Saçlarını kesmiş. Ömrümü, ömrüne katmak istediğim kadın saçlarını kesmiş. Her bir teline ayrı ayrı kurban olmak istediğim kadın saçlarını kesmiş. Parmak uçlarımla dokunduğum o ipek tel tel saçlar, şimdi yok. Bir rüzgar estiğinde uçuşan, bir güneş vurduğunda ışıldayan o saçlar artık yok. Nasıl katlanırım, nasıl dayanırım bu acıya bilmiyorum. İçimde kopan fırtına, dışarıya yansıyan sessizliğimden daha gürültülüydü.
Bazen hatayı kendimde arıyorum. Ona yetemedim mi? O kadar mı yordum? yanında, hissettirmeden bir ağırlığa mı dönüştüm? Yoksa saçlarını kesmesi, onun benimle kurduğu bağların kesilişi miydi?
Sonra kendi kendime kızıyorum. Bu kadar bencil düşünme, diyorum. Belki bu bir yenilik, bir arınma, bir başlangıç onun için. Ama insan, sevdiğini böyle çaresizce izlerken nasıl düşüncelerinden kurtulur? Sadece onu görmek, onu bilmek istiyorum. Anlamak istiyorum ama sormaya da korkuyorum.
Bir daha o uzun saçlarının omuzlarına düştüğünü göremeyecek olmak, kalbimi sıkıştırıyordu. O ise bu yeni haliyle karşımdaki sandalyede oturuyor. Sessiz, derin, bambaşka bir kadın. Belki de hep böyleydi de ben sadece gözlerimi saçlarının gölgesine hapsetmiştim. Şimdi ona bakarken her zamankinden daha çıplak görünüyordu. Hem güçlü hem kırılgan.
Göz göze geldiğimizde, yutkundum. Ona ulaşmak, bu sessizlikte kaybolmamak istiyorum. Ama kelimeler, uçurumun kıyısında asılı kaldı. Ve o, sanki ne düşündüğümü anlıyordu. Dudaklarında bir tebessüm belirdi, acıyla karışık.
"Kesmek gerekiyordu," diyor sonunda. "Bazen bazı şeylerden vazgeçmek gerekiyor, değil mi?"
Bir an cevap veremedim. Kelimeler boğazıma düğümleniyordu. Vazgeçmek... Neyden vazgeçti? Ben mi, saçları mı, yoksa içinde tuttuğu bambaşka bir hikâye mi?
Sessizlik yine aramıza düşüyor, ben ise bu sorunun cevabını öğrenmeye cesaret edemiyordum.
Çok yıpranıyordu, içten içe içinde olduğu yalanın etkisiyle neredeyse eriyordu. Elini tutup biliyorum, neler yaşadığını, nelere zorlandığını hepsini biliyorum... Buna rağmen seni kabul ediyorum, üzülme demek istiyordum ama yapamazdım, yapamadım. Günler geçti. Günler geçtikçe yok oluyordu, hep bir dalgınlık ve düşünce içerisindeydi. Onu böyle görmeye dayanamıyordum. Mert ve Alaz bu durumu sonlandırmam için beni zorluyordu. Nasıl olurdu sonumuz? Nasıl dayanırdı artık bilmiyordum ama, artık onu bu durumdan kurtarmam gerektiğini hissediyordum.
Giyindi, kuşandı ama gözlerinde hâlâ hissizlik vardı... Ben onu böyle görmeye dayanamıyordum. Lal'in odasına gittim, ona planımdan bahsettim. Biraz fevri çıkıştı, onun için değmez diyerek beni çıkmaz bir yola soktu, ama bilmiyordu ki ben onun için her şeyi göze almıştım. Ben her şeyini kaybetmiş bir adamdım... Tekrar Her şeyimi kaybetmeye dayanamazdım...
Alaz'a ve Mert'e güvenerek bir yola çıktık. Çok güzel olmuştu, bunu zaten söylemiştim ama bin defa olsa yine söylerdim, o çok güzeldi...
Boynuna bir öpücük bıraktım. Sanki bir şeyler sezmiş gibi. Gözlerime baktı. Gülümsedim, o da gülümsedi. Kalbim tekrar attığını belli etti.
Kısa bir yolculuktan sonra restorana gelmiştik. Onun oturttum, ardından saçlarına derin bir öpücük bıraktım, bu onun için romantik bir dokunuştan fazlası değildi. Ama benim için bir vedayı andırıyordu.
Biraz güldük, gülüştük. Sanki son kez görüyordum onu, öylece izledim dudaklarını, gözlerini, gülümsemesini...
Birazdan sanki bu anı bekliyormuş gibi Asi bir hamlede bulundu, aslında bu planda yoktu. Ama iyi olmuştu. Evren yardım ediyordu bana, ama sanki bu durumdan o bile rahatsızdı.
Gerildi, gözleri doldu. Onu bu duruma sokmaktan nefret ediyordum ama sonunda onunla rahat bir nefes almaktı tek hayalim.
Nasıl başladıysa öyle bitsin dedim, gözlerinde yansımalar kırıldı, belki de kalbi...
O kadar panik ve telaş içindeydi ki bıçağın basit bir oyuncak olduğunu bile fark etmedi. Bütün bedeni karşımda titriyordu. Her şeye, herkese, bizi bu hale getiren herkese lanet ediyordum.
Göğsüme doğru çektim onu, elindeki bıçak göğsümün hemen altında duran kan torbasına geldi, batırdıkça içindeki kan akmaya başladı. Delirmiş gibi sayıklıyordu. Onu bu hale koyduğum için kendimden nefret ediyordum. Dizlerimin üzerine çöktüm. Benimle beraber çöktü, başımı omzuna yasladığımda haykırışı kulaklarımdan taşıyordu. Onu bu hale koymamam gerekiyordu, bunların hiçbirini hak etmemişti.
"Miran!" İsmim... İsmimi babam koymuştu, bu güne kadar binlerce insanın dilinden duyduğum ismim, ilk defa birinin dilinde anlam bulmuştu benim için. Ellerimin arasından son kez ayrılırken ona hüzünle ve pişmanlıkla bakıyordum. Yere doğru uzandım. Tekrar bana doğru atıldı ama onu tutan askerden kurtulamadı. Tekrar denedi, parmakları tenime değdiğinde paramparça oluşumuzu görebiliyordum.
Üzülme kar tanem... Her şey bizim için, her şey özgürlüğümüz için demek istiyordum güzel gözlerine bakarak.
Ama o perişan hali gözlerimin önünden gitmeyecekti artık. Uzaklaştı benden, son kez baktım gözlerine, ardından gözlerimi yumdum. Sanki gerçekten ölüyor gibiydim, nefes almayı unutmuş, kalbim tekliyordu.
Onun kalbine zarar gelmesini istemiyordum, onu çok seviyordum.
Sırf bu planı yaptığımda başına bir şey gelmesin diye her gün suyuna, çayına, ve hatta kahvesine kalbi için ilaçlar atıyordum. Farkında değildi, çünkü gerçekten benim yanımda sadece kendini bana bırakıyordu.
Ah güzel kar tanem, nereden bilecektin ki işe yaramaz bir adamın tekine aşık olacağını...
Kar tanem,... Ellerimin arasından eriyip giden kar tanem.
Ellerimin arasından eriyip giden, ama ruhuma dokunup iz bırakan...
Biliyor musun, ne zaman ellerimi avuçlarımda sımsıkı tutsam, hep seni saklamak istedim.
Ama sen, nazlı bir kış sabahında usulca kayıp gittin parmaklarımın arasından,
Ve ben, seni tutamadığım her an biraz daha üşüdüm.
Sonra Sessizce gökyüzüne baktım,
Belki bir gün yeniden düşersin diye...
Onun o çaresizliği benim kendimden nefret etmemi daha da arttırdı.
Biraz sonra iyice uzaklaştığını fark ettim. Artık onun sesi, bir yankıdan ibaret gibiydi. Bir anlığına herkesi indirip onunla firara karışmak istedim, ama hiçbir şeyin sonu olmadığı gibi onun da bir sonu olmayacaktı
Alaz'ın ayarladığı ambulans ekibi geldi, formalite icabı siyah ceset torbasına koydular beni, öldüğüme herkesin inanması gerekiyordu. Ambulansa bindirildim, hâlâ onun hıçkırıklarını duyabiliyordum. Onu böyle çaresizce görmek, beni paramparça ediyordu. Ambulans hareket ettiğinde torbanın fermuarı indi. Mert ve Lal ile göz göze geldiğimizde buruk bir nefes verdim. "Perişan oldu." Dedi Mert.
