33. Bölüm

FİNAL-KURU BİR VEDA-

Rahime Deniz
ben1deniz

İnsan aldığı nefesten utanır mı? Ya da yürüdüğü yoldan, attığı adımdan?

 

Utanır. Hem de öyle bir utanır ki, nefes almak bile haddine değilmiş gibi gelir. Ciğerlerine çektiği hava, başkalarının hakkını gasp ediyormuş gibi ağırlaşır içinde. Ayaklarının bastığı toprak, onu taşımaktan yorulmuş gibi titrer. Dünya, onsuz daha güzelmiş gibi döner.

 

İnsan bazen varlığının fazlalık olduğunu düşünür. Bir gürültü, bir hata, bir yanlışlık gibi... Adını söylediğinde yankı bulmaz, sesini duyurduğunda anlam taşımaz. O, boşluğa bırakılmış bir kelime gibidir, kimsenin dikkat etmediği.

 

Bazen, aynaya bakamaz insan. Çünkü orada gördüğü şey bir yüz değil, bir suçtur. Belki işlenmemiş ama içinde taşıdığı, varlığıyla işlediği bir suç. Kaçmak ister ama kaçabileceği bir yer yoktur, çünkü nereye giderse gitsin, kendini de yanında götürecektir.

 

Ve bazı geceler, karanlık bile ona fazla gelir. Işık zaten çoktan onu terk etmiştir. Ama karanlık bile istemez onu. Sığındığı gölgeler soğuktur, gecenin sessizliği ona huzur değil, yankılanan bir boşluk getirir. İnsan en çok orada anlar: Bazen hiçbir şey olmak bile insan için fazla bir şeydir.

 

Yankılar vardı kulağımın içinde. Binlerce ses, binlerce faklı ton, ve başka birileri.

 

"Adına mı özeniyorsun?" Miran'ın beni her uçurumun kenarında gördüğünde söylediği söz düştü aklıma. Deniz, su belki de bu hayatta asla anlamını anlamadığım bir huzur veriyordu bana. Her bir dalgası bir derdimi alıp götürmek istercesine çarpıyordu kıyılara...

 

Tir tir titreten bir soğukluk vardı ama bu havanın soğukluğu değildi, içimin, kalbimin soğukluğuydu. Artık bir anlam kalmamıştı yaşamak için. Hayata tutunmak için...

 

Ve belkide bu bir sondu...

 

Elimde tuttuğum telefonun ekranına baktım. Ekranda Miran'la çekmiş olduğumuz fotoğraf karesi vardı. Mutluydum. Belki de ilk defa onun yanında kendimi gerçek anlamda mutlu hissetmiştim. Belki de sadece kendimi bir yalanla avutmaya çalışmıştım. Ekrana bir arama düştü. Bu arama ilk değildi. Hatta en son altmış ikiden sonra saymayı bıraktığım, şimdi ise tekrarlanan bir aramaydı.

 

Açtım.

 

"Neredesin!" Daha kulağıma dayamadan duyduğum titrek, ve korku dolu o ses, Miran'a aitti. "Deniz, konuş benimle neredesin?!"

 

"Miran..." Kalbimde bir acı yankılanıyordu, ve bu beni hep sona sürükleyen bir acı olmuştu.

 

"Nerdesin, güzelim... Kurban olduğum günlerdir seni arıyorum, çıldıracağım artık, neredesin!?"

 

Derin bir nefes aldım. Onun hızlı ve hırıltılı nefeslerini duyabiliyordum. "Sana bir hikaye anlatmak istiyorum."

 

"Ne hikayesi, yerini söyle, yine anlatırsın, lütfen Deniz."

 

"Küçük bir kız çocuğu dünyaya geldi önce..." Nefesleri bile durdu. Sanki başka bir çaresi kalmamış, pes etmiş gibiydi. "Günahkâr bir gecenin eseriydi, bilmesede bu günah onun kaderini kara kalemle yazmıştı."

 

"Bebeğim..."

 

"Anne, babası anlaşamasa bile bir ailesi vardı... Ta ki babası ölene kadar, yani o öyle biliyordu en azından..." Ellerim, nefesim, bütün bedenim titriyor, gözlerim yaşarıyordu. "Sonra biri girdi annesin hayatına, babaydı adı ama asla merhameti olmayan bir baba... Başta ufak ufak şiddetler gördü. Olabilir dedi. Belki de bu olması gereken bir şeydi onun için."

 

"Uçurumdasın," sesi biraz daha telaşa kapıldı. Koşma sesi geliyordu, ama ben konuşmaya devam ettim.

 

"Sonra her gece hiç olmaması gereken şiddetler görmeye başladı, ne annesi inandı, ne de o adam durdu. Bir kurtarıcıya ihtiyacı vardı. Buldu da... Çok güzel insana denk gelmişti. Kurtuldu sandı. Bilmiyordu ki hayatı daha yeni başlıyor..." İçime ulaşamayan kesik bir nefes aldım. "Biraz psikolojik sorunları vardı, yaşadığı tramvadan dolayı, tedavi kabul etmez, uyuşturucuya başlamıştı. Okul desen pek takmadı. Sonra baba dediği diğer adam ona asker olmasını teklif etti. Biliyor musun aslında çürük raporu ile adım atamayacağı yere, babasının torpili ile girdi."

 

Onun hızlı ve arabayı süren sesini duyuyordum. "Susma, konuş. Konuş ben gelene kadar!"

 

"Eğitimleri aldı, rütbeleri geçti. Babası bir yandan ona kolaylıklar sağlıyor, diğer yandan onu asıl görevi için hazırlıyordu... Sonra bir gün tak diye bir gerçekle yüzleşir. Senin baban benim, o değil, ve ayrıca o ölü de değil. Ne yapacak ki bu gerçeği. Ne yapabilir di ki?..."

 

"Kendi kendini öldürmeye çalıştı, bir kaç sefer denedi ama olmadı, yapamadı. Beceremedi. Zaten o hiç bir işinde becerikli olamamıştı. Altı üstü bir mafyanın hayatına girip onu ifşa edecek bilgiler edilecek, peşinde olduğu herifi öldürmesine engel olacaktı. Bu görevi bile eline yüzüne bulaştırdı..."

 

"İyi ki bulaştırdı... İyi ki..." Kısık sesi içimi sızlattı. Onu çok özlemiştim.

 

"Hiç hesapta yokken aşık oldu..." Gözümden bir damla yaş süzüldü. "İlk defa yaralı kalbinin attığını hissetti..." Yaşlar çoğalıyordu yavaş yavaş.

 

Derin bir nefes aldım, gözyaşlarım titrek ellerimden telefona damlarken, sesim daha da kısık çıktı:

 

"İlk defa kalbim bu kadar hızlı attı, Miran. İlk defa birini sevmekten korktum. Çünkü sevmek, kaybetmenin en kısa yoluydu benim için. Her sevdiğim elimden kayıp gitti. Annem... Babam... Çocukluğum... Ruhum... Hepsi birer birer ellerimden alındı. Senin de gideceğinden korktum. Bu yüzden... Bu yüzden seni sevdiğimi bile itiraf etmekten korktum."

 

Telefonun diğer ucunda, Miran'ın nefes alışları kesildi. "Ben gitmem, Deniz. Ben seni bırakmam. Ne olursa olsun, her şeyin sonuna kadar yanındayım."

