Bazen gitmek, bir vedadan çok, kendine dönmenin en sessiz yoludur. Ardında bıraktıkların değil, yol boyunca keşfettiklerin öğretir insana kim olduğunu. Adımların seni bilinmezliğe sürükler gibi görünse de aslında özüne yaklaştırır. İnsan, geride bıraktıklarıyla değil, yolculuk boyunca ruhuna kattıklarıyla büyür. Ve belki de en derin yolculuk, uzaklara değil, kendi içine yapılan yolculuktu.
Gözlerimde kırgınlıklar akarken akşamın esintisi yüzüme düşen saçlarımı uçuşturuyordu. Kursağımda kalan hayal kırıklıkları ile bir bankta otururken ellerimi montumun cebine koyarak ısınmak istedim...
Ama soğuk sadece ellerimde değil, içimde de hissediliyordu. Havanın serinliği değil, kelimelerin eksikliği üşütüyordu beni. Derin bir nefes aldım, içime çektiğim hava ciğerlerimi yakarcasına geçti boğazımdan.
Yanımdan geçen insanların ayak sesleri, uzak bir şehrin yankısı gibi kulaklarımda çınladı. Ne kadar otururum burada bilmiyorum, belki bir sigara süresi kadar, belki bir ömürlük sessizlik kadar. Ellerimi cebimde daha da sıkılaştırırken, içimde biriken kelimeleri susturmayı denedim. Ama bazı hisler, sessizlikte daha çok konuşurdu.
Gökyüzü yavaş yavaş koyulaşırken, şehir ışıkları tek tek yanmaya başladı. İnsanlar aceleyle yanımdan geçiyor, kimisi eve, kimisi belki de bir başkasına yetişiyordu. O an fark ettim, herkesin bir gidişi vardı ama benim kalışım hiçbir yere varmıyordu.
Montumun cebinde parmaklarım eski bir bilet köşesine takıldı. Ne zaman oraya koyduğumu hatırlamıyordum ama belli ki bir yolculuk fikri geçmişti aklımdan. Gidebilirdim… Belki de gitmeliydim. Ama insan bazen gidemediğinde, sadece oturduğu yerde kaybolurdu.
Başıma düşen ince bir yağmur damlasıyla irkildim. Gökyüzü bile içimdeki ağırlığa ortak oluyordu sanki. Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Belki de bazı yollar yürüyerek değil, kabullenerek başlardı.
Yağmur hızlanırken, sokak lambalarının ışığında dans eden damlaları izledim. İnsanlar adımlarını sıklaştırıyor, kaldırımlarda bir telaş hâkim oluyordu. Oysa ben hâlâ aynı bankta, aynı ağırlıkla oturuyordum.
Cebimdeki bileti çıkardım, buruşturulmuş kenarlarını düzelttim. Üzerindeki tarih çoktan geçmişti. Gitmeyi düşündüğüm ama gidemediğim bir yolculuğun sessiz hatırasıydı. İçimde bir şeyler kıpırdadı; belki de bu biletin süresi geçmişti ama benim gitme vaktim hâlâ vardı.
Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Gri bulutlar arkasında saklanan yıldızlar gibi, içimde de bir umut kırıntısı vardı belki. Yavaşça ayağa kalktım. Adımlarım, nereye varacağını bilmediğim bir yola doğru ilerlemeye başladı. Bazen gitmek, bir istasyona değil, kendine varmaktı.
Ayaklarım ıslak kaldırıma hafifçe vururken, içimde bir boşluk hissettim. Gideceğim yeri bilmiyordum ama kalmak da artık bir seçenek gibi gelmiyordu. Ellerimi montumun cebine daha derinlemesine gömdüm, sanki orada saklanmış bir sıcaklık arıyormuş gibi.
Sokak lambalarının titrek ışığı, gölgemi önümde uzatıyordu. Ne garip, bazen insan kendi gölgesinden bile kaçmak isterdi. Ama kaçış nereye kadardı? Gerçekten gitmek, ardında her şeyi bırakmak mıydı, yoksa en derine saklanan duygularını da beraberinde götürmek mi?
Birkaç adım daha attım. Rüzgâr saçlarımı savururken içimden bir şeylerin koptuğunu hissettim. Belki de gitmek, bir kayıp değil, yeniden var olmaktı. Ve belki de ilk defa, gerçekten bir yere varmak için yürüyordum.
Ne kadar yürüdüğümü bilmiyordum, ne kadar zaman geçti onu da fark etmemiştim zaten. Aklımda binbir düşünce geçiyordu ama hiçbirine uzun uzun tutunamıyordum. Düşünceler zihnimde savruluyor, biri diğerine çarpa çarpa kayboluyordu. İçimde bir boşluk, yürüdükçe derinleşen bir sessizlik vardı.
Sokaklar değişti, kaldırımlar farklılaştı ama ben hâlâ aynı ağırlıkla ilerliyordum. Bir köşe başında durdum, nefesimi toparlamaya çalıştım. Yağmur hızını azaltmıştı ama içimdeki fırtına hâlâ dinmemişti.
Gözlerim bir kafeye takıldı. Camın ardında oturan insanlar, sıcacık bardaklarını ellerine almış, hararetle konuşuyordu. O an fark ettim; ben uzun zamandır böyle bir sıcaklığa tanık olmamıştım.
İçeri girip girmemek arasında tereddüt ettim. Gitmek mi kalmak mı, hangisi daha ağırdı? Belki bir fincan kahve, belki birkaç dakika durmak… Bazen gitmenin içinde küçük bir mola da olabilirdi. Derin bir nefes alıp kapıyı ittim. İçeriden gelen sıcak hava yüzüme çarptı. Belki de en soğuk hissettiğim anda biraz ısınmaya ihtiyacım vardı.
İçeri adımımı attığım an, kahve ve tarçının sıcak kokusu yüzüme çarptı. Hafif bir müzik çalıyordu, insanların sesi fonda yumuşak bir uğultu gibiydi. Montumun üzerindeki yağmur damlaları sıcağa değdikçe buharlaşıyor, sanki üzerimden ağırlık kalkıyordu.
Boş bir masa bulup oturdum. Ellerimi hâlâ cebimden çıkarmamıştım, sanki orada sakladığım bir şey varmış gibi. Garson yaklaşınca bir kahve sipariş ettim, sonra gözlerimi dışarı çevirdim. Sokaklar, kaldırımlar, aceleyle yürüyen insanlar… Birkaç dakika önce ben de o kalabalığın içindeydim ama şimdi buradaydım.
Kafamı masaya yaslayıp derin bir nefes aldım. Düşüncelerim hâlâ dalgalıydı ama içimde beliren küçük bir his vardı: Belki de nereye gittiğimi bilmem gerekmiyordu. Bazen sadece durup bir kahve içmek de bir yolculuğun parçası olabilirdi.
Garson kahvemi masaya bıraktı. Elimi nihayet cebimden çıkarıp fincanı tuttum. Sıcaklık avuçlarıma yayıldıkça içimde bir şeyler çözülüyor gibiydi. İlk yudumu aldım. Ve işte o an, belki de ilk kez gerçekten bir yere vardığımı hissettim.
Sokağa bir kez daha baktım. Bu kez hızlıca geçen insanlara değil, yol kenarında bir şeyler anlatan yaşlı adama, başını eğip düşünen genç kıza… Herkesin bir hikâyesi vardı. Benim hikâyem nereye varacaktı, bilmiyordum. Ama ilk cümlesi çoktan yazılmıştı.
Dalgın dalgın kahvemi içerken karşımdaki sandalyenin çekildiğini hissettim, ardından birinin oturduğunu fark ettim. Gözlerim onu bulunca hafifçe gülümsedim. "Ömer," dediğimde ellerini masada buluşturarak, "seni takip ettiğimi biliyordun, o yüzden mi buraya geldin?" Dedi. O benim için bir düşman mıydı? Yoksa sadece geçmişimde bulunan bir figüran mıydı?
"Burada olmanın bir anlamı var mı?" diye sordum, sesimi alçaltarak. Kelimelerim ağır, derin bir anlam taşıyormuş gibi geliyordu. Ama belki de bu sadece geçmişin bana bıraktığı bir izdi. Gözlerinde bir şeyler yanıp sönerken, zaman sanki hızla geriye doğru akıyordu. O an, geçmiş ve şimdi arasındaki ince çizgide, ikimizin de bir noktada kaybolduğumuzu fark ettim.
"Direkt konuya gir diyorsun yani, öyle mi?" Hafifçe başımı salladım. Yoğun bir kafam vardı zaten, bir de lafı dolandırmanın benim için hiçbir anlamı yoktu. "Benimle iş birliği yapacaksın." Sözleri beni kısa bir süre afallattı. O da bunu fark etmiş olacak ki sözüne hemen geri devam etti.
"O kadar şaşırmana gerek yok," dedi, yüzündeki ifade bir anlığına sertleşti. "Bunu zaten bekliyordun, değil mi?" Gözlerindeki kararlılığı görmek, kalbimdeki boşluğu biraz daha genişletti. Bir an için kafamda dönüp duran bütün düşünceler duraksadı. İş birliği yapmak? Bu ne demekti?
Başımı hafifçe eğdim, zihnimdeki karmaşayı toplamaya çalışarak. "Neden ben?" diye sordum, sesim sarsılmasın diye kendimi zor tutarak. Onun da cevabı hazır gibiydi, ya da belki zaten bunu düşünmeyecek kadar emin biriydi.
"Çünkü sen, yapman gerekeni biliyorsun," dedi, gözlerini bana odaklayarak. Cümlesi, üstümde bir yük gibi ağırlaştı. Ne demekti bu? Beni bu kadar kesin bir şekilde tanıyor muydu? Gerçekten de yapmam gereken bir şey var mıydı?
"Benimle iş birliği yapacaksın," dedi tekrar, ama bu sefer biraz daha yumuşak, neredeyse bir teklif gibi. "Çünkü başka seçeneğin yok."
Bunlar sadece kelimeydi, değil mi? Ama ne kadarı tanıdık, ne kadarı korkutucu… Geçmişimle olan her bağlantı, bir anda önüme seriliyordu. Bu iş birliği, belki de kaçmak istediğim yerden daha derindi. Ve şimdi, yolumu seçme zamanıydı.
"hem..." Kısa bir es vererek bana imayla baktı. "Merak etme," sanki bana korku salmak ister gibi sesini kıstı. "Hamile bir kadına nasıl davranacağımı iyi bilirim, tecrübem var..."
Ensemden aşağı kaynar sular dökülürcesine olurken bir an yutkunmak durumunda kalmıştım. Benim kendime bile itiraf edemediğim gerçeği yüzüme tokat gibi çarpmıştı. "N-nerden biliyorsun?" Bunu sorarken bile, canıma dikenler batıyordu.
Ömer’in yüzündeki ifade, her şeyin ne kadar planlı ve hesaplanmış olduğunu gösteriyordu. Cevabı, kelimelerden çok, bir tür soğuk rahatlıkla geldi: "inan bana bunu sadece benim bilmemi isterim, biliyorsun, çocuk işleri her zaman çok karmaşıktır."
O an zaman, bir anlığına donmuş gibiydi. O korku, öfke ve şaşkınlık birbirine karışırken, boğazımda bir düğüm oluştu. Her şeyin içimi darmadağın ettiği an, birazdan duymak zorunda olduğum diğer kelimeleri beklemek gibiydi.
"İyi misin, Deniz?" diye sordu, adımı çıkarırken bu defa daha nazik, ama yine de o soğuk mesafeyi koruyarak. Sözleri, geçmişin beklenmedik bir yankısı gibiydi, içimde bir şeyler kırılıyordu.
"Nereden...," dedim, ama sözcüklerim kayboldu. Söylemeye çalıştığım şey, her şeyin ne kadar gerçek ve önceden belirlenmiş olduğu ile ilgiliydi. Her şey bir araya gelmişti, fakat hala ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
"Bunun bir de babası vardır şimdi değil mi? E tabi, leylekler getirmedi ya? Babası kim belli değil mi? Annen gibi yapma sende, çok canın yan-"
"Kes sesini!" Elimi masaya vururken gözümden bir damla yaş süzüldü. "Bunu nasıl öğrendin bilmiyorum ama, hiç bir şekilde seni ilgilendiren bir konu değil! Ne diyeceksen de ve defol git buradan!" Diğer masada oturanların bakışları bize döndü bunu fark ettim ama artık damarıma basılıyordu.
"Şşhhh!" Beni uyarırcasına tısladı. "Bağırma, sağır değilim. Ayrıca ne var yani, ilk ben öğrendiysem, bir nevi onun ex üvey dedesi oluyorum öyle değil mi?" Gözlerimi devirirken onu bir kaşık suda boğma hissiyle yüzleşiyordum. "Ne istiyorsun?!" Dedim bu sefer daha sert bir sesle. "Bana yardım etmeni istiyorum."
Ömer’in gözleri, bir an için ciddileşti. Gülümsemesi, çabucak kayboldu ve yerine, tamamen hesaplanmış bir bakış yerleşti. "Bana yardım etmeni istiyorum," dedi, bu sefer sesinde bir tür baskı vardı. "Çünkü senin yardımın olmadan, bir yere varamam."