Biliyordum, biliyordum ve bu beni kahrediyordu. "Bizim için," diye sayıkladım. "Her şey özgürlüğümüz için." Lal sadece gözlerime bakmakla yetindi. Asla yaptıklarımı onaylamıyordu. Ama yine de susuyordu çünkü susmaktan başka çaresi yoktu. "Hastanede doktorlar bizi bekliyor. Otopsi yapılacak. Sahte evraklar hepsi doktorların gerçek imzasıyla hazırlandı. Merak etme, her şey yolunda." Dediğine hiç içim rahat etmemişti. Deniz'in o hali gözümün önünden gitmiyordu. Tekrar bana eskisi gibi gülmediği sürece, hiçbir zaman her şey yolunda olmayacaktı.
Hastaneye varıldığında artık ölü gibi doktorların eline bırakıldım.
Otopsi için gereken her şey yapıldı. Benim yerime bana benzeyen yabancı bir adam morga kaldırıldı. Yarın gömülecekti. Alaz, Deniz'in yanındaydı. Bundan emin olduğum için biraz daha rahattım. Teşkilattan askerler ve polisler hastaneye dolmuştu. Buradan çıkmam gerekiyordu. Doktor formalarını giydim. Önlüğümü ve maskemi de taktığımda önümde durn sedyeyi iterek odadan çıktım. Mert ve Lal bu gece burada kalacaklardı. Alaz'dan aldığım son bilgiyle onun bayıldığını öğrenmiştim. Bu bile onun için delirmeme yeterdi. Hemen hastane koridorlarından hızlıca geçerek arka tarafa geldim ve kameraların kör noktasını fırsat bilerek sedyeyi bıraktım ve yangın merdiveninden inmeye başladım. Otoparka indiğimde hızlıca zaten ayarlanmış olan arabaya bindim ve hızlıca sürmeye başladım.
Zaten teşkilat ensemdeydi. Babamın işlerini devam ettirdiği için hep bir sorgu ve soruşturma içersindeydim. Hayatım boyunca yaptığım hiçbir işte kendimi göstermemiştim. Mert ve Alaz benim koruyucuların olmuştu. Ve tabii ki Zaimoğlu kimliğimle kimseye kendimi göstermiyordum.
Artık ölü bir kimliğe sahiptim. Bu benim için zaten normal bir şeydi. Parmağım kanasa hastaneye gidemezdim, bunun için hastaneyi eve getirmiştim. Yurt dışına kolay kolay çıkamazdım, bundan dolayı sahte kimlikler ve kendi uçağımı kullanırdım.
Silah sevkiyatlarının çoğu deniz üzerinden yürütülürdü, ve bu bizi inanılmaz derecede zorluyordu ama bu güne kadar şans hep benimle birlikteydi. Umarım, bundan sonra da yanımda olurdu.
Harun Kotan'ın oğlu, Miran Kotan artık ölüydü, geriye tek bir kimliğim kalmıştı. Zaimoğlu kimliğim.
Camianın bile titrek sesle adını andığı son kimliğim...
İyice uzakltaştığım yerden sonra eve gidecektim ama Alaz gelmemem için beni şiddetle uyarıyordu. Bunu kabul ettim ve nereye gidebileceğimi bilemeyerek bir kenara çektim ve sadece onunla yaşadığımız güzel anıları düşünerek gözlerimi kapattım.
🫀
Mezarlığın az uzağında bir ağacın üzerinde kamuflaj olmuş şekilde onu izliyordum. Perişan olmuştu. Sadece bu iki günde çok zayıflamış, çökmüştü. Mezara sarıldı. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Yağmur ve göz yaşları birbirine karıştı. Büyük bir kalabalık vardı. İmamın son sözüyle herkes dağılmaya başladı. Yalnız kalana kadar kimse dönüp ona bakmadı bile. Alaz sessizce onun acısına ortak oluyordu. Bir şeyler söylüyordu, acısını döküyordu ama bunun hepsi bizim güzel günlere gideceğimizin de bir kanıtıydı.
Rüzgar yaprakları hafif hafif sallarken yağmur şiddetini arttırıyordu. Etrafta teşkilattan adamlar vardı. Alaz bunun farkında olarak onu buradan götürmeye çalıştı ama gitmek istemez gibi mezara sarılıyordu. Yüreğime kor gibi düşen bu acı, beni yıkıp yok etsin istiyordum. Onun bu halini görmeye dayanamıyordum.
Ve en sonunda abisinin kollarında bayıldı. Onu kucaklayıp sayısızca öpücüğe boğup her şey geçti demek istiyordum. Ama şimdilik sadece sabrettim. Onun buradan gidişini izledim. Biraz sonra albay mezarımın başına geldi. Sanki öldüğüme emin olmak ister gibi goğrağı eşeledi. Daha sonra gözlerini etrafta gezdirerek birini bulmak ister gibi baktı. En sonunda bakışları benim olduğum yerde durdu. Görünmediğime emindim. Ve bunu bilerek resmen nefesimi tutmuş, yerimde donakalmıştım. Sıkı bir nefes vererek bakışlarını çekti ve teşkilatı da toplayıp buradan uzaklaştı. Hemen inmedim. Bir ve hatta iki saate kadar yerimde kaldım. Ardından etrafta kimsenin olmadığından emin olduğumda hızlıca ağaçtan indim ve arabama binerek Alaz'ın evine sürdüm.
Eve ulaşır ulaşmaz beni Lal karşıladı. Sımsıkı sarıldı, ve yanağımdan öptü. Onu kırmak istemeyerek sarılışına karşılık verdim ve ardından gözlerimle her şeyin geçtiğini söyleyerek yanından ayrıldım. Mert ve Alaz oturdukları koltukta sigara içerken ben doğruca onun uyuduğu odaya girdim. Girer girmez yerimde kaldım.
Uyuyordu.
Ama bu uyku bu güne kadar uyuduğu hiçbir uykuya benzemiyordu.
Acıyla kasılmış yüzü, kendine sarmış olduğu kolları ve sararmış teninden de onun iyi olmadığını anlayabiliyordum. Yanına geldim yavaşça. Hemen yanına çöktüğümde onu içime çekip sarmak istedim. Öyle masumdu ki, bu kirliliğin içinde bile saf bir ışık gibi parlıyordu.
"Özür dilerim." Dedim fısıltıyla, "yapmam gerekiyordu. Hepsi bizim için..." Yanağına derin bir öpücük bıraktığım sıra yerinden hafifçe kıpırdadı ve gözleri hafif açılır gibi oldu. Belki de beni gördü, bilmiyordum. Kapıda Alaz belirdi. "Şimdi değil." Dediğinde buradan çıkmam gerektiğini belirtti. Titreyen bedenimle onun yanından ayrılırken ilk defa böyle zorlanıyordum. Son kez baktım yüzüne, ve ardından odadan çıkarak kapıyı kapattım.
Salona geçerken Alaz da en az bizim kadar perişan olmuş gibiydi. "Bunu yapmak zorundaydık." Dedim ona karşı. Salonda koltuğa oturduğumzda Lal hemen yanıma geldi. "Yine de ona söyleyebilirdik. Zaten biz biliyorduk, onun da bilmesi bir şeyi değiştirmezdi." Başımı salladım.
"İnandırıcı olması gerekiyordu. Onun bu hale gelmesini tabii ki de istemiyordum ama, albay inanmazdı. Herif otopsi raporunun gerçekliği için onlarca hastaneye göndermiş. Mezarı açtırmasa iyidir."
"Yapamaz öyle bir şey, mezarı açmak için savcılık kararı gerekiyor. Bütün hukuk bürolarında adamlarımız var her hangi bir şeyde hemen haberdar oluruz." Dedi Mert.
"Belli olmaz." Dediğimde devam ettim. "Sen ne yaptın? Bulabildin mi istediğim raporu?" Mert ve Alaz aynı anda başını hayır anlamında salladı. "Herif asker, eli kolu her yere uzanıyor. Bütün kayıtları sildirmiş. Ömer Yılmaz diye biri hiç doğmamış görünüyor."