 

Yutkundum. Boğazıma düğümlenen acılar, içimde yankılanan çığlıklar, yıllardır susturduğum o küçük kız çocuğu, şimdi bütün ağırlığıyla göğsüme çöküyordu.

 

"Ben zaten çoktan kayboldum, sevgilim... Uçurumun kenarında değilim, ben o uçurumun ta kendisiyim. Artık beni kurtarmaya çalışma, ben çoktan düştüm."

 

O an, Miran'ın sesi titredi. "O uçurumun kenarında beklerim seni, sevgilim. Düşersen, ben de seninle düşerim. Ama seni bırakmam."

 

Gözlerimden akan yaşlar, kalbimin derinliklerindeki buzları eritirken, içimde küçük bir umut kıvılcımı belirdi.

 

"Miran..."

 

"Evet, güzelim?"

 

"Sadece... Gel."

 

Telefonun diğer ucunda motorun sesi sustu. Miran, nefes nefese kalmıştı. "Geldim. Arkandayım."

 

Arkamı döndüğümde, gözlerimdeki yaşlar buğulu bir perde gibi görüşümü engellese de, Miran'ın koşarak bana doğru geldiğini görebiliyordum. Ve o an anladım ki, bazı yaralar zamanla iyileşmezdi. Ama bazı insanlar, o yaraların üzerine sevgiyle sarılan birer merhem olurdu.

 

Miran bana doğru koşarken, gözyaşlarım yanaklarıma sessizce akıyordu. Dizlerinin üzerine çöküp, yüzümdeki acıyı görmekten çekinmeden, gözlerimin içine baktı. Hiçbir şey söylemedi. Sadece oradaydı.

 

Beni anlamasını istiyordum, ama aynı zamanda bu yükü onun omuzlarına bırakmaya da korkuyordum. Titreyen ellerimle yüzümü silmeye çalıştım, ama o ellerimi nazikçe tutup, avuçlarının içine aldı.

 

Sonra, hiç tereddüt etmeden kollarını bana doladı. O an, içimde yıllardır birikmiş olan acılar, hıçkırıklarla patladı. Miran, hiç konuşmadan, sabırla beni sardı. Sanki bütün dünyanın ağırlığını tek başına taşımaya hazırdı.

 

Omzuna başımı yasladığımda, kalbinin atışını duyabiliyordum. Sıcaktı, gerçekti... Ve o an fark ettim, ben hep bu kalbin sıcaklığına açmışım.

 

"Ben buradayım, sevgilim," diye fısıldadı. "Sonsuza kadar da burada olacağım."

 

O an, içimdeki fırtınalar biraz olsun dindi. Çünkü Miran, beni kurtarmaya değil, benimle beraber o karanlıktan yürümeye gelmişti.

 

"İnsan en çok sevgiye aç kalırmış," diye fısıldadım Miran'ın omzuna yaslanırken. Sesim titriyordu, ama içimde biriken onca acı, sonunda kelimelere dökülüyordu.

 

"Yıllardır hep güçlü durmaya çalıştım. Kimseye ihtiyacım yokmuş gibi davrandım. Ama içimde kocaman bir boşluk vardı, Miran. Sevgiyle dolması gereken, ama hep acıyla yankılanan bir boşluk..."

 

Saçlarımı nazikçe okşarken, "Ben o boşluğu sevgiyle dolduracağım, güzelim. Sadece bana izin ver," dedi.

 

Gözlerimi kapattım, kalbim yavaş yavaş huzur doluyordu. Belki de yıllardır aradığım şey buydu; birinin gerçekten yanımda olması, beni tüm kırılmışlıklarımla kabul etmesi. "Gideceğim, Miran," dedim, sesim titreyerek. "Dayanamıyorum artık. Ne senin sözlerin, ne de varlığın beni ikna edebilir. Çok yoruldum, anlıyor musun? İçimdeki o boşluk... Hiçbir şeyle dolmuyor artık."

 

Gözleri kederle doldu. Ellerimden tutmayı bırakıp, yüzüme dokundu. Parmakları, yanaklarımı ıslatan gözyaşlarımı silerken, sesi kısık çıktı:

 

"Beni de mi görmüyorsun? Seni ne kadar sevdiğimi... Seni kaybetmekten nasıl korktuğumu... Beni bırakıp gidersen, ardından seninle kaybolurum."

 

Gözlerimi kaçırdım, çünkü içimdeki acı, onun sevgisini bile bastıracak kadar derindi.

 

"Ben zaten çoktan kayboldum. Sen sadece bana tutunmaya çalışıyorsun. Ama benim kalbim, çoktan bu uçurumdan düştü."

 

Hıçkırarak derin bir nefes aldı. "O zaman ben de seninle düşerim, Ama seni yalnız bırakmam. Ne olursa olsun, senin yanındayım. İstersen nefret et benden, istersen sustur beni... Ama seni sevmekten vazgeçmeyeceğim."

 

İçimde bir şeyler çatırdadı o an. Belki de yıllardır ördüğüm o duvarlar, Miran'ın sevgisiyle sarsılıyordu. Ama yine de, acı kalbime kök salmıştı.

 

"Seni seviyorum, sevgilim. Ama kendimi sevmeyi unuttum..."

 

Gözlerime derin bir sevgiyle baktı. "O zaman, birlikte hatırlarız."

 

Sözleri kalbime dokunuyordu ama içimdeki karanlık o kadar derindi ki, onun sevgisi bile beni aydınlatmaya yetmiyordu.

 

"Birlikte hatırlarız..." diye mırıldandım içimden. Ne kadar naif bir umut. Sanki ben, bunca yılın acısını, birkaç güzel cümleyle unutabilirmişim gibi. Sanki sevgi, içimdeki boşluğu doldurabilecekmiş gibi.

 

Oysa ki, ben çoktan kaybolmuştum. Kalbimde biriken yaralar, yılların ağırlığıyla çürümüş, ruhumda hiçbir ışığın ulaşamayacağı derin çatlaklar açılmıştı. Miran'ın bana uzattığı el, o karanlıkta kayboluyordu. Onun sevgisini hak etmediğimi düşündükçe daha da dibe çekiliyordum.

 

Belki de sevilmek istemiyordum. Belki de, acının içinde kaybolmak, iyileşmeye çalışmaktan daha kolaydı. Çünkü iyileşmek, tekrar kırılma riskini göze almak demekti. Ben ise o riski almaktan çoktan vazgeçmiştim.

 

Miran burada, yanımdaydı. Ama ne kadar kalacaktı ki? Herkes gibi o da sıkılacak, yorulacak, bir gün beni bırakıp gidecekti. Belki de beni sevdiğini sanıyordu, ama aslında sadece beni kurtarma çabasıydı bu. Ve insanlar, kurtaramadıkları şeylerden eninde sonunda vazgeçerlerdi.

 

Bunu biliyordum. Çünkü yıllarca herkes beni bırakıp gitmişti. Annem, babam, çocukluğum... Ve şimdi Miran. O da beni sevse bile, ben kendimi sevmedikçe, onun sevgisi de bana yetmeyecekti. "Ve kimse, karanlıkta kaybolanı geri getiremez." Sadece bakıştık. Artık son raddede olduğumu görüyordu. Gözlerimdeki boşluk bir dahası olmayacak bir yola saptığımı gösteriyordu.