O an, zihnimdeki tüm kablolar birbirine karıştı. Bir tarafta, bana yaşatmaya çalıştığı korku, diğer tarafta da kendi içimde hala sorgulamak istediğim bir şey vardı: Ne yapmam gerektiğini nasıl bilebilirdim? Her şey bir anda gelip beni sarmıştı. Ama o, planını çoktan kurmuş gibiydi.
"Yardım etmeyi kabul etmek zorunda mıyım?" diye sordum, dudaklarım titreyerek. O kadar gerildim ki, sesim neredeyse bir fısıldamaya dönüştü.
Ömer, masanın kenarına eğilerek yavaşça cevap verdi; "bebeğin babasına haber uçmasını istemiyorsan, evet."
Sözleri, bir çekiç gibi kafama çarptı. Bebeğin babası… O an, kalbim duracak gibi oldu. Her şeyin dönüp dolaşıp bu noktaya geleceğini hiç düşünmemiştim. Kafamda binlerce soru ve senaryolar geçerken, bedeni ve ruhu o kadar tükenmiş hissediyordum ki, tek düşündüğüm şey, nasıl bir çıkış yolu bulabileceğimdi.
Gözlerimi yere indirdim. O anda kimseyi görmedim, sadece derin bir nefes alarak içimdeki boğulma hissini bastırmaya çalıştım. sesimde bir titreme vardı ama kontrol etmeye çalışıyordum. "Benden tam olarak ne istiyorsun, Ömer?"
Gözleri keskin bir şekilde bana odaklandı. Sözleri, bir tehditten çok, bir gerçeği fısıldıyordu: "Benden alınan gençliğimi."
Bir an, o boşlukta savrulmuş gibi hissettim. içinde bulunduğum boşluk daha da genişledi. Hangi çıkışı seçeceğimi bilemediğim kadar belirsizdi her şey. Kendi içimdeki isyanı bastırırken, dışarıdan gelen sözler beni adeta köşeye sıkıştırıyordu. Bir yol vardı, ama bu yol nereye çıkıyordu?
"Sana yardım etmeyeceğim." Dedim kendimden emin bir sesle. Kahveyi masanın diğer ucuna ittim. "Seni polise vermeden defol-"
"Dinle beni!" Cümlem yarıda kaldığı gibi bedenimi de bir soğukluk almıştı. "O İlhan benden çok şeyimi aldı!" Sanki sindiremediği bir acısı vardı. "Aile kurduğumu sandım, meğersem cehennemimi yaratmışım! İlhan'ın elinde bir belge var. Onu bana alacaksın! Elvan bana kendi ellerinle vereceksin!"
"Ne diyorsun sen!"
"Duydun beni! Elvan'ın hâlâ senden umudu var! Onun, sende bir değeri olmadığını biliyorum, onu bana vereceksin."
Duyduklarımı algılamaya çalışıyordum. Gözlerinde gördüğüm koyuluk içini büren kinin ta kendisiydi. "Ne gibi umudu olabilir benden? Saçmalama, yolda görsem yolumu değiştiririm! Eğer onu kaçırmak gibi bir derdin varsa git yap! Beni bu işe karıştırma!" Sanki söylediklerimi hazmetmek ister gibi ellerini yumruk yapmıştı. "Polis gözetimi altında! O, yalnızca sen çağırırsan gelir!"
Masadan kalkmaya çalıştım ama kolumu tutarak beni geri oturttu. "Bu masadan kalkman seni pişman edebilir." Yutkunmaya çalışarak, kolumu elinden çektim. "Sana yardım etmeyeceğim!" Dedim artık sesimin tınısına dikkat etmeden. Yüzü gittikçe sertleşiyordu. Ellerini masada birleştirerek bana son kozunu oynayacağı belliydi. "Düşmanım baba oluşunu benden duyarsa ne olur?"
"Seni öldürür." Dedim hiç şüphesiz. Yüzünde yarım bir gülüş belirdi. Eli ceketinin cebine götürdü ve saniyeler içerisinde telefonunu çıkarıp ekranı açtı. "Bakalım mı?"
"Seni öldürürüm." Dedim, korkusuzca. hafifçe başını yana eğip gözlerini kıstı. Eğleniyormuş gibi bir hali vardı, ama içindeki gerginliği sezmemek imkansızdı. Telefonunun ekranına baktı, sonra tekrar bana döndü.
"Ne dersin?" dedi. "Bunu ona söylemeli miyim?"
Elim istemsizce masanın kenarına gitti. Öfkem ve mantığım birbirine çarpıyordu. Eğer bunu gerçekten yaparsa, sadece kendini değil, beni de ateşe atardı.
"Bu bir blöf." dedim, sesim her zamankinden daha sertti.
Gözleri parladı. "Emin misin?"
Ekranı bana doğru çevirdi. 'Deniz hamile,' Mesaj yazılmış, tek bir dokunuşla gönderilmeye hazırdı. Miran'ın adı alıcı kısmında duruyordu.
İçimdeki her şey savaş halindeydi. Onu durdurmak için ne yapabilirdim? Eğer mesaj giderse, her şey biterdi.
Nefesimi tuttum.
Doğurmayı bile hedeflemediğim bir fasülye tanesi şimdiden başımı belaya sokuyordu. "Ne istiyorsun..." Dedim sesim fısıltı gibi çıkarken onun bir zafer kazanmışcasına gülmesini izlemek midemi bulandırmıştı.
"Benimle aynı yolda yürümeni." Yutkunmaya çalıştım ama boğazıma bir diken battı.
"İlhan'ı mesleğinden edeceksin." Nasıl olacak o der gibi gözlerine baktım. "Zamanında beni öldü göstermek için bir belge çıkardı. O belgeyi bulacaksın. Ve polise vereceksin."
"Bunu neden kendin yapmıyorsun?"
"Çünkü herifin evine elimi kolumu sallayarak giremem Deniz hanım."
"Belgenin evinde olduğunu nerden biliyorsun."
"Bilmiyorum zaten, tahmin ediyorum. Aynı evde yaşıyordun herifle, hiç mi gözüne çarpmadı gizli bir odası, kasası, ya da ne bileyim çalışma odası falan da mı yok?!" Yavaşça başımı sağa sola salladım. Sadece küçük bir çalışma odası vardı ve onu da pek kullanmazdı. "B-bilmiyorum."
"Git öğren o zaman!" Artık tahammül edemeyerek masaya elimi vurdum va ayağa kalktım. "Ben senin iki kuruşa yanında çalıştırdığın elemanın değilim! Bana bağırma! Almak istediğin bir intikamın varsa git al!" Benimle beraber ayağa kalktığında
göz göze geldik. Nefesi sinirle hızlanmıştı, ben de ondan farklı sayılmazdım. Parmaklarım masanın kenarını sıkıyordu. İçimdeki öfkeyle savaşıyordum ama o savaşı çoktan kaybettiğimi fark ettim.
Bir saniye. Belki iki. Sonra eli hızla kemerine gitti.
Ben de hareket ettim.
Silahlarımız aynı anda çekildi. Metalin soğukluğu avuçlarımıza oturduğunda artık geri dönüş yoktu. Namlu namluya, parmaklar tetikte. Gözlerinde o tanıdık delilik vardı.
"Çek tetiği." dedim, sesim kısık ama meydan okurcasınaydı.
O an zaman durdu. İkimiz de bir saniye bile kıpırdamadan durduk. Sonra yüzüne o yarım gülümseme geri geldi.
"Senin bu kadar cesur olduğunu bilmiyordum." dedi fısıltıyla.
Gözlerimi kırpmadım. "Benim hakkımda hiçbir şey bilmiyorsun."
Kafede ufak bir hareketlilik olmuştu. Herkes dışarıya koşarken bir kaç kişinin telefonuna sarıldığını fark ettim.
"Bir kaç dakika sonra buraya polisler gelecek..." Silahın namlusunu karnıma doğru indirdiğinde tüylerim diken diken olurken kısa bir an afalladım. "Ya benimle gelmeyi kabul edersin," kısa bir es verdi. "Ya da intikam almaya önce senden başlarım. Neticesinde sende o iki pisliğin genindensin!" Son dediğini tükürürcesine söylerken benim bile midem bulanmıştı. Gözlerimde biriken yaşlar arasında kaldığım ikilemi daha da zorlaştırıyordu. "Senden zor bir şey istemiyorum." Dediğinde sanki beni çıkmaza sokma der gibiydi.
"Yapacağın şey çok kolay, sonra sen yoluna, ben yoluma." Yutkunmaya çalıştım, olmadı. "İndir silahını." Beni hem yatıştırmaya hem ikna etmeye yönelik konuşuyordu. "Hadi!"
Artık bir karar vermek bile azap vericiydi. Silahı tutan elim yavaşça yere inerken onunda silahını serbest bıraktığı görebiliyordum. "Gidelim, polisler geliyor." Siren sesleri kulağıma geliyordu ama algıların kapalı gibi olduğum yerde kalmıştım. Kolumdan tutarak önce silahımı eline aldı ve ardından beni yürüterek kafeden çıkardı. İnsanların arasından geçerken bir arabaya bindirildim. Kapı kapandığında tüm sesler kesilmişti. Tüm dünya üzerime yıkılmış gibi kendimi çaresiz ve yalnız hissettim bir kere daha. Elim istemsizce karnıma gitti. Orada bir kalbin attığını bilmek çok ürkütücüydü benim için.
Gözlerim boşluğa dalmıştı. Beynim, kalbimin çırpınışlarına yetişemiyordu. Derin bir nefes aldım ama ciğerlerime dolan hava bile sanki beni boğuyordu.
Bu nasıl olmuştu? Daha doğrusu, nasıl bu kadar farkına varmadan buraya kadar gelmiştim? Ellerim titredi, karnımın üzerindeki avuçlarımı çekerken içimde garip bir korku vardı. Orada bir hayat vardı. Minicik, savunmasız, tamamen bana bağlı bir varlık…
Bunu yapabilir miydim? Hiçbir şeye hazır hissetmiyordum. Birini büyütmek, birine yetmek, birinin dünyası olmak... Kendim bile hayata tutunmaya çalışırken başkasını nasıl taşıyacaktım?
Arabanın içindeki sessizlik kulaklarımı uğuldatıyordu. Telefonuma uzandım, kimin numarasını arayacağımı bilmiyordum. Destek isteyeceğim biri var mıydı? Ya da kimseye söylemeden, bu yükü tek başıma taşımam mı gerekiyordu?
Gözlerim doldu. Çaresizlik mideme kramplar gibi saplandı. Bir karar vermeliydim ama hangisi daha az korkutucuydu bilmiyordum.
Telefonumun elimden çekildiğini hissettim. Ömer almıştı. Silahımı ve telefonumu gözlerimin önünde cebine koymuştu. "Bir süre bunlara ihtiyacın olmayacak." Dedi. Sesimi bile çıkaramadım. Çünkü ben, içindeki çocuğu hep bastırmış biri olarak, susmayı artık kendime kefen biçmiştim.
Kendimi ilk defa bu kadar parçalanmış bir şekilde hissettim. Bir o kadar tanıdık, ve bir o kadar da yabancı bir histi bu.
Ömer sonra aklına bir şey gelmiş gibi telefonumu çıkardı ve ekranı açarak bir şeyler yaptı. "Ne yapıyorsun?"
"Anneciğinin numarasını engelden çıkaracağım, yoksa kadın sana nasıl ulaşsın?" Mideme giren kramp kendini daha da sert bir şekilde belli etti. "Beni aramaz, sormaz. Neden ulaşmak istesin ki?" Bir umut kırıntısı bile kalmayınca insanda, heves kırıklıkları kursağı delerdi. Benim kursağım paramparçaydı. "Arayacak. Engelin kalktığını fark ederse ilk o arayacak." Dedi kendinden çok emin bir şekilde. Aramak isteyen bin defa aramıştı çoktan diye bağırmak istedim ama o bile boğazımda söndü. Araba uzun bir süre sonra durunca midenin bulantısı kendini hatırlattı. "Herhangi bir şey yapmaya kalkarsan." Ömer, arabadan inmeden hemen önce beni yine bir tembihleme gereğinde bulunmuştu. "Seni değil, bebeğini öldürürüm." Sert ve otoriter sesi bu dediğini yapacağına emin gibiydi. Yutkunmaya çalıştım. Hafifçe başımı olumluca salladığımda kapıyı açarak önce kendisi ardından da ben indim. Kocaman bir villaya gelmiştik ama bu villadan da daha çok malikaneye benziyordu.
Kapılar iki tarafa doğru açılırken bahçede ve diğer alanlarda çok fazla korumalar vardı. Her bir köşede en az iki adamı duruyordu. Her biri silahlı ve iri yapılı adamlardı. Onu takip ederek eve girerken salonda çok fazla şatafat vardı. Kocaman avizeler, tablolar, ve tarihi eser oldukları belli olan yapılar vardı. Biraz daha gittiğimizde büyük ve gold detaylı koltuk takımları bakış açımıza giriyordu. "Baba!" Bir çocuk sesi girdi kulağıma, ardından küçük bir beden... Koşa koşa gelerek Ömer'e sarıldı. Ömer onu havalandırdı ve, "prensesim," diyerek yanağını öptü.