"Bunu bir şekilde ifşa etmemiz gerekiyor. Ömer'i zamanında ölü gösterdi, devletin askeri böyle bir şeyi kendi çıkarları için kullandığı için cezasız kalmaz. Tamamen silmiş olamaz, illaki bir açık bırakmıştır. O raporu Ömer'e o çıkardı. Şimdi de ona ihtiyacımız var. Albayı da Ömer soysuzunun da soyunu kurutucağım!" Sesim taş kadar sertken Lal'in küçük bir çocuk gibi titreyen bedenine sıkıca sarıldım. "Abin yanında, seni korkutan hiç bir şey olamaz." Dediğimde Alaz onu kollarımın arasından çekerek salondan ayrıldı. Sesimi çıkaramadan gittiklerinde sanırım bu duruma alışmam gerekiyordu. "Mert." Dediğimde ikimiz de salonda yalnız kalmıştık. Dalgın gözüküyordu. Bakışları bana kalktığında onunda bu durumdan etkilendiğini far ediyordum.
"İnsan sonunu bildiği bir şeye, neden kendini kaptırır ki?" Dedi hafif kısık sesle. Bir süre sessizlik oldu. Sanki bu sorunun cevabını bulmaya çalışıyormuş gibi gözlerini yere dikti. Bense kafamın içinde onun sorusunu döndürüp duruyordum. Ne diyebilirdim ki? Belki de asıl sorun, cevabı bulmak değil, bunu kabullenmekti.
"Belki de... umut içindir," dedim tereddütle. "İnsan bazen sonunun nasıl biteceğini bilse bile, o anın güzelliğine kapılmak ister. Çünkü her şey bitse de, yaşanmış olanı kimse elinden alamaz."
Mert, söylediklerimi sindiriyormuş gibi uzun bir nefes aldı. Sonra başını hafifçe bana çevirdi, bakışları derin ve sorgulayıcıydı.
"Umut," dedi alaycı bir gülümsemeyle. "Kırılmaktan başka bir işe yaramayan o şey. Ama belki de haklısın... Belki de her şey o anın hatrınadır."
"sen?" diye sordum aniden. "Sen neden kaptırdın kendini?"
Bu sorumla dondu kaldı. Gözlerindeki dalgın ifade yerini kısa süreli bir şaşkınlığa bıraktı. Cevap vermek istemediği belliydi, ama aynı zamanda kaçamayacak kadar derinde bir şeyler hissediyordu.
"Çünkü..." dedi, sesi bu kez daha da kısık ve içe dönük. "Çünkü bazı şeyler, sonunu bilsen bile yaşamaya değer gibi geliyor."
Son cümlesi odanın içinde asılı kaldı. İkimiz de ne diyeceğimizi bilemeden, aynı yükün altında ezilir gibi suskun kalmıştık.
İçimde bir şeylerin çatırdadığını hissettim. Onun bu kadar içten, bu kadar çıplak bir şekilde duygularını ifade etmesi beklemediğim bir şeydi. Sanki üzerindeki tüm zırhları çıkarmış, bana geride kalan o kırılgan hali göstermişti.
Biraz daha yaklaştım ona his olarak, gözlerimi gözlerinden ayırmadan. "Biliyor musun," dedim, "belki de bazen sonu düşünmeden sadece hissetmek gerekiyor. Çünkü sonu düşünürsen hiçbir şeyin tadını çıkaramazsın."
Mert başını eğdi, ellerini saçlarının arasından geçirerek düşünceli bir halde bir süre sustu. Ardından hafif bir tebessümle bana döndü. "Sen böyle konuşunca, her şey daha ağır gibi geliyor."
O an ne sessizlik bozuldu ne de ortamın ağırlığı hafifledi ama ikimiz de bu anın bizim için önemli olduğunu biliyorduk.
Bir süre daha sessizce oturduk. Sonunda dayanamayarak, "Mert," dedim tekrar, "bazen sonuna kadar gitmek gerekir. Belki de sonunda kaybedeceğimizi bilsek bile, o yolculuk her şeye değer."
Mert derin bir nefes aldı. "Belki de haklısın," dedi fısıldar gibi. "Belki de sonları düşünmek yerine, yolların tadını çıkarmalı."
O an, birbirimize söylediğimiz her şeyin ötesinde bir şeyler anlam kazandı. O salonda, ikimiz de kendi içimizde kaybolmuş, ama bir o kadar da kendimizi bulmuştuk.
Gece çöktü... Salonda düşünceler ve sessizlik içerisinde otururken bir ses duydum. Merdivenden inen adım sesleri ile salonda koltuğa sindiğimde onu gördüm. Mutfağa ilerledi. Hali perişandı. Göz altları çökmüş, teni solmuştu. Bir süre kaldı orada, ardından bardağın yerde sekme sesi duyuldu. Ayağa kalktım ve merdivenlerin diğer tarafına saklandım. Çıplak ayakları ile zeminde sessizce çıkardığı ses ile bahçeye doğru giderken nereye gittiğini anlamamıştım. Hemen arkasından küçük adımlarla giderken bahçeye çıktık. Korumalar onuna yaklaşırken, kimseyi durdurmadım. Birden adımları hızlandı ve koşmaya başladı. Nasıl oldu anlamadım ama birden bir koşuşturmaca başladı. Bu yorgunlukla nasıl bu kadar hızlı koşabiliyordu anlamamıştım. Dayanamayarak dur diye bağırıyordum. Durmadı, ona yetişemiyordum. Çıplak ayaklarına rağmen çok hızlıydı ve ona asla yetişemiyorduk.
Ormanlık alanı geçtiğimizde uçurumun kenarına çıktık. Onu hep böyle denize bakarken ve ya atlayacakken yakalıyordum. İsmine mi özeniyordu? Yoksa ölümü kolay mı sanıyordu?
Tam uçurumun kenarında durdu. Bende adımlarımı yavaşlattım. Alaz da arabayla gelmişti. Onun oradan uzaklaşması için bağırıyorduk ama kimseyi duymak istemez gibi uçurumun kıyısında duruyordu.
yüzü ifadesizdi, ama gözlerinde garip bir dalgalanma vardı. Sanki zihninde fırtınalar kopuyor ama dışarıdan hiçbir şey belli etmiyordu. Uçurumun kenarında durup denize baktığında, sanki o anın içine hapsolmuş gibiydi. Ne sesimizi duyuyordu ne de arabadan inen diğer adamların telaşını.
Adımlarımı hızlandırdım ama fazla yaklaşmaya cesaret edemedim. "Deniz!" diye bağırdım. "Oradan çekil! Yapma, lütfen!" Alaz'ın sesi sesimi bastırdı.
"Burdayım." Dedim hemen arkasına yaklaşarak.
Bir an için başını çevirdi, ama gözleri hâlâ dalgın ve boştu. Yüzüne hafif bir gülümseme yerleşti, ama bu gülümseme huzurlu değildi; daha çok bir vedanın gülümsemesi gibiydi.
Üst üste hıçkırdı, sesi rüzgârın uğultusuyla karışarak. Sanki her şeyden kaçmak bu kadar basitmiş gibi.
İçimde bir ürperti hissettim. Onunla defalarca konuşmuştuk, onun bu karanlık tarafını biliyordum, ama bu kez farklıydı. Bu kez gerçekten gitmeye niyetli gibiydi.
"Burdayım." Dedim tekrar.
O anda gözlerimin içine baktı. İlk kez bakışlarında bir tereddüt gördüm. Bir şeyler söylemek istiyordu ama söyleyemiyordu. Sessizlik uzadıkça zaman yavaşlıyor gibi hissettim.
Sonra bir adım geri çekildi. Uçurumun kenarından uzaklaşıp olduğu yere durdu. Ellerini saçlarının arasına geçirip başını eğdi. Yanına yaklaşıp diz çöktüm. "Buradayız, Deniz," dedim fısıldar gibi. "Burdayım."
O an, kelimelerden çok sessizliğin konuştuğu bir an oldu. Onun içindeki fırtınanın durulması biraz zaman alacaktı, ama en azından bugün bir adım daha atlamamıştı. Ve bazen bu bile zaferdi.
Bağırdı, çağırdı... Öldüğüme o kadar çok inanıyordu ki, şuan karşısında hayalet görmüş gibiydi.
Alaz eve gidelim diyerek bizi uyardı ve ardından Deniz gerçeklik algısını tamamen yitirerek gözlerini yumdu.
Kollarımın arasında bayıldığında onu sıkıca kendime sardım. "Burdayım, kurban olduğum... Hep burdaydım, ve hepte olacağım..." Dediğimde yüzüne sayısızca öpücük burakıyordum.
