14. Bölüm

14. Bölüm

Hayatın akışında kendini bulmak
birufakyolculuk

 

Aradan ne kadar zaman geçti bilmiyorum. Oturduğum yerden kalkıp eve doğru yürümeye başladım.

Ay ışığı sokak lambalarına karışıyor, gece sessizliğini ince bir rüzgâr delip geçiyordu.

Kolumdaki saate baktığımda, gece yarısını çoktan geçmişti. Şehrin tenhalaşmış sokaklarında adımlarım yankılanıyordu.

Sırt çantamı açıp cebindeki kulaklığımı çıkardım, müziği açtım. Sanki kulaklığı değil, dünyayla aramdaki son bağı takıyordum.

Geceydi… kimse kalmamıştı sokaklarda. Zaten kalabalığı oldum olası sevmezdim.

İnsanların çok olduğu yerlerde nefesim daralırdı. Yalnızlık benim için ceza değil, sığınaktı.

Yarım saat sonra evime vardım. Kapıyı yavaşça açtım, içeri adım attığımda salondan gelen kısık sesleri duydum.

Ahmet ile Çiçek konuşuyorlardı. Farkında olmadan, seslerine kulak misafiri oldum.

“Daha ne kadar burada kalabiliriz? Kendimize kalacak bir yer bulmamız lazım,” dedi Ahmet’in yorgun sesiyle.

Çiçek’in sesi daha ince, tedirgin çıkıyordu. “Peki ne zaman gideceğiz?”

Ahmet derin bir nefes aldı. “Hemen nikâh işlemlerine başlamamız lazım.

Lojman için müracaat edeceğim. Ben göreve gidince güvende olursun. Bizim mesleğimiz çok tehlikeli biliyorsun.

Bir ay, iki ay gelmediğim günler olacak... O zaman güvende olduğuna emin olmam lazım, Çiçeğim.”

Kalbim o an bir kez daha ısındı onlara. İkisinin birbirine olan sevgisi… o kadar sade, o kadar gerçekti ki.

Hafifçe öksürüp içeri girdim. Beni görünce hemen ayağa kalktılar.

“Hoş geldiniz, komutanım,” dedi Ahmet.

Gülümseyip başımı iki yana salladım.

“Ahmet, biraz evvel istemeden duydum konuşmanı. Çok haklısın, lojman Çiçek için çok güvenli olacak.

Bunun için yardım edeceğim size. Yarın erkenden gidip nikâh için gün alın.”

“Emredersiniz komutanım"

“Ahmet, şu anda mesaide değiliz oğlum. Deva abla diyebilirsin. Adımı unuttum sizin yüzünüzden; biri ‘Deva’ deyince şaşırıyorum bazen.” dedim gülerek.

Sonra yorgun bir nefesle ekledim: “Hadi iyi geceler size, ben yatıyorum.”

Tam odama yönelecekken, Çiçek bana bakıp bir şey söyleyecek gibi oldu.

“Hadi çekinme söyle Çiçek, belli ki bir şey demek istiyorsun.”

“Deva abla…” dedi kısık bir sesle, “Ben sana teşekkür edemedim. Her şey için çok teşekkür ederim. Annem arıyor ama açmadım. Onlarla konuşmak istemiyorum bir süre.”

Gözlerinin içine baktım; çocuk gibiydi, kırılmış ama umutlu.

“Elbette açma şuanda ... Çünkü ne yapacakları belli olma öfkeliler sana... Ahmet benim de kardeşim. Biz bir aileyiz, Çiçek. Biz bu meslekte canımızı emanet ediyoruz birbirimize.

Onu bu durumda yalnız bırakamazdım. Ailen için de üzülme, zamanla her şey düzelir,” dedim ve odama geçtim.

Üzerimi değiştirip duş aldım. Su damlaları vücudumdan süzülürken, sanki yorgunluğu değil; içimdeki ağırlığı yıkamaya çalışıyordum.

Yatağa uzandım. Gözlerimi kapattığım anda dünya sessizleşti. O kadar bitkindim ki, tek hatırladığım yatağa yattığım andı.

Alarmın sesiyle gözlerimi açtığımda, sabah olmuştu. Ahmet ve Çiçek çoktan çıkmıştı.

Kahvaltı etmek istemedim. Sessizce bir çay demledim ve balkona çıktım.

O buharın sıcaklığı, sabahın serinliğinde yüzüme değen rüzgâr… tek iyi gelen şeydi.

Çay benim sığınağımdı.

Telefonuma düşen “Binbaşı” yazısını görünce hemen açtım.

“Deva, iyi misin? Dün öylece çekip gittin, seni merak ettim.” yazıyordu.

Parmaklarım titreyerek cevap yazdım:

“İyiyim komutanım, teşekkür ederim. Sadece yalnız kalıp düşünmek istedim.”

Bir dakika geçmeden yanıt geldi:

“Senin için Albay’la görüştüm. Şu anda yıllık izin alman mümkün değil ama üç günlük izin çıkardım.”

İçimden “her zamanki gibi…” dedim. Her şeyi düşünüyordu.

“Teşekkür ederim komutanım. Çiçek ile Ahmet’in nikâhı bitsin, hemen gideceğim,” diye yazdım.

Baturalp’in cevabı hızlı geldi:

“O işi hallettik bile. Az önce aradım, yarın saat on birde nikâhları var. Düğünü sonra yapmak istiyorlarmış.”

Bir an durdum, elimdeki çay soğumuştu. Gökyüzüne baktım, griydi. Kafamda bin bir düşünce dönüyordu.