İçimi burkan bu tablo değildi tabii ki de, sadece benim bir zamanlar hevesle hayal ettiklerini hayalkırıklığıydı...
"Nerede kaldın baba, annem çok güzel yemekler yaptı ama sen yoktun!" Hafif kızgın sesiyle babasına alındığını belli ediyordu. İçim burkuldu. Nefesim ciğerime ulaşmazken bir kadın salonun diğer ucundan bize yaklaşıyordu. "Hoşgeldin hayatım," üzerinde leoparlı bedenine yapışan uzun bir elbise vardı. Beline kadar uzanan dalgalı saçları ile çok güzel bir kadındı. Ömer'in yanağından öperek bana döndü. "Misafirimiz kim?" Dediğinde Ömer kızını kucağından indirmeyerek bana döndü. "Bir arkadaş, bir süre bizimle kalacak. İş birlikçimiz diyebiliriz."
"Hoş geldiniz," dedi kadın bana elini uzatırken. Naif ve kırılgan bir teni vardı. Kendi nasırlanmış ellerimi uzatamadım. Ellerim yumruk olurken sadece, "hoşbulduk," diyebildim. Onun elini tutmayacağımı anlayarak elini geri çekti ve hafifçe gülümsedi. "Açsınızdır şimdi, çok güzel yemekler yaptık Deniz'le, masaya geçelim mi?"
Deniz...
Deniz küçük kızın adıydı...
"Deniz mi?" Dedim hafif kısık bir sesle. Ömer bundan rahatsız olmuş gibi boğazını temizledi. "Evet, Deniz. Babası koydu adını, çok severmiş Deniz adını." Kadın kızının saçlarını okşadı ve Ömer'den alarak ayaklarının üzerine bıraktı. "Senin adın ne?"
"Deniz," dedim küçük Deniz'in sorusuna. Şaşırmış gibi gülümsedi. "Gerçekten mi!?" Çocuksu heyecanı sesine de yansımıştı. "Sana da mı baban verdi ismini, o da mı seviyormuş?!" Yutkunmaya çalışarak dolan gözlerimi yok saymaya çalıştım. "Evet," dedim gözlerim bir an Ömer'e kaydı ama hemen sonra küçük Deniz'e döndü tekrar. "Babam severmiş..." Sesim fısıltıdan farksız çıkarken kadın kızının omzuna dokundu. "Hadi yemeğe oturalım kızım, misafirimizi daha fazla ayakta bekletmeyelim."
Ayaklarım ağırlaştı, sanki yerin dibine çekiliyordum. Masaya doğru yürürken Ömer’in bana attığı kaçamak bakışları hissettim. Benimle göz göze gelmekten kaçınıyordu. O kaçtıkça içimdeki düğüm sıkılaşıyordu.
Kadın sandalyemi çekip oturmamı beklerken nazikçe gülümsedi. “Umarım seversin, elimden gelenin en iyisini yaptım,” dedi. Sesi yumuşaktı, sıcaktı. İçimdeki karmaşaya rağmen, ona düşmanlık besleyemiyordum.
Deniz, küçük olan, sandalyesine tırmandı ve heyecanla bana baktı. “Biliyor musun, ben yüzmeyi çok seviyorum! Annem diyor ki, ismim gibi denizde çok mutlu oluyormuşum.” ve bu deniz bana hiç yabancı değildi...
Boğazıma bir yumru oturdu. Küçük Deniz’in gözlerindeki parıltıyı izlerken içimdeki fırtına daha da büyüyordu. Babasının ona seçtiği ismin, benim ismim olması… Bir rastlantı mıydı, yoksa Ömer’in geçmişine sıkı sıkıya tutunuşunun bir göstergesi mi?
Elimi dizlerimin üzerine koydum, titremesinler diye sıkıca kenetledim. “Ne güzel,” dedim zoraki bir gülümsemeyle. “Deniz gerçekten güzel bir isim.”
Ömer sandalyesine oturdu, omuzları gergindi. Hiçbir şey söylemedi, kadının tabaklara yemek koyarken çıkardığı ses dışında masa sessizdi.
Sonunda kadın başını kaldırdı. “Deniz… Yani sen,” dedi bana hafifçe gülerek. “Ömer hiç bahsetmemişti senden. Eski bir arkadaş mısınız?”
Ömer’in çatalı elinden kayıp tabağına düştü. Küçük bir metalik ses yankılandı masada. Göz göze geldik. O an, geçmişin bütün yükü ikimizin arasına oturdu.
Ne diyeceğimi bilemedim. Gerçekleri mi anlatmalıydım, yoksa geçmişi bir sır gibi içime mi gömmeliydim?
Gözlerimi Ömer’den kaçırıp tabağıma baktım. Bir an için sesimi kaybetmiş gibiydim. İçimde fırtınalar koparken dışarıdan sakin görünmeye çalışıyordum. Küçük Deniz, büyük bir merakla bana bakıyordu, annesi ise cevabımı beklerken nezaketini koruyan bir ifadeyle kaşığını tabağına daldırmıştı.
Yutkunarak başımı hafifçe kaldırdım. “Evet,” dedim, sesim olduğundan daha tok çıkmaya çalışarak. “Eski bir tanıdığım… Çok eski.”
Ömer’in göğsünün hafifçe inip kalktığını gördüm. Rahatsızdı. Ama ben de öyleydim. İçimde kelepçelenmiş anılar, birer birer serbest kalıyordu.
Kadın başını salladı, mutlu bir tebessümle. “Ne güzel,” dedi. “Eski dostluklar değerlidir.”Ona anlatılmamış bir geçmişi vardı Ömer’in, ve o geçmiş masada sessizce oturuyordu.
Küçük Deniz kaşığını bırakıp ellerini masaya koydu. “Sen de bizimle oynar mısın? Yemekten sonra saklambaç oynayacağız!”
Gözlerim Ömer’e kaydı. O da bana bakıyordu, yüzünde okuyamadığım bir ifade vardı. Belki suçluluk, belki bir açıklama yapamamanın çaresizliği.
İçimde bir şeyler kırılıyordu ama küçük Deniz’in heyecanını kıramazdım. Hafifçe gülümsedim. “Tabii,” dedim, sesim düşündüğümden daha yumuşaktı. “Oynarız.”
Ömer başını eğdi. Ve o an anladım… Bazı hikâyeler hiç tamamlanmazdı, bazı isimler ise geçmişin içinde sonsuza dek yankılanırdı.
Yemek boyunca konuşmalar kısa ve yüzeyseldi. Kadın—adını hâlâ bilmiyordum, sormaya cesaret de edememiştim—araya sıcak cümleler sıkıştırıyor, ortamı yumuşatmaya çalışıyordu. Ama ben ve Ömer, geçmişle şimdinin arasına sıkışmış iki yabancı gibi, bir kelimeyi bile tartmadan konuşuyorduk.
Küçük Deniz, enerjisini hiç kaybetmeden anlatıyordu. Okuldaki arkadaşlarını, en sevdiği çizgi filmi, geçen hafta düşüp dizini nasıl sıyırdığını… Ona baktıkça boğazımdaki yumru büyüyordu. Gözleri Ömer’inkilerle aynıydı.
“Senin çocuğun var mı?” diye sordu birden, küçücük ellerini çenesine dayayarak.
Elim elimdeki çatalın etrafında istemsizce sıkıldı. Ömer başını hızla kaldırdı. Kadın şaşırmış gibi bana baktı.
Bir cevap vermem gerekiyordu. Birkaç saniyelik sessizlik, saatler gibi geldi.
Çocuğum var mıydı?
O an hissettiğim acıyı tarif etmek imkânsızdı. İçimden bir yangın vardı... Ve bir de benim bir parçam.onu henüz kabullenememiştim. Ve sanırım kabullenmekte istemiyordum. Gülümsemeye çalıştım ama dudaklarım titredi. “Hayır,” dedim usulca. “Yok.”
Ömer gözlerini benden kaçırdı. Bir şeylerin yanlış olduğunu hissetmiş gibiydi ama sormadı.
Kadın hafifçe gülümsedi, küçük Deniz’in saçlarını okşadı. “Hadi bakalım, oyun saatimiz geldi. Misafirimize iyi bir saklanma yeri bulabilecek misin?”
Küçük Deniz heyecanla ayağa fırladı. “Ben en iyisini bilirim!” dedi.
O sırada Ömer’in sessizce yerinden kalktığını gördüm. Göz göze geldiğimizde bir anlığına zaman durdu. Sonunda, o hiç sormadığı soruları gözlerinde okuyabildim.
Ve ben de ona, hiç veremeyeceğim cevaplarla baktım. Benim burada ne işim vardı?
Küçük Deniz kolumdan çekiştirerek beni odasına götürdü. Arkasında rengârenk oyuncakların dizildiği raflar vardı, yatağının üstü peluşlarla doluydu. "Buraya saklanabilirsin," dedi heyecanla, yatağın altını işaret ederek.
Gülümsedim ama içimde fırtınalar kopuyordu. Saklanmak… Keşke her şeyden saklanabilseydim. Küçük bir kızın oyununda bile kendimi kaçmaya çalışırken buluyordum.
Deniz kapıyı aralık bırakıp koşarak çıktı. Yavaşça yatağın kenarına oturdum. Ellerimi dizlerimin üzerine koydum, parmaklarım istemsizce titriyordu.
Derin bir nefes aldım. Sakinleşmeye çalışıyordum ama her şey fazlaydı. Ömer’in sessizliği, kadının bana dair hiçbir şey bilmeyişi, küçük Deniz’in içimi sızlatan heyecanı…
Kapı hafifçe tıklandı.
Başımı kaldırdım, Ömer’di. Eşiğin hemen yanında duruyordu. Eli cebindeydi, omuzları gergin. Gözlerinde bir şey vardı. Merak mı? Suçluluk mu? Yoksa ikisinin karışımı mı?
"Beni neden gerçekten buraya getirdin?" diye sordum usulca.
Ömer başını eğdi, bir şey söyleyecek gibi nefes aldı ama kelimeler çıkmadı. Birkaç saniye sessizce durduk. Sonra, o kırılgan fısıltıyla konuştu:
"Adını bilerek koymadım."
Söylediği şey içime ağır bir taş gibi düştü. Öfke mi hissetmeliydim, rahatlama mı? Bilmiyordum.
"O ismi seviyordum, evet, ama senin için değildi," dedi, gözlerini benden kaçırarak.
İçimde acı bir gülümseme kıvrıldı. "Öyle mi?" dedim, fazla yumuşak çıkan bir sesle.
Ömer gözlerini sonunda bana çevirdi. "Bu söylediğime inanır mısın bilmiyorum ama… seni hiç unutmamıştım."
Kalbim sıkıştı. Ömer’in bana ilk kez gerçekten kinle değil, merhametle baktığını hissettim
Ama bu, geçmişi değiştirmeyecekti. Kaybettiğimi geri getirmeyecekti
"Artık her şey için çok geç," dedim. "Çok geç."
Küçük Deniz’in sesi koridordan duyuldu, heyecanla birilerini sayıyordu. "Bir… iki… üç… Saklanıyor musunuzuuuz?"
Ömer derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırdı.
Ben ise artık saklanmak istemiyordum.
Yüzündeki ifade bir an için tamamen okunamaz hale geldi. İçinde ne fırtınalar koptuğunu bilmiyordum ama bildiğim bir şey vardı: Geçmişin hayaleti artık aramızdaydı ve onu görmezden gelmek imkânsızdı.
Küçük Deniz kapıda belirdi, gözleri kocaman açılmıştı. “Saklanmıyorsun ki!” diye kıkırdadı. "Hile yapıyorsun!"
Gergin havayı bir anda dağıtan sesiyle hafif bir gülümseme yakaladım. "Unuttum," dedim, omuz silkerek. "Bazen saklanmaktan yoruluyorum."
Deniz başını yana eğdi, anlamaya çalışır gibi. Sonra umursamaz bir tavırla elimi çekiştirdi. "O zaman gel, başka oyun oynayalım!"
Ben yerimden kalkarken Ömer hâlâ kapının önünde duruyordu. Küçük Deniz hızla odadan çıkıp salona doğru koştuğunda bir anlığına yalnız kaldık.
"Bu olaylar bittiğinde ne olacak, Ömer?" diye sordum sessizce.
Gözlerini yere dikti. "Bilmiyorum," dedi.
İşte en büyük farkımız buydu. O bilmiyordu, ama ben biliyordum.
Son bir kez ona baktım, sonra hiçbir şey söylemeden salona yürüdüm.
Küçük Deniz kahkahalarla bir şeyler anlatıyordu. Ben de yanına oturdum, onu dinlemeye başladım. O an kararımı verdim.
Çok sonra küçük Deniz artık uykuya dalmıştı. Heyecanlı sesi hâlâ kulağımda yankılanırken Ömer onu kucaklayıp odasına götürmüştü. "Bir kahve içelim mi?" Gelen soruya yöneldiğimde kadının tatlı bakışlarıyla karşılaltım. "Tabii," dediğim sıra onu takip ederek mutfağa geçtik.