Eve geçtiğimizde küçük bedenini kucağımda taşıyarak yatağına getirdim. Üzerini örttüğümde sıcak su dolu küçük bir kova ve pamuk getirdim. Ayaklarının altı hep yara olmuştu. Önce sıcak suyla yavaşça temizledim. Ardından ayağına bir şey batmış mı diye kontrol ettim ama neyse ki bir şey olmamıştı. Taşların açtığı ufak çizikleri kremleyip ayağına çoraplarını geçirdim. İyice üzerini örttükten sonra işimin bittiği eşyaları uzak bir kenara indirdim. Hemen yanı başına oturarak saçlarıyla oynamaya başladım. Hâlâ baygındı. Uyanmasını beklerken yanına kıvrıldım. Kucağıma çektim ve yüzünün her santimine öpücükler bıraktım.
Her geçen dakika daha ağır geliyordu. Ellerimle saçlarını okşadıkça içimdeki çaresizlik büyüyordu. Sessizliğin boğucu olduğu anlardan birindeydim ve bu sessizlik beni içten içe tüketiyordu. Uyanmayacağını düşündükçe zihnimde karanlık düşünceler dolanıyordu.
"Neden böyle oldu?" diye mırıldandım kendi kendime. Cevap beklemiyordum, çünkü alabileceğim bir cevap yoktu. Yalnızca suskunluğun üzerime çöken yükü vardı. Ellerim titreyerek yüzüne bir kez daha dokunduğumda, dudaklarım titredi.
"Keşke elimden daha fazlası gelseydi..." diye fısıldadım, içimde biriken suçluluğun ağırlığıyla. Ona yardım edebilmek için her şeyi yapmıştım, ama yine de yetmediğini hissediyordum.
Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. Kalbimin atışları kulaklarımda yankılanıyordu. Onun nefes alışını dinlemeye çalışıyordum, her soluk beni biraz daha hayata bağlıyordu. Ama ya durursa? Ya bir daha gözlerini açmazsa?
"Hayır," dedim kendi kendime, bu düşünceyi zihnimden kovmaya çalışarak. "Buradasın. Yanımdasın. İkimiz de buradayız." Ama yine de içimdeki korku dinmiyordu.
Başı hâlâ kucağımdaydı. Onun bu kadar savunmasız ve hareketsiz olması, çaresizliğimi daha da derinleştiriyordu. Dakikalar birbirini kovalarken beklemekten başka çarem yoktu. Öylece uzandım, nefesini, varlığını hissetmeye çalışarak.
Bir süre sonra kıpırdayarak arkasını dönmüştü. Sanırım artık uyku haline girmişti. Derin bir nefes verdim ve yataktan çıkarak koltuğa oturdum. Rahatsız etmek istemiyordum. Artık tek derdim bir an önce uyanmasıydı.
Biraz daha geçti zaman,
Sanki ömrümden ömür geçer gibi... Gözleri açıldı, yataktan doğruluğunda "günaydın," diyerek seslenmiştim.
Sanki bunu bekliyormuş gibi devam ettirdiğinde gözleri gözlerime kalktı. Yeni kendine geliyormuş gibi ikimizde birden ayaklandık. Ölmediğimi kanıtlamaya çalışıyordum, sözlerimle ve dokunuşumla. Bir süre sinir krizi geçirdi. Göğsüme vurdu, neden diyerek soru sordu. Ona verebileceğim bir cevap yoktu.
Artık dayanamayarak onu kendime çektim ve hasret kaldığım o dudaklarına dudaklarımı yasladım.
O an zaman yeniden akmaya başladı, ama bu kez daha yavaş ve daha derin. Dudaklarımızın birleştiği an, tüm o çaresizlik ve acı yerini kısa süreli bir huzura bıraktı. O anın içinde kayboldum; sadece onun nefesini, titreyen ellerini ve göğsümde atan kalbini hissedebiliyordum.
Ama bu huzur uzun sürmedi. Kendini geri çektiğinde gözlerindeki yaşlar hâlâ akıyordu. "Neden?" dedi tekrar, sesi bu kez daha sakin ama daha kırılgan. "Nedan böyle bir şey yaptın, nasıl kıyabildin bize?"
Durdum. Çünkü bu sorunun cevabı kelimelerle anlatılamayacak kadar büyüktü. Ellerimi yüzüne götürdüm, titreyen parmaklarımı yanaklarına değdirdim. "Çünkü ikimiz de bir yalanın içinde çırpınıyorduk." dedim sessizce. " Ve ben, her şeye rağmen seninle kalmayı seçtim."
Gözlerindeki öfke, yerini derin bir hüzne bıraktı. İkimiz de bitik, yorgun ama bir o kadar da birbirimize tutunmaya hazırdık. Sessizce başını omzuma yasladı, nefesi sıcak ama düzensizdi.
Bu savaşı her gün vereceğimizi biliyordum. Korkular, çaresizlik ve ölümle aramızda asılı duran o ince çizgi hep orada olacaktı. Ama o an, ikimiz de biliyorduk ki en azından bugün, birlikteydik. Ve bazen sadece bu bile yeterdi.
"Seni seviyorum," dedi, sesi titrek ama bir o kadar da gerçekti. Bu kelimeleri ilk kez duyduğumda içimde bir şeyler değişti; dünya daha sessiz, ama kalbim daha gürültülü hale gelmişti. Her şey durmuş gibiydi, ama içimde fırtınalar kopuyordu.
Onun gözlerine baktım. Söyledikleri sadece kelimeler değildi; her harfinde yaşadığı acı, korku ve buna rağmen hissettiği sevgi saklıydı. Bu itiraf, savaştığı onca duygunun sonunda kazandığı bir zafer gibiydi. İçimden geçen binlerce cümleden sadece biri dudaklarından döküldü:
"Tekrar söyle."
Gözlerini kaçırdı, yüzüne hafif bir kızarıklık yayıldı ama bu kez daha güçlü bir sesle tekrarladı:
"Seni seviyorum."
Kalbim yerinden çıkacakmış gibi atarken ellerimi yüzüne koydum, parmaklarım titriyordu. "Bir daha asla bunu söylemekten korkma," dedim yavaşça. "Çünkü ben bu sözü senden duymak için çok çabaladım."
Onun dudaklarına hafifçe eğildim, aramızdaki mesafe kaybolurken bir kez daha o anın içine hapsolduk. Bu, sadece bir sevgi değil, kaybolmaktan korkan iki ruhun birbirini bulmasıydı. Ve o an, tüm geçmişimizi, korkularımızı ve karanlıklarımızı geride bırakıyorduk. Sadece ikimiz, sadece bu an vardı.
Yatağa uzandığında üstüne eğiliyordum. Onu incitmekten korkarak dokunuşlarımı nazik ve hafif tutuyordum. "Ölü bir adamla sevişmek istediğine emin misin?" Dalgaya vurmak istedim ama asla hoşnut karşılamadı beni. "Pisliğin tekisin!" Belki de gerçekten içten güldüğüm nadir anlaradan biriydi. "Seni seviyorum kar tanem, eriyip yok olsan da, seni hep seveceğim." Dedim dudaklarına fısıldayarak. Islak gözleri kapandı ve gülümsedi. Kendini her zaman yaptığı gibi bana bırakırken, onu zevkle karşıladım.
🫀
Her adımda biraz daha eksildim senden,
Sözler sustu, kaldı sadece sessiz bir beden.
Bir yol bulsam, döner miyim eski halime?
Kaybolur gece, ama ben hep aynı yerde.
🫀
Ömür bu, geçer, ne sayıklar ne durur... Sonsuz bir saat gibi hep geçer.
Zaman, ne bir nefeslik molaya izin verir ne de yitirdiğini geri getirir.
Bazen bir tebessümde saklanır, bazen gözyaşında kaybolur.
Gönül, her an bir hatıranın içinde dolanır;
ama ne kalmak mümkün, ne dönmek...
Ömür bu, geçer...
Sadece bizden küçük izler bırakır geride:
Bir söz, bir şarkı, belki de bir an...
Hepsi birleşir ve adı hatıra olur.
Saçlarını taradığım kadının hayatımın tam odak noktası olacağını bilemeden bir yola saptım. Saptığım yolda kaldım, ve artık ondan başka yönüm, yolum yoktu.
Her sabah gözlerimi onun varlığıyla açtım; her adımımı onun izini takip ederek attım. Konuştuğu her kelime bir şarkıydı kulaklarımda, sustuğundaysa sessizliğinin anlamını çözmekle meşguldüm.
Bazen bir gülüşüyle güneş doğardı içime, bazen bir bakışıyla koca bir fırtına kopardı. Ama her ne olursa olsun, o yol benim tek gerçeğimdi. Onunla tamamlanıyor, onunla eksiliyordum.