 

Gözlerimi kapatıp derin bir nefes aldım. "Doğmasını ister miydin?" Titreyen parmaklarını karnıma çektim, öyle ıssız bir boşluktu ki bu, tarifi olmaz bir acı gibiydi. bir an sessiz kaldı, sonra korkuyla cevapladı. "isterdim, hem de çok isterdim."

 

Bir an sessiz kaldık, içimdeki boşluk büyüdü. "başta o kadar kararsızdım ki doğurup doğurmama konusunda, sonra biraz istedim, alıştım sanırım bilmiyorum ama ilk defa anne olmak istedim. Parkta aileleri izlerken bir an kendimi onların yerine koydum, belki onlar kadar temiz değildim ama... İlk defa bir ailem olsun istedim..."

 

Miran ellerimi sıkıca tuttu. "Sana her şeyi geri veririm, sevgilim. Yeter ki bana inan."

 

Ama ben artık inanmıyordum.

 

Bir an sessiz kaldım, kalbimde bir boşluk, bir çıkmaz sokak. Gözlerimi kapattım, içimden bir şeyler koparak gitti. "Beni geri getiremezsin," dedim, sesim neredeyse fısıldar gibi. "Her şey kayboldu, sevgilim. Ben kayboldum..."

 

Ona bakamadım. O kadar çok korkuyordum ki, ona acıyı daha fazla göstermek istemedim. "Bunu sana anlatmak bile zor... ama ben çoktan kaybolmuşum. Seninle olsam bile, seninle gülsem de, her şeyin içi boş artık."

 

Sözlerim, boğazımda hıçkırık gibi tıkandı. Onun yüzüne bakamadım çünkü ben bile gözlerimdeki karanlıkla baş edemiyordum.

 

"Beni sevmek, seni de kaybettirir," dedim, bir nefeste.

 

Ellerini ellerimde daha sıkı tuttu ama ben geri çekildim. Bu sefer, onu hissetmek bile acı veriyordu. "Ben seni sevmedikçe, her şey senin için bir yük olur," diye ekledim. "Ve ben sana yük olmak istemiyorum."

 

Yavaşça gözlerimi kaldırdım, ama bakacak bir yer bulamıyordum. Yalnızca karanlık vardı, her yerde, içimde, dışımda... O karanlık beni yavaşça içine çekiyordu.

 

O an, elleriyle beni daha da yakalamaya çalıştı, ama her şey bir yabancının dokunuşu gibi, uzak ve soğuktu. Gözlerime bakarak, "Beni bırakma," dedi, sesinde bir kırılma vardı, ama o kırılmanın içine gömülen çaresizlik, beni daha da uzaklaştırıyordu.

 

"Beni bırakma, sevgilim," diye yineledi, daha yavaş, ama her kelimesinde bir yalvarış vardı. "Sana her şeyi vereceğim. Sana bir aile... Bir gelecek... Her şey... yeter ki benimle kal."

 

Ama ben, her şeyin geriye dönüşsüz olduğunu hissettim. "Sana ne verebilirim ki?" diye sordum, gözlerimden süzülen yaşlar, her bir kelimeyle biraz daha fazla dökülüyordu. "Benim içimde hala bir boşluk var. Senin sevgin bile dolduramaz bir boşluk..."

 

Ona ne deseydim ki? kalbini kırmak istemiyordum, ama aynı zamanda kalbim de paramparçaydı.

 

"seni seviyorum," dedi,dua gibi bir umutla. "Ama sen... sen hâlâ kaybolmuş gibisin. yükün ağır, biliyorum, gel beraber, birlikte savaşalım, lütfen."

 

Benim içimdeki boşluk o kadar büyüktü ki, hiçbir şey onu dolduramayacak gibiydi. "Beni seviyorsun, ama senin sevgin de bu karanlıkta kaybolacak. Bunu biliyorum. Bunu hissediyorum."

 

Gözyaşlarım yüzümde izler bırakarak süzülürken, içimdeki kararlılık bir bıçak gibi keskinleşti. Artık bu boşluğun içinde kaybolmaktan yorulmuştum. Bu acıyı, bu karanlığı daha fazla taşıyamazdım. Yavaşça doğruldum, ellerimi onunkilerden tamamen çekerek geriledim. Gözlerimde bir veda vardı, ama bunu ona söyleyemiyordum. Söylemek zorunda değildim; o zaten biliyordu.

"Miran," dedim, sesim titrek ama kararlı. "Bunu durduramazsın. Ben... ben bu yükü daha fazla taşıyamam. İçimdeki bu boşluk, her şeyi yuttu. Beni yuttu. Seni de yutmasına izin veremem."

 

Miran’ın yüzü bembeyaz kesildi, gözlerinde bir panik dalgası yükseldi. Hızla aramızdaki boşluğu kapattı, ellerini omuzlarıma koyarak beni sarsmak ister gibi baktı. "Hayır, hayır, sevgilim, böyle konuşma," dedi, sesi çatallaşarak. "Bunu yapmana izin vermem. Seni kaybetmem. Ne olursa olsun, seni bırakmam. Lütfen, bir şans ver. Bize bir şans ver."

 

Başımı iki yana salladım, gözlerimi yere indirdim. "Şans diye bir şey kalmadı," dedim fısıltıyla. "Ben çoktan bittim. Senin göremediğin bir yerde, çok derinlerde, her şeyim tükendi. Seni sevsem de, bu sevgiyi sana verecek gücüm yok artık."

 

Omuzları çöktü, ellerimi yakalamak için bir kez daha uzandı, ama ben geri çekildim. "Beni dinle," diye yalvardı, sesi gözyaşlarıyla boğuluyordu. "Senin için her şeyi yaparım. İstersen buradan gideriz, yeni bir hayat kurarız. İstersen sadece sessizce yanında otururum, ne istersen yaparım. Ama lütfen... lütfen kendini benden alma."

Onun yalvarışları kalbimi bir hançer gibi deliyordu, ama içimdeki o karanlık, her şeyi bastırıyordu. "Miran," dedim, sesim soğuk ve uzak. "Beni kurtarmaya çalışma. Ben zaten kurtarılacak biri değilim. Senin sevgin güzel, ama bu benim savaşım değil artık. Ben bu savaşı kaybettim."

 

Ayağa kalktım, bir iki adımla uçurumun uçsuz bucaksız manzarası önüme serildi. gökyüzü grileşmiş, o bile benimle birlikte ağlıyordu. "Git," dedim, arkamı dönmeden. "Beni burada bırak. Kendini kurtar."

 

Miran ayağa fırladı, sesinde hem öfke hem çaresizlik vardı. "Hayır! Seni bırakmayacağım! Bunu yapmana izin vermeyeceğim!" Hızla yanıma geldi, kolumu tuttu ve beni kendine çevirdi. "Bak bana," dedi, gözlerimin içine zorla bakmamı sağlayarak. "Sen benim her şeyimsin. Sensiz ben ne yaparım? Lütfen, sevgilim, bir kez olsun bana tutun. Ben seni taşırım. Ne kadar ağır olursa olsun, seni bu karanlıktan çekerim."