Kadın tezgâha yönelip kahve makinesini çalıştırırken ben de sandalyeye oturdum. Hareketleri o kadar doğal ve rahattı ki, burada bir yabancı gibi oturduğumu hissetmemem imkânsızdı.
Bir süre mutfağa göz gezdirdim. Her şey düzenliydi, özenle yerleştirilmişti. Belli ki burada çok vakit geçiriyordu. Ona bakarken içimde garip bir merak uyandı.
Adını bile bilmiyordum.
Bir an duraksadım, sonra cesaretimi toplayıp sordum: “Adını öğrenebilir miyim?”
Kadın, kahve fincanlarını tezgâha koyarken bana döndü ve gülümsedi. “Firuze,” dedi yumuşak bir sesle.
Firuze…
İsim, dilimde tuhaf bir tat bıraktı. Güzel bir isimdi. Ama benim için ne anlama geleceğini bilmiyordum henüz.
“Güzel bir isim,” dedim samimiyetle.
Firuze hafifçe omuz silkti. “Annem koymuş,” dedi. “Nedense hep eski şarkıları severdi, o yüzden de böyle bir isim seçmiş.”
Gülümsedim. “Demek annen eski şarkıları seviyordu?”
Başını salladı, kahveleri fincanlara doldururken kısa bir an duraksadı. “Evet. Ama biz artık eskide kalan şeylerden çok konuşmuyoruz, değil mi?”
Bir an için mutfağın sessizliği daha da derinleşti.
Firuze bana kahvemi uzattı. “Şeker?” diye sordu.
Başımla hayır işareti yaptım. Kahvemi aldım, bir yudum içtim. Sıcaklık boğazımdan aşağı inerken içimde tuhaf bir huzursuzluk vardı.
O da bir yudum aldı, sonra gözlerini bana dikti. "Çalışıyor musun? Mesleğin nedir?" Diye sorduğunda artık bir mesleğim olmadığı gerçeğiyle bir kez daha yüzleştim. "Eski...askerim..." Dediğimde yüzü kısa bir an gerildi.
Firuze, kahvesinden bir yudum daha alırken gözleri biraz belirsizleşti. Sanki söylediğimi tam kavrayamamıştı. Yavaşça fincanını tabağına koydu, sonra derin bir nefes aldı. Bir an boyunca hiçbir şey söylemeden bana baktı.
"Eski... asker misiniz?" dedi, sesinde bir miktar şaşkınlık vardı. "Öyle demek istediniz, değil mi?"
Evet, demek istemiştim. Ama bu kelimenin ağzımdan çıkması, bana bile garip geliyordu. Sanki geçmişimdeki o sert, soğuk yılları tekrar hatırlamak, onları kelimelere dökmek bana yük oluyordu.
Başımı salladım. "Evet. Bir zamanlar... askerdim."
Firuze sessizce gözlerini yere indirdi. Belki de bunu daha önce duyduğu bir hikâyeyle birleştiriyor, belki de daha fazlasını öğrenmek istemiyordu.
İçimden geçirdiğim karmaşayı fark etmiş olacak ki, sesini yumuşattı. "Özür dilerim, bir şeyler sordum ama... Seni rahatsız ettiyse, bilmiyorum..."
Hayır, rahatsız olmamıştım. Sadece bu kadar basit bir cümlenin bile yılların yükünü tekrar üzerime yüklemesini istemiyordum.
"Geçmişim... biraz karışık," dedim, Firuze’ye doğru dönerken. "Ama bazen insanlar çok şey yaşadığında, hayatları da böyle oluyor."
Firuze başını eğdi ve gülümsedi. "Evet," dedi. "Herkesin bir hikâyesi vardır, değil mi?"
Evet, vardı. Ama birçoğu, başkalarına anlatılacak kadar basit değildi.
"Sen..." Onun hakkında bir şeyler öğrenmek istiyordum. "Sen neler yapıyorsun, nelerle uğraşıyorsun?"
Firuze, kahvesinin son yudumunu aldıktan sonra gözlerini bana doğru çevirdi. O an, gözlerinde bir belirsizlik vardı, sanki biraz daha fazla paylaşmak istemediği bir şeyler vardı. Ama sonra, yavaşça gülümsedi ve derin bir nefes aldı.
"Ben… aslında pek bir şey yapmıyorum," dedi, hafifçe omuzlarını silkerek. "Kendi halimde, biraz ev işleriyle uğraşıyorum. Ama daha çok, insanları tanımak, onları anlamak… belki de en çok bunu seviyorum."
İçimdeki merak daha da büyüdü. Firuze'nin söylediklerinde bir tutarsızlık vardı. Bir kadın, böyle bir hayatı seçmişti, ama anlatırken bile gözlerinde bir kaçış vardı.
"İnsanları anlamak mı?" diye tekrar sordum, hafif bir gülümseme takınarak. "Ne demek istiyorsun?"
Firuze, gözlerini bir an bana sabitledi, sonra başını eğdi. "Bazen, insanlarla daha derin bağlantılar kurmak zor olabiliyor. Sonra bu bağlar kurulduğunda, çok kıymetli oluyorlar."
Yavaşça ayağa kalktı, kahve fincanlarını tezgâha yerleştirirken sesini alçaltarak devam etti. "Ben, daha çok içsel dünyada yaşıyorum. Diğer insanların dünyasında geziniyorum."
Bir süre sessizlik oldu. söylediklerinde bir sır vardı, bir gizem… Ama onu zorlamaya cesaret edemedim. Belki de herkesin kendi karanlık köşeleri vardı, ve bazen birinin başka birine ait olmasını istemek, o köşeleri daha da karanlık hale getirebilirdi.
"Yani," dedim, daha fazla soru sormadan, "insanları daha iyi anlamak için onlara çok yakından mı bakıyorsun?"
Firuze hafifçe gülümsedi. "Evet, belki de öyle," dedi. "Ama bazen en iyi görmek, bakmamakla mümkün olur."
O an ne demek istediğini tam anlamadım. Ama bir şey vardı, aramızdaki
sessizliğe giydirilmiş bir anlam. Sanki, Firuze, kendi iç yolculuğunda bana dokunmaya çalışıyordu, ama çok derine inmeye cesaret edemiyordu.
Ve belki de, bu geceki sohbetin gerçekte neye dönüştüğü, hiç kimsenin tam olarak bilemeyeceği bir şeydi.
"Yorgunsundur, sana oda hazırlatayım." Mutfaktan çıkarken bıraktığı sessizliğin ağırlığında kaldım. Bir süre kafamın içi bile beni yalnız bırakmış gibi her şey sustu. Tek bir çatırdama sesi bile duyulmadı. Ne kadar kaldım oturduğum yerde bilmiyordum. Bir adım sesine daldığım yerden gerçekliğe dönerken Ömer yanı başımda durdu. Telefonumu bana uzatırken ekranın üstünde olan mesajı okumamı bekledi. "Engelimi kaldırmışsın ama aradım açmadın. lütfen, Çok bunaldım, çok pişmanım, her şey, herkes üstüme üstüme geliyor artık. Beni affetmeyeceğini biliyorum ama, bari son kez yüzünü göreyim, sana dokunayım, sesini duyayım. Lütfen kızım, ben iyi değilim..."
Ekrandaki kelimeler gözlerime bıçak gibi saplandı. "Lütfen kızım…"
Boğazıma bir yumru oturdu. Nefes almak zorlaştı.
Telefonu sıkıca kavradım, parmaklarım titriyordu. Ömer bir şey söylemedi, ama yüzündeki ifade her şeyi anlatıyordu. O mesajı okumuştu. Tahmin ettiği olmuştu. Zafer kazanmıştı.
Gözlerimi ekrandan ayıramadan konuştum. "Ne zaman geldi bu?"
"Az önce," dedi Ömer. "Sesin açık kalmıştı, fark etmeden gördüm."
Başımı salladım. Telefonu elimde sıkarken içimdeki karmaşa giderek büyüyordu. O mesaj, geçmişin benden hâlâ vazgeçmediğinin kanıtıydı.
Ömer sessizce sandalyeye oturdu. Bir süre konuşmadık. Sessizlik, ağır bir sis gibi üzerimize çöktü. Sonra, o derin, ciddi sesiyle konuşmaya başladı.
"Mesajına yanıt ver, seninle buluşsun. Ama yalnız gelsin, zaten muhtemelen seninle açık bir yerde buluşmak ister. Onu red etme, buluştuğunuzda da benimle iş birliği içinde olduğunu belli etme,"
"Onu öldürecek misin?" Ömer’in gözleri benimkilere kilitlendi. Soğuk, ifadesiz bir yüzü vardı.
"Bunu sormazsın sanıyordum," dedi sakin bir sesle.
Boğazım kurudu. Ellerimi masanın kenarında sıktım.
"Ömer," dedim, sesim düşündüğümden daha sert çıktı. "Eğer bunu yapacaksan… eğer gerçekten onu öldürmeyi planlıyorsan, bilmek istiyorum."
Ömer iç çekti, eliyle yüzünü sıvazladı. "Deniz, bazı insanlar geçmişlerinde yaptıklarının bedelini ödemeli."
"Bu, öldürülmesi gerektiği anlamına mı geliyor?" diye sordum.
Ömer sessiz kaldı.
Kalbim hızla çarpıyordu. Elvan… Yıllar boyunca beni hiçe sayan, hayatımı mahveden, sonra da hiçbir şey olmamış gibi geri dönmeye çalışan kadın. Onun ölmesini istemem gerektiğini biliyordum. Ama… birinin kanının benim ellerimde olmasını kaldıramazdım.
"Bunu yapamam," dedim keskin bir nefes alarak. "Bunu yapmana izin veremem."
Ömer başını eğdi, birkaç saniye düşündü. Sonra, gözlerimi tekrar buldu.
"Deniz," dedi yavaşça. "Ben senin düşündüğün adam değilim. Ama kimsenin bana ikinci bir şans vermediği bir dünyada yaşıyorum. Ve bu dünyada, bazen insanlar ya av olur, ya avcı."
Sesinde ne bir tehdit vardı ne de duygu. Sadece çıplak bir gerçeklik.
Ayağa kalktım, içimde kaynayan öfkeyi bastırmaya çalışarak.
"Onunla buluşacağım," dedim kararlı bir şekilde. "Ama ne olacağını ben belirleyeceğim, sen değil."
Ömer başını yana eğerek bana baktı. "Bakalım gerçekten öyle olacak mı?"
Odadaki hava ağırlaşmıştı. Ben ise artık yalnızca bir şeyi biliyordum:
Bunun bir sonu olacaktı. Ama bu son, Ömer’in düşündüğü gibi olmayacaktı.
"Onu öldürmeni istemiyorum," son çare bir nefes verdim. "Benimle buraya gelerek son dediğini çoktan haksız çıkardın. Senin, ve," karnıma baktı. "Bebeğin için en iyisi bu, onu bana ver. Sonra sıra İlhan'da..."
Kurumuş boğazım düğümlendi, gözlerini bir an daha üzerimde tuttu, sonra başını hafifçe eğerek geri çekildi. "İyi geceler," dedi, sesi hiç olmadığı kadar ifadesizdi. Ardından arkasını dönüp odadan çıktı.
Geride kalan sessizlik, bir fırtına sonrası çöken ağır hava gibiydi. İçimdeki karmaşa dinmiyordu. Ellerimi masanın kenarında sıkarken, nefes almayı hatırlamaya çalıştım.
Bunu unutmaya, yok saymaya çalışmıştım. Ama gerçek, tam karşımdaydı.
Hamileydim.
Kendi kendime ne kadar inkâr edersem edeyim, bu gerçek değişmeyecekti.
Elim istemsizce karnıma gitti. Orada bir hayat vardı. İçimde atan bir kalp. Bana ait ama bir o kadar yabancı…
Kendi nefesimi dinledim. İçimde büyüyen korkuyla nasıl başa çıkacağımı bilmiyordum.
Ayağa kalktım, sanki ayakta kalabilirsem bu duyguların üzerime çökmesine engel olabilirmişim gibi.
Ama olmadı.
Titreyen ellerimle yüzümü ovuşturdum. Bunu ne yapacağım?
Düşüncelerim birbiriyle yarışıyordu. Kaçmak, unutmak, silmek istiyordum. Ama aynı zamanda bir şey beni olduğum yere çiviliyordu.
"İyi misin?" Firuze'nin naif sesi kulağıma girdi. Titrek bakışlarım ona kalkınca yavaşça gülümsedi. "Yorgunluktan sanırım tenin solmuş, gel. Seni kalacağın odaya götüreyim."
Başımla hafifçe onayladım ama ağzımdan tek kelime çıkmadı. Firuze’nin yumuşak sesi, içimde fırtınalar koparken beni biraz olsun sakinleştiriyordu. Sessizce peşine takıldım.
Koridordan geçerken duvarlara asılmış eski fotoğraflara gözüm takıldı. Sararmış karelerin içinde tanımadığım insanlar vardı. Mutlulukla gülümseyen yüzler, bir zamanlar burada huzur olduğunun kanıtı gibiydi. Ama şimdi… bu evin içinde garip bir hüzün vardı.
Firuze, ahşap kapıyı iterek odayı işaret etti. "Burası senin için hazırlandı," dedi.
İçeri adım attım. Oda küçük ama düzenliydi. Yatak köşede, pencerenin yanında duruyordu. Yanında eski bir komodin ve üzerinde sarı ışık saçan bir masa lambası vardı.
"Biraz dinlen," dedi Firuze, arkamdan.
Arkamı dönmeden başımı salladım. Kapının kapanma sesiyle birlikte yalnız kaldım.
Yatağın kenarına oturdum, ellerim istemsizce karnıma gitti.
İçimde büyüyen bu varlık… Ne yapacaktım? Sadece iki aylık olan ve benim üç gün önce öğrendiğim bilgi dünyamı tepe taklak etmişti. Sadece dünyamı da değil, beni de mahvetmişti.
Bu gece nasıl gündüz oldu anlamamıştım. Sabaha karşı olduğunu güneşin doğuşundan anlamıştım. Sabırsızca yanıma gelen yine Ömer'di. Bana telefonumu geri verdi ve Elvan'la buluşma ayarlamamı istedi. Mesajına sadece kısa bir yanıt vermemle geri arama gerçekleşmişti. Telefonun ahizesinden onun sesini duymak beni çok kötü etkiliyordu. Onu sahil kıyısına çağırmıştım. Bunu hemen kabul etmişti. Biraz sonra firuze'nin ellerinden kahvaltı hazırlandı. İştahım olmadığından dolayı yemedim. Küçük Deniz de uyanmıştı. Yine heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu. Sadece donuk bakışlarla onu izliyordum. Ömer ne kadar kötü bir yolda olduğunu biliyorken ailesi olduğunu asla bilmemiştik. O kaldığı yerden devam etmeye mi çalışmıştı, yoksa aklında kalanı yaşatmaya mı bilmiyordum. Kızına bakarken gözlerinin içi gülüyordu. Firuze ise sessizce onları seyrediyordu. Yine uzun kollu bedenine yapışan uzun siyah bir elbise giymişti. Saçları dalgalı ve at kuyruğu bağlanmıştı. Yüzünde neredeyse hiç makyaj yoktu ve bu onu inanılmaz güzel gösteriyordu.
"Çıkalım mı?" Dedi Ömer uzun süren bir sessizliğin ardından. İştahsızca baktığım tabağımdan bakışlarımı kaldırarak ona baktım. "Olur," ayağa kalkarken Firuze de bizimle kalktı. "Biraz daha kalsaydınız, çok mu önemli bu işiniz?" Gözleri Ömer'e değmiyordu. Sanki ondan çekiniyor gibiydi. "Olmaz, işimiz önemli. Siz devam edin." gözlerinde belirsiz bir ifade vardı. Sanki söylemek isteyip de yutkunarak içine attığı kelimelerle doluydu. Ama Ömer’in kararlı tavrı karşısında geri adım attı.
"Tamam," dedi sadece, sesi neredeyse bir fısıltıydı.
Ömer bana kapıyı işaret etti. "Gidelim."
Hızlıca üzerime montumu alıp kapıya yöneldim. Firuze, arkamızdan sessizce bakıyordu. O bakışın içinde bir şey vardı—bir uyarı mı, yoksa sadece bir vedalaşma mı, bilemedim.
Dışarı çıktığımızda hava serindi. Rüzgâr, yüzüme ince bir bıçak gibi çarpıyordu.
"Ne yapacağız?" diye sordum, Ömer’in adımlarına yetişmeye çalışarak.
O, arabanın kapısını açarken kısa ve net konuştu. "Buluşacaksın."
İçimde garip bir ürperti hissettim.
"Sonra?"
Ömer direksiyona geçti, marşa bastı ama hareket etmeden önce bana döndü.
"Sonrasını akışına bırakacaksın."
Bana güven verici gelmeyen bir cevaptı bu. Ama artık geri dönüş yoktu.
Camdan dışarı baktım. İçimde çırpınan korkuya rağmen, bu buluşmanın kaçınılmaz olduğunu biliyordum.
Ve içimdeki his, bir şeylerin ters gideceğini fısıldıyordu.
Sahil kenarına geldiğimizde arabamın anahtarını uzattı ve yerini gösterdi. "Yanından ayrıldığında arabana bin ve git. Ben seni arayacağım."
"Ona ne yapa-"
"Daha fazla soru sorma, git artık. Yeni aklın başına gelmedi ya, ne yapacaksam yapacağım. Sen sadece dediklerimi yap." Keskin bakışları yüzümü süzerken son bir nefes vererek arabadan indim ve kıyıya doğru yürüdüm.
Büyük bir taşın üzerine oturdum ve beklemeye başladım. Bir süre sonra Ömer uzağımızda bir bankta oturudu.
Ellerimi kucağımda kenetlemiş, boşluğa bakıyordum. Kalbim göğsümde düzensizce atıyordu.
Bekliyordum.
Ve bu bekleyişlerin en çaresiziydi…
Saatler mi geçmişti, yoksa sadece dakikalar mıydı, bilmiyordum. Telefon elimdeydi, ekrana her baktığımda mesaj hala orada duruyordu. “Beni affetmeyeceğini biliyorum ama, bari son kez yüzünü göreyim, sana dokunayım, sesini duyayım.”
Annem…
Onunla yüzleşmek için buradaydım. Ama Ömer’in planı, benim planım değildi. Bunu biliyordum. O, bunu bir son yapmak istiyordu. Bense hâlâ karar verememiştim.
Derin bir nefes aldım, dudaklarımı sıkarak önümdeki boşluğa baktım. Ellerimi ovuşturdum. Sanki soğuk içime işliyordu.
Bir gölge fark eettim ama başımı kaldırmaya bile cesaret edemedim. Sonra ayak seslerini duydum. Hafif, temkinli, ama bana doğru gelen adımlar.
Sonunda gözlerimi kaldırdım.
Ve işte oradaydı.
Annem.
Yüzü, hafızamdaki gibi değildi. Daha yaşlı, daha yorgun görünüyordu. Gözlerindeki o eski gururlu bakıştan eser kalmamıştı. Yerine, pişmanlık ve yorgunluk karışımı bir ifade gelmişti.
Dudaklarını araladı, ama bir şey diyemedi.
Ben de diyemedim.
Sadece birbirimize baktık.
Bu anın ne anlama geldiğini ikimiz de biliyorduk. Ama kimse ilk sözü söylemeye cesaret edemiyordu.
Yanıma oturdu ama korkuyordu, hatta titriyordu.
Olacaklardan habersiz, sadece ürküyordu...
(Bu kısımdan sonrasını zaten biliyorsunuz diye atlayacağım, önceki bölümde okumuştunuz zaten. Kafanız karışmasın diye bilgilendirme yazıyorum🙏)
🫶
İnsan yalnızken diriden farklı olarak, ruhu ölürdü. Beden hâlâ nefes alır, adımlarını atardı ama içinde yankılanan boşluk, mezar sessizliğinden farksızdı.
Gözleri, etrafındaki dünyaya bakardı ama hiçbir şeye gerçekten dokunamazdı. Sesler duyulurdu ama hiçbir kelime ruhuna işleyemezdi. Bir gölge gibi var olurdu insan; ne tamamen kaybolur, ne de gerçekten hissedilirdi.
Zaman geçtikçe, içindeki sessizlik büyür, önce anıları sonra hayallerini yutardı. Oysa insanın ruhu, bir başkasının varlığıyla soluk alırdı. Bir ses, bir dokunuş, bir bakış... Bunlar ruhu diriltirdi. Ama yalnızlık, onun mezar taşı olurdu.
Kursağımda kalan bir başka duygu ise, annelikti. Çıkmaz bir sokağa girdiğim an, anne olduğumu öğrenmiştim.
Dünya, o an garip bir şekilde küçülüp büyüdü gözlerimde. Bir yandan içimde filizlenen bir canın mucizesiyle dolup taşarken, diğer yandan içimde bir korku çığ gibi büyüdü. Ne yapacaktım? Nasıl yapacaktım? Annelik, kollarımı açıp karşılamaya hazır olduğum bir misafir değildi; o, beni hazırlıksız yakalayan bir fırtınaydı. Eskisinden farklı mıydım? Hayır, belki de sadece düşüncelerim değişmişti. Midemdeki kıpırtı, içimde bir boşluğu dolduracak mıydı, yoksa daha büyük bir boşluk mu açacaktı?
Bir çıkmazın içindeydim ama bir yol da çizilmişti önümde. Artık sadece kendim için değil, içimde büyüyen o küçük can için de yürümem gerekiyordu. Ve ilk defa, belirsizlik kadar umut da taşıyordum içimde. Daha doğrusu yürümekten korktuğum bir yoldaydım.
Sanki çok doğurmak istiyormuşum gibi, bir de hastaneye gelmiştim. "Kalp atışlarını duymak ister misiniz?" diyen doktorun sesine sadece gözümden bir damla yaş düştü.
İster miydim? Bilmiyordum. Ama içimde bir şey kıpırdadı, sanki bedenimden önce ruhum duydu o sesi. Küçücük, titrek ama bir o kadar güçlü bir ritim… Hayatımda ilk kez kalbimden başka bir kalbin attığını hissediyordum.
Doktor ekrana işaret etti, ama ben bakamadım. Gözlerimi kaçırdım, çünkü ne hissedeceğimi bilmiyordum. Sevinç mi? Korku mu? Yoksa ikisinin karışımı mı? Beni ben yapan her şey, o minik ritimle sil baştan yazılıyor gibiydi.
Odanın soğukluğuna rağmen avuçlarım terledi. Ses, kulaklarımda yankılanırken içimden geçen tek cümle şuydu: "Artık yalnız değilim."
Artık yalnız değilim. Ama bu, beni rahatlatmaktan çok daha fazla korkutuyordu. İçimde atan o minik kalp, bir ağırlık gibi çöktü göğsüme. Öyle ya, bir hayat taşımak, sadece onu büyütmek değil, ona bir dünya sunmak demekti. Peki, benim dünyam buna hazır mıydı?
Doktorun sesi uzaklardan geliyormuş gibi duyuldu: “Her şey yolunda görünüyor. Bebeğiniz gayet sağlıklı.”
Bebeğim. Ne garip kelimeydi bu, bana ait gibi ama hâlâ yabancı. Ekrana bakmaya cesaret edemedim. Sanki bakarsam, bir şeyler geri dönülemez şekilde değişecekmiş gibi. Ama sonra… elim, istemsizce karnıma gitti. Parmaklarımın altında bir sıcaklık hissettim, kanımın içinde büyüyen başka bir canın sıcaklığını.
O an anladım. Korkuyordum, evet. Ama içimde filizlenen bu duygu, korkudan çok daha derindi. Anlatması zor bir şeydi—belki sevgi, belki bağ, belki de yeni bir başlangıç.
Tek bildiğim, artık gerçekten yalnız olmadığım ve bu gerçeğin beni paramparça ettiği kadar tamamladığıydı.
Doktorun yanından nasıl çıktığımı hatırlamıyordum. Bir an oradaydım, sonraki an kendimi hastanenin soğuk koridorlarında buldum. Ayaklarım beni nereye götürdü, nasıl yürüdüm bilmiyordum. Ellerim hâlâ titriyordu, avuçlarımı sıktım ama içimdeki sarsıntıyı durduramadım.
Dış kapıya vardığımda hava kararmıştı. Şehrin ışıkları gözlerimi kamaştırdı ama hiçbirini gerçekten görmüyordum. Kalbim, içimde atan o minik kalple yarışıyormuş gibi deli gibi çarpıyordu.
Bir banka oturdum. Derin bir nefes aldım ama ciğerlerime dolan hava bile içimdeki karmaşayı yatıştırmaya yetmedi. Şimdi ne olacaktı? Geriye dönüp baktığımda, hayatım sanki benden bağımsız ilerliyordu. Bugüne kadar aldığım hiçbir karar, şu an olduğu kadar büyük hissettirmemişti.
Karnıma koydum ellerimi. Sanki ilk kez gerçekten fark ediyordum onu, ilk kez onun varlığını kabul ediyordum. Gözlerimi kapattım. Birkaç saniye boyunca sadece içimdeki sessizliğe kulak verdim.
Ve o an anladım. Korksam da, kaçmak istesem de, bu yola çoktan girmiştim. Bir çıkmaz sokağa sapmıştım belki ama yolun sonu ne olursa olsun, artık yalnız yürümeyecektim.
Eve gitmek istedim. Sıcak bir yuvaya gitmek istedim ama artık yıkık dökük bir yuvadan ibaretti her şey. Arabamı bulup bindiğimde aklıma başka hiçbir şey gelmedi ve son şans olarak, küçüklüğümün evine gitmek istedim.
Yol boyunca içimde bir şeyler düğüm düğüm oldu. O kapıya son kez ne zaman gelmiştim? Hatırlamıyordum. Belki de unutmak istemiştim. Ama şimdi, içimde atan o minik kalp beni geri çağırıyordu.
Evin önüne vardığımda motoru durdurdum ama arabadan inmek uzun dakikalar geçirdi. Perdelerden süzülen ışık içeride birilerinin olduğunu gösteriyordu. İçimde, geçmişten kalma bir korku vardı. Bu kapıyı açarsam, içeri girersem, ya her şey daha da kötü olursa? Ama gitmek için başka bir yerim yoktu.