Hayatın her dönemeçte bize sunduğu sınavlar vardı, ama benim sınavım hep aynıydı: Ona layık olabilmek.
"Bu planı hangi düşmanım yaptı?" Sesi buruk ve biraz da alaycı gelmişti. Saçlarında gezdirdiğim tarak durdu. "Lütfen böyle konuşma, gerçekten seni de beni de kurtaracak tek yöntem buydu."
"Değildi." Dedi, sertçe. "Değildi Miran, başka yolları da vardı. Sen sadece kendini düşünerek hareket ettin, ya ben ne olacağım şimdi? Mesleğim elimden gitti, onurum, gururum zaten yok oldu. Şimdi ne olacak, söylesene?"
Biraz haklıydı ama anlamadığı şey şuydu ki, ben de bu durumdan zevk almıyordum, onun kadar en az bende çok şey kaybettim.
"Biz bu yola çıktığımızda zaten her şeyi silerek, göze alarak çıktık Deniz. Sen ne yapmayı seçerdin? Eğer benimle kalmayı seçseydin vatan haini seçilirdin, ya da belki o zaman seni alıkoyduğumu düşünürlerdi? Sen bir askersin, tek yanlışınla seni umursamadan savaşın ortasında bırakarak ölüme bile terkederlerdi. Yapma yavrum, bak, ne yaptıysam bizim için yaptım. Artık teşkilat peşimde değil, sen bir ajan değilsin. İkimiz de ilk defa bu kadar çıplak, ve saf bir şekilde karşı karşıyayız."
Gözleri durgun bakıyordu, sanki bir şeyleri çözmek ister gibiydi. Duş aldığı için nemli olan saçlarında parmaklarımı gezdirdim ve derin bir nefes alarak üzerlerine bir öpücük bıraktım. "Güzelim." Dediğimde biraz olsun göz bebekleri parıldadı. "Ben seni kaybetmemek için ölümü seçmiş adamım." Sözlerimi tartar bir haldeydi. "Sana zarar gelse, önce kendimden bilirim. Lütfen böyle bakma. Gerçekten seni üzecek tek bir şeye daha tahamülüm kalmadı. Sadece kokunu, ve boynuna yaslanıp uyumak istiyorum. İnan bana seninle bir ömür böyle kalabilmenin hayalini kuruyorum." Kısa ama sıcak bir öpücük bıraktım dudaklarına. "Eğer sana aşık olmasaydım, yaptığını asla affetmezdim." Bir an vücudu kasıldı. "Ama şu halime bak, sensiz nefes bile alamayacak durumdayım." Bir süre sessiz kaldı, gözleri benimkilere takıldı, sanki bir şey söylemek isteyip söyleyemiyordu. O an içindeki çatışmayı hissettim; ne kadar güçlü görünmeye çalışsa da duygularının ağırlığı omuzlarına çökmüştü.
"Ben de hata yaptığımı biliyorum," dedi sonunda, sesi titrek ama samimiydi. "Ama seni kaybetme düşüncesi beni öyle korkutuyor ki... Her şeyi yanlış yapmış olsam bile, bir tek seni sevmekte doğru olduğumu biliyorum."
Elimi yüzüne götürüp yanağını okşadım. O an tüm kırgınlıklar, tüm hayal kırıklıkları bir anlığına silindi. Çünkü bazı anlar, sadece sevgiyle var olur. Ve biz o anı yaşıyorduk.
"Bak," dedim gözlerine bakarak. "Hepimiz hata yaparız, ama önemli olan nerede durduğumuz. Ben senin yanındayım. Ve bunu hiçbir şey değiştiremez."
Bana sarıldı, sanki dünyadaki tüm yükleri sırtından atmak ister gibi güçlü bir sarılışla. İçimden geçen tek şey, bu anın hiç bitmemesiydi. Çünkü o kollarımdayken her şey tamamdı.
"Seni seviyorum Miran Kotan."
"Seni seviyorum, Deniz..." Gözlerime baktı. "Deniz," dedi devamı yokmuş gibi. "Sadece Deniz," diyerek tekrar etti.
"Miran'ın Deniz'i." Diyerek tamamladım onu. Çünkü ben onunla, o benimle tamamlanıyordu.
🫀
Hâlâ Alaz'ın evindeydik. Kendi evime bir süre daha gitmemem gerekti çünkü evim izleniyordu. Mert dikkat çekmemek için eve gitmişti ama yine de hep tetikteydik, sanki her an bir şey olacak gibiydi.
Gece saat kaçtı bilmiyordum. Terasta oturuyor, sigara içiyordum. Bahçeyi gören kısımdan havuz başında oturan abi kardeşi izliyordum.
Alaz, yıllar sonra bulduğu kardeşinin saçlarını okşuyor, onun söylediklerini dinliyordu. Deniz başını göğsüne yaslamış, kollarını kendine sarmıştı. Onu böyle çaresiz görmek canıma dokunuyordu. O an içimde garip bir huzursuzluk belirdi. Hava serindi ama bu serinlik içimdeki sıkıntıyı hafifletmiyordu. Sigaramdan derin bir nefes çektim, dumanı izlerken zihnimde sürekli aynı sorular dönüp duruyordu: Bu ne zaman bitecek? Daha ne kadar saklanacağız?
Alaz ve Deniz'in olduğu tarafa son kez bakıp gözlerimi gökyüzüne diktim. Yıldızlar parlıyordu ama onların ışığı bile içimdeki karanlığı aydınlatmaya yetmiyordu. Sessizliğin içinde boğulurken birden teras kapısı aralandı. Döndüğümde Lal'in bana doğru yürüdüğünü gördüm. Üzerinde ince bir hırka vardı, saçları hafifçe rüzgârda dalgalanıyordu.
"Uyumadın mı hâlâ?" dedi dingin bir hareketle, yanıma otururken.
"Uyumayı denemedim bile," dedim omuz silkip. "Sence uyuyabilecek bir durumda mıyız?"
Lal bir süre sessiz kaldı, her zamanki gibi. Gözleri bahçeye, Alaz ve Deniz'e takılmıştı. "Onlara bakınca bazen kendimi suçlu hissediyorum," dedi aniden. "Deniz'in başına gelen her şey bizim yüzümüzdenmiş gibi geliyor."
"Sadece senin değil," dedim. "Hepimiz bu işin içindeyiz. Ama suçlu biz değiliz, bunu unutmamalısın."
Lal derin bir nefes aldı ve başını eğdi. Konuşacak başka bir şey bulamıyorduk, çünkü kelimeler her geçen gün biraz daha anlamsız hale geliyordu.
Başını omzuma yasladı. Saçlarını öptüm küçük kardeşimin. Kolumu sırtına sarıp onu kendime çektim. "Güzelim." Dediğimde kedi gibi kendini göğsüme sürttü. "Her şey daha güzel olana kadar sabretmeliyiz." Dediğimde başını hafifçe salladı. "Ve biraz da çabalamak gerekiyor... Alaz, gözümden sakındığım, çok güvendiğim biri olmasa değil ilişki, göz göze gelmenize bile izin vermezdim." Birden doğrularak gözlerime baktı. "Ama seni sevdiğini görebiliyorum. Zoruma gidiyor mu? Biraz... Ama mutlu olmanızı her şeyden çok istiyorum."
"Ne demek istiyorsun abi?" Parmaklarını tutarak kendime çektim. "Onu ikna et, gidin buradan. Yurt dışına kaçın. Alaz benden daha güçlü, daha iyi bakar sana. Rusya, Amerika, Fransa... Neresi olursa olsun, yeter ki gidin. Burada kaldıkça aklım hep sende kalacak. Seni koruyamam diye korkuyorum. Ama inanıyorum ki o seni korur... Gidin buradan kardeşim, onunla aile kurun, mutlu olun..."
Gözleri doldu, yüreği buruk bir şekilde bana sarılırken bu isteğimin onun için zor olduğunu biliyordum ama her şey onun içindi. "Nasıl bırakayım seni abi," geri çekilerek kendi diliyle konuşuyordu. "Alaz, bile istemez bunu. Deniz'i nasıl bıraksın? Sen söyle, beni bırakıp gidebilir misin?" Ağladı ağlayacaktı. Gerçektende bırakmazdım onu ama Alaz'a güvendiğim için gözüm arkada kalmazdı. "Abiciğim." Yanaklarını saran avuçlarımdan öptü. "Her istediğinde yanına gelebilirim, yine birlikte oluruz, inan bana. Böylesi daha iyi."
