Yorum ve beğenilerinizi eksik etmeyin dostlarım 💝
Miran Kotan
Acıması yoktu bu hayatın bize. Ne bir durup soluklanmamıza izin verdi ne de yaralarımızı sarmamıza. Hep koştuk, hep savaştık. Yorulduk ama duramadık. Çünkü durduğumuz an düşeceğimizi, düştüğümüz an bir daha kalkamayacağımızı biliyorduk.
Bazen bir kurşun kadar hızlı geçti zaman, bazen bir yara kadar derin iz bıraktı. Kaybettiklerimiz oldu, geri dönmeyenler... İçimizde taşıdığımız acılar, kimseye anlatamadığımız yaralar... Ama yine de devam ettik. Çünkü başka çaremiz yoktu.
Hayat bize ne şefkat gösterdi ne de adil oldu. Ama biz, onun kurallarına uymak zorundaydık. Pes etmek bir seçenek değildi. Bu yüzden dişlerimizi sıktık, yumruklarımızı kaldırdık ve savaşmaya devam ettik. Çünkü biliyorduk; düşersek, bizi kaldıracak kimse olmayacaktı.
Ellerim titriyor.
Ne zamandır böyleyim bilmiyorum. Belki o gece, Ömer'in silahından çıkan kurşunun onun bedenine saplandığını gördüğüm an. Belki de, kollarımda can çekişirken adını bile zor çıkardığı kelimelerle gerçeği yüzüme çarptığı an.
Hamileyim...
O an dünya üzerime çöktü. Kulaklarım uğuldadı, mideme kocaman bir taş oturdu. Onu yere yatırıp kanını durdurmaya çalışırken, avuçlarımın altında sadece bir kadını değil, bir hayatı, bana ait olduğunu bilmediğim bir hayatı da kaybetmekte olduğumu fark ettim.
Şimdi evimde, odamdan birkaç kapı ötede, doktorların arasında yaşamla ölüm arasında gidip geliyor. Ve ben buradayım, dört duvar arasına sıkışmış bir adam gibi. Bir sigara yakıyorum ama içimdekileri zehirleyebilecek kadar güçlü değil. Ne yapacağımı bilmiyorum. Sevdiğim kadın, beni terk eden kadın, benden bir şeyler saklayan kadın, şimdi benim yüzümden ölüme yatıyor. Ve karnında... bizim çocuğumuz var.
Baba mı oluyorum? Böyle mi öğrenecektim? Öfkelenmem gerekiyor belki de. Neden bana söylemedi? Neden her şeyi bu kadar karmaşık hale getirdi? Ama öfke bile şu an içimde yankılanan korkuya, kaybolmuşluğa engel olamıyor. O ölürse... o küçük hayat da onunla giderse... ben ne yaparım?
İnsan bir saniyede değişebilir mi? Birkaç kelimeyle tüm hayatı altüst olabilir mi? Oluyormuş. Bunu en iyi ben biliyorum artık.
İçimde bir ses "dua et" diyor. Ama hangi yüzle? Hangi hakkımla? Eğer yaşarsa... eğer onu bana bağışlarlarsa... bilmiyorum. Bildiğim tek şey, bugüne kadar neyin peşinde koştuysam, neyin hayalini kurduysam, hepsinin elimden kayıp gittiği. Ve ilk kez, gerçekten ne istediğimi bilmediğim.
Kapının önünde oturuyorum. İçeri giremiyorum. Saatlerdir buradayım ama hala içeri girecek cesareti bulamıyorum. duvarlar soğuk, nefesim kesiliyor sanki. Ellerim yumruk olmuş, tırnaklarım avuçlarıma batıyor ama acı hissetmiyorum. İçimde hissettiğim şey, bunun çok ötesinde.
Son birkaç saatte yaşananları düşünmeye çalışıyorum ama zihnim bulanık. Tek bildiğim, onu kollarımda tutarken söylediği o kelime: "Hamileyim..."
Bu kelime önce beni çökertti, sonra içimde bir şeyleri alevlendirdi. Ne hissettiğimi bile anlamadan onun elleri soğumaya başladı. Kanı avuçlarımı ıslattı. O an korktum. Onu kaybetmekten mi, baba olmaktan mı, bilmiyorum.
Şimdi kapı açılıyor. Bir doktor çıkıyor, yüzü yorgun. Üzerinde onun kanı var mı diye bakıyorum. Bilmiyorum, hiçbir şey bilmiyorum. Sadece o kelimeleri bekliyorum.
Doktor gözlerini kaçırıyor, derin bir nefes alıyor. "Onu kurtardık ama..." Duraksıyor. Boğazıma bir yumru oturuyor.
"Bebeği kaybettik."
Bir an hiçbir şey duymuyorum. Sadece o cümle yankılanıyor zihnimde. Bebeği kaybettik.
Sanki biri içimden bir parçayı çekip almış gibi. Kalbimin bir yerinde incecik bir ip kopuyor ve ben düşüyorum.
Baba olamayacağım.
Ellerim istemsizce başıma gidiyor, sanki orada acısını hissedebilirmişim gibi. Birkaç saat önce bu dünyada olduğunu öğrendiğim bir hayat artık yok. Bir kalp vardı, atıyordu, şimdi yok. Bitti. Daha başlamadan bitti.
İçimde bir şey kırılıyor. Çığlık atmak istiyorum, duvarlara vurmak, bir şeyleri yerle bir etmek. Ama yapamıyorum. Sadece orada, kapının önünde dikiliyorum.
Beni terk ettiğinde ona öfkeliydim. Ama şimdi... şimdi içimde sadece bir boşluk var. Onun gözlerine nasıl bakacağım? Onu kaybetme korkusuyla boğuşurken, farkına bile varmadan başka birini, bir hayatı kaybettim.
Kapının koluna uzanıyorum ama içeri girip girmemek arasında kalıyorum. Ne söylenir ki böyle bir anda? "Üzgünüm" mü? "Ben de istemiştim" mi? Hangisi yeterli olur?
Hiçbiri.
Kapıyı açıyorum. İçeri girdiğimde artık eski ben olmayacağımı biliyorum. Ama o, gözlerini açtığında hâlâ beni görmek isteyecek mi, onu bilmiyorum.
Saatler yıl gibi uzadı, kahroluyordum. Bir an önce gözlerini açmasını istiyordum ama uyanırsa ona bunu nasıl söyleyeceğimi de bilmiyordum. Bebeğimizi kaybettik. Bu cümle boğazımda düğümleniyor, yutkunuyorum ama geçmiyor.
Yanı başında oturuyorum. O hâlâ solgun, nefesi hafif, göğsü zar zor inip kalkıyor. Elimi uzatıp parmaklarını tutmaya cesaret edemiyorum. Dokunsam, acısını hissedecekmişim gibi geliyor. Ya da belki, hâlâ sıcak olan ellerinden giden bir hayatın izlerini okuyacakmışım gibi...
Odaya yalnızca makine sesleri eşlik ediyor. Her biri, içeride hâlâ bir yaşam olduğunu fısıldıyor ama eksik. Bir şey eksik. Onun karnında büyüyen, bana ait olduğunu bile bilmediğim ama birkaç saat içinde tüm varlığımı altüst eden o küçük hayat artık yok.