Gözlerindeki o umut, bir an içimde bir kıvılcım yaktı, ama o kıvılcım hemen söndü. "Beni taşıyamazsın," dedim, sesimdeki kararlılık onu bile ürkütmüş gibiydi. "Kimse taşıyamaz. Bu benim sonum, Miran. Ve ben buna hazırım."

Kolumu ondan kurtardım, bir adım daha geri attım. "Beni sevmeyi bırak," dedim, son bir kez ona bakarak. "Çünkü ben kendimi sevmeyi çoktan unuttum."

 

Miran gözyaşlarına boğulmuş bir halde bana bakarken, ben önümdeki boşluğa bir adım daha attım. İçimdeki boşluk artık beni tamamen ele geçirmişti. Ve o an, karanlığın beni çağırdığını hissettim. "Atlarsan, arkandan geleceğim. Seni hemen sudan çıkaracağım ve ölmene izin vermeyeceğim. Sen sanıyor musun ki, öylece yerimde duracağımı?"

 

"Bu sefer farklı..."

 

"Değil, seni kaç defa kurtardım... Yine kurtarırım. Yine yanında olurum. Ben senin arkanda değilim, yanındayım. Hemen ardından bende atlarım, kurtarırım seni..."

 

"Bu sefer farklı..." Dedim tekrar. Dalgalar kayalara çarptıkça bana sesleniyormuş gibi hissediyordum.

 

"Lal nasıl konuşmaya başladı?" Bir an aklımda yankı bulan cevapsız soruyu sordum. Onun titrek nefesini ensemde hissediyordum. "O gece, Ömer onu tekrar kaçırınca tramvası tetiklenmişti. Başka heceleyerek konuştu, sonra Alaz'ın da desteği ile artık konuşmaya başladı." Bakışlarım onun titreyen bedenini buldu önce, ardından bakışlarını... "Kardeşinin tekrar konuşmasına çok mutlu olmuşsundur şimdi." Dudaklarını birbirine bastırdı. "Değil mi?" Dedim, bir cevap almak istercesine. Sadece hafifçe başını salladı. "O zaman onu daha fazla üzme, git onun yanına. Bırak beni Miran. Sen yoluna ben yoluma..."

 

"Senin yolun benim yolum Deniz, sensiz yol mu yürünür?"

 

"Benimle de yürünmüyor ki?"

 

"Ben o yolda seninle olduktan sonra yürümemeye bile razıyım sevgilim."

 

Nefeslerim ciğerime ulaşmıyordu artık. Bütün bedenim soğuk bir titremeye teslim olmuş, sadece tek bir düşünceye dalıyordu.

 

Ölüm.

 

"Ben ölsemde beni sever misin?" Dedim titreyen sesimle. Hiçbir umut vaad edici söz beklemiyordum. Sadece sormak istedim. Sadece Deniz olarak, sormak istedim...

 

Miran’ın gözleri karardı, bir adım attı bana doğru, ama ben geri çekilmedim. Sesimdeki titreme, içimde yankılanan korkunun bir yansımasıydı. O ise öylece baktı, içimdeki fırtınayı gören bir adam gibi.

 

“Elbette severim,” dedi, sesi kararlıydı. “Ölüm, sevgiyi bitiren bir şey değil.”

 

Başımı eğdim. O böyle kesin konuşurken, ben neden içimdeki boşluğu dolduramıyordum?

 

"Ölüm her şeyi bitirir. İnsan, sevdiklerinin sesini unutuyor. Kokularını unutuyor. Varlıklarını unutuyor."

 

"Unutmam."

 

Başımı kaldırdım. Gözleri, yemin eder gibi sertti.

 

"Unutmam, Deniz. Ne sesini, ne kokunu, ne de beni nasıl sevdiğini."

 

Bir an sessizlik oldu.

 

"Ölmek mi istiyorsun?" diye sordu. Sesi ne öfkeli ne de kırgındı. Sadece derin ve yorulmuş bir fısıltıydı.

 

"Hayır…" dedim. "Ama yaşamak da istemiyorum."

 

Elini kaldırdı, parmak uçlarını yanağıma değdirdi. "Beni de istemiyor musun?"

 

Yutkundum. "Bunu bana yapma."

 

"Ben zaten sana her şeyi yapmaya hazırım," dedi. "Sensiz bir dünya düşünemem. Ve eğer sen kendini kaybedersen, ben de kaybolurum."

 

Gözlerimi sıkıca kapattım. "Peki ya ben çoktan kaybolduysam?"

 

Bir an başını eğdi, alnını alnıma yasladı.

 

"O zaman ben de seninle kaybolurum, sevgilim."

 

Başımı salladım. Ellerinin arasından kurtulmak için yan tarafa doğru adım attım ama sınırdan asla geçmedim.

 

"Beni durdurma."

 

"Arkandan geleceğim, seni kurtaracağım."

 

"Bu sefer ki farklı." Dedim tekrar. Tekrar, ve tekrar.

 

"Fark yok, sen kendi içindeki boşlukla savaşmayı bıraktın, ve ben bunu düzeltmek için elimden geleni yapacağım."

 

Bakışlarım gözlerine kalktı. Buruk, acı ve hevesleri boğazına dizilmiş bakışlar.

 

"Bakma öyle... Bu kadar çaresiz bakma... Dayanamam. Önce beni çek vur, önce beni öldür ki, bu bakışların yüküyle kalmayayım."

 

Sesi titredi, acı ve çaresizlik onu da sarıyordu. Ben böyleydim işte, karşımdaki insana acı çektiriyordum. Yüzündeki gülümsemeyi solduruyordum.

 

"Gideceğim, beni affet." Dedim fısıltıyla.

 

"Affetmem, beni böyle çaresizce bırakıp gidersen seni affetmem."

 

Yarım bir gülüş belirdi dudaklarımda. "Ama kalamam.... Kaldıkça nefes alamıyorum."

 

"Ben sana nefes olsam olmaz mı? Gitme... Daha güzel yarınlar olacak, bunu senin için yapacağım."

 

"Gitmem gerek..." Yüzümü ona döndüm. Uçurum benim için artık sıfır noktasındaydı. Hafif bir rüzgar esmeye başladı. Saçlarımı okşuyor gibiydi. Annemin sıcak, ama bana değmeyen o teni gibiydi. Bir anlığında gözlerimi yumdum.

 

"Eğer bir gün beni affedecek olursan," gözlerimi açtığımda onun o sevdiğim yüzüne son kez baktım. "Seni çok sevdiğimi unutma olur mu?"

 

"Seni kurtaracağım, hemen arkandan atlayıp çıkaracağım seni sudan. Kaç defa kurtardım, yine kurtarırım."

 

"Biliyorum..." Gülümsedim. Acı, ve kederle... "Sen her zaman benim kurtarıcım oldun, biliyorum. Her zaman beni destekledin, korudun. Çok sevdin ama bu sefer farklı..." Kabul etmez gibi başını sağa sola salladı. "Değil, sana göstereceğim sevgilim."

 

Rüzgar tekrar esti. Saçlarım dalgalandı. Tenimde çok kısa bir an annemin sıcaklığını hissettim. Çok kısa bir an daha, babamı hatırladım.

 

Bu kadar dı işte. Bir son yazılması gerekiyordu. Kalem kağıtta gezerken çekilen acılar tekrar hatırlandı. Ama acılar sadece hatırlanmakla kalmadı, kalemin ucundan damla damla kağıda aktı.