Sadece ıslak gözleriyle bakarken bir şey demeyerek terası terk etti. Arkasından baka kalırken onun iyiliğini istediğimi anlamasını istiyordum.
Arkasından baka kalırken onun iyiliğini istediğimi anlamasını istiyordum. Fakat bazen, insanın kalbinden geçenler kelimelere dökülemediğinde, yanlış anlaşılmak kaçınılmaz oluyordu. Rüzgar, terasta bıraktığı varlığının soğuk bir yankısını getirirken içimde bir boşluk büyüyordu.
"Keşke..." diye fısıldadım kendi kendime. Ama neyin keşkesini dile getirdiğimi ben bile bilmiyordum. Keşke hiç başlamasaydık mıydı, yoksa keşke bu kadar kırıcı olmasaydım mı?
Bir süre daha orada dikildikten sonra titreyen ellerimi cebime sokup aşağı inmeye karar verdim. Her adımda zihnimde yankılanan soru aynıydı. Benimle kalmayı kabul edecek miydi? Odadan çıkıp merdivenlereden inerken iki kardeşin de eve girdiğini gördüm. Deniz sessizce koltuğa yerleşti ve Alaz bana göz kırpıp sorun yok dercesine buradan uzaklaştı. Gözlerim sadece onun her zerresini incelerken onun gözleri yerede ve dalgındı. Yavaşça yanına adımladım.
Beni duymuyormuş gibi, hissetmiyormuş gibi bakışları donuktu. "Güzelim." Yanına oturduğumda gözleri gözlerime kalktı ama sanki beni görmüyor gibiydi. "Konuşmak ister misin? İyi misin?" Sadece baktı. Dudakları ince bir çizgi gibi durmuş, bakışları içinde his yokmuş gibiydi. "Korkutuyorsun beni, konuş benimle."
Bir an, o ifadesiz bakışlarında derin bir uçurumun kenarında gibi hissettim. Sanki ulaşmaya çalıştığım her kelime boşluğa düşüyordu. Ama yılmadım. Onu böyle bırakmaya dayanamazdım.
"Deniz," diye fısıldadım, yavaşça elini tuttum. Soğuktu, buz gibi. Parmaklarımı onun parmaklarına dolarken hafifçe titrediğini hissettim. "Ben buradayım. Seni dinliyorum, anladın mı? Hiçbir yere gitmeyeceğim."
Derin bir nefes aldı ama hâlâ sessizdi. Bakışları nihayet gözlerimle tekrar buluştuğunda içinde kırılgan bir şey gördüm. Kırık bir aynanın parçaları gibi dağılan duygularını toplamaya çalışıyordu. Birkaç saniye öylece bakıştık, sonra çok yavaş bir şekilde dudakları aralandı.
"Yoruldum," dedi neredeyse duyulmayacak bir sesle. "Herkesten, her şeyden... Kendimden bile yoruldum."
Kalbime bir şey saplanmış gibi oldu. O kadar kırılgan görünüyordu ki sanki yanlış bir kelimeyle tamamen paramparça olabilirdi. "Biliyorum, güzelim. Ama yalnız değilsin. Ben buradayım. Her ne olursa olsun yanındayım."
Bir süre daha sessizlik hâkim oldu. Sonunda başını omzuma yasladı ve gözlerini kapadı. Onun bu küçücük hareketi, söylediklerimin bir nebze olsun içini ısıttığını hissettirdi bana. Elimi saçlarının arasında gezdirirken bir şey fısıldadım: "Geçecek... Söz veriyorum, her şey geçecek."
"Geçmiyor," dedi Deniz, sesi çatallı ve kırık. Omzumda yatan başı hafifçe titriyordu. "Ne kadar zaman geçse de aynı ağırlık, aynı boşluk... Sadece daha iyi saklamayı öğreniyorum ama içimde hiçbir şey değişmiyor."
Ne diyeceğimi bilemedim. Bazen kelimeler kifayetsiz kalırdı, özellikle de karşındaki kırılmış bir kalbi taşırken. Elimi omzunda gezdirdim, parmaklarımı hafifçe sıkıca sarılmaya çalıştı, ama onu boğmadan, sadece varlığımı hissettirdim.
Bir süre sonra başını yavaşça omzumdan kaldırdı. Gözleri hâlâ dalgındı, ama bu kez içinde kararlı bir şey vardı. Derin bir nefes aldı, sanki boğazına takılan kelimeleri çözmeye çalışıyordu. Sonunda, sessizliği ağır bir yük gibi bozan o kelimeleri fısıldadı:
"Yapamıyorum... Burada kalamam. Gitmek istiyorum."
Bir anda içimde bir şey koptu. Beklemediğim bir darbeydi bu, ama sesimi çıkaramadım. Ona bakarken gözlerimdeki şaşkınlığı saklayamadığımı biliyordum.
"Gitmek mi?" dedim kısık bir sesle. "Deniz, neden? Ben buradayken... neden kendini yalnızlaştırıyorsun?"
Gözlerini kaçırdı, elleri kendi kucağında kenetlenmişti. "Bu seninle alakalı değil. Sorun sensin demek istemiyorum, gerçekten... Ama içimdeki bu boşluk, bu yük... seninle bile hafiflemiyor. Daha fazla burada kalırsam seni de kendimle birlikte dibe çekeceğim."
Bir an, gözlerindeki hüznün ne kadar derin olduğunu fark ettim. Sadece gitmek istemiyordu; beni korumak için gidiyordu. Ama bunu kabullenmek çok zordu. "Beni düşünme," dedim. "Beni dibe çekmiyorsun. Sadece... sadece bir şans daha ver. Belki birlikte bunu atlatabiliriz."
Deniz acı bir tebessümle başını salladı. "Birlikte atlatmayı denemek güzel olurdu, ama bazen insan kendi savaşını tek başına vermek zorunda kalıyor. Gitmek istememin sebebi sensiz daha iyi olacağıma inandığım için değil... sadece burada kalarak kendimi iyileştiremeyeceğimi bildiğim için."
İçimde yükselen çaresizliği bastırmaya çalıştım. Onu tutmak istiyordum, kalmasını istemek, her şeyin düzeleceğini söylemek... ama biliyordum ki bazı şeyler sadece istemekle düzelmezdi.
"Gideceksen," dedim yavaşça, gözlerim onun gözlerinden ayrılmadan, "sana kızmayacağım. Ama bil ki ne zaman dönmek istersen, burada seni bekliyor olacağım."
Deniz gözlerime baktı, o derinlikte bir an için kararsızlık sezdim. Sanki kalmak istiyor ama yapamayacağını biliyordu. Dudaklarını araladı, bir şey söyleyecek gibi oldu ama sonra vazgeçti. Sessizliği bir kez daha bozan o oldu:
"Teşekkür ederim... Anlayışın için. Ama dönmek gibi bir düşüncem yok. Gitmek istiyorum ve belki de geri dönmeyeceğim."
Bu sözler içimde bir şeyleri tamamen yıktı. Geri dönüş ihtimalinin bile ortadan kalkması, bir vedayı daha da ağırlaştırıyordu. Ama onu tutmaya çalışmanın artık bir faydası olmadığını fark ettim. İnsanı iyileştiren bazen gitmek, bazen kalmak olurdu... ve Deniz, iyileşmek için gitmeyi seçiyordu.
Gözlerim dolmuştu ama ona bunu hissettirmek istemedim. Onun bu kadar kırılgan olduğu bir anda güçlü durmalıydım. "Peki," dedim sessizce. "Eğer bu gerçekten senin için en iyisiyse... git. Ama bil ki seni ne kadar özleyeceğimi asla bilemeyeceksin."
Deniz'in gözleri bu kez doldu ama ağlamadı. Yavaşça yerinden kalktı, tereddüt eder gibi bir an durdu ve ardından hafifçe başını eğerek kapıya doğru yöneldi. Arkasından bakarken söyleyecek başka bir şey bulamıyordum. İçimden binlerce kelime geçiyordu ama hiçbirinin onu durdurmaya yetmeyeceğini biliyordum.
Kapının önünde durdu, son bir kez dönüp baktı bana. "Hoşça kal," dedi fısıldar gibi. Ardından kapı açıldı ve Deniz, sessizce gitti.
O gittikten sonra odanın içindeki boşluk daha da derinleşti. Ellerimi saçlarıma götürüp yüzümü ovuşturdum. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, ama artık hiçbir şey aynı olmayacakmış gibi hissediyordum.