Öylece ona bakıyorum. Bana kızacak mı? Gözlerini açtığında beni yanında görmek isteyecek mi? Belki de beni istemeyecek. Belki de, her şeyin bittiğini öğrenince yeniden gitmeyi seçecek. Onu kaybettikten sonra burada olmamın ne anlamı var ki?
Ama gidemedim. Gitmek istedim. Hastanenin kapısına kadar yürüdüm. Ama içimde bir şey durdurdu beni. Vicdan mıydı, pişmanlık mı, yoksa sadece onun son bir kez gözlerini açmasını beklemek mi?
Başımı ellerime gömüyorum. Kafam karmakarışık. Nasıl buraya geldik? Bir zamanlar gülerek uyandığımız sabahlar vardı, geleceğe dair hayaller kurduğumuz akşamlar... Sonra her şey nasıl böyle mahvoldu?
Bir süre daha bekliyorum. Göz kapakları titriyor. Hafifçe kıpırdandığını fark ediyorum. Nefesim boğazımda düğümleniyor. Uyanıyor.
O an, korkunun en derin halini yaşıyorum. Gözlerini açarsa ne yapacağım? Bebeğimizi kaybettik diyebilecek miyim?
Göz kapakları ağır ağır aralanıyor. O bulanık bakışları benimkilerle kesiştiğinde, içimdeki her şey bir enkaza dönüşüyor.
Şimdi ona bakıyorum. O da bana.
Ve anlıyorum...
Bana ne söyleyeceğini bilmiyor. Ama asıl mesele şu ki, ben de ona ne söyleyeceğimi bilmiyorum.
Doktorlar odaya girince hızla ayağa kalktım. Beni fark etmemiş gibi hastayı kontrol etmeye başladılar. Nabzını ölçtüler, solunumunu dinlediler, göz bebeklerine ışık tuttular. Ben ise köşeye çekilip nefesimi tuttum. Uyanmıştı. Ama bana hâlâ bakmamıştı.
Onunla konuşuyorlardı ama cevap vermiyordu. Sarece donuk bakışlarla onları izliyordu.
Doktorlardan biri dosyasını karıştırırken diğerine döndü. "Zihinsel travma kaynaklı hafıza kaybı olabilir," dedi. "Beyin, yaşadığı şoku atlatabilmek için bazı anıları kapatmış gibi görünüyor. Geçici olabilir ama şu an için ne hatırladığına dair bir fikrimiz yok."
Bir şeyler söylemek istedim ama boğazımdan ses çıkmadı. Beni hatırlamıyor mu?
Doktor, Deniz'in yüzüne eğilip yumuşak bir sesle konuştu. "Kendinizi nasıl hissediyorsunuz? Adınızı hatırlıyor musunuz?" bu soruları tekrar sordu. İçime karanlık çökerken nefesim daraldı.
O an nefesimi tuttum. Gözleri yavaşça kırpıştı. Sonra çatık kaşlarla etrafına bakındı. Gözlerinde koca bir boşluk vardı. Yüzümü inceledi ama o eski, tanıdık bakışı göremedim.
"Ben... bilmiyorum," dedi kısık bir sesle. "Neredeyim?"
İçimde bir şey paramparça oldu. Beni hatırlamıyor. Bizi hatırlamıyor.
Doktor başını salladı. "Endişelenmeyin. Zihniniz kendini korumaya almış. Bu tür travmalar sonrası hafıza kaybı yaşanabilir ama zamanla düzelebilir."
O an garip bir şekilde içime su serpildi. Yani tamamen gitmemişti. Bir şansı vardı. Bir şansımız vardı.
Derin bir nefes aldım ve yavaşça yatağın kenarına geldim. O hâlâ bana bakıyordu ama gözleri boştu, sanki bir yabancıya bakıyordu. Doktorlar dosyayı kapatıp son taktikleri yaptılar. Canın acıdığını söylemişti Deniz, doktorlar düşük yapacağını söylediğini anladığım an kaşlarımla onları engelledim. "Ufak bir operasyon geçirdiniz, normaldir. Bir haftaya kalmaz toparlanırsız, geçmiş olsun." Odadan çıktılar. Yanına oturdum. Hâlâ boşluğa bakan gözleri içimi çürütüyordu.
"Ben..." dedim, kelimeleri seçmeye çalışarak. Ellerim terliyordu. Yutkundum. "Ben Miran. Senin sevgilinim."
Gözleri hafifçe kısıldı, kaşları çatıldı. Bunu anlamlandırmaya çalışıyordu. Birkaç saniye sessizlik oldu. Sonra dudakları hafifçe aralandı. Beni hatırla adını umdum ama olmadı.
"...Öyle mi?"
İçimde bir şey sarsıldı. Sesindeki belirsizlik, bıçak gibi saplandı göğsüme. Ama pes edemezdim. Hatırlamasa da, yeniden öğretebilirdim. Beni, bizi, her şeyi... sadece güzel anılarla belkide temiz bir sayfa açabilirdik.
Başımı salladım ve hafifçe gülümsedim, içimdeki fırtınaya rağmen.
"Evet," dedim. "Öyle." doktorlardan biri tekrar odaya gelince benimle konuşmak istediğini söyledi. Deniz'i bırakıp odadan çıkarken kendisine korkak bakışlarla bakıyordum. "Deniz hanım beyin travması geçiriyor, zihni yaşadıklarını kaldıramamış belli ki. İlaçlar ve tedavilerle ona yardımcı olabiliriz ama ataklara geçmemesi için ona geçmişi doğrudan söylememeniz gerekir. Yavaş yavaş işaretlerle ipucularla kendi kendine hatırlatmak daha sağlıklıdır. Biliyorum, bebeğini kaybetti ama bunun altında yatan mesele tek bir konu değil. Bundan dolayı kendisine sadece ve sadece mutlu olduğu, sevindiği anları anlatın. Hatta bir psikolog desteği alsa onun için daha iyi olur."
Duyduklarımı sindirmem zaman aldı. Sadece başımı salladığımda bana uzattığı ilaç reçetesini elime aldım. Yutkunmak bile azap verirken nefesimi veremedim. "Peki ne kadar sürer bu unutkanlık? Kaç gün? Kaç hafta? Kaç yıl?"
"Hafıza kaybı, beyin hasarına bağlı olarak birkaç dakika - birkaç gün - birkaç ay veya yıl sürebilir. Genel olarak travma sonrası hafıza kaybı, koma süresinin 3-4 katı kadar daha uzun sürmektedir. Bunu bilemeyiz, hastanın kabiliyetine de bağlı."
"İlaçlar ne işe yarayacak peki?"
"Hafıza kaybı nadir olarak görülse de kalıcı olabilen bir durumdur. Çoğunlukla travmalar veya farklı beyin hastalıkları sonucu ortaya çıkabilir. Bu ilaçlar sadece onu yatıştıracak ve düşünme, hatırlama anlarında onun baş ve sinirsel ağrılarını hafifletecektir. Merak etmeyin ilaçlar yardımcı bir metot gibi düşünün, bir zararı yoktur."