Derin bir nefes aldım ve kapıya yürüdüm. Titreyen ellerimle zile bastım. Birkaç saniye sonra kapı açıldı.
Gülsüm annem karşımda duruyordu. Gözleri doğrudan gözlerime kilitlenmişti. İçinde hem bir hasret, hem de büyük bir kırgınlık vardı. Yorgun ama yine de güçlü bir bakıştı bu.
"Sonunda geri döndün," dedi. Sesi yumuşaktı ama içinde sitem vardı.
Boğazım kurudu. Ne diyeceğimi bilmiyordum. Ellerim karnımda "Anne..." diyebildim sadece.
Gözleri karnıma kaydı. Orada taşıdığım sırrı anlaması yalnızca birkaç saniye sürdü. Ve tam o an, aramızdaki tüm mesafe, tüm geçmiş, tüm kırgınlıklar havada asılı kaldı.
Annem derin bir nefes aldı, bir an yüzünde beliren duyguyu çözemeden geriye çekildi. "İçeri gel," dedi.
Ben de hiçbir şey söylemeden içeri adım attım. Çünkü biliyordum, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı.
İçeri adım attığımda, yıllardır uzak kaldığım o tanıdık koku burnuma doldu. Her şey yerli yerindeydi ama aynı zamanda hiçbir şey eskisi gibi değildi. Salondaki kanepe, çocukken saatlerce üzerinde oturduğum pencere kenarı, duvarda asılı aile fotoğrafları… Ama bu defa ben, buraya ait olup olmadığımı bilmiyordum.
Annem arkamdan kapıyı yavaşça kapattı. Ayak sesleri mutfağa yöneldi, belli ki her zamanki gibi konuşmaktan önce çay koymaya karar vermişti. Annem için çay, her şeyin başlangıcıydı. Bir şey kutlanacaksa da çay içilirdi, bir şeyin yarası sarılacaksa da.
Sessizce oturma odasına geçtim. Babam içeride değildi. Belki uyuyordu, belki de beni görmek istememişti. Annem çayları getirene kadar oturduğum yerde ellerimi kucağımda birleştirdim, başımı önüme eğdim. Konuşmak istiyordum ama kelimeler boğazıma düğümlenmişti.
Annem fincanı masaya bırakırken bir an göz göze geldik. O an, gözlerindeki yorgunluğun ardında saklanan merakı ve endişeyi gördüm. Sonunda sessizliği o bozdu.
"Neden daha önce gelmedin?" dedi. Sesi ne sertti ne de yumuşak, ama içinde geçmişin tüm yükü vardı.
Başımı kaldırdım ama gözlerine doğrudan bakamadım. "Bilmiyorum," dedim fısıltıyla. "Sanırım kendim bile tam olarak kabul edemedim."
Annem içini çekti, sonra fincanını eline aldı. Çayın üzerine üflerken gözlerini benden kaçırmadı. "Bir çocuğa annelik yapmak, onu kabul etmekle başlar," dedi. "Kabul ediyor musun?"
Sözleri içimi bıçak gibi kesti.bunu nasıl yapacaktım bilmiyordum, sorusu yalan da değildi. Kendi hislerimi bile çözememişken, bir başkasına nasıl yuva olabilirdim?
O an, kapının sesiyle irkildim. Albay. İçeri girdiğinde gözlerini bir an üzerimde gezdirdi. Kaşları çatık değildi ama yüzü ifadesizdi. Bir süre hiçbir şey söylemedi, sonra ağır adımlarla koltuğuna oturdu.
"Uzun zaman oldu," dedi, sesi anneminkinden bile daha donuktu.
Evet, uzun zaman olmuştu. Ve şimdi, içimde taşıdığım yeni hayatla, onların karşısında bambaşka biri olarak oturuyordum.
"Ben..." diye başladım, ama cümlemi tamamlayamadım. Çünkü gerisini nasıl getireceğimi bilmiyordum. Ama bir şey biliyordum: Bu konuşma, burada bitmeyecekti. Ve ne olursa olsun, burası hâlâ sığınabileceğim tek yerdi.
"Benim için gelmiş," dedi Gülsüm annem, sanki durumu kurtarmak ister gibi.
Babam, annemin bu sözlerine anlam yüklemeye çalışır gibi bir an durdu. Sonra gözlerini bana çevirdi. Yüzünde tanıdık bir sertlik vardı ama ses tonu beklediğim kadar katı çıkmadı.
"Uzun zaman oldu," dedi. Tekrar bir şeyi hatırlatmak ister gibi...
Başımı salladım. Gerçekten de öyleydi. Eve adım attığım an, içime hem bir yabancılık hem de derin bir özlem çökmüştü. Annem biten çaylar için tekrar mutfağa gitti, fazla oyalanıyordu. Biliyordum, bu hareketi bilinçsiz değildi. Söylenmesi gerekenlerin önüne ince bir perde çekmeye çalışıyordu.
Albayın gözleri, yüzümde bir cevap arar gibi gezindi. Ama o sormadan ben hiçbir şey söylemeyecektim. Çünkü bilmiyordum—gerçekten buraya neden geldiğimi bilmiyordum. Belki sığınmak, belki de sadece bir anlığına yalnız olmadığımı hissetmek için.
O sırada annem çay tepsisiyle salona geldi. Albay yerinden kıpırdamadı, ama bakışlarını benden anneme kaydırdı. Annem bir an duraksadı, sonra fincanları önümüze bıraktı.
"Odasını hazırlayayım mı?" diye sordu albaya, sanki tamamen doğal bir şeyden bahsediyormuş gibi.
Albay bir kaşını kaldırdı. "Burada kalacak mı?"
Annem gözlerini benden kaçırarak, "Yorgun," dedi sadece. "Biraz dinlenmeye ihtiyacı var." bir an sessiz kaldı. Sonra çayından bir yudum alıp başını salladı. "O zaman odası hazırdır zaten," dedi.
O an, içimde tuttuğum nefesi fark ettim. Annem benim için saklamıştı gerçeği. Söylememişti. Şimdilik albayın bilmesine gerek yoktu. Bunun ne kadar süreceğini bilmiyordum, ama o an için minnettardım.
Annem bana hafifçe baktı, gözlerinde bir şey vardı—hem sitem hem de şefkat. Sonra sessizce elimi tuttu ve sıkıca sıktı. Bu, “Senin yanındayım ama sakın hata yapma” bakışıydı.
Başımla belli belirsiz onayladım. İçimdeki yük bir anlığına hafiflemişti ama bunun geçici olduğunu biliyordum. Gerçek, eninde sonunda ortaya çıkardı. Ama o gece, annemin gölgesinde, her şeyden kaçmak istedim.
Albayın telefonu çaldı. Çayını bile yarım bırakarak apar topar evden ayrıldı. Annem onun bu hallerine alışmış gibi sesini bile çıkarmadı ve ardından öylece baktı. "Yorgunsun," başımı salladım. "Yatağına geç, ben buraları toplayıp geleceğim." Dediğine başımı salladım ve merdivenleri kullanarak yukarı çıktım. Odama gelmeden hemen önce albayın çalışma odası gözüme ilişti. Ardından Ömer'in sözleri... Küçük odaya girerken bedenimi bir ürperti aldı. Sıradan bir çalışma ofisi gibi görünen yerde kasa ve ya gizli bölme aramaya başladım. Sanki içimde uçmak isteyen bir kuş varmış gibi kalbim kanat çırpıyordu. Masanın her dolabına, kitaplığa ve hatta havalandırma peteklerine kadar baktım ama hiçbir şey bulamadım. "Bunu mu arıyorsun?" Annemin sesiyle yerimde kalırken ona mahçup oluşumun beni nasıl utandırdığını yorumlayamazdım. Bedenim ona döndüğünde elinde küçük sarı bir anahtar tuttuğunu fark ettim. "Anne..."
"Aradığın gizli kasa burada." Elinde anahtarı yuvarlayarak yerde duran orta halıyı hafifçe kenara çekti. Küçük deliğe elindeki anahtarı ittiğinde yerdeki parke bir kapı gibi açılmaya başladı.
Gözlerim şokla açılmışken annemin bana bu iyiliği neden yaptığını anlamaya çalışıyordum. "Anne-"
"Ne alıyorsan al, çabuk. Eve gelmesi ansızın olabilir.”
Annemin sesi, normalden daha soğuktu. Tüm bu olanların, babamın haberi olmadan gerçekleştiğini o an anladım. İçimde bir şeyler sıkıştı ama sorgulamanın zamanı değildi. Gözlerimi parke altındaki gizli bölmeye diktim.
Yavaşça eğilip kapağı açtım. İçeride birkaç eski dosya, bir zarf ve bir kutu vardı. Ellerim terliyordu. Titreyen parmaklarımla önce zarfı aldım. Üzerinde hiçbir şey yazmıyordu. Açmaya cesaret edemedim. Kutuyu ve dosyayı da elime aldığımda annem hızlıca bileğimden tuttu.
"Onu şimdi açma," dedi fısıltıyla. "Sadece al ve git. Fazla oyalanırsan şüphe çekeriz."
Başımı salladım. İçimde milyonlarca soru vardı ama hiçbirini soramadım. Kutuyu ve zarfı ceketimin içine sıkıştırıp ayağa kalktım. Annem parke kapağını kapattı ve halıyı düzeltti. Sanki az önce burada yıllardır saklanan bir sır açığa çıkmamış gibi her şey eski hâline döndü.
Annem derin bir nefes aldı ve kapıya yöneldi. "Arka kapıdan çık," dedi alçak sesle. "Babana rastlamamalısın."
Gözlerimi ona diktim. "Anne, neden yapıyorsun bunu?"
O an yüzünde, yıllardır görmediğim bir duygu belirdi. Belki pişmanlık, belki koruma içgüdüsü. Ama en çok da, beni anladığını gösteren bir ifade vardı.
"Çünkü bazen anneler, doğru olanı değil, yapılması gerekeni yapar," dedi.
Söyleyecek bir şey bulamadım. O an, onun benim için her şeyi göze aldığını fark ettim. Sessizce başımı salladım, kapıya yöneldim ve gecenin içine karışarak o evden bir kez daha ayrıldım. Ama bu kez elimde, geçmişin gölgesinde saklanan bir sırla…
🫶
Ufukta görünen bulutlar, bütün kasvetini içime işlemek ister gibi üstümde toplanmıştı. Rüzgâr, sessizce yankılanan bir fısıltı gibi tenimi okşarken, gökyüzü giderek daha da koyulaşıyor, güneşin son ışıkları ufkun ardına saklanıyordu.
Arabayı hızlandırdım. Hava ağırdı, sanki üzerime çöken bu kasvet yalnızca bulutlardan ibaret değildi. İçimde bir şey kıpırdanıyor, geçmişin gölgeleri zihnime sinsice sızıyordu. Islak toprağın kokusu burnuma dolduğunda, arabayı sakince kenarda durdurdum ve elime evden aldığım dosyaları aldım. Bu çok kolay olmuştu. Annemin bana neden böyle bir iyilik yaptığını henüz çözememiştim. Ama eminim ki, onunda kendi çapında bir bahanesi vardı.
Dosyanın kapağını açtığımda, içindeki belgelerin askeri evraklar olduğunu hemen anladım. Resmî mühürler, gizli damgalar ve çoğu siyah mürekkeple kapatılmış satırlar… Bu belgeler sıradan değildi. Herhangi birine ait olamazdı.
Parmaklarım sayfaların köşelerinde gezindi, kalbim hızla atmaya başladı. İlk sayfayı dikkatlice çevirdiğimde, gözüme bir isim çarptı. İlhan Yekta.
İçimde bir şeyler düğümlendi. Kaşlarımı çatarak satırları okumaya başladım. Babam, askeri istihbaratla bağlantılı bir operasyonun içinde yer almıştı. Ama buradaki bilgiler eksikti. Tarihlerin bazıları silinmişti, olay yerleri ve isimler karartılmıştı.
Nefesim sıklaştı. Bu belgeler ne için saklamıştı?
Elim ceketimin içine sıkıştırdığım küçük kutuya gitti. Annem açmamı istememişti ama artık merakıma yenik düşmüştüm. Kutuyu açtığımda içinden eskimiş bir ultrason kağıdı çıkmıştı. Silinmiş tarihi okumaya çalıştığımda benim doğum yılımla aynı olduğunu fark ettim küçük bir hesap yaptığımda doğum gününden sadece beş ay öncesine aitti. Bu ultrason kağıdı bana aitti. Benim bebekliğime, benim varlığıma aitti.
Kelimeler mideme bir yumruk gibi oturdu. Bunu neden sakladığını bilmiyordum ama bir şey belliydi: Babamın geçmişinde saklanan kesin şeyler vardı.
Başımı kaldırıp arabanın dikiz aynasından kendime baktım. Ne yapmam gerektiğini bilmiyordum.
Ama şunu biliyordum: Bu dosyaları açtığım an, hayatım bir daha eskisi gibi olmayacaktı. Ve o an karar verdim—bu işin peşini bırakmayacaktım.