 

"Yapma..."

 

Hafifçe başımı kaldırdım. Uzakta, ufka doğru uzanan patika belli belirsiz görünüyordu. Yolun kenarında eğilmiş birkaç çiçek, rüzgârın öfkesine boyun eğmiş gibi titriyordu. Bir an için zaman durmuş gibiydi; sanki her şey, bu anı daha uzun kılmak istercesine suskunlaşmıştı.

 

Ve sonra rüzgâr yeniden esti…

 

"Yapma güzelim, ne olursun yapma..."

 

Bir adım daha attım ama zemin yoktu. Boşluk...

 

Kendimi birden bir düşüşte hissettim.

 

"DENİZ!"

 

nefes alamadım, ama göğsüm hızla kalkıp indi.

 

Sonra bir çakılma.

 

Vücudum derin bir titremeyle kendini topladı. Gözlerimi açtım. Artık o çok istediğim sona yaklaşıyordum.

 

Bu sefer farklıydı, evet, hemde çok farklıydı.

 

Suyun içinde aşağı batarken parmağım elbisemin içinde sıkı sıkıya sakladığım metale gitti.

 

Bir silah.

 

Parmağımın arasına alırken bir an olsun düşünmedim. Bir an olsa bile...

 

Şakağıma yasladığım metalin soğukluğunu suya rağmen hissettim. Gözlerimin önüne Miran'ın bulanık sulieti geldi. Belki gerçek, belki hayal...

 

Parmağım tetikte baskı uygularken, içimden, "beni affet sevgilim." Diye geçirdim. Affederdi değil mi? Miran beni her zaman severdi. Hem de her zaman.

 

Tetiğe basan parmağım.

 

Birden şiddetli bir acı.

 

Sonra boşluk,

 

Ve daha sonra,

 

O çok sevdiğim gözlere,

 

Son bir veda...

 

"Seni seviyorum, Miran Kotan. Her zaman olduğu gibi..."

 

🕯️

 

Gri hava denize mürekkep gibi dökülmüştü. Kadın, uçurumun kenarında bir hayalet gibi durdu. Ay ışığı suyun yüzeyine gümüşten bir yol sererken, rüzgâr saçlarını savurdu. Nefes aldı, derin ve sessiz. Son bir kez gökyüzüne baktı. Son bir kez içini yokladı. Ve sonra… atladı.

 

Su onu kollarına aldı, soğuk bir şefkatle sardı. Derinlere doğru süzülürken parmaklarını cebine attı, metalin soğukluğunu hissetti. Bunu yapmalıydı. Silahı şakağına dayadı. Gözlerini kapadı. Ve tetiği çekti.

 

Bir patlama sesi, suyun içinde yankılanarak kayboldu. Kan, siyahın içinde kızıl bir bulut gibi açıldı.

 

O, yukarıda ne olduğunu fark edene kadar her şey çoktan bitmişti.

 

"Hayır!" diye haykırdı adam, ayakları geri geri gitti, yüreği boğazına tırmandı. Bir saniye önce, onun sadece suya atlayacağını sanmıştı. Onu, zamansız bir vedaya sürükleyen şeyin ne olduğunu anlayamamıştı.

 

Ama şimdi anladı. Ve anladığı an, düşünmeden atladı.

 

Su soğuktu. Nefesini kesti. Ama umursamadı. Onu aradı, elleri umutsuzca karanlığın içinde yoklandı. Kolları suyun içinde boşluğa çarptıkça çaresizliği daha da büyüdü. Sonra, parmakları bir bedene değdi. Onu buldu.

 

Suyu yara yara yukarı çıktı, onu kıyıya çekti. Kadının bedeni cansızdı, saçları ıslak bir perde gibi yüzüne yapışmıştı. Adam gözlerini açmasını bekledi, bir işaret, bir kıpırtı aradı ama yoktu.

 

Ellerini sevgilisinin soğuk yüzüne bastırdı. Saçlarını düzeltti, gözkapaklarını usulca okşadı. Sonra bir kahkaha gibi yükseldi sesi; delilikle karışık, kaybolmuş bir fısıltı:

 

"Güzel sevgilim… sen deniz kızı mı oldun?"

 

Titredi. Elleriyle onun yanaklarını ovuşturdu. Parmakları, dudaklarının kenarını takip etti. “Deniz kızları nefes almaz mıydı?”

 

Sonra aklına geldi. Telefon! Cebinden alelacele çıkardı, parmakları titredi. Önce ambulansı aradı. "Vurdu, kendini vurdu! Çabuk gelin! Lütfen!"

 

Sonra Alaz’ı.

 

"Hemen gelin! Hemen!" Nefesi düzensizdi. Gözleri doluyordu. "Uçurumun kenarındayım!"

 

Telefonu yere fırlattı. Artık konuşamazdı. Parmaklarını sevgilisinin yanağına sürdü.

 

"Neden yaptın bunu?!" diye haykırdı, sesi hiddetli bir kırılganlık taşıyordu. "Neden?!"

 

Onu kollarına aldı, sımsıkı sardı. Saçlarını öptü, ellerini tuttu.

 

"Uyan…" dedi, sesi çatallandı. Omuzlarından tutup sarstı. "Uyan! Beni burada tek başıma bırakma!"

 

Ama ölüm, aldığı şeyi geri vermiyordu.

 

Adamın elleri titriyordu. Sevgilisinin bedeni, kollarında bir yaprak gibi hareketsiz yatıyordu. Yüzüne yapışan ıslak saçlarını usulca geriye itti, alnına bir öpücük kondurdu. Cildi buz gibiydi. Oysa birkaç dakika önce… birkaç dakika önce yaşıyordu.

 

"Hayır… hayır, olmaz…" diye fısıldadı. Başını sevgilisinin boynuna gömdü, derin bir nefes aldı. Teninde hâlâ tuzun ve kanın kokusu vardı. Ama yaşamın sıcaklığı çoktan kaybolmuştu.

 

Gözleri, hafifçe aralık kalan dudaklarına takıldı. Onu tekrar öptü, titreyen parmaklarıyla yanaklarını ovuşturdu. "Sana sıcaklık verebilirim… uyanırsın belki… lütfen, uyan!"

 

Ama cevap yoktu.

 

Bir inilti gibi yükseldi sesi, dudakları titredi: "Gözlerini aç, ne olur… Ben buradayım, bak, yanındayım… Lütfen…"

 

Sevgilisinin başını ellerinin arasına aldı, yüzünü okşadı, kirpiklerini öptü.

 

"Beni seviyorsan, geri dön… Beni duyuyorsan, elimi tut… Nefes al, ne olur!"

 

Ama soluk yoktu. Dokunuşlarına, dualarına, fısıltılarına cevap yoktu.

 

Adamın içi parçalanıyordu. İçinde bir şeyler kopuyor, kayboluyor, ölüyor gibi…

 

"Seni seviyorum…" dedi, sesi kırıldı. Göğsüne bastırdı onu, sanki ne kadar sıkı sararsa ölüm onu o kadar az sahiplenirmiş gibi.

 

"Seni seviyorum… Sensiz ne yaparım ben?"

 

Başını kaldırdı, gökyüzüne baktı. Gözleri yaşlarla doldu, boğazı düğümlendi. "Neden?!" diye haykırdı. "Neden yaptın bunu?!"

 

Kollarının arasında yavaş yavaş soğuyan bedeni salladı, inatla, umutsuzca, çaresizce. "Uyan! Uyan diyorum sana! Lütfen! Lütfen!"

 

Ama ne kadar bağırırsa bağırsın, deniz sadece dalgalarıyla cevap verdi.

 

Adamın nefesi düzensizdi. Kalbi kaburgalarına sığmıyordu sanki, göğsünü delip çıkmak istiyordu. Sevgilisinin yüzüne baktı, gözlerini kapamıştı. O gözler… ona baktığında içinde güneş doğan, dünyayı aydınlatan o gözler artık kapanmıştı.

 

Parmakları titreyerek yanağını okşadı. Bir damla yaş, kadının solgun tenine düştü. Dudaklarını onun alnına bastırdı, uzun uzun öptü. “Böyle gitmezsin… Beni böyle bırakmazsın… Bırakmazsın, değil mi?”

 

Omuzlarından tutup yeniden sarstı. “Deniz kızı… Geri dön! Hadi, nefes al, ne olur!”

 

Boğazı düğüm düğümdü. Kendi nefes alışlarını bile zor duyuyordu artık. Göğsü sıkışıyordu, kolları titriyordu ama bırakmadı onu, bırakamadı.

 

“Saçlarını severdim, hani rüzgâr estiğinde gözlerimi alırdı… Hadi, aç gözlerini de yine sinirlendir beni, rüzgârı suçla…” dedi, saçlarını avuçlarının arasına alıp öptü. “Gözlerini aç! Konuş benimle! Bağır, kız, bir şey yap… ama böyle sessiz kalma!”

 

Kollarını biraz gevşetti, parmaklarını onun eline götürdü. “Ellerin hep sıcaktı senin… Hani ben üşürdüm, sen tutardın ya… Hadi tutsana elimden, hadi…”

 

Ama elleri artık buz gibiydi.

 

Adam başını dizlerine dayadı, soluğu titredi. Saçlarını dağıttı, parmaklarını saçlarının arasına geçirdi ve kafasını sağa sola salladı.

 

"Hayır… Hayır, olamaz… Beni sensiz bırakmazsın… Beni böyle bırakmazsın!"

 

Sonra gözlerini açtı, çılgın bir umutsuzlukla sevgilisinin yüzüne baktı.

 

"Güzel sevgilim… Sen deniz kızı mı oldun?" diye fısıldadı, gözyaşları yanaklarından süzülürken gülmeye çalıştı ama sesi çatladı. Kendi sözleri kulağında yankılanırken daha da hıçkırıklara boğuldu.

 

"Geri dön… Beni burada bırakma, lütfen… Sensiz yapamam… Sensiz yaşayamam!"

 

Titrek elleriyle sevgilisinin başını göğsüne bastırdı. Gözlerini kapadı. Kalbi hala atıyordu ama sanki içinde bir şey sonsuza dek kırılmıştı.

 

Ve sonra, gecenin sessizliği bir motor sesiyle yırtıldı.

 

Alaz…

 

Kumun üzerinde lastikler kaydı, toprak savruldu, farlar boğuk bir ışıkla denizin dalgalı yüzeyini aydınlattı. Alaz, arabayı neredeyse sürükleyerek durdurdu, kapıyı açar açmaz kendini dışarı attı.

 

Adam, sevgilisinin bedeniyle kumların içinde diz çökmüş halde başını kaldırdı. "Alaz! Kız kardeşin uyanmıyor! GEL UYANDIR ONU!"

 

Sesindeki acı, çaresizlik, umutsuzluk gökyüzüne çarpa çarpa yankılandı.

 

Alaz’ın yüzü dondu, nefesi kesildi. Gözleri kocaman açıldı, beynine kan sıçradı. "Hayır… Hayır, bu olamaz!" diye fısıldadı ve hızla koşmaya başladı.

 

Adamın diz çöküp tuttuğu cansız bedeni gördüğünde dünya başına yıkıldı. Ayakları tökezledi, nefesi düzensizleşti, yüzü sapsarı oldu. "Hayır, hayır, hayır!" diyerek kendini onun yanına attı.

 

Ellerini kardeşinin yüzüne götürdü, saçlarını düzeltti, bileğini kavradı. Nabzını bulmaya çalıştı. “güz güzelim! Beni duyuyor musun?” diye bağırdı, elleriyle omuzlarını sarstı. “Kalk hadi! Şaka yapıyorsun, değil mi? Hadi, aç gözlerini!”

 

Ama o gözler açılmadı.

 

Adam bir yanda, Alaz diğer yanda… İkisi de kan içindeki kadının başını tutmuş, biri umutsuzca fısıldıyor, diğeri çaresizce sarsıyordu.

 

Alaz, nefesi kesik kesik, abiliğin en ağır yükünü omuzlarında hissediyordu. "Abim! Kalk dedim sana!" diye haykırdı, sesi çatladı. "Bana bunu yapma! Hadi, şaka bitti! Kızdırma beni!"

 

Ama Deniz cevap vermiyordu.

 

Adam başını gökyüzüne kaldırdı, dişlerini sıktı, gözlerinden yaşlar süzüldü. "Neden yaptın bunu, ha? Neden?!" diye bağırdı. Sonra başını eğdi, dudaklarını güz güzelinin saçlarına bastırdı, onu sımsıkı sardı. "Sana yetişemedim, Sana yetişemedim!…"

 

Alaz’ın elleri titriyordu. "O benim küçüğüm… Onu koruyamadım… Ben… Ben nasıl abiyim şimdi?"

 

Adam gözyaşlarını sildi, gözleri kan çanağı gibi oldu. Birden sevgilisinin elini tuttu, avuçlarının içine aldı, parmaklarını okşadı. “Ona bir şey olmaz, değil mi? Alaz… Bir şey olmaz, değil mi?”

 

Alaz başını kaldırdı, nefesi düzensizdi. Gözleri kardeşinin soğuyan yüzüne takılı kaldı. "Ona bir şey olmadı…" dedi, kendini inandırmaya çalışarak. "Hiçbir şey olmadı… Olmaz! Olmayacak!"

 

Ama kumların üzerinde, denizin fısıltılarında ölüm çoktan şarkısını söylemeye başlamıştı.

 

Sirensesi geceyi yırtarak yükseldi. Kırmızı ve mavi ışıklar kumların üzerinde dans ediyor, denizin karanlığına çarpıp geri yansıyordu. Motor sesi, metal kapıların hızla açılması, aceleyle koşan ayak sesleri… Her şey çok hızlıydı. Çok kontrolsüz, çok acımasız…

 

Adam hâlâ sevgilisinin başını kollarında tutuyordu, Alaz yanlarında diz çökmüş, nefes almaya bile korkuyordu. Ama paramedikler geldiklerinde zaman hızlandı, olay onların elinden kaydı gitti.

 

"Hemen sedye! Nabız var mı?"

 

"Neredeyse yok gibi!"

 

Biri Alaz’ı yana itti, diğeri adamın kollarını açmaya çalıştı ama o bırakmıyordu.

 

“Gitmeyin, durun! Lütfen! Biraz daha tutayım onu, ne olur!” diye yalvardı, ama elleri zorla çözüldü.

 

Biri başını kaldırıp "Çekilin! Zamanımız yok!" diye bağırdı. Sedye açıldı, nefes kesildi.

 

Adam sevgilisinin gözlerine son bir kez baktı, ama o gözler hâlâ kapanmıştı. Hâlâ ona bakmıyordu.

 

“Ben de geliyorum!” diye fırladı ama bir çift güçlü el onu geri tuttu. “Sakin olun beyefendi!”

 

"Sakin mi? Ne sakinliği? Ne!"

 

Alaz, sarsılan nefesiyle paramediklere yaklaştı. "O ölmeyecek, değil mi? Söylesenize! Kardeşim yaşayacak, değil mi?!"

 

Ama kimse cevap vermedi.

 

Sedye hızla ambulansa yerleştirilirken adam kendini kaybetmiş gibi kapıya çarptı. "Bekleyin! Onu yalnız bırakamam, o yalnızlığı sevmez! Yanında ben olmalıyım!"

 

Kapılar sertçe kapandı, siren sesi yükseldi. Ambulans harekete geçtiğinde, adam bir adım ileri attı ama dengesini kaybedip dizlerinin üzerine düştü. Ellerini saçlarına geçirdi, nefesi düzensizleşti.

 

"Deniz kızı mı oldun sevgilim…" diye fısıldadı.

 

Alaz, yumruklarını sıkarak yerde kaldı. "rüya olsun her şey, uyandır beni bu kabustan Allah'ım!?"

 

Ama artık hiçbirinin elinde bir şey yoktu.

 

Ambulans, hızla uzaklaşırken geriye çaresizlikten başka hiçbir şey kalmadı.

 

Adam dizlerinin üstüne çökmüş, gözlerini uzaklaşan ambulansa dikmişti. Gözleri bulanık, nefesi düzensizdi. Kalbinin göğsüne sığmadığını, atacak yeri kalmadığını hissediyordu. Bir şeyler kırılıyordu içinde, paramparça oluyordu ama sesi bile çıkmıyordu.

 

Alaz ise öylece kalakalmıştı. Elleri boşlukta asılı, yüzü taş gibi donuk… Ama gözlerinin içi yangın yeriydi. Bir anda dizleri titredi, yere düştü. Avuçlarını kumların içine bastırdı, sıkı sıkıya tuttu, sanki yer yarılıp içine çekilmezse paramparça olacakmış gibi.

 

“Kardeşim…” diye fısıldadı önce, nefesi çatladı. “Ben… Seni koruyamadım…”

 

Bunu söylerken boğazına koca bir düğüm oturdu. Bütün damarları dondu sanki. Bir an bile aklına gelmemişti, onun böyle bir şey yapabileceği. Onun içinde kopan fırtınaları görmemişti, duymamıştı, anlamamıştı.

 

Adam ellerini yüzüne kapadı. Sonra parmaklarını saçlarının arasına daldırdı, başını yere eğdi. Gözyaşları kumların üzerine damlıyordu. Kolları, bacakları, bütün vücudu titriyordu.

 

"Ben yetemedim, değil mi?" diye mırıldandı. "O kadar sevdim, o kadar istedim ama… yetemedim…"

 

Kelimeler ağzından düşerken acı daha da büyüdü içinde. O an, içindeki boşluk bir uçurum oldu. Aşağıya düşüyordu, derin ve karanlık bir yere.

 

Alaz ansızın yumruğunu kumlara vurdu. "Bunu nasıl yapar? Bana, bize… Nasıl yapar?! Neden bana söylemedin?! Neden anlatmadın?! Onu kurtarabilirdim! Elini tutabilirdim!"

 

Sesi hıçkırıklara karıştı, nefesi titredi. Gözlerini gökyüzüne kaldırdı, dişlerini sıktı. Göğsünü tutarak "Geri getirin onu!" diye haykırdı. "Allah kahretsin, geri getirin!"

 

Ama hiçbir şey geri gelmiyordu.

 

Ne deniz, ne rüzgâr, ne yıldızlar… Hepsi sadece susuyordu.

 

Ve o sessizlik, her şeyden daha çok can yakıyordu.

 

🕯️

 

Gün, gri bir örtü gibi üzerlerine çöküyordu. Mezarlık, yalnızca sessizlikle doluydu; rüzgar, toprağın derinliğine gömülmüş tüm sözleri birer birer geri alıyordu. Adam, elleri kan içinde, mezarın kenarına diz çökerek kazdığı toprağa son bir kez baktı. Çekilen kazma darbeleri hala kulaklarında yankılanıyordu, her bir darbe bir daha derinleşen boşluk yaratmıştı içinde.

 

Etrafında kimseyi görmek istemedi. Kimseyi hissetmiyordu. Yalnızca ellerinde taşıdığı acıyı hissediyordu, gözleri önünde hiçbir şey yoktu, sadece o andı. Sevgilisinin cesedi, o solgun beden şimdi kefene sarılıp ona doğru getirilmişti. Toprağa verdikleri her adımda zaman ağırlaşıyor, nefes alması zorlaşıyordu.

 

Birkaç adam, Alaz, Mert, Bejna… Hepsi sessizdi. Hiçbiri konuşmuyor, hepsi birbirine kenetlenmiş, bu kederli anın içinde boğuluyordu. Fakat adamın gözleri yalnızca o bedendeydi.

 

"Sonsuza kadar seninle olacağım…" diye fısıldadı, elini kefenin üstüne koyarak sevgilisinin bedenini kucaklamaya başladı. Yavaşça, dikkatlice, hiçbir hareketini aceleye getirmedi. Her bir adımda, her bir parmak ucunun ona karşı gösterdiği tüm hürmeti, tüm sevgiyi hissediyordu. Bedeni, başını yukarı kaldırıp kendini ona adarken, elleri titremekten bir an olsun durmadı.

 

Sonunda sevgilisinin cesedini kendine çekti, kefeni sarstı. Onun soğuyan bedenini, o sıcak anı, her şeyin anlamını kaybetmiş olduğu o anı son bir kez hissetti. “Sonsuza kadar… Seninle olacağım…”

 

Gözlerinden yaşlar süzüldü, fakat ağlamadı. Sadece onu kucaklarken dudaklarından düşen bu sözler daha derin bir acı yarattı.

 

“Beni bekle… Geliyorum…” diye fısıldadı.

 

Mert, Alaz ve Bejna, mezarın etrafında ona göz ucuyla bakarak sessizce ellerini ovuşturdu. Herkes oradaydı, ama hiçbiri bir kelime söyleyemedi. Hepsi, hayatı ve ölümü konuşamayan insanlar gibi duruyordu. Adam, mezarın başına yaklaşırken başını öne eğdi ve derin bir nefes aldı. Gözlerini, sevgilisinin son kez görebileceği o mezara dikti. Onunla vedalaşan son anı, o anı tamamlayan toprağın kokusu içinde bir daha hissedecekti.

 

Yavaşça, bedenini kefenle birlikte mezara bırakırken, toprağa doğru eğildi. Ellerini toprağın üzerine koyarak, son bir kez o bedeni sarmalayarak mezarını açmaya başladı. Her kürek dolusu toprak bir başka acıyı, bir başka boşluğu bıraktı arkasında. Adam gözyaşlarını içinden, sessizce yuttu.

 

“Sonsuza kadar…” dedi, ama sesini kimse duymadı.

 

Defin işlemi tamamlandığında, her şey olduğu gibi kalmıştı. Sessiz, sakin, derin bir hüzün. Adam son kez, mezarın başına diz çöküp sevgilisinin adını mırıldandı. "Deniz kızım."

 

Mezarın başında, dört beden sessizce oturuyordu. Her biri farklı bir dünyaya, farklı bir acıya hapsolmuş gibiydi. Aralarındaki sessizlik o kadar yoğun, o kadar boğucuydu ki, herkesin kalbinde yankı bulan bir feryat vardı, ama bu feryat kimse tarafından duyulamazdı. Yalnızca gözler konuşuyordu. Her birinin gözlerinde biriken yaşlar, toprakla birleşen her kürek darbesinde birer damla daha süzüldü.

 

Miran, ellerini dizlerine koymuş, başını öne eğmişti. Gözleri bulanık, dudakları titriyordu. “Güzel sevgilim…” diye mırıldandı, sesinin içinde bir kırıklık vardı. “Sen her zaman en güzeliydin…”

 

Mert, omuzlarını sarmış, gözlerinde büyük bir boşlukla bakıyordu. “Güzelim…” dedi, kelimeler sadece içindeki çaresizliği, ağlamayı gizlemeye çalışıyordu. “kardeşim…” Alaz’ın sesinde, bir zamanlar güçlü olan, şu an ise eriyip giden her şeyin acısı vardı. Gözleri, dudaklarından dökülen sözcüklerin ötesine geçip, kardeşinin soğuyan bedenini arıyordu. Onu hissetmeye çalışıyordu, ama artık o yoktu.

 

Adamın kalbi, her geçen saniyede daha da ağırlaşıyor, her şeyin biteceğini kabul etmek zorlaşıyordu. "Sonsuza kadar seni seviyorum," dedi, ama sesinden hiçbir şey anlaşılmıyordu. Sadece sevdiği kadının kaybolan dokusunu, o sıcak bedenin yokluğunu hissediyordu. Kendi içindeki boşlukla, sevgilisinin kaybolmuş varlığını hissetmeye çalışıyordu.

 

Toprağın üzerine düşen her bir damla gözyaşı, bir ömrün kaybolmuş parçalarını temsil ediyordu. Bir zamanlar hayal kuran, geleceğe dair umutlar besleyen bu insanlar, şimdi sadece geçmişin, kaybolmuş bir sevdanın hatıralarıydı. Ama o sevdaya olan inançları hiç bitmeyecekti. İçlerindeki acı, mezarın başında yükselen o sessizlik gibi son buluyordu.

 

“Güzelim…” diye yine tekrarladı Miran, dudaklarından dökülen her kelime hıçkırıklarla kesiliyordu. “Sonsuza kadar seni seviyorum, yanına geleceğim… Ne olursa olsun…”

 

Dört beden, mezarın başında, birbirlerine yaslanarak oturmuş, hem sessizlikte hem de gözyaşlarında kayboluyordu. Gözlerinde kaybolan bir sevdanın son izleri, mezarın topraklarında birleşiyordu. Ve her biri, bir an daha bile olsa onu hatırlamak, o anı yaşamak için bir araya gelmişti. Herkesin gözlerinde biriktiren yaşlar, toprağa düşerken bu acı daha da derinleşiyordu. Kayıp bir sevgili, kaybolan bir dünya vardı. Ve hepsi, içindeki sessizlikle, o kaybolan sevgilinin hatırasına, her bir acısına sarılıp, o son vedayı yapıyodu.

 

🕯️

 

Kumlar, rüzgarla birlikte savruluyor, denizin tuzlu kokusu her nefeste ciğerlerine doluyordu. Gözleri, uzakta kaybolan ufka sabitlenmişti. Dalga dalga çırpınan deniz, ona hüzünlü bir melodi gibi sesleniyordu. İçindeki boşluk, denizin sonsuzluğu gibi büyüyordu. Her dalga, ona sevgilisinin kaybolan gülümsemesini, sarıldıkları anları, tüm güzel hatıraları hatırlatıyordu. Ve her hatıra, her anı, onu biraz daha derin bir çukura sürüklüyordu.

 

Miran, elleriyle silahı sıkıca kavradı, metalin soğukluğu parmaklarını sarmıştı. Silahı başına dayarken, gözleri kapandı. Gözlerinin önünde sevgilisinin hayalini gördü. Onun en güzel halini, gülüşünü, ellerini, o gözleri… Her şey canlıydı, her şey taze, her şey gerçekti. Ama sonra her şey kararmaya başladı, silüetleri bulanıklaşan anlar, uzaklaşan bir hayal gibi kayboluyordu.

 

"Seni yalnız bırakmayacağım…" diye fısıldadı, sesinin titremesi, içinde kırılan bir kalbin yankısıydı. "Söz vermiştim… Yalnız bırakmayacağım…"

 

Ve bu sözü, en derin acısıyla söyledi. Aklında sadece bir şey vardı: Onu kaybettiği günden beri yalnız kalmıştı. İçindeki boşluk hiçbir şeyle dolmayacak kadar büyüktü. Sevdiği kadının kaybolmuş bedeni, her zaman onun içindeki hüzünle birlikte kalacaktı.

 

"Sonsuza kadar…" diye tekrarladı. Son bir kez, o sesin, sevgilisine olan bağlılığının son bir ifadesi gibi ağzından döküldü. Her şeyin sonlanacağı, her şeyin bittiği anı kabul etti. Kalbi bir sonbahar rüzgarı gibi çırpındı, ama hiçbir şey değişmedi. Gözlerinde kaybolan her şeyin son hatırası vardı, o sonsuz yalnızlık, o büyük hüsran.

 

Başındaki silahı daha da sıkı kavrayarak, gözlerini son bir kez denize çevirdi. Sevgilisinin hayali dalgaların arasında kaybolmuştu, ama Miran, o hayale son bir veda etti.

 

Ve son bir nefesle, kendi yaşamına son verdi.

 

Kumlar, deniz ve rüzgar her şeyi yuttu. O son adım, sadece sessizliğe, boşluğa ve kaybolmuş hayallere dönüşmüş oldu.

 

İntihar, bir kişinin son çığlığı değil, sevdiği birinin sessizliğine verdiği cevaptı.

 

belki de sevdanın sonu, kaybettiğimizin yokluğunda bulunurdu.

 

 

 

🌼🫶🏻

 

Bu finali yazarken ne düşündüğümü ve hissettiğimi anlatabileceğim kelimeler bulamıyorum.

 

Okuduğunuz için, destekleriniz için, varlığınız için çok teşekkür ederim.

 

Sizin belki de beğenmediğiniz, ama benim ağlayarak yazdığım bu kurgum, artık finali verilmiştir. Özel bölümler isteğe göre yapılabilir belki.

 

Diğer kurgularımda beni yalnız bırakmayın, teşekkür eder, iyi okumalar dilerim.

 

Sizleri çok seviyor, bayramınızı en içten duygularımla kutluyorum

🌼🌼🌼🫶🏻🫶🏻🦋

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 31.03.2025 13:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...