Yarın nikâhtan sonra İstanbul’a gidecektim. Ailemi bulacaktım.

Uçak biletine baktım; öğleden sonra ikide vardı. Hemen onaylayıp telefonu kenara koydum.

Yatak odasına geçtim, üzerime beyaz bir kazak ve daha önce hiç giymediğim kısa bir etek giydim.

Aynadaki halime baktım; sanki kendimi tanıyamadım.

Saçlarımı salıp taradım, çantamı ve ceketimi aldım, evden çıktım.

Ahmet ile Çiçek’e düğün hediyesi olarak bilezik alacaktım. Sokaklarda biraz gezindim. Kuyumcunun vitrininde ışıl ışıl parlayan altın bileziği görünce içimden “işte bu” dedim.

Çok pahalıydı ama biriktirdiğim paranın bir anlamı olmalıydı artık. Onlar yeni bir hayat kurarken yalnız bırakmak istemedim. Onlar yepyeni bir hayat bir yuva kuracaklardi.

Direk para versem kabul etmezlerdi. Ama bu bilezik çok pahalıydı bozdurup ihtiyaçlarını alabilirlerdi.

Kuyumcudan çıkınca karşıma bir kuaför dükkânı çıktı. Penceredeki ışık dikkatimi çekti. İçeri girip saçlarıma bakım yaptırdım.

Aynadaki yüzüm biraz olsun toparlanmış görünüyordu ama gözlerimin içindeki yorgunluğu hiçbir makyaj saklayamazdı.

Eve dönüp dışarıdan yemek söyledim. Ahmet ve Çiçek’le birlikte yedik.

“Yarın yorucu bir gün olacak, ben yatıyorum,” dedim gülümseyerek.

Ama yatağıma gidince gülümseme yerini gözyaşına bıraktı. Sessizce ağladım.

İçimde tarif edemediğim bir acı vardı.

Ben neden yaşamıştım onca şeyi? Kime ne yapmıştım ki cezam yalnızlık olmuştu?

Hasta olduğumda bile kimseye belli etmezdim. Odamdan çıkmaz, kendi kendime iyileşirdim.

Timdekiler dışında beni arayan, merak eden kimse yoktu.

Sabah ezanına kadar ağladım. Sonra gözyaşlarım tükendi, güçsüz düşüp uyuya kaldım.

Ertesi gün, Ahmet ile Çiçek’in nikâhı kıyıldı. Bileziği ilk başta kabul etmek istemediler ama sonunda el mahkûm razı oldular.

Eve döndüğümde çiçek desenli elbisemi ve yeni aldığım beyaz spor ayakkabılarımı giydim.

Arabaya yürürken onları gördüm... timin tamamı Ahmet hariç , karşımdaydılar.

Can da gelmişti. Henüz tam iyileşmemişti ama gözlerinde yine o inatçı parıltı vardı.

Hemen yanıma gelip Mert konuştu:

“Komutanım, biz de sizinle geliyoruz. İzin aldık.”

Kaşlarımı çattım. “Oğlum, başıma bela mısınız lan siz? Neden her yerdesiniz? Bu sizi aşar, benim tek gitmem gerek.”

Bora arkadan seslendi, yüzünde muzur bir gülümsemeyle:

“Komutanım, üvey kardeş mi olduk şimdi biz?”

Gülümseyip başımı iki yana salladım.

“Ne üveyi Bora, siz benim tek ailemsiniz.”

“O zaman geliyoruz, değil mi komutanım?” dedi Can, sırıtarak.

“Hayır, gelmiyorsunuz!”

Kaan, yan taraftan dolaşıp tam karşıma geçti.

“Ama komutanım, böyle olmaz. Siz bizim her zaman yanımızda oldunuz. Lütfen izin verin, bu sefer biz sizin yanınızda olalım.”

Herkesi sessizce dinleyen Baturalp sonunda konuştu:

“Deva, orada neyle karşılaşırsın bilmiyoruz. Biz de gelecegiz"

Nazlı araya girdi, gülümseyerek:

“Komutanım, orada bir kadın olarak desteğe ihtiyacınız olur belki. Ben de geliyorum.”

İç çektim.

“Off… sizden kurtuluş yok, değil mi? Tamam be, gelin. Pekâlâ.”

Hep birlikte, savaşa gider gibi üç araçla yola çıktık.

Uçak biletlerini önceden almışlardı. Kabul etmeyeceğimi bildikleri için bana söylememişlerdi.

Akşam olmak üzereyken, Kahraman Candan’ın olduğunu düşündüğümüz evin önüne geldik.

Bahçe kapısını Mert açtı. İçeri adım attığımızda, bizi mis gibi çiçek kokuları karşıladı. Yolun iki yanı güllerle, ağaçlarla çevriliydi. Hava serin, gökyüzü griydi.

Ev iki katlıydı ...büyük, lüks ve sessiz. Her şey fazla düzenliydi.

Kapıya yaklaştım. Elim titriyordu. Kalbim sanki kaburgalarımı kırıp çıkacak gibiydi.

Titreyen parmaklarımla kapıyı çaldım.

İki, üç dakika sonra kapı yavaşça açıldı.

Karşımda sarı saçlı, ela gözlü, en fazla kırk beş yaşlarında ama yaşını hiç göstermeyen bir kadın duruyordu.

Bakımlı, zarif, ama gözlerinin içinde bir mesafe vardı.

O an içimden bir ses fısıldadı:

“İşte… her şeyin cevabıni bulacağım.”

 

Bölüm : 11.01.2025 14:21 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...