"Hatırlarsa ne olur?" İçimi saran korku, endişe sanki beni ele geçirmek ister gibi canımı sıkıyordu. Sorum doktordan daha çok kendimeydi. Korkularıma bir yankıydı. "Yaşadıklarını kaldıramaya bilir. Ataklar, depresyon, ve hatta intihar girişimleri bile rastlana bilir. Zaten öyle birden hatırlamaz her şeyi, sahne sahne hatırlayacaktır ama bu onun için çok zorlu bir süreç olacak." Artık doktorun susmasını isteyerek elimi kaldırdım ve gitmesi için başımı salladım.
Doktor yanımdan ayrıldı. Kapıya yaslanırken gözlerim doldu. Ben ki mafyalar mafyası Harun Kotan'ın oğlu Miran Kotan, oturup çocuk gibi ağlayacaktım.
"Uyandı mı?" Yavaş ve korkak adımlarla yanıma yaklaşan Alaz her şeyi duymuş muydu?
Kızarık gözlerle bana bakarken sadece başımı salladım. Odaya girecekti ki kolundan tutup onu durdurdum. "Hafıza kaybı yaşıyor." Dediğimde sanki canıma iğneler batıyordu. Alaz'ın gözleri büyüdü. şaşırdı ama ne yapacağını bilemedi. Odaya girip girmekte kararsız kaldı. Arkasından Mert ve Bejna geldi, meraklı gözlerle bir haber bekliyorlardı ama hiçte iyi haberler yoktu.
"Ona geçmişi direkten hatırlatacak şeyleri söylemeyeceksiniz. Hafıza kaybı yaşıyor ve eğer tekrardan hatırlarsa onu hiçbir şekilde durduramam. Bunu biliyorum."
"Ne yapacağız?" Dedi Mert.
"Tertemiz bir sayfa, tertemiz bir kimliğe bürüneceğiz. Bizim hayatımız asıl buradan sonra başlayacak. Onu koruyabilmemin tek yolu bu."
Alaz, Mert ve Bejna'nın yüzlerine tek tek baktım. Üçü de sözlerimin ağırlığını kavramaya çalışıyordu. Alaz dudaklarını ısırdı, Mert derin bir nefes aldı, Bejna ise kaşlarını çattı. Onlara yalan söylemiyordum. Gerçekten başka çaremiz yoktu.
"Peki ya hatırlarsa?" diye sordu Bejna, sesi şüpheliydi. Uzun yıllar sonra konuşmaya başlamış, sesi çatallı ve kısıktı.
Gözlerimi kıstım. Bu ihtimali düşünmek bile istemiyordum ama gerçekler ortadaydı. Deniz hafızasını kaybetmişti. Eğer her şeyi öğrenirse... Eğer geçmişin karanlığı onu yeniden içine çekerse... O zaman onu elimde tutamazdım. Ve biliyordum ki, hatırladığı an benden kaçacaktı.
Hatırlarsa, kaybederdim.
"Hatırlamasına izin vermeyeceğiz," dedim, sesim kesin ve netti. "O artık geçmişteki Deniz değil. Benim yanımda güvende, sadece geçmişi geleceğimize katmadan ilerleyeceğiz artık."
Alaz bir adım geri çekildi. Gözleri duygularını ele veriyordu; ne düşüneceğini bilmiyordu. "Miran..." dedi, sesi titrek çıkmıştı. "Bu bir yalan. Gerçek er ya da geç ortaya çıkar. Sonra ne olacak?"
Gözlerimi kapattım. Bunu düşünmeye hazır değildim.
"Sonrasını sonra düşünürüz," dedim. "Şu an önemli olan onun burada kalması."
Mert sessizdi, ama bakışlarından düşündüğünü görebiliyordum. Bejna ise kollarını göğsünde bağladı, bana meydan okur gibi bir adım attı.
"Gerçeklerden kaçamazsın, abi," dedi sert bir sesle. "Onun yerine karar veremezsin."
Gözlerimi açtım, ona baktım. Sesim soğuktu. "Onun için en iyisini yapıyorum."
Bejna başını iki yana salladı ama tartışmayı uzatmadı. Hepimiz susmuştuk. Hiç birimiz, neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilmiyorduk.
Tam o sırada içeriden Deniz'in sesi duyuldu. "kimse var mı?"
Gözlerim hızla kapıya kaydı. Kalbim bir an durdu sandım.
Onu yeniden kaybetmemek için ne gerekiyorsa yapacaktım.
Ne gerekiyorsa.
Sesi duyulur duyulmaz, hepimiz olduğumuz yerde donduk. Birkaç saniye kimse hareket etmedi. Sadece birbirimize baktık. Sonra derin bir nefes alıp kapıyı açtım.
Oda hâlâ loştu. Deniz yatakta, yastığa yaslanmış hâlde bize bakıyordu. Gözleri yorgundu, kafası karışmış gibiydi. Beni hatırlamadığını biliyordum, ama Alaz... Alaz için bu çok daha zor olacaktı.
Odaya ilk o adım attı. Ağır, temkinli, korkak adımlarla. Yutkunduğunu gördüm. İçindeki karmaşa yüzüne vuruyordu. Bir şeyler söylemek istedi ama ilk kelimeyi nasıl seçeceğini bilmiyordu.
Sonunda yatağın kenarına oturdu. Ellerini dizlerine koydu, derin bir nefes aldı. Gözleri kızarmıştı.
"Abim..." dedi fısıltıyla.
Deniz başını hafifçe eğdi, ona daha dikkatli baktı. Ama o boş bakışlar... Alaz için işte en yıkıcı şey buydu.
Alaz titrek bir nefes verdi, elini uzattı, parmaklarını Deniz'in saçlarının arasına geçirdi. Eskiden yaptığı gibi, kardeşini koruyup kollayan bir abi gibi, sevgiyle. Başını biraz öne eğip saçlarından bir öpücük kondurdu.
Ama Deniz hiç tepki vermedi.
Sadece usulca fısıldadı. "Sen... kimsin?"
Alaz'ın yüzü bir an dondu. Sanki içindeki her şey bir anda buz kesmişti. O anı unutamayacağım. Ne kadar güçlü olursak olalım, bazen tek bir cümleyle yıkılıyorduk.
Ben bile nefes alamazken Alaz'ın neler hissettiğini tahmin edebiliyordum. Ellerini yavaşça geri çekti. Boğazını temizleyip zorla gülümsedi.
"Ben..." dedi, sesi çatlamıştı. "Ben Alaz. Senin abinim, Deniz."
Deniz, sanki bir yabancıdan bahsediliyormuş gibi, adını duyduğunda bile boş boş baktı. Birkaç saniye boyunca bir şey demedi. Sonra gözlerini kaçırdı, dudaklarını ısırdı.
"Özür dilerim," dedi neredeyse duyulmayacak bir sesle. "Hiçbir şey hatırlamıyorum."
Alaz başını öne eğdi. Gözlerini kapattı. Kırılmıştı. Ama kırıldığını göstermeyecek kadar güçlüydü.
O an Mert ve Bejna içeriye yaklaştı. Odaya bir sessizlik hâkim oldu. Kimse ne yapacağını bilmiyordu.
Ben ise sadece Deniz'e baktım. Bizi hatırlamayan ama yine de hayatımın en önemli parçası olan o kadına.
Ve içimden bir söz verdim:
Hatırlasa da hatırlamasa da, onu asla bırakmayacaktım.
Alaz çaresizce yutkunurken boğazının hafifçe hareket ettiğini gördüm. Güçlü görünmeye çalışıyordu ama o an ne kadar çaresiz olduğunu hepimiz hissedebiliyorduk.
"Sen benim kardeşimsin," dedi, sesi titreyerek. "Hatta... bir keresinde gece yarısı canın krep çekmişti de mutfağa girip ortalığı savaş alanına çevirmiştik." Hafifçe güldü ama gözleri nemlenmişti. "Hatırlamıyor musun?"
Deniz, bir yabancıya bakar gibi ona baktı. O an Alaz'ın içinde bir şeylerin paramparça olduğunu görebiliyordum.
Öylece durduk. Odayı ağır bir sessizlik kapladı.
Sonra Mert hafifçe öksürdü ve bir adım öne çıktı. "Ben Mert," dedi, biraz daha neşeli ama temkinli bir sesle. "Senin arkadaşınım. Aslında, en yakın arkadaşlarından biriyim. Birlikte çok zaman geçirdik." Hafifçe gülümsedi, Deniz'in tepki vermesini bekledi ama nafile.
Deniz başını iki yana salladı. "Üzgünüm," dedi kısık bir sesle.
Mert'in omuzları hafifçe düştü ama gülümsemesini korumaya çalıştı. "Olsun," dedi. "Hatırlamasan da olur. Tanışmış gibi yaparız."
Alaz gözlerini sıkıca kapatıp derin bir nefes aldı. Sonra Deniz'in elini avuçlarının içine aldı, sıcaklığını hissetmek ister gibi sıktı ama Deniz'in ifadesi değişmedi.
Sonunda Alaz başını salladı. "Tamam," dedi kısık bir sesle. "Hatırlamıyorsun. Ama ben buradayım. Tekrar yaşayacağımız günlerde var oluruz bizde."
Deniz'in yüzünde bir huzursuzluk vardı. Gözlerini kaçırdı, ellerini battaniyenin içine sakladı. Bize alışkın değildi. Onun için birer yabancıydık.
Tam o sırada Bejna ilerledi. Kollarını göğsünde birleştirmiş, belli belirsiz bir hüzünle Deniz'e bakıyordu.
"Ben Bejna," dedi kısa ve net. "Miran'ın kardeşiyim." soğuk tavrı beni bile germişti.
Deniz, gözlerini hafifçe kıstı. Bizi tanımaya çalışıyormuş gibi. Ama hiçbir şey bulamayınca yine o boş bakışlarla önüne döndü.
İçimden bir şeyler kopuyordu. Her şey dağılıyordu. Ama ben buna izin vermeyecektim. Deniz'i tekrar kazanacaktım.
Her ne pahasına olursa olsun.
Derin bir nefes aldım, içimdeki ağırlığı bastırmaya çalışarak. Bunu uzatmanın anlamı yoktu. Zorlamayla bir şey değişmeyecekti.
"Neyse," dedim, gözlerimi Deniz'den kaçırarak. "Hadi onu yalnız bırakalım. Biraz dinlensin. Yarası hâlâ taze. Çok üstüne gitmeyelim."
Alaz, Mert ve Bejna sessizce başlarını salladı. Alaz son bir kez Deniz'e baktı, sanki hafızasının geri gelmesini umuyormuş gibi. Ama Deniz'de en ufak bir kıpırtı yoktu.
Yavaş adımlarla kapıya yöneldik. Herkes odadan çıkarken ben de son bir bakış atıp arkamı dönmüştüm ki...
"Gitme," dedi Deniz, sesi titrek ve ürkekti.
Bir an donakaldım. Kapının eşiğinde durdum. Bu, ilk kez bana doğrudan söylediği bir şeydi.
Yavaşça geri döndüm. Gözleri benimkileri arıyordu. Sanki korkuyordu, sanki yalnız kalmak istemiyordu ama nedenini kendisi bile bilmiyordu.
İçimde bir şeyler sıkıştı. Yutkundum, odada yalnızca ikimiz kalmıştık artık.
Geri adım attım, yatağın yanına yaklaştım.
"Buradayım," dedim yavaşça. "Hiçbir yere gitmeyeceğim."
Gözlerini kısarak yüzüme baktı. İçinde bir huzursuzluk vardı, bunu hissedebiliyordum. Hatırlamıyordu ama bir şeylerin eksik olduğunu biliyordu.
"Miran..." dedi, sesi kırılgandı. "Bana ne oldu?"
Gözlerimi kaçırdım. Derin bir nefes aldım ama cevap vermedim.
Sabırsızlandı, yüzüme daha dikkatli bakarak tekrar sordu. "Sana bir şey soruyorum. Bana ne oldu?"
Sessizce ona baktım. Ne diyebilirdim ki? Gerçeği anlatamazdım. Onu kaybetme riskini göze alamazdım.
Bu sefer kaşları çatıldı. "Niye cevap vermiyorsun?"
Yutkundum, başımı iki yana salladım. "Şu an bunları düşünme. Yorgunsun, dinlenmen lazım."
"Hayır, bana bir şey oldu." Eliyle battaniyeyi sıktı. "Vücudumda ağrılar var, zihnim bomboş... Bunu bilmeye hakkım yok mu?"
İçimdeki fırtınayı susturmaya çalıştım. Ellerimi cebime soktum, gözlerimi yere indirdim. Hakkı vardı, evet. Ama bilirse... Bilmese daha iyiydi.
"Bunları sonra konuşuruz," dedim, sesimi olabildiğince sakin tutarak.
Derin bir nefes aldı, bana inanmak istemediği her halinden belliydi. Ama ne kadar bastırsa da, cevabı benden alamayacağını anlamıştı.
Gözlerini kaçırdı, yavaşça yastığa yaslandı. İçindeki huzursuzluğu görebiliyordum ama şimdilik pes etmişti.
Bense sadece ona baktım. Gerçeği öğrenirse benden gidecekti, bunu biliyordum. Ama şu an, beni tanımadığı hâlde beni yanında tutmak istemişti.
Ve ben de o an sadece buna tutunacaktım.
Deniz gözlerini tavana dikti, kaşlarını hafifçe çatmıştı. Beyninin içinde fırtınalar koptuğunu görebiliyordum. Beni zorlamaktan vazgeçmiş gibi görünse de, içindeki şüphe onu rahat bırakmayacaktı.
Birkaç saniye sessizlik oldu. Sonra, neredeyse duyulmayacak bir sesle mırıldandı:
"Peki... ben buraya nasıl geldim?"
Gözlerimi kısmadan ona baktım ama yine cevap vermedim.
"Sen... biliyor musun?"
Gözlerimi kaçırdım. Çok iyi biliyordum. Onu en derin yaralarıyla, en büyük korkularıyla tanıyordum. Ama o, şu an beni bir yabancı gibi görüyordu.
Dudaklarını hafifçe araladı, gözlerini kırpıştırdı. "Miran..." dedi yine, sesi dalgalanıyordu.
Ama cevap vermedim.
Başını hafifçe bana çevirdi, yavaşça yutkundu. "Lütfen..."
Yüzüne baktım, yorgundu. Ama gözlerinin derinliklerinde bir şey vardı. Bir şeyleri hatırlamaya çalışıyordu. Bir şeyleri hissediyordu.
Ama ben, o ipleri elime almak zorundaydım. Geçmişi ona vermeye hazır değildim.