Evrakları karıştırmaya devam ettim. Her yeni sayfada babam dediğim adamın bilmediğim bir yüzüyle karşılaşıyordum. Ama bir başka dosyada, hiç beklemediğim bir isim gördüğümde elimdeki kâğıtları düşürüyordum.
Harun Kotan.
Burnumun ucu sızladı. Bu ismi duyduğumda Miran’ı hatırlardım. Onun babasıydı.
Titreyen ellerimle kağıtları tekrar toparlayıp okumaya devam ettim. Gördüklerim midemi bulandırdı. Babam, Harun Kotan’ın hayatına bir ajan olarak girmişti. Harun, devletin uzun süredir izlediği bir mafya örgütünün başındaki adamdı ve babam, onu çökertmek için kimliğini gizleyerek yakınlaşmıştı.
“Hedef şahısla güven ilişkisi kurulmuştur. Operasyonun ikinci aşamasına geçilebilir.”
Gözlerimi kırpıştırdım. Babam, Miran’ın babasını bir dost gibi mi kandırmıştı? Ona güven verip sonra sırtından mı vurmuştu?
Sayfaları hızla çevirdim. Gizli operasyon detayları yer alıyordu ama bazı kısımlar kapatılmıştı. Yalnızca şunları okuyabiliyordum:
“Hedef, ekibimize dair şüphelenmeye başladı.”
“Gerekirse önlem alınacak.”
Eğer Harun intihar etmeseydi onu babam vuracaktı. Eğer Harun kendiliğinden oluşan nedenlerden dolayı intihar etmeseydi babam onun katili olacaktı. Yutkunmaya çalıştım. Ellerim yavaştan titremeye başlarken gözlerim bile kararıyordu. Kendimi tutmaya çalışarak belgeleri tekrar çevirmeye ve okumaya devam ettiğim sırada Ömer'in adıyla karşılaştım.
Ömer.
Gözlerimi kırpıştırarak tekrar okudum. Evet, yanılmıyordum. Ömer’in adı, ölü olarak rapor edilenler kısmında geçiyordu. Ama bu dosyanın detaylarını inceledikçe, aslında bunun büyük bir yalan olduğunu fark ettim.
Ömer ölmemişti. Bunzaten bilinen bir gerçekti.
Raporların arasında, onun ölümünün sahte bir operasyonla gerçekleştirildiğine dair detaylar vardı. Babam, Ömer’i ölü göstermişti ama aslında onun hayatta kalmasını sağlamıştı. Ve şimdi?
Şimdi Ömer, kırmızı listede aranan bir suçluydu.
Beynim uğuldamaya başladı.
Sayfaları hızla çevirdim. Babamın adı, Ömer’in dosyasında da geçiyordu. Ama bu kez farklı bir bağlamda:
"Hedef şahıs, operasyon sonrası güvenli bir bölgeye sevk edilmiştir. Şüpheli bağlantılar inceleniyor. İ.Y., şahsın korunması için müdahalede bulunmuştur."
Babamın baş harfleri. İ.Y. Babam, Ömer’e yardım etmişti. Bir nevi yardım ve yataklık yapmıştı. Devletin resmi kayıtlarından Ömer’in geçmişini silmişti.
Ama o zaman… Neden bu dosya hâlâ buradaydı?
Neden bu dosyayı da silmemişti anlamıyordum?
Devletin gücünü kendi çıkarları için kullandığından dolayı bu onun ve mesleği için ciddi bir tehtitdi. Ve bunu kullanmaktan hiç çekinmeyecek kadar acımasızdım.
Şimdi aklımdaki planı devreye koymanın vaktiydi. Ömer'i de ifşa edecek, elde tutulur bir delile ihtiyacım vardı..
🫶
Önünde durduğum kocaman villaya tekrar bakarak arabadan indim ve onca adamın korkutucu bakışları arasında kocaman kapıyı çaldım. Bir süre sonra kapı açıldı ve Firuze'yi gördüm. Ürkek ceylan bakışları beni gördüğüne şaşırmış gibiydi. "Merhaba," dedim gülmsemeye çalışarak. "Merhaba, hoş geldin." Kapıyı açarak içeri geçmem için bekledi.
Kapının eşiğinde bir an duraksadım. İçeri adım atmadan önce Firuze'nin yüzüne baktım. Gözleri hem şaşkın hem de temkinliydi. Beni gördüğüne sevindi mi, yoksa burada olmamam mı gerekiyordu?
Derin bir nefes alıp içeri girdim. Villanın içi, dışı kadar ürkütücüydü. Şatafatlı ama soğuk bir havası vardı. Mermer zemin, yüksek tavanlar ve duvarlardaki ağır tablolar… Burada her şey, gücü ve tehlikeyi simgeliyordu.
Firuze, kapıyı arkamdan kapattığında fısıltıyla konuştu. "Buraya neden geldin?"
Ceketimin içine sakladığım dosyaları düşünerek, "Ömer hakkında konuşmam lazım," dedim.
Firuze'nin yüzü anında gerildi. Gözleri hızla koridordaki güvenlik kameralarına kaydı. Beni burada görmek birilerini rahatsız edebilirmiş gibiydi.
Elimi cebime attım, avuçlarım terlemişti. "Ömer'i ne kadar tanıyorsun bilmiyorum ama konuşmamız lazım."
O, etrafına tedirgin bakınarak, "Bunu burada konuşamayız," dedi.
Kaşlarımı çattım. "O zaman nerede konuşacağız?"
Firuze, Gözlerinde belli belirsiz bir korku vardı ama aynı zamanda kararlılık da hissediliyordu.
"Benimle gel," diye fısıldadı, kolumdan hafifçe çekerek beni koridorun sonuna doğru yönlendirdi. Hızlı ama dikkatli adımlarla yürüdük. Etrafımızda sessizlik hâkimdi ama duvarlardaki kameraların varlığını unutmamaya çalışıyordum. Burada her şey izleniyordu.
Beni büyük, ağır bir kapının önüne getirdi. Derin bir nefes alarak cebinden küçük bir anahtar çıkardı ve kilidi açtı. İçeri adım attığımız anda kapıyı hızla kapattı ve kilitledi.
Şimdi küçük ama şık döşenmiş bir odadaydık. Ahşap raflarla dolu bir duvar, büyük bir çalışma masası ve arkasında deri bir koltuk… Havadaki eski kitap ve tütün kokusu, buranın sıkça kullanılan bir yer olduğunu hissettiriyordu.
Etrafa göz gezdirirken Firuze’nin sesi duyuldu:
"Burası Ömer'in çalışma odası."
Şokla ona döndüm. "Ne?"
Firuze, başıyla odanın köşesinde duran eski bir kasayı işaret etti. "Geri geleceğini hissettim, senin neden burada olduğunu az çok tahmin edebiliyorum. Bizi kurtar, senden başka kimse ona bu kadar yaklaşmadı daha önce,"
Ömer'in odasında olmak, öğrendiğim gerçekleri daha da ağırlaştırdı. "Size zarar mı veriyor," diyebildim sadece kısılmış sesimle.
Firuze başını ağır ağır salladı. Gözleri bir anlık boşluğa bakar gibi daldı, sonra tekrar bana döndü.
"Zarar vermekten öte… bizi elinde tutuyor," dedi titrek bir sesle.
Boğazım kurudu. Odanın içindeki hava ağırlaştı, adeta bastırıyordu. Ömer’in dosyadaki adıyla, devlet tarafından ölü gösterilen ama aslında yaşayan adamın, bu insanlar üzerinde ne kadar büyük bir gölge oluşturduğunu hissettim.
"Firuze, neden buradasın?" diye sordum.
Titreyerek ellerini birbirine kenetledi. "Ben buraya isteyerek gelmedim," dedi. "Kimse gelmedi."
Dizlerimin bağı çözülür gibi oldu. Firuze, bu villanın içinde tutsak mıydı? Yoksa buradaki herkes gibi, Ömer’in oyununda birer piyon muydu?
Firuze, yavaşça başını eğdi. "Ve biz onun izni olmadan bu evden asla çıkamayız."
İçimde tarifsiz bir ürperti hissettim. Buraya gelirken sadece geçmişin sırlarını açığa çıkarmaya çalışıyordum. Ama şimdi anlıyordum ki, bu işin içinden çıkmak sandığım kadar kolay olmayacaktı.
"Bana onu deşifre edecek bilgiler lazım, şuan evde olmadığından emin misin?" Yavaşça başını salladı. "Her gün saat dokuzda gelir."
Saatime baktım, saat sekizdi, gelmesine sadece bir saat vardı. "Kızın nerede?"
"Odasında,"
"Onu buraya getir, yanımızda güvende olacaktır. Sakın telaşa kapılıp onu da korkutma olur mu?" Korkmaya başlamıştı bile. "Evün içinde kaç çalışan var?"
"Mesaileri bitti, şuan kimse yok," anladım dercesine başımı salladım. "Dışarıda kaç adam var peki?"
"Evin arka kısmına kadar uzunan kısımlarda otuza yakın, ön tarafında ise otuz beşe yakın adam var. Bunların yarısı da çatıda, evin her yerinde bir adam var. Evi gören her yerde de keskin nişancılar var. Onları geçemezsin, çok tehlikeliler, hepsinin vur emri var, bizi yaşatmazlar."
"Şhh," sakin olması için kolunu sıktım. "Korkma, öyle bir şey olmayacak, hadi sen kızını getir ve gel. Ben seni bekliyor olacağım. Başını salladı, gözlerime güven almak ister gibi baktığında gülümsemeye çalıştım. Odadan çıkar çıkmaz telefonumu alarak son aradığım numarayı çevirdim. "Operasyon başlasın, onları güvenli bir yere aldım, Ömer'in çalışma odasındayım. Size adamların koordinatlarını söyleyeceğim."
Kapıdan giren kadına ve isim adaşıma gülümseyerek baktım. "Bana Ömer'in kasasının şifresini bildiğini söyle,"
Titrek bakışları bir an parladı. "Biliyorum," dediğinde onu burada bırakmayacağıma bir kez daha söz verdim.
Saatler önce, Deniz'in telefon görüşmesi;
"Merhaba," dediğim sırada telefonun diğer ucundaki MIT müsteşarı Yusuf Akaslan'ın sesi duyuldu. "Umarım vaktimi boşuna alacak bir görüşme değildir bu Deniz hanım, sizi dinliyorum." Hemen konuya geçmemi istediğinde onu ikiletmeden hemen söylemeye başladım.
"Türkiye Cumhuriyeti, çok büyük bir ihanete uğruyor," dedim derin bir nefes alarak.
Hattın diğer ucundaki Yusuf Akaslan bir an sessiz kaldı, sonra sert bir sesle konuştu.
"Açık konuş Deniz. Kimi kastediyorsun?"
Artık lafı dolandırmanın zamanı değildi.
"Albay İlhan Yekta," dedim net bir şekilde. "Babam."
Telefonun diğer ucundaki nefes alışverişi kesildi. Sonunda Yusuf Akaslan tekrar konuştu.
"Devam et."
"Babam, askeri yetkisini kullanarak devletin içindeki bazı belgeleri silmiş. Ömer Yılmaz’ı kağıt üzerinde ölü göstermiş. Ama gerçek şu ki, Ömer Yılmaz ölmedi. Şu an hayatta ve en az bir ordu adamıyla birlikte büyük bir suç çetesini yönetiyor. Ve en önemlisi, kırmızı listede aranıyor."
"Ne diyorsun sen, Deniz?!" Müsteşarın sesi, öfke ve şaşkınlıkla yükseldi. "Baban bunu neden yapsın? Ne kazandı bundan?"
"Babam, Ömer'in hayatta kalmasını sağladı çünkü onu bir piyon olarak kullandı. Yasadışı işler için Ömer'e bir nevi koruma sağladı, devletin imkânlarını kendi çıkarları için kullandı. Ömer de, devletin içindeki bu zayıflığı fırsata çevirdi. Onun en büyük kozu, her şeyin babam tarafından örtbas edilmiş olması."
Müsteşar Akaslan derin bir nefes aldı. "Elinde kanıt var mı?"
Hızla cebimdeki dosyayı çıkardım ve sayfaları kontrol ettim.
"Bütün silinmiş dosyaların tek kopyası bende var. Albay Yekta'nın Ömer'le yaptığı gizli anlaşmanın ve ona sağladığı geçişlerin, silah sevkiyatlarının kayıtları elimde. Eğer bunları ortaya çıkarırsak, hem Ömer’i hem de ona yardım edenleri çökertiriz."
Telefonun diğer ucundaki ses artık daha soğuktu. "Deniz, bu iş çok büyük. Eğer doğruysa, devlet içindeki bir hainin ipini çekmiş olacağız. Ama yanlışsan, senin için ölüm fermanı olur."
Gözlerimi kapattım, bir anlık tereddüt bile etmedim. "Risk almaya hazırım, müsteşarım. Ömer’i ve babamı alacak bir operasyon düzenleyebilir misiniz?"
Birkaç saniye süren sessizlik, zamanın yavaşladığını hissettirdi. Sonunda Yusuf Akaslan’ın sert sesi tekrar yankılandı:
"Tam konumunu ver. On dakika içinde operasyona başlıyoruz. Bugün bu ihanetin hesabını soracağız."