Deniz gitmişti. Ama onu beklemekten vazgeçmeyecektim.
Merdivenlerde Lal ve Alaz'ın bakışlarıyla karşılaştım. Hafifçe gülümsedim içimde yanan ateşe rağmen. "Gitti..." Dediğimde nefesim ciğerlerime ulaşamadı. Sessiz bir gidiş, gürültülü bir yıkımdı aslında. Kapının kapanışı duyulmazken içimde bir şey büyük bir gürültüyle çökmüştü. Deniz'in ardından kalan boşluk o kadar büyüktü ki, sanki tüm dünyam onunla birlikte gitmişti. O gitti, ama ardında yankılanan sessizlik, bir fırtına gibi içimde dönmeye devam etti.
Ayağa kalktım, odanın içinde bir o yana bir bu yana yürümeye başladım. Düşünceler kafamda birbirine çarpıyordu; "Daha fazla ne yapabilirdim?", "Onu tamamen kaybetmeden önce hâlâ bir şansımız var mıydı?"
Pencerenin kenarına geldim, dışarı baktım. Sokak lambalarının solgun ışığı Deniz'in uzaklaşan siluetini gösteriyordu. O an içimde bir dürtü hissettim, peşinden gitmek istedim, ama ayaklarım kıpırdamadı. Çünkü biliyordum, peşinden gitsem de kararından dönmeyecekti. Beni sevmekten vazgeçtiği için değil, kendini bulmak için gitmişti.
Belki de en acı olan buydu. Onun gitmesini istemiyordum, ama kalırsa kendine zarar vereceğini biliyordum. Ve ben onu, ne pahasına olursa olsun, kendinden bile korumak istiyordum. Ama bunu ancak o isterse yapabilirdim.
O gece boyunca uyumadım. Deniz'in bıraktığı sessizlik, zihnimde yankılanan tek gerçekti. Ve o sessizlik, uzun süre benimle kalacaktı.
O gitti, hemde ben onu ondan korumaya çalışırken o yine kendine yenilerek gitti.
🫀
Bazı vedalar kelimelere ihtiyaç duymazdı, çünkü her şey çoktan söylenmiştir. Geriye sadece sessizlik kalırdı; gürültülü, içini delen bir sessizlik... O an, tutmaya çalıştığın kişinin parmaklarının arasından kayıp gittiğini izlemekten başka yapacak bir şeyin yoktur. Sevmek bazen gitmesine izin vermekti, biliyorum. Ama bilmek, acıyı hafifletmiyordu. Onu kaybettiğimi sanmıyordum, hayır. Deniz'in gidişi bir kayıp değil; onun kendi savaşını vermesi için bir fırsattı.
Ben burada bekleyeceğim. Beklemek, umutsuz bir çaba değildi. Onu gerçekten seven biri olarak, dönmesini değil, kendini bulmasını bekleyecektim. Ama bazen, sessiz bir gidişin yarattığı gürültüyle yaşamayı öğrenmek, sevmekten daha zor geliyordu insana...
Günler geçiyordu, hayal kırıklıkları, ve hayat kırgınlıkları ile... Onsuz bu kaçıncı gün, kaçıncı hafta ve ya kaçıncı ay olduğunu artık sayamıyordum. Kafamın içinde tamamen o olurken nefes alışlarımda bile onu sayıklıyordum. Kendi evimin her köşesinde onu arıyordum. Sanki her an buradan çıkacakmış gibi ona hasret besliyordum. Sarhoş kafayla onu yanımda görüyordum, öpüyordum, kokluyordum ama sonra hemen yok oluyordu.
Sarhoşken gördüğüm hayaller bile bir anlığına bana huzur veriyor, ardından daha derin bir boşluğa sürüklüyordu. Gerçek olmadığını bile bile, o anlarda onu hissetmek için gözlerimi sıkıca kapatıyordum. Belki de bir şekilde, hayal ile gerçeği birbirine karıştırarak acımı hafifletmeye çalışıyordum. Ama işe yaramıyordu. Her seferinde uyandığımda onun yokluğuyla yüzleşmek, ilk günkü kadar canımı yakıyordu.
Günler birbirinin aynısıydı. Sabahları uyanmak, işe gitmek, insanlarla konuşmak... Tüm bunlar sadece birer formalite haline gelmişti. İçimde kocaman bir boşluk, sessizce büyüyordu.
Bazen telefonuma bakıyordum, belki bir mesaj, belki bir arama... ama hep aynı sessizlik. Onun bana dönmeyeceğini biliyordum, ama bu bilmek beklemekten vazgeçiremedi beni.
Bir gece, yine zihnimde onunla boğuşurken aynanın karşısına geçip kendime baktım. Tanıyamadığım bir yüz bana geri bakıyordu. Gözlerimdeki yorgunluk, sakallarımın dağınıklığı, yüzümdeki umutsuzluk... hepsi onun gitmesinden sonra oluşmuştu. Kendime fısıldadım: "Böyle devam edemezsin. Ya bu acıya teslim olursun ya da yeniden ayağa kalkarsın."
Ama kalkmak kolay değildi. Çünkü o yokken, kalkmanın ne anlamı vardı? Yine de içimde bir ses, yaşamaya devam etmem gerektiğini söylüyordu. Çünkü belki bir gün... evet, belki bir gün dönerdi. Ve o gün geldiğinde, onu yeniden kaybetmeyecek kadar güçlü olmalıydım.
Yollara düştüm yine, nereye gittiğini bilmeden. Annemin mezarına gelirken içimin acısı iki katına çıkmıştı. Kurumuş toprağa sarılırken sanki onun kokusunu alabilecek işim gibi derince kokladım toprağı.
Kurumuş toprağa sarılırken içimde biriken tüm acıyı hissettim. Sanki annem de benimle birlikte bu yükü taşıyabilirmiş gibi... Ama o yoktu. Deniz gibi o da gitmişti. İkisini de kaybetmiştim ve geriye sadece sessizliğin ağır yükü kalmıştı. Ellerim toprağa daha sıkı sarıldı, gözlerimi kapattım. Bir çocuk gibi teselli bekliyordum, ama karşılığında sadece soğuk bir rüzgar değiyordu tenime.
"Anne..." diye fısıldadım, sesim çatallı ve kırıktı. "Neden bu kadar zor her şey? Neden kimse kalmıyor? Deniz de gitti... Sen de... Ben burada, yapayalnız ne yapacağımı bilmiyorum."
Bir an gözlerimi açtım, mezar taşına baktım. Üzerindeki isim, sanki beni sabırla dinliyormuş gibi sessizce duruyordu. O an anladım; annem de gittiğinde geriye aynı boşluk kalmıştı, aynı alışılması imkânsız yokluk. Ve ben, ondan sonra yaşamaya devam etmiştim. Ama bu kez farklıydı. Deniz benim seçimim değildi; o kendi isteğiyle gitmişti.
Mezarın başında uzun bir süre kaldım. Sessizlik, yavaşça içimdeki karmaşayı yatıştırmaya başladı. Belki de acının üstesinden gelmenin yolu onu kabullenmekten geçiyordu. Tıpkı annemin yokluğunu kabullendiğim gibi... Belki bir gün Deniz'in de yokluğunu kabullenebilirdim.
Derin bir nefes aldım, son kez toprağa dokunup ayağa kalktım. Gitmek zorundaydım. Ama bu kez nereye gittiğimi biliyordum: Kendimi bulmaya.
Ona hesap sormak için yola çıktım. Aklımda dönüp duran tek bir soru vardı: Nasıl bırakıp gitti? Ben her şeyi onun için yapmıştım, her şeye katlanmıştım ama o beni hiç düşünmeden terk etmişti. Bu düşünce beynimde yankılanırken direksiyona daha sıkı sarıldım, hızımı artırdım. Kalbimde biriken öfkeyi bastıramıyordum. Onu bulup yüzüne tüm bu acıyı haykırmak istiyordum.
Yol uzadıkça içimdeki karmaşa daha da büyüyordu. Yalnızca Deniz'i görmek, ona nedenini sormak istiyordum. Ama düşüncelerime o kadar dalmıştım ki, önümdeki virajı fark etmem gecikti. Direksiyonu çevirdiğimde araba kontrolden çıktı. Frenlere asıldım ama yol kaygandı. Lastikler bir süre kaydı, sonra her şey bir anda oldu.
Araba savrulup yol kenarındaki bariyerlere çarptı. Şiddetli bir darbe ile kafam direksiyona çarptı, her şey bulanıklaştı. Son gördüğüm şey çatlamış ön cam ve yavaşça üzerime çöken karanlıktı. Sanki bütün hayatım, o anda durdu.
Sessizlik... Sonrasında sadece sessizlik vardı. Ama bu seferki, içimdeki sessizlikten çok daha farklıydı. Daha soğuk, daha ağır... ve daha gerçek.
Başımda yoğun bir ağrı hissettim, gözlerim ağırlaşıyordu. İçimde bir boşluk, bir yıkım vardı. Bir anda her şey kayboldu, sadece karanlık vardı. Derin bir nefes almak istedim ama başımın acısı buna izin vermedi. Ardından her şey silikleşti, hiç beklemediğim bir şekilde bilinç kayboldu.
🫀
Aylar geçen bir sessizliğin ardından belki de ilk defa böylesine bir acıyla uyandı Miran. Gözleri etrafa alışmak istercesine açılıp kapanırken bu acısına rağmen aklına ilk gelen yine Deniz'di. Mert ve Lal odaya girip onun uyandığına sevinirken Lal derin bir nefes çekti. Ancak abisi onları gördüğüne bu kadar da sevinmemişti. "Deniz," dedi fısıltı gibi sesiyle Miran. Belki de onu anmak bile yaralarına merhem oluyordu. Lal, önce sinirlendi. Abisinin başına gelenlerden sonra hâlâ onu anmasını istemiyordu. "O burada mı?" Dedi, Mert'e doğru. Mert kısa bir baş salamayla onu onaylarken Miran derin bir nefes çekmişti içine.
"Görmek istiyorum," dedi Miran, özlem kokan sesiyle. Mert ve Lal, birbirine bakarken ikisi de bu isteğini onaylamıyordu. "Yeni uyandın, biraz daha yalnız kal, belki sonra gelir."
"Belkisi, sonrası mı var Mert, şimdi çağırın, görmek istiyorum." İçimde onu göreceğinin bir tür heyecanı vardı. Sanki uzun zaman sonra onunla gözünü açmış gibiydi. Lal ona kızgın gözlerle bakarken, odayı hızla terk etti. Abisinin başına gelenler onun yüzündendi, Lal için. Şimdi ise abisinin uyanır uyanmaz onu sayıklaması çok zoruna gitmişti. Mert arkasından gelirken onu sakinleştirmeye çalıştı. "Abin yeni uyandı, neden böyle yapıyorsun?" Lal sinirle beden dilini konuşturdu.
"Her şey onun yüzünden geldi başına! Hâlâ onun adını sayıklıyor! Zoruma gidiyor, zoruma!"
"Bende çok mutlu değilim onun adını sayıklamasına! Ama ne yapabiliriz? Seviyor onu! Saygı duymaktan başka ne çaremiz var!?"
Lal, sinirle ağlamaya başladı. Bu durumdan son derece rahatsız olsa da sanki abisinin hiçbir şey umrunda değildi.
"Onunla görüşmesini istemiyorum." Mert bir an yerinde kaldı. Deniz'i çağırması gerekiyordu ama Lal buna engeldi. "Çağırmayacaksın onu, gittiğini söyle... Yine seni terk ettiğini söyle! Ne bileyim git bir şeyler söyle ama onunla görüşmesin!" Beden dilini sert ve haykırırcasına kullanıyordu. Mert çıkmaz bir sokağa girerken ne yapacağını şaşırmış durumdaydı. "Bunu yapamam!" Diye söylenen Mert, Lal'in sinirini daha çok kaldırmışa benziyordu.
"Sen bir korumasın Mert! Bende senin patronunum! Eğer dediğimi yapmazsan seni bir dakika bile burada barındırmam!" Lal'in son sözleri Mert'in canına dokunmuştu. Kendisine eskort muamelesi yapılması son derece gururunu incitmişti. Bunca yıldır emek verdiği, artık kardeşi, ailesi yerine koyduğu insandan bunu duyması bir şeylerin gerçekten de değiştiğini gösteriyordu. "Benim patronum abin! Sen değilsin, eğer gelmesini istemiyorsan git kendin söyle! Hatta gitmişken Alaz'a da söylersin olur mu!" Mert yanından çekip gidecekken Lal kolundan tuttu ve tehtit edercesine gözlerine baktı. "Eğer dediğimi yapmazsan, kız kardeşinin Okul hayatını bitiririm!" Mert bir anlığına yerinde kalakaldı. Kız kardeşi bu hayatta tutunduğu tek dalıydı. Yurt dışında prestijli bir ressam okulunda okuyordu ve kız kardeşinin tek hayali adından söz ettiren bir ressam olmak istediğini biliyordu. Okula Lal'in sayesinde girebilmişti. Okul müdürleri ve öğretmenleri tarafından sevilen biri olarak Lal'in isteğini geri çevirmemişlerdi. Şimdi ise Lal, Mert'i bununla tehtit ediyordu. Damarına basmıştı. Mert sanki başka çaresi yokmuşcasına "yapama," diyerek fısıldadı.
Lal'in gözü dönmüştü. "Yaparım." Diyerek onu iyice çıkmaz sokağa sürüklüyordu.
Mert artık başka çaresi olmadığını anlayarak sıkıntıyla nefesini verdi. "Hiç iyi bir şey yapmıyoruz,"
"İyiliğini düşünmek sana kalmadı." Son kez bakıştılar. Mert koridora yönelirken Lal ardından gidişini izledi. Merdivenleri çıkarken aklında hep yapacağının yanlış olduğunu sayıklıyordu. Merdivenlerde Alaz'la karşılaştılar. "Uyandı mı?" Diye sordu Alaz.
"Uyandı," dedi Mert. "Uyandı ama..." Alaz ne oldu der gibi baktı. "Ne oldu?"
"Deniz'i görmek istemiyor." Daha yalanı ağzından çıkmadan kızarmaya başladı. Bunu yapmaya mecbur bırakılmasaydı yapmazdı. Alaz sadece yüzüne bakmakla yetindi. "Emin misin? Miran onu görmek için neler yaptı, neden şimdi görmek istemesin ki?" Mert kasılarak yüzünü sıvazladı. "Bilmiyorum Alaz, asıl sorun bunu ona nasıl söyleyeceğim!?'
Alaz, Mert'in omzunu sıvazladı. "Beraber söyleriz." Dediğinde Deniz'in yanına gitmek için üst kata çıktılar. Miran'ın odasının yanına geldiğinde kapısı zaten aralıkken ittirip odaya girdiler. Deniz çaresizce yere çökmüş, ellerinden kayıp giden deftere bakıyordu. Göz göze geldiklerinde Deniz onlardan gelecek tek iyi haberi bekliyordu.
"Seni görmek istemiyor." Dedi Mert tek nefeste. Sanki dünya üzerine yıkılmış gibi hemen burayı terk etmek istedi ama Deniz ondan önce davranarak evi terk etti. Büyük bir vicdan azabı içerisinde kalan Mert, Alaz'ın dürtüklemesiyle ona döndü. "Miran bunu senden istemedi değil mi?" Sanki bir şeyler çözmek istercesine yüzüne bakıyordu ve Mert başını olumluca salladığında gözlerini kapatarak dudaklarından bir küfür savurdu.
"Nasıl yapar bunu!?" Mert irkilerek geriye doğru giderken yaptığı yanlışın etkisindeydi. "Kız kardeşimle tehtit etti." Alaz duyduğuyla sinir küplerine binerken doğruca Lal'in yanına gitti. Aralarında tartışmalar oldu. Belki de Lal abisinin daha fazla incinmesini istemediği için bunu yapmıştı. Zaten ortalık can kırıklarından geçilmiyordu. Biraz daha kalp kırıkları ile her yer parçalanmış yüreklerle doldu. Miran onun tekrar gittiğini duyunca yüreğine çöken ağırlıkla kimseyle konuşmadı. Çektiği onca acının bir yere varmamasıydı zoruna giden. Belki de onun hayal ettiği ile, yaşadığının bir olmamasının acısıydı yüreğindeki.
Miran belki de son kez yine onu bekledi. Ama bilmediği bir şey vardı ki bu sefer Deniz, çoktan vazgeçmişti....
Diğer bölümde görüşürüz bebeklerim... Yorum yapıp beğenmeyi unutmayın❤️🔥🫀
@d.n_zii Instagram hesabından bana ulaşabilirsiniz. Hikaye için veya başka sorularınız olursa seve seve dönüş sağlarım.
Teşekkürler ❣️ 🙏
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
5.82k Okunma |
369 Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |