
Kolumdaki saate bakıp saat 04:23 'tü. Gece pilanladigim saate iki dakika hatta bir dakika kalmisti.
Gamze’ye döndüm, sesim taş gibi sert çıktı: “Şimdi, Gamzeee koşşş...!”
Gamze bir an bile tereddüt etmeden fırladı, koşarak taşların arasında ışık gibi süzülürken içeriden beklediğim patlama göğe uzanan bir gürültü ile yükseldi;
ilk patlama havayı yırtıp geçti. Kulağımda çınlayan o ilk sarsıntı, içimdeki tüm canlı refleksleri öne çekti.
Devran’a döndüm, gözlerimde o soğuk ateşle:
“Sana cehennemi, ölmeden yaşatacağım, demiştim Devran. Mazlumların ahı yanına mı kalır sandın?” diye haykırdım.
Sözlerim bir suçlama gibi değil, bir hüküm gibiydi; dilimde düğümlenen binlerce acının sesi vardı.
Bir dakika sonra ikinci patlama geldi, mağaranın karanlığından bir şimşek daha fırladı.
Gökyüzü bir anda alevleştirilmiş bir gölgeye dönüştü; yerde toz, taş ve duman bir arada dans ediyordu.
Üst üste gelen patlamalarla arkamı döndüğümde, etraf apokaliptik bir manzaraya dönüşmüştü: taşlar kırılmış, tahta direkler havaya fırlamış, içerideki her şey tuzla buz olmuştu.
Duman, geceyi devasa bir ağ gibi kaplamış; ateşin kokusu ekşi bir acıyla ciğerlerime doldu.
Patlamalar sustuğunda mağara bir sessizliğe gömüldü ki, o sessizlik savaşın ardında kalan bir cenaze namazı gibiydi.
Devran’ın adamları kaçarken yakalanmıştı ...birkaç çığlık, birkaç tekme, ardından zincirlenmiş ellerin metal sesi.
Devran ise ortada yoktu; sanki yer yarılmış, içine çekmişti. Operasyon başarıyla sonuçlanmışti. Gamzenin yanına koştum.
Gamze’yi kollarıma aldım, o hâlâ titriyordu; gözleri geniş, nefesi düzensiz.
Baturalp’ın yanına doğru ilerlerken sırtımda keskin, yanıcı bir ağrı hissettim ...bir bıçak, bir sıcaklık, bir ağırlık.
Dönmek istedim dönemedim; dünya aniden ağırlaştı, ayaklarım yerden kesilmiş gibiydi.
Her şey bulanıklaştı; soluklarım uzaktan gelen yankılara karıştı. Gözlerimin önünde siyah bir perde indi; karanlık, derin, sonsuz… Sonra bir ses, bir söz:
“Deva, uyan!”...ismimi tekrar tekrar söyleyenin sesi, uzak bir çağrı gibi geliyordu.
Parçalanmış bir bilinçle hissettim ki biri, elleriyle beni tekrar hayata çekmeye çalışıyordu.
Gözlerimi açtığımda refleks olarak doğrulmak istedim ama vücudum itaat etmedi.
Bir daha açıp kapattım gözlerimi, etrafı idrak etmeye çalıştım. Yan tarafımda, koltuğa hafifçe yaslanmış, kollarını bağlamış şekilde uyuyan Binbaşı Baturalp gözüme çarptı.
Üzerindeki üniforma hâlâ çamurlu; alnına düşmüş kir, geceyi ve yolculuğu anlatıyordu.
Demek ki ben buraya yeni getirilmişim. Sırtımı aralamaya çalıştım; ama hareket kabiliyetim sınırlıydı.
Kıpırdamamdan uyanan Baturalp hızla doğruldu; bir an eli ayağına dolaştı, komutanın iri cüssesi bile panikle dolu görünüyordu.
“İyi misin Deva? Sakin ol, kıpırdama ...Söyle, ne istersin?”
“Şey... su alacaktım, komutanım. Zahmet olmazsin ben alırım,” diye cevap verdim, sesi kırılgandı ama gururuma dokunan bir teklifle.
Baturalp yüzünde az da olsa yumuşama ile,
“Saçmalama Deva, ne zahmeti? Ben veririm, bekle,”
Masadaki bardağı aldı, su doldurup bana uzattı. Parmaklarım su bardağını kavradığında, elime suyun soğukluğu değil, hayatın geri gelmesi gibi bir şey değdi.
“Teşekkür ederim komutanım. Bana ne oldu? En son Gamze ile koşuyorduk, sonra sırtımda bir acı hissettim ve… en son zifiri karanlık.” Cümlelerimi zor topluyordum.
Baturalp yüzünü buruşturdu, öfkesi ve endişesi aynı anda aktı:
“Deva, sen orayı resmen ateşe verdin. Kızım, deli misin? Neden kendini tehlikeye atıyorsun? Esirleri kurtardın, neden geri dönüyorsun?”
Sözleri sertti ama gözlerindeki şey farklıydı; onun öfkesi, benim yaptığımı küçük düşürmekten öte, koruma içgüdüsüyle şekilleniyordu.
Derin bir nefes aldım, kelimelerim ardı ardına aktı:
“Mecburdum, komutanım. Gamze’ye söz verdim. Akşam Kaan ile içeride gizlice keşif yaptik...
O Devran denen adamın masumlar için planladığı bombaları duyduk.
Kaan ile herkes uyurken bombaları yerlere yerleştirip saatlerini 04:25’e kurduk, sonra çıktık.
Bana kızacaksınız ama mecburdum; onlar o bombalarla onca masuma kıyacaktı.
Ben onları kendi tuzaklarında boğdum; pişman değilim. Vereceğiniz her cezaya razıyım.”
Nefesim kesik kesikti, sözcükler bir savunma değil, bir itiraf gibiydi.
Baturalp’ın yüzü bir an dondu; sonra havayı yumuşatan ama kesin bir uyarı veren bir ifadeyle:
“Deva, orada ölebilirdin. Bir aksilik çıksaydı ölebilirdin. Şu dik başlılığı bırak artık.”
“Peki ama bir aksilik olmadı, değil mi komutanım? Hepimiz iyiyiz.”
İçimdeki acıya rağmen yatağımda doğruldum; Baturalp’a yaklaştım, gözlerimde hafif bir yaramazlık parladı:
“Ama komutanım, varya, öyle güzel patlattım ki orayi görseydiniz ...o Devran iyinin yüzündeki korkuyu görseydiniz... ödü kopmuştu. Çok zevkliydi onu o halde görmek. "
Binbaşı bir süre sustu, ardından dudaklarının kenarı istemsiz bir şekilde kıvrıldı; yüzündeki sert ifadeyle sözleri çelişiyordu.
“Bu yaptığın yanlış, Deva üsteğmenim,” dedi, ama gözlerinin derinliğinde, sözcüklerin izin verdiğinden daha hafif bir onay vardı. “İyi yaptın,” demek ister gibiydi; ama askerin vicdanı ile komutanın disiplini çatışıyordu.
“Bana ne oldu, komutanım?”
Baturalp omuzunu hafifçe oynattı; sesi kötü bir hikâyeyi anlatır gibiydi:
“Devran kalleşçe arkandan vurdu seni. Ama şu anda senden daha kötü durumda merak etme, çünkü o artık yaşamıyor.”
Kelimelerin sonu donuk, sisli bir ağırlık bıraktı. O cümleden çıkan anlam, bizim mücadelemizin bedelini bir kez daha yüzümüze çarpıyordu.
Masada duran eşyalarım, telefonum dikkatimi çekti. Getirilmiş olmalıydı; muhtemelen karakoldan.
Eliyle saati işaret ettim: “Komutanım, saatim ve tarihim yanlış olmuş olabilir; saati söyler misiniz?”
Baturalp bakışlarını takvimime yöneltti, sonra gözlerine bakıp net bir sesle:
“Saat ve tarih doğru Deva. Üç gündür buradasın. Çok zorlu bir ameliyat geçirdin; iki gün yoğun bakımda uyumanı bekledik.
Bugün odaya aldılar; durumun iyiye gidiyor.” Sözleri bir rapor gibiydi, ama içinde rahatlamış bir sevinç de vardı.
Üç gün… Aklım bir anlığına dondu. Gözlerim fal taşı gibi açıldı; o üç gün bir rüya gibi, bir bellek boşluğu gibi üzerime çökmüştü.
Baturalp hâlâ çamurlu üniformasıyla orada oturuyor, sanki bir nöbetin ortasında donmuştu. Aklımın karışmasına izin vermeden, her zamanki gözüpek Deva tavrıyla sordum:
“Komutanım, üç gündür buradaysak, siz hiç gitmediniz mi? Üzerinizde hâlâ üniforma var.”
O anda kapı birden çaldı. Kapı aralanir aralanmaz timin tamamı içeri doldu; Baki hariç herkes eksiksiz, ellerinde çiçekler, yüzlerinde yorgun ama rahatlamış ifadeler. Salon bir anda canlandı.
“Çok geçmiş olsun komutanım, bizi çok korkuttunuz,” dedi Can, araya dalıp Kaan’ı kenara iteledi ve elindeki çiçeği uzattı.
Kaan da çiçeğini uzatırken, Nazlı atılıp: “Maşallah, iyisiniz komutanım! Vallahi Baturalp komutan sizi bir saat boyunca taşıdı kimseye vermeden,”
Ahmet araya girip, alaycı bir tonda, “Allah seni kahretsin Nazlı, Baturalp komutanım demedim mi size, söylemeyin diye?”
Baturalp’ın bakışı o anda sertleşti; öyle bir baktı ki herkes bir adım geri çekildi. O bakış, bir komutanın beklediği disiplini hatırlatan bir tür sessiz emirdi.
Can hemen devere girdi. İkinizde ne bogazlik ediyorsunuz ben diyormuyum Baturalp komutanım deva komutanimin üç gündür kapısında tek başına bekliyor diye"
Kaan birden güldü. " Ahh ahh komutanım bunlar iyice kendini kaybetti. Şimdi Baturalp komutanım bunlara kizsa hakli.
Ne var yani üç gün bekleyip iki doktorla sırf deva komutanimi görmek için kavga edip hastaneyi birbirine kayıp üç sandelye kirdiysa"
Herkesin fısıltıları sustu; o an herkes Baturalp’ın bir tek kelimesini bekliyordu.
Baturalp ayağa kalktı; sesindeki ciddiyet odayı doldurdu:
“Siz bittiniz oğlum, bittiniz. Bu söylediklerinizin bedelini eğitimde ağır şekilde ödeyeceksiniz. Defolun şimdi.”
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 45.19k Okunma |
4.21k Oy |
0 Takip |
53 Bölümlü Kitap |