Telefonu kapattım.
Şimdi geriye kalan tek şey, bu cehennemin içinde hayatta kalabilmekti.
Şimdi ki zaman;
Firuze ve küçük Deniz'i odanın en köşesine koltukların arkasına oturtmuştum. "Sakın ses çıkarmayın." İkşsinin de kulalarına kulaklık taktım ve telefonu Deniz'e verdim. "En sevdiğin şarkıyı son ses dinlemenin tam sırası, biliyor musun?" Ürküyordu ama buna rağmen başını sallayarak kocaman gülümsedi.
Kocaman kasayı Firuze'nin yardımıyla açabilmiştim. İçinde bir çok belge, para ve hatta sahte kimlikler bulunuyordu.
Belgeleri hızla gözden geçirdim. Çoğu, Ömer Yılmaz’ın sahte kimlikleri ve kara para aklama işlemlerine ait dökümanlardı. Ancak en altta, kalın bir zarfın içinde daha ağır bir dosya duruyordu.
Firuze yana yakıla fısıldadı. "Bunlar ne işe yarayacak?"
Zarfı yavaşça açarken içimden bir şeylerin yanlış gideceğini hissediyordum. Ama artık durma şansım yoktu.
"Bu belgeler, Ömer’in yıllardır nasıl saklandığını ve kimlerin ona yardım ettiğini kanıtlıyor. Bunlar elimizde olduğu sürece, onu sonsuza kadar bitirebiliriz."
Firuze gözlerini kısıp bana baktı. "Peki ya senin baban? O da bu işin içinde mi?"
Başımı hafifçe eğdim. "Evet."
O anda villanın dışından gelen yoğun silah sesleri ve çığlıklar kulaklarımızı sağır etti. Operasyon başlamıştı.
Kızın kulağında müzik çaldığı için olan bitenden haberi yoktu, ama Firuze korkuyla yanıma sokuldu.
"Ne yapacağız?" diye sordu.
Silahımı kavradım, şarjörümü kontrol ettim ve gözlerimi ona diktim.
"Buradan sağ çıkacağız."
Hızla koltukları kenara çekip Deniz’i kucağıma aldım. Firuze hemen yanıma geçti. Odayı terk etmeden önce, bulduğum en önemli dosyaları ceketimin içine sıkıştırdım.
Koridora çıktığımızda, etraf savaş alanına dönmüştü. Kapıdan içeri giren MİT ajanları, Ömer’in adamlarıyla çatışıyordu.
Tam ilerlemeye başlamıştık ki, telefonum çalmaya başlamıştı. Hızla açıp kulağıma yasladığım sırada Firuze'yi ve Deniz'i güvenli bir şekilde merdivenlerden indirmeye çalışıyordum.
"Senden yardım isterken, başıma iş açacağını biliyordum. Biliyor musun?" Ömer'in sesiydi bu. "Ama bu kadar hızlı yapacağını, ve bu kadar ileri gidebileceğini tahmin edememiştim."
"Kaybedecek hiçbir şeyim kalmadı."
"Öyle mi dersin?" Beni yine tehtid edecekti ama benim buna boyun eğecek halim yoktu. "Miran'ın senin için senden vazgeçtiğini biliyoruz, peki tamam." Lafını bitirmesi için sabırsızlanıyordum. "Peki ya kardeşi için? Bejna... Konuşana kızım..." Adımlarım ağırlaşırken gözlerimin önü kararıyordu. Karşıma çıkan ilk MIT personeline kucağımdaki kızı verdiğimde Firuze'nin onunla gitmesini istedim. "Sen?!"
"Geliyorum ben," korkuyla bakıyordu bana, gitmek istemiyordu ama çok karabalık bir savaş içindeydik. Hızla ikisi yanımdan uzaklaştıklarında ben arka kapıya ulaşmaya çalışıyordum. "Sakın ona zarar vereyim deme!"
"Ben ona en güzel zararı yıllar önce verdim zaten," midem bulanırcasına yanarken hızla kapıya ulaştım. Karşıma çıkan adamları tek tek indirirken gözümü bile kırpmıyordum. "Senin ölümün benim elimden olacak Ömer. Bunu biliyorsun değil mi?"
"Sana konum atacağım, geldiğinde elinden geleni de yapmayı unutma," telefon yüzüme kapandığında bildiriminde düşmesi geç olmamıştı.
Hızla arka bahçeden korkulukların üzerinden atladım. Evin etrafından dolanarak arabamı buldum ve biner binmez konuma doğru sürmeye başladım.
Araba hızla gecenin karanlığını yararken Ömer’in attığı konuma doğru ilerliyordum. Bunun bir tuzak olduğunu biliyordum. Ama geri çekilmek gibi bir lüksüm yoktu.
Telefonumu yan koltuğa koyup konumu takip etmeye devam ettim. İçimdeki öfke, adrenalinin kanıma karışmasıyla iyice kontrol edilemez hâle gelmişti. Bu kez Ömer’i sonsuza kadar bitirecektim.
Yol uzadıkça zihnimde Miran’ın yüzü beliriyordu. Aklım almıyor, bünyem kaldıramıyordu. Miran'ın gözünden sakındığı, koruduğu kız kardeşini nasıl olabilir de kaçırmıştı anlamıyordum.
Derin bir nefes alıp kendimi toparladım. Hayır, bu kez onun oyununa gelmeyecektim.
Sonunda konuma ulaştım. Eski, terk edilmiş bir fabrika binasıydı. Ömer klasik tarzını konuşturmuştu. Gölge oyunlarını severdi. Korkuyu hissettirmeyi severdi. Ama beni korkutamazdı.
Arabayı biraz uzağa park ettim, hızla silahımı kontrol ettim ve arka kapıdan içeri süzüldüm.
İçerisi sessizdi. Fazla sessiz.
Kesinlikle bir şeyler ters gidiyordu.
Adımlarımı dikkatlice attım, etrafı dinledim. Birkaç sütunun ardında hareket eden gölgeler fark ettim. Ama dikkatimi çeken şey, fabrikanın en arkasından gelen boğuk bir ses oldu.
Bir masanın etrafında iki adam vardı. Biri yere diz çökmüş, diğeri silahını ona doğrultmuştu.
Diz çöken Bejna’ydı.
Ellerini arkadan bağlamışlardı, başı önüne düşmüştü. Ama yaşıyordu.
Ve onu tehdit eden adam, Ömer’di.
Beni görünce başını yana eğdi ve yüzüne o alaycı gülümsemesini yerleştirdi.
"Geleceğini biliyordum."
"Davetine icabet etmek istedim." Silahım ona doğrultulmuştu. "Bırak onu."
Ömer başını iki yana salladı. "Sen gerçekten de bu kadar cesur musun? Yoksa sadece intikam hırsıyla kör olmuş bir zavallı mısın?"
"Bunu test etmek ister misin?" dedim tetiğe biraz daha baskı uygulayarak.
Bir an boyunca, tüm dünya donmuş gibiydi.
Ve sonra, cehennem koptu.
Miran'ın ve Alaz'ın aynı anda sesleri kulağıma girdi. "Bejna!"
Bejna, yani Lal, titreyen küçük bedeniyle yıllar öncesine dönmüş gibi korkuyor, ağlıyordu.
"Bırak onu," dedim bir kez daha.
Sanki beklediği bir şey varmış gibi yavaşça başını salladı, "bırakacağım," dedi. Ama sesinden akan kararlılık öyle kuvetliydi ki, içime bir ürperti girdi. İki büyük heybetli adam kapıdan silahlarıyla girdiğinde nutkum tutulmuş gibi Ömer'e bakıyordum. Başka bir planı vardı. Bunu anlamıştım.
Lal onun için yemden fazlası değildi. Gülümsedi. Onun asıl hedefi bendim. Ve bunu anlamam artık geç olmuştu. Silahının ateşlenmesi ile benim silahımın ateşlenmesi bir olmuştu.
Vücudum kaskatı kesildi.
Ellerim istemsizce karnıma gitti. Sıcak. Islak. Ama en çok da acı verici.
Dizlerimin üstüne çökerken, nefesim kesildi. Etrafımdaki sesler boğuklaşmaya başladı. Ömer'in bulanık silueti önümde çöküyordu, ama artık onun yüzüne bile bakamıyordum. Tek düşündüğüm şey, içimde atan küçücük bir kalpti.
Titreyerek elimi kaldırdım, parmaklarım kan içinde kalmıştı. Boğazımdan bir inilti çıktı. "Bebeğim..."
Dünya etrafımda dönmeye başladı. Görüşüm kararıyor, bedenim yavaşça soğuyordu. Burada, bu şekilde ölemezdim. Ama o küçük kalbi de koruyamazdım artık.
Bir anda olduğumuz yerde ayak sesleri ve yankılanan bir çığlık duydum.
"DENİZ!"
Miran.
Gözlerimi açmaya çalıştım ama bedenim ağırdı. O ise yanımda belirmişti bile. Ellerini yüzüme koydu, saçlarımı geriye itti, ama en çok da korkuyla titrediğini hissedebiliyordum.
"Beni sakın bırakma. Deniz, gözlerini aç! Aç gözlerini!"
Dudaklarım aralandı ama sesim çıkmadı. Zorla nefes almaya çalışırken, özlediğim gözlerinde gördüğüm panik beni en çok acıtan şeydi. Miran hep güçlüydü. Ama şimdi, bir kez daha korktuğunu görüyordum.
Titreyen elimi kaldırıp karnıma götürdüm, Miran'ın parmaklarını kanlı bedenime bastırdım. Sadece fısıldayabildim.
"Bebeğimiz..."
Miran bir anda dondu. Nefesi kesildi.
Gözlerimi açtığımda, onun yüzündeki ifadeyi gördüm. Şok, korku ve tarifsiz bir pişmanlık vardı gözlerinde. Birkaç saniye boyunca hiçbir şey söylemedi, sanki duyduklarını algılamaya çalışıyordu.
Sonra, sesi çatallandı.
"Hamile misi-..."
Kelime ağzından çıktı ama sanki ona bile inanmıyordu.
Küçük bir tebessüm ettim. Ama artık çok geç kalmıştık.
"Özür dilerim..." diye fısıldadım.
Miran kollarıma sarıldı, yüzünü boynuma gömdü. "Hayır, sakın... Sakın kapama gözlerini! Dayan, seni buradan çıkaracağım, tamam mı? Söz veriyorum! Sana da... Ona da söz veriyorum!"
Ama artık çok geçti. Dünya yavaş yavaş kararıyor, kalbimin attığı her saniye, onu biraz daha hissedemiyordum.
Gözkapaklarım ağırlaşırken Miran’ın sesi kulağımda yankılanıyordu. “Beni bırakma Deniz, sakın kapatma gözlerini!”
Ama vücudum ona ihanet ediyordu. İçimdeki sıcaklık yerini keskin bir soğuğa bırakmıştı. Ellerim, parmaklarım uyuşuyordu. Savaşmak istiyordum. Ama gözlerim kapanıyordu.
Mutlu bir aile tablosu hayal etmiyordum. Ama bu kadarı da benim için çok ağırdı.
Bir anda, kulaklarımı sağır eden art arda sıkılan silah sesi duyuldu. Miran hızla başını kaldırdı. Ömer, bir iki adım geriye sendeledi. Gömleğinin ortasında kan lekesi yayılıyordu.
Arkasında, Alaz'ı gördüm. Ellerinde titreyen bir silahla, gözlerinden yaşlar süzülüyordu. “Bunu yıllardır bekliyordum.”
Ömer bir şey demeye çalıştı ama sesi çıkmadı. Dizlerinin üzerine düştü. Ve ardından, karanlığın içine devrildi.
Miran gözleriyle etrafı taradı, sonra tekrar bana döndü. Ellerini yüzüme koydu, kanlı parmakları yanaklarıma dokundu. “Hadi, ne olur, biraz daha dayan. Kurtulacağız.”
Arka taraftan çığlıklar, koşuşturma sesleri geliyordu. MİT ekibi içeri girmişti. Silah sesleri sustuğunda, birileri Miran’a yaklaşıp beni sedyeye almaya çalışıyordu.
Ama ben sadece onun gözlerine bakıyordum.
“Bir daha olmaz,” dedi Miran, sesi kırılmıştı. “Bana bunu yapma. Bir daha olmaz..."
Zorla gülümsedim.
“seni çok sev-iyor-um..."
Sonra, bilincim tamamen kapandı.
🫶
Kırmızı balık göldeee, kıvrıla kıvrılaa yüzüyorrr 😀
Arkadaşlar çok kötü bir yazar olduğuma kanaat getirdim bu konu hakkında hemfikir miyiz? Ksfjaksks.
İki haftadır yoğundum, her şey birden üst üste geldiğinden mütevelli bölüm atamadım, çok özür dilerim. İki günde hızlı hızlı yazmaya çalıştım. Gerçekten bir daha bu kadar geç olmaz artık müsaitim, sık sık bölümler gelecektir, hiç yoksa haftada bir gelecektirrrrrr. Teşekkürler, yorum ve beğenilerinizi eksik etmeyinizzzzzzz❣️❣️❣️❣️
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
5.82k Okunma |
369 Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |