiği uyarılma işlerin rengini değiştiriyordu. Sert ama buğulu sesi, parfümüne karışan erkeksi kokusu bacaklarımın arasında afrodizyak etkisi yaratıyordu.

 

Aramızda yoğun ve inkar edilemez bir çekim vardı.

 

“Gereksiz bir karşı koyuş bu. Hormonlarında savaşamazsın.” Başımla yatağı işaret ederken, dudaklarımdaki gülümsemenin yerini bakışlarımdaki ateş aldı. O üzerindeki pahalı takımla bu dağınık, fakir ve loş bodrum katına yakışmıyordu. Doğrusu, asıl pahalı olan duruşuydu. O heybetli ve kararlı havasıyla birçok mevkiiyi yanında sönük bırakabilirdi. “Yoksa… Prensip olarak çalışanlarını si-”

 

“Doktor!”

 

Başımı omzuma eğerken nefesimi usulca yüzüne üfledim. “Doktor mu?” Bana birkez Deniz, dediğinde bu şekilde devam edeceğinden şüphem yoktu ama her ne olduysa yine adımı söylemekten kaçtı. Adımı söylemedi. Söylemek istemedi. Vardı nedeni. “Yoksa bu bir fantazi mi? Üzgünüm, önlüğüm yanımda değil.”

 

Beni ciddiye almak yerine bakışlarını çıplak göğüslerime düşürdü.

 

Sikerler, dedi Burgonya Kızı. Herif resmen gözlerinin memelerinden alamıyor, Deniz. Bu işin bu kadar kolay olacağını bilseydik, baştan açardık.

 

“Hayırdır, yoksa meme fetişi falan mısın?” Alaycı sesim ona uğradığında bana ters bir bakış attı, dikkatle aranmaya devam etti. Aradığını bulduğunda da yeniden sol göğsümün bitişiğindeki o benin üzerinde kaskatı kesilmişti. “Hareket etme.” Kollarım hala parmaklarının esaretindeyken, eğilmeye başladı. Saniyeler sonra göğsümün ağzının içinde olma düşüncesi konuşacağım tüm kelimeler boğazıma dizmeye yetti. Eğilebildiği kadar eğildi, yüzü göğsüme çok yaklaştığında ve nefesi oraya vurduğunda elimde olmadan gözlerimi kapatıp alt dudağımı dişledim.

 

“Bu ben…Bu, gerçekten ben.”

 

Ona bakmak için belki de ilk kez başımı eğmek zorunda kaldığımda gözlerimi açtım. Ellerinden birini kolumdan ayırdı. Bu adamın bir sonraki hamlesini tahmin edememek bir yandan sinirlerimi bozarken, diğer yandan heyecan veriyordu. Bir süre havada kalan eli en sonunda göğsüme, tam baktığı noktaya doğru yol almaya başladığında, diliyle alt dudağını ıslattı. Düzensizleşmeye başlayan nefesi heyecanlandığının göstergesiydi ama onun gibi bir adam bir kadının sadece göğsüne dokunduğu için heyecanlanamazdı. Ya da… Yaklaştıkça diğer parmaklarını avucuna kapattı, yalnızca işaret parmağıyla tenimdeki ben dokunduğunda, gülümsedi.

 

Dudaklarını daima mesken tutan o gizli saklı gülümsemelerinden biri değildi bu; bir hazine bulmuş gibi açıkça gülümsüyordu.

 

“Yarım ay,” diye fısıldadı. Yine gözlerini kapattı ve kendi içinde bir şeyleri sindirmeye ya da hatırlamaya çalıştı. “Tesadüf değil.” Açtığı gözleri yüzümdeydi. Başını kaldırmadan, uzun kirpiklerinin altından bana baktı. Onu son gördüğümdeki gibi değil; onu zehirlediğim günki gibi… Sarılarıyla bakışlarımın tüm hudutlarını ihlal ederken gülümsemesi genişledi ve bu anlamsızdı. “Göğsünde yarım ay şeklinde bir ben var, doktor hanım.” Herif resmen göğsümde bir ben gördü diye sırıtıyordu.

 

“Sen.” dedim sabırsızca. “Göğsümdeki bene bakmak için mi eğildin?”

 

Doğrulmasıyla parmağı benden uzaklaştı. Tek kolumu da özgür bıraktı ama gözleri gözlerimden bir yere ayrılmadı. “Edepsiz misin sen biraz?”

 

Tekrar yatağı işaret ettim. “Beni oraya götürür, sana ne kadar edepsiz olduğumu göstereyim.”

 

Emir kipiyle konuşan Batı Sungurlu’yu gözleriyle bin beş yüz yerinden bıçaklamamış gibi benim emrime karşılık gülümsemeye devam etti. Saniyeler önce benime dokunduğu parmağıyla hafifçe burnuma vurduğunda kalakaldım.

 

Cidden şu an beş yaşındaki bir kız çocuğunu gördüğü muameleyi görmüş olabilir miyim?

“Sen kimin burnuna vurdun lan?”

 

Sol kolunu kulağımın yanından geçirip duvara yasladığında ağırlığının önemli bir kısmını sol ayağına bıraktı ve aynı yakınlıktan bana bakmaya devam etti. Başımızın üzerindeki yanıp yanmamak arasında gidip gelen vasıfsız ampül ve koridordan içeri sızmaya çalışan titrek floresan ışığı göz bebeklerine oturmuş parıltıyı gizlemiyordu. Bu herif benimle ilgili bir şeyler yaşıyordu ve benim hiçbirinden zerre haberim yoktu.

 

“Yoksa sen…” Öyle gülümsüyordu ki şimdi onu derdest edip azraile teslim etsem, gülümsemeye devam edecekti. Parlayan kısık sarılarının arasından karış karış yüzüme bakarken, “Benimle film mi çevirmek istiyorsun?” diye sordu.

 

Alay etmiyordu. Ciddi de değildi. Ben nasıl ki kendimi onu öldürmek için tuttuysam, o da kendini beni delirtmek için tutmuştu sanki.

 

“Seni de oynadığın oyunu da…”

 

Bakışlarının omzumdan akan saçlarıma kaymasıyla aklından bir şeyler geçtiğini anladım. Elini kaldırdığında “Hayır!” dedim sertçe ama durmadı. Parmaklarını saçlarımdan geçirdiğinde avuçlarımı göğsüne koyup onu sertçe itmeme rağmen sadece bir adım geri çekildi.

 

İşaret parmağımı sallayarak üzerine yürüdüm. “Eğer bir daha saçlarıma dokunursan seni uykunda boğar, kalbini köpeklere yem ederim!”

 

Daha fazla gülümsedi. “Edersin.”

 

“Çok ciddiyim Korkutel. Bir daha saçlarıma dokunmaya kalkarsan seni pişman ederim.”

 

Eğdiği başını hafifçe salladı. Öfkeme karşılık dudaklarındaki gülümsemeyi bastırmaya çalışıyordu ama o gülümse çok açık bir şekilde bakışlarını da ele geçirmişti.. “Bunu hatırlatacağım.”

 

“Benimle oyun oynamayı kes.”

 

“Seninle oyun oynamıyorum.”

 

“Oynuyorsun.”

 

Adımları geriye doğru ilerledi. Bir, iki, üç… Dolabın yanında durdu. Tişörtlerden birini alıp yeniden bana yaklaştığında, gözlerini yüzümden ayırmadan tişörtü göğsüme bastırdı. “Burası sandığımdan daha soğuk.”

 

Tişörtü çekiştirerek elinden aldım ve hızlıca başımdan geçirip karnıma indirdim. “Yoksa üşümemi istemiyor musun? Uuu…” dedim dudaklarımı gösterişli bir şekilde uzatarak. “Gözlerimi yaşartıyorsun, Korkutel.”

 

Ben konuşurken bakışları etrafta gezinmeye başlamıştı. Burada bulunmaktan çok, bu yerdeki detaylardan memnun olmayan bir hali vardı. Beni kasten buraya tıkmamış gibi!

 

“Beni bunlarla korkutamazsın.” Onun gibi bakışlarımı etrafta gezdirdim. “Nasıl berbat yerlerde uyuduğumu bilseydin, buranın bana leblebi gibi geleceğini bilirdin.”

 

Onu öfkelendirecek bir şey söylememiş olmama rağmen gülümsemesi ağır ağır uzaklaştı. “Hesabıma yaz.”

 

“Ne?”

 

Adımları kapıya ilerledi. “Hesabıma yaz.” dedi bir kez daha ve kapının ağzında duraksadı, o güçlü bir adamdı ama şimdi bir kabahat işlemiş gibi zemine muhlanmıştı bakışları.“Uyuduğun tüm o berbat yerleri, yaz hesabıma.”

 

🕯

 

Çoklu adım seslerinin kulaklarıma uğramasıyla birkaç saatlik uykumdan uyandım. İki adamın dolaptaki eşyalarımı kolilere yerleştiriyordu. Bunun gördüğüm garip rüyanın devamı olmadığına emin olmak için kirpiklerimi kırpıştırdığımda karşımda hala iki herif vardı ve hala o lanet elleriyle eşyalarıma dokunuyorlardı.

 

“Lan!” Yataktan doğrulduğumda ellerindeki eşyalarımla duraksadılar. “Ne yapıyorsunuz oğlum eşyalarımla?”

 

Afallayarak birbirlerine baktıktan sonra adının Hidayet olduğunu bildiğim ve Hido, diye hitap ettikleri adam söze girdi. “Eşyalarınızı topluyoruz.”

 

“Hadi ya!” Doğrulup yatakta dizlerimin üzerinde durdum. “Ben de armut topluyorsunuz sanmıştım.”

 

“Anlayamadım.”

 

Anlamadığının suratından oluk oluk aktığını dillendirmeden, “Kimden izin aldın?” diye sordum. “Odama dalıp eşyalarımı toplamak, ne alaka?”

 

“Poseidon'un emri.” Bu kez konuşan arkadakiydi. “Sizi yukarıdaki odaya almamızı istedi.”

 

Vay canına! Korkutel’den bir sürpriz hamle daha.

 

Uykuya dalarken, gitmeden önce söylediklerini düşünmüştüm fakat bir sonuca ulaşamadan zıbarıp kalmıştım. O herif kafamı karıştırıyordu. Benimle fırsat bulduğu her an oyun oynuyor, algılarımı uzay boşluğuna fırlatıyordu. O kadar ki ona Batı Sungurlu’nun hakkımda söylediklerini bile soramamıştım.

 

Şimdilik amaçlarını değil ama Arınma, denen o örgütün ülke sınırlarına, hatta yurt dışına ulaşan güç ve nama sahip olduğunu biliyordum. İrlanda’ya uzanan kollarına birebir şahit olmuştum. Ve asıl sürpriz ise örgüt üyelerinin benim Arınma için çalışmamı istemeleriydi. İçimden bir ses bu kararın önünde Korkutel’in durduğunu söylüyordu.

 

“Tamam…” Kalçamı yavaşça yatağa bırakırken adamlara gülümsedim. Üst katta onun odası olduğunu biliyordum. Ona yakın olmak, Arınma hakkında bazı gerçekleri öğrenmem konusunda hiç şüphesiz yardımcı olacaktı. Sevgili patronumun cazip teklifi en çok da bu yüzden reddetmeyecektim. “Taşıyın bakalım eşyalarımı. Hazırlanıp çıkıyorum.”

 

Asansöre ulaşmak için sayısız basamak çıkmamız ironikti. Kabine adık attığımızda Hidayet yalnızca kendisinin görebileceği şekilde şifreyi girdikten sonra kapılar kapandı ve klasik müzik çalmaya başladı. İki kat çıktıktan sonra daha önce bir kez bulunduğum, spot ışıklarla aydınlatılmış geniş koridora ayak bastık. Bir adım önlerinden ilerlerken, kel olan kısa boylu adamın Hidayet’e sürekli olarak bir şeyler fısıldadığını duydum. Bir karın ağrısı vardı. Dikkatimi önemli ölçüde oraya verdiğimde Hidayet’in, “Başlarım senin horozuna Necati!” diyen sesi kulağıma ulaştı.

 

Horoz mu?

 

“Abi lütfen!” dedi kel Necati. “Hocam göndermiş köyden. Yok, diyemedim. Sordu odasının yanındaki odaya koydum.”

 

“Lan!” dedi Hidayet hararetli bir fısıltıyla. “Horuzu sorgu odamızın yanına mı koydun! Senin aklını sikeyim Necati. Ya Cengiz görürse!”

 

Necati korkarak içini çekti. “Hido lan, o değil de ya Kurt abi görürse. Zaten burnundan soluyor, mabadımızı kurşuna dizer yemin ederim.”

 

Hidayet, duymadığımı sandığı kısık sesiyle onu azarladı bir süre. Sağdan üçüncü odanın önünde durduğumuzda ise fısıltıları kesildi.

 

Sağdan üçüncü oda, onun odasının karşısıydı.

 

Gülümsedim.

 

Ah, Korkutel, demek beni karşında istedin…

 

“Bir misafiriniz var.” dedi Hidayet ciddiyetle. “İçeride sizi bekliyor.”

 

Ters bakışlarımı üzerine çevirdim. “Söylemeseydin hiç. İçeri girip kendim görürdüm.”

 

Koskoca adam utanarak başını eğdi. Diğerleri gibi kaslı falan değildi. Hatta sıska sayılabilirdi ama kemikli bir vücudu vardı. Saçlarının tepesi toplayabileceği uzunluktayken, yanları asker tıraşıydı. Saf ancak sadık bir karakter olduğundan emindim.

 

“Pardon abla.” dedi mahcup bir ifadeyle. “Bir dahakine sorarız.”

 

Odaya girmeden önce etrafıma baktım. Kattaki diğer kapılar şimdi girecek olduğumun birebir aynısıydı. Tahmin ettiğim gibi burada kendisini, adamlarını ve önemli misafirlerini ağırlıyordu. Üstte ise bir kat daha vardı ve yüksek ihtimalle orası bu kattan bağımsızdı. Sorgu odası, dedikleri oda orada olduğuna göre, başımın üzerinde epey kanlı bir koridor bulunuyordu. Sevdiğim gibi…

 

“Neyse.” dedim ağzımın içinden. “Onu da zamanla öğreniriz.”

 

Kulpu indirirken omzumun üzerinden kel olan adama baktım. “Necati.” dediğimde şaşırıp kaldı. Sessiz konuştuklarından emindi kendince. “Horozu kesip ye, böylece sorun ortadan kalkar.”

 

Cümlem bittiğinde gözleri yuvasından çıkacaktı. “Aman abla, gözünü seveyim, insan arkadaşını yer mi hiç!”

 

Hidayet onu öyle sert dürttü ki bir adım geri gitmek zorunda kaldı. “Girebilirsiniz, Deniz Hanım. Biz buralarda olacağız.”

 

“Eksik olmayın.” dediğimde Necati ciddiymişim gibi gevrek gevrek gülümsedi. Korkutel’in bu garip tipleri nereden bulduğunu gerçekten merak ediyordum.

 

İçeri geçip kapıyı kapattığımda görmeyi beklediğim sima karşımda duruyordu. Bade. Geniş odanın ortasına konumlandırılmış yuvarlak yatağın üzerinde oturmuş, beni bekliyordu. Kollarındaki bebeği uyuyordu. Onu izleyen gözlerini kaldırıp beni gördüğünde gülümsedi.

 

Ayak bileğindeki kelepçeye rağmen gülümsedi…

 

“Abla!” Birden ayağa kalkmasıyla bebeği uykusunda kıpırdandı. Sesini ayarlayamadığını fark ettiğinde hareketini kısıtlayarak bir süre bekledi. Sonrasında bebeği nazikçe yatağa bırakarak uyuduğundan emin olduktan sonra küçük adımlarla yanıma geldi. Yüzüme çok sevdiği birini yıllar sonra görmüş gibi bakarken, “İyisin.” dedi. “Çok şükür.”

 

Onun aksine sert ve sorgulayıcı bakışlarımı üzerine dikmiştim. Bileğinde benim yüzümden bir kelepçe vardı. Hiç tanımadığı adamlar tarafından buraya getirilmişti ve o adamların tekin olmadığını bilecek kadar zekası vardı. “Burada ne işin var?”

 

Kızdığımı anlayınca başını eğdi. “Birkaç saat önce kapıya gelip, beni beklediğini söylediler.”

 

“Sen de inandın mı?”

 

Başını kaldıracak gibi oldu ama vazgeçti. “Ama abla, karşımdasın.”

 

Gözlerimi bir saniyeliğine kapatıp sabırsızca nefeslendim. “Ayağındaki kelepçenin ne olduğunu biliyor musun sen?” Ayağımı uzattım, pantolonumu çekerek benimkini görmesini sağladım. “Bak, aynısından benden de var. Şimdi sen buna da mutlu olursun. Ne olduğu hakkında hiçbir fikrin yok!”

 

Başını kaldırıp yüzüme baktığında gözleri dolu doluydu. “Gidecek yerim yoktu. Olsaydı da gitmezdim. Çünkü hissettim, senin başın beladaydı. Nasıl giderim? Beni sana getireceklerini söylediklerinde içimden bir yük kalktı. Ben aylarca öyle korktum ki başına bir şey gel-”

 

“Gelse ne olur!” Bir adım attığımda irkildi ama geri çekilmedi. “Ben senin hiçbir şeyin değilim, Bade. Sen de benim değilsin. Şimdi olan ne, sana söyleyeyim. Hiçbir şeyin olan biri yüzünden başın belada.”

 

Gülmeye başlamasına anlam veremedim. Gözyaşı yanağına düşmeden elinin tersiyle silerken, “Aman abla.” dedi uzatarak. “Başım belanın içinde doğmuş zaten, kıytırık bir demir kelepçeden mi korkacağım.”

 

Kelepçenin işlevini bilmiyordu. Tahmine edebilmesinin de imkanı yoktu.

 

Söyle ona, dedi Burgonya Kızı. O aptala her an ölebileceğini söyle, Deniz.”

 

“Bade,”

 

“Efendim abla.” Devamını dinlemeden arkasını döndü ve yatağın dibine bıraktığı büyük bebek çantasına yürüdü. Çantadan çıkardığı saklama kabını açtığında odayı börek kokusu hızla odayı sardı. “Çi börek yapmıştım, hemencik kaba koydum. Yersin, değil mi? Burda çay var mıdır?”

 

İçimden küfürler savurdum ama ağzımdan biri bile dökülmedi.Yanına gidip börekten bir tane aldım ve sertçe ısırdım. Yine şahane yapmıştı. O da bir tane yerken, “İyi görünüyorsun he!” dedi yakın arkadaşıymışım gibi. “Sevindim. Valla yanaklarına renk gelmiş abla.”

 

Yatağa oturduğumda bakışlarım istemsizce bebeğine kaydı. Artık daha büyüktü. Yanakları daha etli, boyu daha uzun, kolları daha boğumluydu.

 

“Büyümüş, değil mi?”

 

“Daha da koca kafalı olmuş.”

 

Ağzının içinde börek varken dudaklarını birbirine bastırarak güldü. “Sorma abla, öyle obur ki. Hiç duymuyor. İliğimi kemiğimi kuruttu valla. Doğum kilosu falan kalmadı.” Haklıydı, neredeyse benimle aynı görünüyordu. “Ama öyle tatlı oldu ki… İçim gidiyor bakarken. Değişik değişik sesler çıkarmaya başladı. Sanki bana cevap veriyor.” Eğilip elinin tersini kızının şişko ve pembe yanaklarda gezdirdi. “Duru kızım benim.”

 

“Şu hastane odasında benzettiğim… Tekrar gördün mü?”

 

Bahsinin geçmesi bile gülümsemesinin silinmesine sebep oldu. “Yok abla. Görmeyeyim diye Duru’nun aşılarını yaptırmaya bile götürmedim.”

 

“Ne demek aşılarını yaptırmadım? O aşıları keyiflerinden yapmıyorlar, gerekli.”

 

Cevap veremedi. Korkuyordu. Kocası olacak o soytarıyla karşılaşmaktan, bebeğini kaybetmekten çok korkuyordu.

 

“Tamam.” Tam bir aptal gibi davranmaya devam ettim, bile bile. “Bir çözüm düşüneceğim.”

 

Yeniden gülümsedi ve bu kez kolumu da sıvazladı. “Sağol abla. İyi ki varsın sen.”

 

Kolumdaki eline yadırgayarak baktığım sırada aklıma telefonu geldi. “Bade, telefonunu aldılar mı?”

 

Başını salladı.

 

“O zaman benim için bir şey yapacaksın.”

 

“Ne istersen.” dedi. “Elimden ne gelirse.”

 

“Yazabileceğim bir şeyler var mı yanında?”

 

Çantasına eğilip bir süre karıştırdıktan sonra bir kalem, bir de kart çıkardı. “Sadece bu var ama yazacakların uzunsa…”

 

“Değil. Sadece bir numara yazacağım.” Kartı ve kalemi elinden alıp Harun’un numarasını yazdım. Kartı eline tutuştururken, dinlenme ihtimalimize karşı kulağına yaklaştım ve “Bu numarayı ara.” diye fısıldadım.. “Ve ona yerimi söyle. Gece yarısı müşteri kılığında buraya gelsin. Eşkalini biliyor olabilirler, kılık değiştirsın ve beni tanıdığını kesinlikle belli etmesin.”

 

Merakla yüzüme baktı ama soramadı. “Tamam abla.”

 

“Şimdi git. Çıkışta seni arayabilirler. Ne yap et o kartı yakalatma.”

 

“Kolayı var.” On saniye kadar karta baktıktan sonra yırtıp parçalarını komidinin üzerine koydu. “Ezberledim bile.”

 

“Unutma ihtimalin?”

 

Kaşlarını kaldırarak dilini damağına vurdu. “Benim ezberim çok kuvvetlidir abla, hiç merak etme sen.”

 

“Dediğin gibi olsun. Şimdi gidebi-”

 

Sözümü kesen beklenmedik sarılmasıydı. Bunu daha önce defalarca yapmışız gibi bir de sırtımı sıvazlarken, “Kendine iyi bak.” dedi. “Her ne oluyor bilmiyorum ama…” Geri çekilip gülümsedi. “Evinin kapıları sana her zaman açık ablam.”

 

Garip bir kızdı. Bu yaptığını bana başkası yapmış olsaydı savurmak suretiyle kendimden uzaklaştırırdım ama Bade… Farklıydı. Hayatımda ilk kez birinden şüphe duymuyordum. Bana zarar verme ihtimali kafamda sıfıra yakındı ve bu düşüncenin bana ait olamayacak kadar iyimser olduğunu biliyordum.

 

Yalnız kaldığımda gerçekleştirdiğim ilk şey rutubet kokan kıyafetlerden kurtulmak oldu. Artık banyo yapmak için kaldığım odanın dışına çıkmama gerek yoktu. Beyaz ve parlak fayanslarla kaplı banyodaki geniş küveti doldurup bedenimi içine bıraktığımda beni daha fazla mutlu eden şey küvetin kenarına bırakılan sigara ve içki şişeleriydi.

 

Tercih ettiğim keskin kırmızı şarabın yanına bir sigara yaktım. Başımı küvetin kenarına yaslarken, kafamdan geçen ilk soru neden burada olduğumdu? Beni günlerce o leş gibi bodrumda tuttuktan sonra ani bir kararla bu özel odaya almasının sebebi vardı.

 

Beni benzettiği şu kadın?

 

Onu zehirlemeden önce bu ihtimale daha fazla yükseliyordum ama onu ölümün kıyısına kadar götürdükten sonra gerçekten o kadın olmamın bile bir önemi kalmamalıydı.

 

“Sadece yakışıklı değil, aynı zamanda gizemli bir piç.” Şarabımdan büyük bir yudum aldım. İçimde onun için yanan bir merak ateşi vardı, her hareketiyle o ateşe odun atıyordu. Bu noktada bir karar vermem gerekiyordu ve ben de verdim.

 

Sadece Arınmayı değil, onu da çözecektim.

 

Banyodan çıktığımda kapının yanında, küçük bir kutunun içinde duran kıyafetlerime dokunmadım. Çünkü dolapta bir sürü kıyafet vardı, tamamı benim içindi. Birileri siyahı sevdiğimi unutmamıştı anlaşılan. Bedenime uygun siyah pantolonlar, siyah bluzlar ve kalın tabanlı siyah ayakkabılar özenle sıralanmıştı. Beyaz duvarlar ve aynı renk mobilyalara sahip odanın renkli tek ayrıntıları da bana aitti.

 

İç çamaşırlarına kadar siyahtı ama asıl şaşırtıcı olan, tamamı seksen beş olan sütyenlerdi.

 

“Vay canına…” Gülümsedim. “Avuç ölçün epey gelişmiş. Tek tutuşla nokta atışı…Profesyonel…”

 

Çıkmadan önce camları yokladım. Özel bir panjur sistemiyle kapatılmıştı. Havalandırma deliklerinden sızan temiz hava dışında elle açmak mümkün değildi. Bu sistemin tüm odalardan bulunduğundan şüphem yoktu ama muhtemelen daha önce sayılı olarak kullanılmıştı.

 

Sanırım benden korkuyorlar…

 

Giyinip odadan çıktığımda adamları söyledikleri gibi kapıda buldum. Necati bir köşede duruyordu, birbirine bağladığı kollarıyla küsmüş bir oğlan çocuğuna benziyordu. Hidayet istersem biraz daha uyuyabileceğimi söylediğinde bunun da patronunun kararı olduğunu düşündüm ve cevap vermek yerine asansöre yürüyüp mekandaki temizliğe katıldım. Saatler ilerleyip mekan dolmaya başladığında gözüm belli aralıklarla kapıya uğruyordu. Bade mesajımı Harun’a ilettiyse ve Harun korkaklık etmezse kısa süre içinde burada olması gerekiyordu. Dünkü vukaatımdan sonra barın yanına da bir koruma dikmişlerdi. Burada işe başladıktan sonra korumaların önemli ölçüde çoğaldığını zaten biliyordum.

 

Bence kesin benden korkuyorlar…

 

“Bir sex on the beach alabilir miyim?”

 

Gürültülü müziğin arasından duyduğum tanıdık sesin sahibine baktım. Kumral saçlarını örttüğü uzun, siyah perukla garip ve komik görünüyordu ama üzerindeki bohem kıyafetler onu gerçekte olduğu kişiden başarılı bir şekilde uzaklaştırmıştı.

 

“Buz olsun mu?”

 

Yüksek sandalyeye yerleşti. “Olsun.” dedi manidar bir tavırla. “Bol buzlu olsun.”

 

Kokteylini hazırlamaya başlarken, dikkat çekmemek için dikkatimi işime verdim. “Görüntümü sen mi aldın?”

 

Dirseklerini masaya yerleştirdi. Cebinden sigarasını çıkarırken, “Saçmalama.” dedi alınmış sesiyle. “Ben değildim.”

 

Bardağı buzla doldurduktan sonra sırayla limon ve ananas suyunu yavaşça ilave ettim. “Sakın bana yalan söylemeye kalkma. Monica’nın en güvenilir adamı sensin. Neden bir başkasına yaptırsın?”

 

Çakmağın sesini duydum. Ardından o sevdiğim baskın dumanın kokusunu burnumda hissettim. “Ben değildim, Deniz. Ben olsam şu an burada işim ne?”

 

Kavun likörü ve şeker şurubunu şişelerini aynı anda bardağa eğip kontrollü olarak doldurmaya başladım. “Bildiklerini özetle.”

 

Yokladığım kısa bakışta onun da etrafını kolaçan ettiğini gördüm. Silahsızdı, diken üzerinde oluşunda en büyük etken de buydu. “Sandığın gibi değil. Abla sana ihanet etmedi. Bilmediğin şeyler var.”

 

“Anlat o zaman!” dedim dişlerimin arasından. “Vaktimiz varmış gibi yaya yaya konuşma.” Civo’yu kontrol ettiğimde barın diğer ucunda müşterilerden biriyle lak lak yaptığını gördüm. Düşük çenesi ilk kez işime yaramıştı.

 

“Ablanın kızı, Belinda. Baştakiler ablayı kızıyla tehdit etmişti. Abla yine de itiraz edince, yalnızca ellerinde güvence olarak bulunduracaklarını söylemişler ama…”

 

“Ama ne hikmetse ellerindeki görüntüleri bizi sattıkları yeni patrona iletmişler.” Son olarak votkayı bolca koyduğum bardağı önüne bıraktığımda, yüzümüze bir vurup bir uzaklaşan kırmızı ışıkların altında yüzüne baktım. “Yeni patron da beni o görüntüleri ifşa etmekle tehdit ederek köpeği yapan Noyan Korkutel.”

 

“Çözeceğiz, Deniz. Abla boş durmuyor.”

 

Bardağı ona iterken anlık olarak yaklaştım. “Sikerler ablanı! Ona söyle, bu yaptığını ödeteceğim.”

 

“Sakin ol…” Kokteylden bir yudum alırken, bakışlarımız aynı anda gözünü üzerimize diken korumaya kaydı. Onu fark ettiğimizi belli etmeden Harun telefonuna gömülürken, boşları toplamaya başladım. “Gitmem gerekiyor. Tekrar geleceğim.” Cebinden çıkardığı parayı masaya bıraktı. “Bizden haber bekle ve kimseye zarar verme.”

 

Parayı alıp kasaya attıktan sahte bir gülümseme sergiledim. “İlki mecbur da ikincisine söz veremem. Afiyet olsun, efendim. Yine bekleriz.”

 

Daha erken paydos edebileceğimi bildiğim halde sabaha karşı dört sularından korumalara yukarı çıkmak istediğimi söyledim. O itin dengesiz merhametine ihtiyacım yoktu. Az sonra beni almak için gelen Hidayet geldi ve halinden anladığım kadarıyla acelesi vardı. Bu yüzden beni, odanın önünde bekleyecek farklı bir korumaya teslim ettikten sonra yeniden asansöre bindi. Odaya girmeden hemen önce bir saniyelik bakışla asansör kabininin aşağı değil, yukarı doğru hareket ettiğini gördüm. Anlaşılan yukarıda parti vardı ve Burgonya Kızı partileri kaçırmayı da sevmezdi.

 

Odaya girip kendimi sırt üstü yatağa bıraktım. Hayır, bedenimin istediği dinlenmek değildi. Soyundum ve spor yapmaya başladım. Yaklaşık kırk dakikanın sonunda çektiğim mekiği yarıda bıraktım. Hayır, bedenimin istediği spor da değildi.

 

Adrenalin istiyordum. Burgonya Kızı kana susamıştı. Koşmak, terlemek ve moturun üzerinde son sürat giderken terime karışmış kanı rüzgarla kurutmak istiyordu.

 

Ayağımda kelepçeyle mümkün değildi ama mümkün olan başka bir şey vardı. Buz gibi suyun altında terden arındırdım, siyah bir tayt ve crop giydim. Islak saçlarımı tepede sıkı bir at kuyruğu yaptıktan sonra dudaklarıma sinsi bir gülüş yerleştirdim ve o gülüş sayesinde kapıdaki korumayı bayıltıp odaya çektim.

 

Saat beşi henüz geçiyordu. Sağlam bir yalıtımla mekandaki sesin buraya ulaşması engellenmişti. Sorgu odasındaki sesin de öyle…

 

“Ziyaret edelim şu sorgu odanızı… Konuşturmak istediğiniz her kimse, sizden daha kısa sürede öttüreceğime kalıbımı basarım.” Asansöre bindiğimde yukarı çıkmak için özel şifreyi girmem gerekiyordu.

 

Hadiyet yalnızca fısıltılarının duyulmadığını sanmıyordu, aynı zamanda şifre girerken kendini yeterince kamufle ettiğini de düşünüyordu. Hidayet gibi olmayın…

 

Doğru şifreyle ikinci kata ulaştığımda beni karşılayan koridorun aşağıdaki ile bir bağlantısı yoktu. Burada beyaz spot ışıklar değil, bodrumda olduğu gibi tek bir florasan ışığı vardı ve etrafa yaydığı ışık karanlığa yatkın loştu. Siyaha boyanmış duvarların kan lekeleri beslediğini tahmin etmek zor değildi. Daha şimdiden kanın kokusunu tüm hücrelerimle alabiliyordum.

 

Asansör arkamdan kapanırken, temkinli adımlarla sessizliğin içinde ilerledim. Solda ve sağda ikişer oda vardı ama içimden bir ses aradığımın tam karşımda kalan siyah kapılı oda olduğunu söylüyordu. Uzun bir gözlem ve yapılan muazzam bir plandan sonra kurbanımı ölüm mahalline çekmiş olmanın rahatlığıyla ilerlerken birden duvardaki gizli ışıklar yandı ve horozun şiddetli ötüşü duyuldu.

 

Horoz mu?

 

Başımı soluma çevirdiğim an kapılardan birinin açılması ve içeriden irice bir horozun uçarak çıkması bir oldu.

 

Muhtemelen iki şişe şarabı kafama dikip küvetin kenarından sızmıştım ve rüya görüyordum.

 

“Üüüüüü üüüüü”

 

Hayır, bu ses rüya olmayacak kadar gerçekti.

 

Ayaklarının üstüne düşen horozla göz göze gelişim kocaman bir bilinmezlik doğurdu.

 

Bir katille, bir dahiyle, bir hainle karşı karşıya geldiğimde ne yapacağımı bilirdim.

 

Ancak horozla olanını hiç tecrübe etmiştim.

 

Kocaman bir siktir.

 

Necati, “Afitap!” diye bağırarak horozunun arkasından odadan fırladı. Kollarını açarak horozun üzerine atladı ama hayvanın havalanmasıyla aptal herif yere yapıştı. Bir an için gözümün önünden kaybolan horuzun varlığı götümdeki acıyla yeniden görüş açıma girerken hayvanın çıldırmış gibi götümü gagalamaya başlaması beklediğim bir şey değildi.

 

“Lan!” Elimi arkaya savurup horozu kendimden uzaklaştırdım ama kahrolası hayvan delirmiş gibi zıplayarak bu kez alnımı gagalamaya, saçlarımı çekiştirmeye başladı. Kollarımı savuşturmam da onu tutmaya çalışmam da bir işe yaramadı. Alnımı, kollarımı, ellerimi; bulduğu her yerimi gagalıyordu! “Sikerim ama böyle işi!”

 

Necati yerden kalkıp horozu üstümden almaya çalıştı ama hayvan daha fazla çıldırıp bu defa öte öte saldırmaya başladı. Başa çıkamayacağımı anlayınca pek de tercih etmediğim bir yönteme başvurarak kaçmaya başladım ama ruh hastası horoz götümü gagalaya gagalaya beni takip etti. Avucumu asansörün açma düğmesine çarptığım an asansör açıldı ama boş değildi. Kabindeki Cengiz ve Kurt beni görünce önce şaşırıp, sonra silahlarına davranırken, horoz göğüs kafesime gagasını öyle bir geçirdiği ki cropun önü boydan boya yırtılıp sütyenimi gözler önüne serdi.

 

“Şimdi siktim seni!”

 

Geri dönüp horozun üstüne atlamam, horozu kanadından yakalayıp bacaklarımın arasına sıkıştırmama eş zamanlı olarak bir mahalle karısı çığlığıyla elimden kurtulması ve saçlarıma atlayıp bir tutamı saç derimden söküp alması bir oldu.

 

Dengemi kaybedip gagalanmış yeri kalmayan götümün üzerine düştüğümde asansör kabininden bir adım bile atamamış Cengiz ile göz göze geldim.

 

Sopa yutmuş gibi kalakalmıştı. “Horozla kavga eden Burgonya Kızı gerçek değil.” dedi bir robot gibi tondan çıkmayarak. Gözlerini kapatıp tekrar etti. “Horozla kavga eden Burgonya Kızı GERÇEK DEĞİL!”

 

“Lan!” Cengiz değil ama Kurt kabinden çıkıp öfkeyle yaklaşırken, “Ne oluyor burada!” diye bağırdı. “Bu kadının burada ne işi var!” dedikten sonra bakışlarıyla hareket halindeki horozu yakalamaya çalıştı. “Lan horozun burada ne işi var!”

 

“Abi bağırma!” dedi yerdeki Necati. “Afitap bağıranlardan hiç hoşlanmaz.”

 

Kurt herhangi bir tepki veremeden horoz atlayıp baldırına yapıştı ve Kurt’un götüne bir ağaç kakan edasıyla gagasını ard arda geçirmeye başladı. “Lan!” Kurt elini arkaya savurup darbelerden kurtulmaya çalıştı ama ruh hastası Afitap profesyoneldi. “Lan!” Kurt deli gibi etrafından dönerken gelen gülme isteğini götümdeki acı yüzünden bastırmak zorunda kaldım. Kurşun yarasına dayanan ben götümdeki acıya resmen dayanamıyordum.

 

“Abi!” Cengiz nihayet kabinden çıkarken ceketini çıkardı ve bir pelerin gibi açarak Kurt’a koştu.“Üç deyince götünü ceketime it.”

 

Kurt debelenmeyi bırakıp öfkeyle Cengiz’e döndüğünde kıpkırmızı olmuştu. “Götümü ceketine nasıl iteyim gerizekalı! Sen ceketini götüme atacaksın!”

 

Cengiz ne yapacağını bilemeyerek, “Tamam abi!” dedi. Ceketle birlikte Kurt’un götüne sarılmaya kalkarken Afitap muhteşem özsezilerini kullanarak havalandı. Aynı anda Kurt arkasını döndü ve Cengiz ile kafa kafaya girdiler.

 

Horoz duvara çarpıp düşerken, Necati sanki bin saattir biz hayvana eziyet etmişiz gibi can havliyle horozuna koştu. “Afitap! İyi misin bir tanem!”

 

“Ulan Afitap’ını da sikeyim, seni de sikeyim, buraya çıkan ayaklarımı da sikeyim!”

 

Horozu yakalamaya çalışan Necati’yi ve yarın sabah alınlarında birer yumurtayla uyanacak olan iki gerizekalıyı geride bırakarak tekrar asansöre yürüdüm. Düğmeye bastığımda bu kez karşımda Korkutel duruyordu.

 

Kollarımı sabırsızca aşağı iteledim. “Hah! Bir sen eksiktin amına koyayım. Gel, gel.” Elimi arkamdaki manzaraya uzattım. “Bugün burada sağlam göt kalmayacak.”

 

Korkutel karşısındaki anlamsız, saçma ve boktan tabloya bakarken, son derece sakin görünüyordu. “Ne oluyor burad-” Sustu çünkü son yirmi dört saat içinde ikinci kez benim memelerimle sınandı. Ancak bu kez çok daha kısa sürdü. Büyük bir adımla önüme geçip beni koca gövdesinin ardından bıraktıktan sonra ceketini çıkarıp üzerime bıraktı. “Giy şunu.”

 

“Bana bak, zaten burnumdan soluyorum!” Horuzun koridorda çınlayan ötüşü iyice nevrimi döndürünce ceketi fırlatıp attım. “Bana emir veremezsin!”

 

Benimle başa çıkamayacağını anlayınca düştükleri yerden bize bakan Cengiz ve Kurt’a dönüp sanki bir saattir götü gagalanan kendisiymiş gibi bağırdı. “Dönün lan önünüze!”

 

Cengiz hemen elini yüzüne kapattı. “Abi! Valla ben hiç bakmadım.” Ayağa kalkarken, “Kurt abim de bakmadı!” diye açıkladı. “Zaten nasıl baksın, mabadından yüz kurşun yedi az önce.”

 

“Yakaladım! Yakaladım!” Afitap’ın havada süzüldüğü gördük. Necati peşinden atladı. Horoz ayağa kalkarken yakaladığı Kurt’un pantolonuna yine arkadan yapıştığında Necati ellerini uzatıp horozu yakaladı.

 

Hayır, yakaladığı horozu değildi. Hayvan bir kez daha havalanarak kendini kurtarmayı başarmıştı. Necati’nin yakaladığı ise bir pantolondu. Yüzüstü yere çakıldığı için indirmek zorunda kaldığı pantolon. Kurt’un pantolonu…

 

Kurt’un bir adım arkasındaki Cengiz dehşet verici bir şey görmüş gibi elini ağzına kapatıp, “Allahım Bismillah” dedi. “Afitap baksırını delmiş abi. Sanırım dokuz ayrı yerden…”

 

Kurt ne olduğunu anlamak için başını eğdiğinde bileklerine kadar sıyrılmış olan pantolonunu gördü. Başını kaldırdı,benimle göz göze geldiğinde o kadar sert bir şekilde yutkundu ki boğulacak sandım. Gözleri Cengiz’e çevrilirken göz kapakları tir tir titredi ve avuçlarını bir balyoz gibi sıktı. “Cengiz!” dedi sinirden titreyen ve her zamankinden daha tırtıklı olan bir sesle. “Necatiyi odaya alıp, dokuzu doksanla çarp.”

 

Cengiz kaşlarını çatarak, “Neden abi?” diye sorduğunda Kurt dişlerini o kadar sıktı ki en az üç dişinin kırıldığından emindim.

 

“Çıkan sonuç kadar götünde delik açacağım da ondan!”

 

Kurt bir hışımla arkasını döndüğü saniye Korkutel omuzlarımdan tutup beni tek seferde asansöre çevirdi ve kabine girmeye zorladı. Kapı üzerimize kapanırken, üç adam ve ruh hastası horoz görüş açımdan tamamen çıktı ama Kurt’un tazmanya canavarlı baksırını yaşadığım müddetçe unutabileceğimi sanmıyordum.

 

🕯

Bölüm : 15.03.2025 14:27 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...