Elimi hafifçe yorganın üzerine koydum. "Deniz," dedim, yumuşak ama kesin bir sesle. "Şu an bunları düşünme. İyileşmen lazım."
Gözleri doldu ama neye üzüldüğünü kendisi bile bilmiyordu.
Ben de oturduğum yerde, onu izlemeye devam ettim. Cevap vermeyerek, geçmişi geçmişte tutmaya çalışarak.
Ama ne kadar saklarsam saklayayım, biliyordum ki bir gün her şey ortaya çıkacaktı.
Bir süre sonra kaşlarını hafifçe çattı, dudaklarını ısırarak derin bir nefes aldı. Yüzündeki belirsiz ifade, içindeki huzursuzluğu ele veriyordu.
Ellerini yavaşça battaniyenin üzerine koydu, parmakları titriyordu. Sonra sesi, neredeyse bir fısıltı kadar düşük bir tonda çıktı:
"Miran..."
Başımı kaldırdım, gözlerimiz buluştu.
O gözlerde bir acı vardı. Ama hangi acı olduğunu bilmiyordu.
"İçim... garip hissediyorum." Eli hafifçe karnına kaydı, orada bir boşluk varmış gibi. İçgüdüsel bir kayıp hissi.
Devam etti, sesi titrekleşmişti. "Sanki... içimden bir şeyler kopmuş gibi."
Nefesim kesildi. O an odadaki hava tamamen değişti.
Bilmese de hissediyordu. Bedenindeki o derin boşluğu, kaybettiği şeyi, içindeki eksikliği...
Ben ise donakalmıştım. Ne diyeceğimi bilmiyordum.
Gözlerimi kaçırdım, boğazımdaki düğümü yutmaya çalıştım ama faydasızdı.
Ona bakamadım. Ona söyleyemedim. O kaybı hatırlaması her şeyi mahvederdi.
Bu yüzden tek yapabildiğim, soğukkanlı bir ifadeyle elimi onun elinin üzerine koymak oldu. Hafifçe sıktım.
"Sana zarar verdiler," dedim yavaşça. "Ama artık güvendesin."
Deniz gözlerini kırpıştırdı, sanki zihninde bir yerlere ulaşmaya çalışıyordu ama boşuna.
Hatırlamıyordu ama hissediyordu.
Ve bu, beni daha da korkutuyordu.
Başta gözlerini kaçırdı, parmakları battaniyenin ucunu sımsıkı kavradı. Bir şeylerin eksik olduğunu biliyordu. Ama neyin eksik olduğunu bilmiyordu.
Yavaşça yutkundu, sesi neredeyse bir fısıltıydı. "Bir bebek..."
Nefesimi tuttum.
kaşları çatıldı, gözleri bulanıklaştı. "Bilmiyorum... sanki..." Kafasını iki yana salladı. "Bilmiyorum, ama içimde... içimde bir boşluk var, Miran."
Bütün kaslarım gerildi. Bunu nasıl hissedebiliyordu? Hafızası gitmişti, hatırlamıyordu ama... anne olan bir kadın, içinde büyüyen bir canın yokluğunu kalbinin en derininde hissederdi.
Elimi yavaşça geri çektim. Saklamam gereken bir gerçeği, o kendi içinde arıyordu.
"Deniz," dedim, sakin olmaya çalışarak. "Bunları düşünme. Bedenin büyük bir travma atlattı, hissettiklerin tamamen normal."
Gözlerini bana çevirdi. O an, içimi delip geçen bir bakıştı bu. Bana güvenmek istiyordu ama içindeki o boşluk ona ihanet ediyordu.
Gözleri hafifçe kısıldı. "Sen bir şey saklıyorsun."
Tüm kaslarım gerildi ama yüzümde hiçbir şey belli etmemeye çalıştım.
"Sadece dinlen," dedim yumuşak bir sesle.
Uzun bir süre bana baktı. Sonra yavaşça başını yastığa yasladı, gözleri tavana kilitlendi. Şimdilik pes etmiş gibiydi. Ama bu, vazgeçtiği anlamına gelmiyordu.
Biliyordum. O boşluğu hissetmeye devam ettikçe, sorularını susturamayacaktı.
Ve ben, onu bu gerçekle yüzleştirmemek için ne kadar direnebilirdim... bundan hiç emin değildim.
Bir boşluk var içimde, adını bilmediğim,
Söylemesen de biliyorum, içimden söküldüğünü.
Bir düş mü, gerçek mi, ben artık seçemem,
Ama o eksiklik, suskunluğunda gizli...
İki gün sonra...
Güneş, bahçenin çimenlerine ince ince serilirken hafif bir esinti yaprakları usulca hışırdatıyordu. Kahvaltı masası doluydu; Mert, Bejna ve Alaz çoktan yerlerini almış, çay bardaklarını ellerine alıp koyu bir sohbete dalmışlardı.
Ben ise Deniz'in koluna hafifçe destek olarak, onunla birlikte bahçeye doğru yürüyordum. İki gün olmuştu. İlk gün hiç konuşmamıştı, ikinci gün ise sadece kısa cümlelerle cevap vermişti. Ama artık odada kalmak istemediğini söylediğinde, onun dışarı çıkmaya hazır olduğunu anladım.
Deniz'in adımları hâlâ temkinliydi. Yarası iyileşiyordu ama içinde bir şeylerin tam oturmadığını hissediyordum. Yine de, ilk defa kalabalığın arasına karışacaktı ve bu iyi bir işaretti.
Masaya yaklaştığımızda Bejna gözlerini kocaman açtı, ona Deniz'e yakın davranması için tembihlemiştim. Geldiğimizi görünce hemen heyecanla yerinden kalktı. "Bak bak kimler teşrif etmiş! Hanımefendi sonunda aramıza katıldı!"
Deniz hafifçe gülümsedi ama henüz ne diyeceğini bilemiyordu. Bejna'nın enerjisi ona fazla mı geliyordu bilmiyorum ama en azından rahatsız olmuş gibi görünmüyordu.
Alaz ise kız kardeşine gözlerini kırpmadan baktı. "İyi misin?" diye sordu, sesi koruyucu ama tedirgindi.
Deniz başını salladı. "Daha iyiyim."
Mert hemen araya girdi, yüzünde her zamanki gevrek sırıtışıyla: "Ee, hatırlamıyorsun ama eskiden abinle hiç anlaşamıyordun, sana hep karışıyordu ve sen asla tahammül edemezdin?"
Deniz kaşlarını kaldırdı. "Gerçekten mi?"
Bejna kahkaha attı. "evet, hatta abimle sevgili olduğunuzu öğrendiği gün ikinizi de öldürecekti."
Alaz göz devirdi. "Çok komiksiniz." sonra kardeşine dönerek elimi tuttu. "Biz her zaman iyi anlaşırdık bir kere, sevgili olduğunuzu öğrendiğimde ise tepki vermedim. Sadece sizi destekledim." Gerçek değildi asla olaylar. Ama artık öyleydi.
Deniz hafifçe gülümsedi ama hâlâ olan biteni anlamaya çalışıyordu. Ben ise onu sandalyeye oturtarak yanına geçtim. Bu anın onun için zorlayıcı olmamasını istiyordum.
Tam o sırada Mert elindeki simidi havaya kaldırıp konuşmaya başladı: "Bu arada, bilmen gereken önemli bir şey var Deniz."
Deniz merakla ona baktı. "Ne?"
Mert ciddi bir ifadeyle masaya doğru eğildi. "sen simit çok severdin, yarış yapardık kim daha önce bitirir diye, ve hep sen kazanırdın!"
Bejna hemen elindeki bıçağı tehditkâr bir şekilde kaldırdı. "hahahahaha, HASPAM! Bir kere ben daha çok severim simidi, Deniz bir simidi bitiremezdi bile!" Deniz ilk defa kahkaha attı. Hafif ama içten bir kahkaha. Herkes bir an durdu. Çünkü bu, onun yaşadığı onca şeyden sonra ilk kez gerçekten rahatladığının işaretiydi.
Ben ise sadece ona baktım. Geçmişi bilmese de, en azından bir anlığına mutlu görünüyordu. Ve bu, her şeyden önemliydi.
Mert masadaki çay bardağını yerine koyup birden heyecanla öne doğru eğildi. Gözleri kurnazca parlıyordu.
"Bak Deniz, sana burada nasıl yaşadığımızı anlatmam lazım. Burada herkesin başına bir rezillik gelir. Ama en büyük rezilliği kim yaşadı biliyor musun?"
Deniz merakla başını iki yana salladı. "Kim?"
Bejna hemen araya girdi. "Mert!"
Mert umurunda bile değilmiş gibi gülerek devam etti. "Kızım, zaten geberteceksin, bari bir işe yarasın."
Bejna içini çekti. "Ağzını hayırlı açsan şaşarım."
Deniz artık iyice meraklanmıştı. "Ne oldu?"
Mert derin bir nefes aldı, büyük bir sır açıklıyormuş gibi gözlerini kıstı. "Geçen gün Bejna, pazara gitti. Neyse, pazarcıyla kavga etti."
Deniz kaşlarını kaldırdı. "Neden?"
Alaz araya girdi. "Bir kilo domates aldı ama pazarcı ona iki domates fazla koymuş."
Deniz şaşkınlıkla baktı. "Eee? Güzel işte."
Mert o an patladı. "İŞTE BİZİM BEJNA'NIN PROBLEMİ DE BU! GÜZEL DEĞİL DİYE PAZARCININ PEŞİNE DÜŞTÜ!"
Deniz gözlerini kocaman açtı. "Şaka yapıyorsunuz."
Mert kafasını iki yana salladı. "Keşke."
Ve yalanına devam etti, konuşurken gülmekten sesi titriyordu. "Kız pazarcının tezgâhına geri gitti, 'ben fazla almadım mı?' diye sordu. Adam 'abla, helali hoş olsun' dedi. Bejna ne yaptı biliyor musun?"
Deniz heyecanla başını iki yana salladı. "Ne yaptı?"
Mert nefes aldı ve patladı: "DOMATESLERİ ADAMIN TEZGAHINA GERİ FIRLATTI!"
Deniz bir an durdu, sonra kahkaha patladı. Ama herkesin en büyük kahkaha krizi Bejna'nın savunmasıyla geldi.
Bejna kollarını açıp masaya yaslandı. "Ne yapaydım? Haram lokma yiyemem ben!"
Alaz gözlerini devirerek ekledi: "Kızım adam sana 2 tane domates verdi, şirkete ortak etmedi!"
Deniz sandalyeye yaslanıp karnını tutarak kahkaha attı. "Allah'ım, bu kadar ciddiye alacağını hiç düşünmemiştim!"
Bejna gözlerini kıstı. "Ben prensipleri olan bir kadınım, hanımefendi."
Mert kahkahalar içinde kafasını salladı. "Aynen, domates de senin prensibindi zaten."
Herkes kahkahalar içinde kıvranırken ben de Deniz'e baktım.
Bu anı hafızasına kazıyamasam da, en azından hissettirebiliyordum.
Deniz'in kahkahaları hâlâ kulağımdaydı ama içimde garip bir huzursuzluk vardı. Bu kahvaltı masasında herkes bir yalana ortak olmuştu.
Sanki sıradan bir aile, huzurlu bir ev, mutlu bir sabah yaşıyorduk. Ama gerçekler bambaşkaydı.
Deniz mutluydu. Hatta onu tanıdığım günden bu yana ilk defa saf mutluluk vardı yüzünde. Ama o bilmiyordu. Onun için yaratılan bu dünyanın aslında bir hapishane olduğunu bilmiyordu.
Kahvaltı bittikten sonra onunla kısa bir yürüyüşe çıktık. Bahçenin ucuna doğru, taş patikanın üzerinden ağır adımlarla ilerliyorduk. Deniz iyileşiyordu, her geçen gün biraz daha güçleniyordu ama... içindeki boşluk da büyüyordu.
Hafifçe derin bir nefes aldı. "Hava ne kadar güzel."
Başımı salladım. Ona eşlik ediyordum ama içim savaş halindeydi. Onun bu kadar huzurlu olmasını izlemek güzel olmalıydı ama içimdeki gerçekler... gerçekler bu huzura ihanet ediyordu.
Deniz bir süre sessizce yürüdü. Sonra aniden durdu, bana döndü. "Miran."
Gözlerinin içine baktım. "Efendim?"
Tereddüt etti. Beni sorgulamak istiyordu, bunu hissediyordum. Ama nasıl soracağını bilemiyordu.
"hep böyle neşeli bir hayatımız yoktu değil mi? Ben kimim gerçekten de?" dedi sonunda. "Herkes bana bir şeyler anlatıyor ama... sanki eksik parçalar var."
İçimde bir şey sıkıştı.
Gözleri beni delip geçiyordu. Bir şeyleri hissettiğini biliyordum.
Ama ben bu yalanı yaşatmak zorundaydım.
"Elimizde olanlarla yetinelim, olur mu?" dedim yumuşak bir sesle.
Hafifçe kaşlarını çattı ama bir şey demedi. Yavaşça yürümeye devam etti. Ama bu konuşma burada bitmemişti. sessizce yürümeye devam etti, adımlarındaki huzur hala vardı ama gözlerindeki o hafif soru işaretini görebiliyordum. Sanki her an kafasında bir şeyler canlanacakmış gibi, sanki bir şeyler eksikti ve o eksiklik onu yiyip bitiriyordu.
Bir süre daha sessiz kaldıktan sonra, nihayet durdu ve başını kaldırarak bana döndü. Gözlerindeki o soru, bu sefer kelimelere dökülüyordu.
"Miran..." diye başladı, sesi biraz titrekti. "neden anlatmıyorsun, neden hatırlamamı istemiyorsun? Kimim ben, merak ediyorum? Eski hayatım nasıldı?"
O an, içimdeki çelişkiler iyice belirginleşti. Yalanın sınırlarını zorluyordum ama gerçekten kaçış yoktu. Deniz'in içindeki boşluğu görmemek, yalanlarla onu oyalamak artık mümkün değildi. Ama bir yandan da gerçekleri söylemek onu yavaşça kaybetmek demekti.
Kendimi zorlayarak cevap verdim. "Geçmişte herkesin zor zamanları olmuştur. Bizimkiler de her zaman güzel değildi. Ama önemli olan, şu anki hayatımız. O anılar sadece... bir yük."
Gözleri hâlâ üzerimdeydi. Onu kandırmak, sürekli farklı bir yol seçmek, artık o kadar kolay değildi.
"Yük mü?" dedi, bir adım daha atarak bana yaklaştı. "Yük demek... bir şeyi unutmaya çalışmak gibi. Ama ben hatırlayamıyorsam, gerçekten unuttum mu?"
Sesindeki hüzün, içimde bir şeyleri parçaladı. Her söylediği, her sorusu, karanlıkta kaybolan bir iplik gibi daha da uzanıyordu.
"Yavaşça unutulmaz. Zaman her şeyi geçirebilir ama... bazı şeyleri hatırlamak, kaybetmekten daha zor olabilir."
Bir an sessiz kaldı. Ardından hafifçe gülümsedi ama bu gülümseme, sanki acıyı gizlemeye çalışan bir maskeydi. "Sanırım sen de bir yük taşıyorsun, değil mi?"
Bir an duraksadım. Evet, taşıyorum. Ama ona söylemeye cesaretim yoktu. "Herkesin geçmişi yüktür. Bu da benim yüküm."
Deniz derin bir nefes aldı. "Ama bu geçmiş, her şeyin bir parçası değil mi? Yaşadıklarımız, kim olduğumuzu belirliyor."
Her cümlesi, içimdeki kaybolan parçaları ortaya çıkarıyor gibiydi. Gerçekten ne kadar doğru söylüyordu. Ama ona olan sorumluluğum, ona yaşattığım bu yalanlar, beni sıkıştırıyordu.
"Belki de biz, geçmişi yalnızca geleceğe taşımak zorundayız." dedim, sesim neredeyse bir fısıldamaya dönüştü.
Deniz bir an durakladı. Gözlerini benden ayırmadan birkaç saniye düşündü. "Benim geleceğim, seninle mi?" dedi.
Sözlerim, kalbimde yankılanıyordu. Ne kadar istesem de, ne kadar gerçeği sevsem de...
"Senin geleceğin, senin seçimlerin olacak." dedim, içim burkulurken. "Ama ben... sen ne seçmiş olursan ol, senin yanındayım."
Gözleri biraz daha bulanıklaştı. Ama yine de sessizce başını salladı.
Bir süre sessiz kaldıktan sonra aniden başını kaldırdı ve gözlerini bana dikip sordu:
"Biz nasıl tanıştık?"
İçimden bir şeyler kıpırdadı, ama bu soruya cevap vermek... Cevap vermek, her şeyin değişmesine neden olabilirdi. Onun geçmişini açıklamak, eski yaraları açmak demekti. Ama hala saf, masum bir şekilde bana bakıyordu. Gözlerinde beliren o merak, bana her şeyi yeniden hatırlatıyordu.
Yavaşça, derin bir nefes aldım. "Zaman... O kadar hızlı geçmiş ki aklımda kalmamış neredeyse..." İnanmadı, gözleri şüpheyle bakıyordu. "Bir gece barda tanıştık. İkimiz de yalnızdık ve birbirimizi bulduk. Bu kadar."
"Bu kadar." Diye taklit etti beni, tatmin olmamış gibiydi. "Evet." Dediğimde bana asla inanmıyordu.
Ve ben bu boktan yalanların içinde kendimce çırpınıp duruyordum. "Bana anlatmadığın o kadar şey var ki, hatırlamamı istemiyor gibisin. Ne yaşadık biz Miran?"
İşte boğazıma nefesimi dizen soru buydu. Şüpheleniyordu ve söylediklerim onun için de inandırıcı gelmiyordu. "Benim bir mesleğim var mı?" Dedi bu seferde. Cevap vermemi beklemeden.
"H-hayır, sen hemşirelik birinci sınıf öğrencisiydin ve okulu terk ettin, bir daha da gitmedin." Gözleri şaşkınlıkla açıldı. "Yok artık," hayret ediyordu kendine. Ona aslında sen babanın zoruyla askerliğe adım atmıştın diyemedim. Hatta diyemezdim.
Deniz, kaşlarını çatıp şaşkın bir şekilde başını iki yana salladı. Kendi geçmişine bile yabancıydı ve ben onu kandırmaya devam ediyordum.
"Yani... okulu bırakmışım?" dedi, gözlerini bir noktaya sabitleyerek. "Bu bana hiç mantıklı gelmiyor. Ben böyle bir şey yapacak biri miydim?"
İşte burada işler sarpa sarıyordu. Deniz, anlattığım her şeyin gerçek olup olmadığını sorgulamaya başlamıştı.
"Bazı kararlar anlık verilir." dedim, sesimi olabildiğince yumuşak tutarak. "O an doğru gibi gelir ama sonrasında pişmanlık da olabilir. Sen de... belki başka bir şeyler yaşadın ve gitmemeyi seçtin."
Ama yüzündeki ifadeden anladım ki, bu laf oyunları ona yetmiyordu. Bir adım geriye çekildi, gözlerini kısıp bana baktı.
"Miran." dedi, bu sefer daha ciddi bir sesle. "Beni bir aptal gibi mi görüyorsun?"
Nefesim boğazıma düğümlendi. İşte bu soruya verecek bir cevabım yoktu.
ellerini sımsıkı yumruk yaptı ve başını hafifçe eğdi. "Bak, hafızamı kaybetmiş olabilirim ama içgüdülerim yerinde. Beni burada tutuyorsun, tamam. Ama ne olduğumu bile bilmeden, ne yaşadığımı bilmeden... bir şeyler eksik."
Sustum. İlk defa gerçekten sıkışmış hissediyordum.
Deniz, derin bir nefes aldı ve gözlerini gözlerime dikti. "Benim bu hayata dair hiç hedefim yok muydu? Sadece okul bırakmış, boş boş gezen biri miydim?"
"Deniz, lütfen..." dedim ama cümleyi tamamlayamadım.
Çünkü onun gerçeğe yaklaştığını hissediyordum. Ve ben, o gerçeğin gün yüzüne çıkmasını istemiyordum.
Deniz gözlerini kıstı. "Bir şey saklıyorsun." dedi kesin bir dille.
Bu, en büyük korkumdu.
"Ne saklıyorum ki?" diyerek omuz silktim, sanki önemsiz bir konuymuş gibi.
Ama Deniz artık tatmin olmuyordu. Çünkü içgüdüleri ona doğru yolu gösteriyordu. Ve ben, bu savaşı daha ne kadar sürdürebileceğimi bilmiyordum.
İçindeki şüphe büyürken, arkamızdan ağır adımlarla yaklaşan birinin varlığını hissettim. Alaz.
O da her şeyi uzaktan izleyip sabrediyordu, ama artık dayanamadı. Birkaç adımda yanımıza gelip Deniz'in tam karşısında durdu.
"güz güzeli." dedi, sesi titrek ama içtendi. Sonra hiçbir şey söylemeden ona sarıldı.
Deniz kollarının arasındaydı ama... tepkisizdi. Gözleri boş bir şekilde karşıya bakıyordu. Alaz'ın omzunun üstünden bana baktı, ama yüzünde en ufak bir tanıdıklık yoktu.
O an Alaz'ı bile hatırlamadığını bir kez daha fark ettim.
Alaz, kardeşinin saçlarına usulca dokundu, hafifçe kokladı bile. Kendinden bile koruduğu, üzerine titrediği kardeşi artık ona yabancıydı.
Ama Deniz'in gözleri... boşluktu.
Yavaşça geriye çekildi. "Ben... seni de hatırlamıyorum." dedi, sanki kendi bile inanamayarak.
Alaz'ın yüzü bir an kasıldı, ama hemen gülümsedi. "Olsun be abim." dedi, ama sesi kırılmıştı. "Hatırlarsın elbet."
Sonra başını eğdi. Ama hepimiz biliyorduk ki, bazı şeyler geri gelmeyebilirdi.
Alaz gözlerini yere indirdi, sessizce yutkundu. Ama Deniz'in karşısında dik durmaya devam etti. Sonra, yüzüne eğreti bir gülümseme yerleştirerek:
"O zaman tanışalım." dedi, elini uzattı. "Ben Alaz. Abinim."
Deniz bir an duraksadı. Sonra, hafif tereddütle elini uzatıp sıktı. "Memnun oldum... sanırım."
Alaz güldü ama içi yanıyordu, bunu hepimiz anladık.
Ve o an, içimde bir şeylerin daha kırıldığını hissettim. Çünkü Deniz, geçmişine ait her şeyi bir boşluk olarak görüyordu.
Deniz, Alaz'ın elini bıraktıktan sonra gözlerini ona dikkatlice dikti. İçinde bir şeyler arıyordu. Bir bağ, bir anı, bir tanıdıklık... ama hiçbir şey bulamıyordu.
Yutkunup sordu, sesi neredeyse fısıltı kadar hafifti: "Bizim ailemiz var mı?"
O an, zaman durdu.
Alaz'ın yüzü anında gerildi, gözleri titredi. Dudaklarını araladı ama kelimeler boğazında düğümlendi. Bu soruya nasıl cevap verebilirdi ki?
Deniz'in bakışları daha da meraklı hale geldi. "Annemiz, babamız? Nerede onlar?"
Alaz, derin bir nefes aldı. Eli istemsizce cebine gitti, parmaklarını sıktı. Kendi kendine sakinleşmeye çalışıyordu. Ama ne kadar denese de, bu cümle insanın boğazına yumruk gibi oturuyordu.
Sonunda, sesi zor çıkarken cevap verdi:
"Biz... sadece ikimiz kaldık, abim."
Deniz'in kaşları çatıldı. "Ne demek sadece ikimiz kaldık?"
Alaz bir an duraksadı. O an benimle göz göze geldi. Bu konuşmayı yapmaya hazır değildi. Ama artık geri dönüş yoktu.
Sessizce başını eğdi ve fısıldadı: "Annemle babamı... bir kazada kaybettik."
Deniz bir an dondu. Sanki içindeki boşluk daha da derinleşti. Gözleri hızla dolaştı, sanki hatırlamak için çabalıyordu. Ama... hiçbir şey yoktu.
Ellerini başına götürdü, hafifçe bastırdı. Bilinçaltı ona bir şeyler söylüyordu ama kelimeler çıkmıyordu.
"Hatırlamıyorum..." dedi, sesi kırılmıştı. "Hiçbir şey hatırlamıyorum."
Alaz'ın yüzü o an çöktü. O da bir adım geriye attı, gözlerini kaçırdı.
"Hatırlaman gerekmiyor." dedi boğuk bir sesle. "Ben hatırlıyorum, bu yeterli."
Ama ikimiz de bunun bir yalan olduğunu biliyorduk.
Deniz'in gözleri doldu, dudakları titriyordu. Hatırlamamak onun için bir boşluk değil, dipsiz bir uçurumdu.
"Hatırlamıyorum..." dedi, sesi titrek ve kısık çıkıyordu. "Ne kadar zorlasam da... hiçbir şey gelmiyor aklıma."
Ellerini saçlarına götürdü, hafifçe çekiştirdi. "Bu insanlar kimdi? Onları seviyordum mu? Onlar beni seviyordu mu?"
Alaz olduğu yerde donup kalmıştı. Onun güçlü olması gerekiyordu ama kardeşinin gözlerinin önünde çaresizce erimesini izliyordu.
Deniz nefes nefese kalmıştı. "Ben bir hayat yaşamışım ama hiçbir şey hatırlamıyorum. Hiçbir şey... Sanki ben... ben hiç var olmamışım gibi."
Bu söz beni içimden vurdu. O da fark ediyordu. Gerçekten kim olduğunu kaybetmişti.
Alaz gözlerini sıkıca yumdu, dudaklarını birbirine bastırdı. Sonra yavaşça ona yaklaştı ve omuzlarından tuttu. "Abim..." dedi yumuşak bir sesle. "Bunları düşünme. Sen varsın. Buradasın. Ben buradayım."
Deniz'in gözleri yaşla doluydu. Başını iki yana salladı. "Ama ben kim olduğumu bilmiyorum. Senin kardeşin olduğumu bile sadece sözlerinden öğreniyorum. Kendimle ilgili tek bir anım bile yok..."
Sesi iyice titredi. "Ya ben... gerçekten ben değilsem? Ya bambaşka biri olup sizin bana anlattığınız şeylere inanıyorsam?"
İşte o an, Alaz'ın gözleri doldu. Kardeşinin çektiği acı onu paramparça ediyordu ama elinden hiçbir şey gelmiyordu.
Bir adım geri çekilip derin bir nefes aldı, sonra tekrar Deniz'in gözlerinin içine baktı. "Sen benim kardeşimsin." dedi net bir sesle. "Ve eğer bilmen gereken tek şey varsa, o da bu."
Deniz'in gözlerinden iki damla yaş süzüldü. Alaz dayanamayıp onu sıkıca kollarının arasına aldı.
Ama Deniz hâlâ kendini boşlukta hissediyordu. Ve bu boşluk, her geçen saniye daha da büyüyordu.
Günler geçti. Sabahlar geceye döndü, geceler tekrar sabaha kavuştu. Ama Deniz... aynıydı.
Evde herkes ona moral vermek için uğraşıyordu. Alaz her sabah ona en sevdiği kahveyi yapıyor, Mert arada eski anılardan bahsediyormuş gibi yapıp onu güldürmeye çalışıyordu. Bejna desen, her fırsatta koluna girip onu dışarı çıkarmaya uğraşıyordu. Ama hiçbiri yetmiyordu.
Deniz, her şeyin dışında, hiçbir şeyin içinde gibiydi. Boşluk, onun yeni dünyası olmuştu.
Bir sabah kahvaltıda herkes yine şakalaşıyordu. Alaz, Mert ve Bejna bir konunun içine dalıp hararetle konuşuyordu. Gülüyorlardı, takılıyorlardı. Ama Deniz'in gözleri boş boş tabaktaki ekmeğe dalmıştı.
Farkında olmadan onu izliyordum. Ne kadar deneseler de, Deniz bu dünyaya ait hissedemiyordu.
"Abim, sana diyorum!" dedi Alaz bir anda. Deniz, başını kaldırdı, yüzüne zoraki bir gülümseme oturttu. "Ne dedin?"
Alaz hafif bir kahkaha attı ama içinde burukluk vardı. "%3
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
5.82k Okunma |
369 Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |