Merhaba arkadaşlar, bu bölümü yazıyorum ama kafanız karışmasın. Bu bölümde deniz ve Miran daha tanışmadan önceki bölümlerden biri olacak ki diğer bölümlerde ki soru işaretleri kalmasın. Bu bölüm 8. Bölümün 1. Parti, diğer gelecek olan bölüm bu hikayenin devamı olacak, yani part iki olacak arkadaşlar karıştırmayalım.
Işığın hoyratça yandığı uzun koridordan geçerek büyük kahverengi kapının önünde durdum. Askeri üniformamı düzelterek kapıyı iki defa tıklattım. "Gel!" Emre uyarak odaya girdim ve kapıyı kapatır kapatmaz selama durdurdum.
"Beni emretmişsiniz, komutanım!" Usulca başını sallayıp gözlerini üzerimde gezdirdi. Odanın ortasına konumlandırılmış kocaman masanın etrafında oturan diğer meslektaşlarım anlamsızca bana bakıyordu. Aldırmadım.
Selamı sonlandırdım ve eliyle verdiği otur emrine sadık kalarak masanın ucundaki sandalyeyi çekerek oturdum.
Korgeneral Engin Yesari.
Yaşlılığın vermiş oldu kırışıklıkları yüzünde ayrı bir amaca ulaşmış, sinek kaydı yaptığı yanaklarında bu kırışıklığın içinde kaybolmuş iki gamzesi vardı. Koyu gözleri gözlerime öyle bir duyguyla bakıyordu ki, bu duygunun nefret olduğunu anlamak zor değildi.
"Neden buradayım." Dedim, soğuk ama bir o kadar da kendimden emin bir sesle. Gözlerim hemen yanında oturan mavi gözlere kaydı. Babam, albay ilhan Yekta. Gözlerini kaçırdı. Bu odanın havası gittikçe soğuyordu.
"Babanı en son ne zaman gördün, yüzbaşı?" Bir el boğazıma yapıştı, nefesim kesilircesine kalbim sıkıştı. Anında babama baktım. Israrla gözlerini kaçırıyordu. "A-anlamadım." Dediğimde dalga geçer gibi gülümsedi. "İlhan senin baban değil yüzbaşı, bunu biliyoruz. Gerçek babandan bahsediyoruz. Ömer Yılmaz, en son ne zaman gördün?"
Cevap veremedim. Ben babamı 4 yaşında kaybetmiştim. Öldü demişlerdi, şimdi neden bana bu soruluyordu?
Gözlerimi ısrarla gözlerini benden kaçıran adamdan ayıramıyordum. İhanetin seslerini duyuyor, kokusunu alıyordum.
"Nereden çıktı şimdi bu?" Diye sordum. Bu sorum tamamen baba dediğim adamaydı. "Neden?"
"Kendine gel yüzbaşı, soruma cevap ver derhal!" Boğazıma oturan yumru nefes almamı engelliyordu. Titreyen kirpiklerimin altında bakışlarım yarbayı buldu. "Öldü, ben 4 yaşındayken ölmüş. Kalp krizinden." Duydukları hoşuna gitmemiş olacak ki başını sağa sola salladı. "Mezarı hakkında bir bilgin var mı? Hiç gittin mi?" Kalbim sıkışıyordu, başımı olumsuz anlamda salladım. "Hiç gitmedim, sadece Finike' de bir yerde olduğunu biliyorum."
"Yani başka bir şey bilmiyorsun öyle mi?" Başımı evet anlamda salladım. Zaten başıma ne geldiyse babamın ölmesinden dolayı gelmemiş miydi? Şimdi nereden çıkmıştı bu konu?
"Baban ölmemiş." Boğazımı sıkan el, baskısını arttırdı. Kalbimde ani bir sancı kendini gösterdiğinde aynı zamanda kulaklarıma bir buğu indi. "Ne." Diyebildim sadece.
Yalandı duyduklarım, babam ölmüştü. Ben dört yaşında iken ölmüş, beni bir başıma bırakmıştı.
"Baban yaşıyor yüzbaşı. Ve şuan büyük bir örgütün ele başı." Başımın dönmesiyle koltuğun kenarlarına tutundum.
Babam ölmüştü.
Babam ölmediyse neden öldü gösterildi?
"Şuan ayılıp bayılmanın sırası değil yüzbaşı, sonra kahrını çekersin." Çok acımasızcaydı. Dünyada ne kadar ok varsa hepsi yayından fırlamış kalbime saplanmıştı. Nasıl tepki vereceğimi bilemeyerek derin derin nefes almaya çalıştım.
Benim baba dediğim adam benden kaçıyordu.
Gerçek babam ölmemiş, ve kendini benden saklamıştı. Yutkunmaya çalıştım. Oysa ki küçük bir çocuğun sevgiden başka bir şey istemeyeceğini bilmiyorlar mıydı? Neden beni bu sevgiden mahrum bırakarak kendini gizlemişti?
Önüme birden fazla fotoğraf indirildi ama zihnim aşırı bir şekilde dağılmıştı.
"Ömer Yılmaz. 1970 doğumlu, Murat yılmaz ve Aişe Yılmaz'ın tek çocuğu. 1997 yılında Elvan Haktan ile evliliğinde sen doğuyorsun ve dört yıl sonra bilinmeyen bir nedenden dolayı ölü damgası vurularak ortadan kayboluyor." Elim ayağım titriyor, midem bulanıyordu.
Keşke doğmasaydım.
Gözlerim fotoğraflarda gezindi.
Baba.
İnsan babasını tanımaz mı? Tanıyamadım. İki kişinin olduğu fotoğrafta hangisi olduğunu bilmediğim adamlara baktım. Asaf'ın parmağıyla işaret ettiği surete baka kaldım.
Gözümden bir damla yaş düştü.
Beyaz düşmüş gür saçları özenle taranmıştı. Gözlerine baktım, dudaklarına, çenesine. Yüzünün her bir detayına baktım, ben bu adamın kızı mıydım? Hıçkırmamak için elimi ağzıma bastırdım.
Şu kocaman dünyada bana yer yokmuş da zorla kendimi sığdırmaya çalışıyormuşum gibiydim.
Neden diye bağırmak istedim. Ama şu kısacık cümle bile boğazıma dizilip kalmıştı.
"Uyuşturucu ticareti, kadın pazarlama, insan kaçakçılığı... Adamlarda ne istersen var."
"Benden ne istiyorsunuz." Sesim titriyordu. Evime gidip hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum.
Ama benim bir evim yoktu ki,
Benim dünyada bir yerim yoktu.
"Babanı bulmamızda bize yardım edeceksin." Önüme bir dosya uzatıldı ama elimin tersiyle itip ayağa kalktım.
"Yardım falan edemem size, bu iş beni ilgilendirmez. Öldüğünü bildiğim bir insan için size yardım falan edemem!" Arkamı dönüp çıkacakken korgeneralin yüksek sesini duydum. "Senden yardım istemiyoruz yüzbaşı! Bunu sana görev olarak veriyorum! Emrediyorum! Derhal kalktığın yere otur, yoksa..." Kaşlarımı kaldırıp Engin Yesari'ye döndüm.
"Yoksa ne yaparsınız? Askerliğimi mi yakarsınız?"
"Seni sürgün ederim!"
"İstifa ediyorum!" Diye çıkıştım. Kapıyı hızla açıp kalbimin sıkıştığı odadan kapıyı çarparak çıktım.
Hızlı adımlarla binadan ayrıldığımda içime derin bir nefes alma zorunluluğu hissetmiştim. Dakikalardır dökülmemesi için direndiğim yaşlar artık iradem dışında yanağımdan süzülüyordu.
Gözümün önü buğulana buğulana arabama bindim ve sürmeye başlayarak yola çıktım.
Benim öz babam yaşıyordu.
İçimde artan çığlığı dışıma vurmak istedim.
"Ya ben size ne yaptım ya!" Öfkem git gide büyüyordu. "Ben bunu hak edecek ne yaptım size!"
Arabanın hızı gittikçe artıyordu. Gözlerimden düşen yaşları sildim. "Keşke doğmasaydım!"
"Ulan madem adam akıllı bir hayat veremeyeceksiniz niye doğuruyorsunuz lan! Niye lan niye!"
Hıçkırıklarım arabada yankılanıyordu. Direksiyona art arda vurmaya başladım ama bu içimin bir nebze de olsa soğumasına yardımcı olmamıştı. "Of, of, of!"
Arabayı ani bir frenle kenara çekip telefonumu elime aldım.
Yaptığım arama cevaplandı. "Kızım," sözünü kestim. "O kadının adresini ver bana."
"Ne, anlamadım."
"Neyi anlamadın anne! O kadının adresini ver bana!"
"N-ne yapacaksın kı-"
"Soru sorma da ver şu adresi! Nerede kalıyor nerede!" Aldığım adresle telefonu kapatıp koltuğa fırlattım. Son hızla çıktığım yolda tam bir saatin ardından kahverengi kapılı bir evin önünde durdum. Ceketimi indirip doğruca arabadan indim.
Sinirle çaldığım kapıyı söküp kırmak istedim. "ELVAN!" ellerimin acımasını umursamadan çaldığım kapı nihayet açıldığında onunla göz göze geldim. Onu iterek içeri girdim ve kapıyı büyük bir gürültüyle kapattım.
"Kı-"
"Kes, bana kızım deme!" Titreyen bedenini izledim, tıpkı bir zamanlar benim titrediğim gibi...
"Ne diyeyim?"
"Ne de biliyor musun! Hiçbir şey deme bana! Çünkü sen bana bir şey diyebilecek bir sıfatta değilsin!" Gözleri doldu. Ağlamaya başlayarak arkasındaki eski koltuğa oturdu. "Biliyor muydun!" Gözlerime anlamsızca baktı. "Neyi?"
"O herifin ölmediğini biliyor muydun!" Kirpikleri titriyordu.
"BAKMA BANA ÖYLE! BİLİYOR MUYDUN ÖLMEDİĞİNİ! BUNU DA YAPMAZSIN DİYE DÜŞÜNÜYORUM! BİLİYOR MUYDUN!" yutkundu, elleri ile yüzünü kapatmaya çalıştığında anlamıştım ki biliyordu.
Koca bir yalanla büyümüştüm. kalbim sıkıştı, elimi kalbime bastırıp derin derin nefesler alıp vermeye başladım.
"İyi misin?" Yerinden kalkıp yanıma gelecekti ki, elimle durdurdum. "Sakın! Sakın bana dokunmaya kalkma, kırarım senin o elini!" Korkarak geriye adımladı. "Ne diye böyle bir yalan söylediniz bana! Ne diye böyle bir bok yediniz anlat bana!"
"Baban kötü işlere-"
"Öncelikle! Ne o herif benim babam! Ne de sen benim annemsin! Bunu bil de ona göre konuş!"
"Yapma kız-"
"SON DEFA UYARIYORUM SENİ, SORUMA CEVAP VER!"
"Baban çok kötü yollara düştü, k." Sözünü tamamlamadan tekrar koltuğa oturdu. "uyuşturucuya başladı, borçları arttı. Kumara başladı, dünya kadar borcu çıktı. Borçlu olduğu adam ya canın ya malın dedi ama verebilecek tek bir malı dahi yoktu. Ba- Ömer de ona çalışarak borcunu bitireceğini söyledi. Adam tamam dedi ama Ömer ihanet ederek kendini öldü gösterdi, nasıl yaptı bilmiyorum. Hastane raporları falan çıkardı bir şekilde öldü gösterdi kendini. Eve tıkıldı, günlerce çıkmadı dışarı ama karşıda ki adam inanmamış öldüğüne, bir gün kapının önüne çıktığında o adamın korumaları babanı kaçırdı. sonra bana bir kağıt geldi, üstünde artık o adamdan sana hayır gelmez. Karşına çıkamayacak bir duruma düştü gibi bir şey yazıyordu. Vallahi de bu kadarını biliyorum, sen daha küçüktün. Anlamazdın, söylemedim-"
"Evet küçüktüm ben! Bu boktan olayları ben daha dört yaşımdayken yaşamaya başladım! Ama sana da ödül verilmesi gerekiyormuş biliyor musun! Hemen gittin kendini o, orospu çocuğunun altına attın! Ulan dilim varmıyor söylemeye ama sende kahpe gibi nasıl hemen gidip o herifi buldun!" Artık acımıyordum. Çünkü onlar bana acımamıştı.
"Tek kuruş pa-"
"İŞ BULUP ÇALIŞSAYDIN LAN! SAKAT MIYDIN, NE DİYE KENDİNİ BİR ŞEREFSİZE MUHTAÇ ETTİN! NE DİYE BİZE BUNU YAPTIN! NASIL KENDİNE BUNU YEDİRDİN!"
"Akıl edemedim." Hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. "AKIL EDEMEDİĞİN TEK ŞEY BENDİM BEN!" Dedim göğsüme vura vura. Dizlerim artık bedenimi taşıyamıyordu. Yere çöktüm.
"Nasıl yaptın bu bana?" Islanan yanaklarımı sildim. "Nasıl inanmadın, nasıl hiç sorgulamadın o yaşta küçük bir çocuğun söylediklerini?" Hemen önüme çökerek "beni affet," dedi, ama yapacağım son şey bile olamazdı.
"Nasıl affedeyim seni? Nasıl unutayım o günleri? Nasıl unutayım bana attığın tokatları! Nasıl unutayım o herifin her tarafımda iğrenç bir şekilde bıraktığı izleri! Nasıl unutayım tenimde söndürdüğünüz izmaritleri! Sen unuttun mu?! Söyle bana sen unuttun mu o orospu çocuğunu!"
"Ne desen hak-"
"Yani utanmasan haksız da çıkarırsın beni öyle mi!?" Başını hızla sallayarak elime uzandı ama tutmasına fırsat vermeden çektim. "Hayır, sen hep haklıydın gerçekten haklıydın." Başını yere yasladı ve hıçkıra hıçkıra ağladı. "ne desen haklısın, ne yapsan haklısın, gözüme perde inmişti, öyle manipüle ediyordu ki beni, sana inanamıyordum. Affet-"
"Kes sesini seni affetmeyeceğim! Çocukluğumu, gençliğimi heba ettiniz! Hâlâ sizin yediğiniz boklarla uğraşıyorum ben! Hâlâ sizin bende bıraktığınız yaraları sarmaya çalışıyorum! Gençliğimi çaldınız ulan benden! Ömrümün en güzel yıllarını ölü gibi geçirdim lan ben! Yaşıtlarımın hayatına özene özene, kıskana kıskana büyüdüm! Hâlâ nasıl sizi affedebileceğimi düşünüyorsun!"
"Yapma ne olur-"
"Bende çok yalvardım. Çok yalvardım, yapma dedim. Dokunma, ben daha çocuğum dedim." Islanan yüzümü gelişi güzel sildim. "Sana da çok yalvardım, bana inan diye sana çok yalvardım. Allah'a çok yalvardım, ne olursun bana inansın, ne olursun sesimi duysun diye çok yalvardım ben, ama bak!" Gözlerinin en derinine baktım. "Bak şu halime bak! Ne görüyorsun söyle bana! Ne görüyorsun! Ya da dur sen değil, ben söyleyeyim sana!"
Parmağımı kalbime bastırdım. "Ölü bir kız çocuğu görüyorum ben! Hayalleri olmayan, ne için yaşadığını umursamayan! Sadece günü geçirmek için nefes alan ama her gün ölümü dileyen bir kız çocuğu görüyorum! Neden peki! Çünkü senin zevk ve sefa içinde yaşamanın bedelini ben ödedim!"
Titreyen bacaklarıma inat ayağa kalktım.
"Şuna bak! ANNEM BABAM VAR AMA YETİM VE ÖKSÜZÜN ÖNDE GİDENİYİM!"
"Gitme..."
"Neden! Daha yapacakların bitmedi mi?! Yetmedi mi şimdiye kadar yaptıklarınız! İğreniyorum sizden, iğreniyorum!"
Kapıyı süratle çarpıp arabama bindim ve hızla olduğum yerden uzaklaştım.
Bir çatışmanın içindeydim ama ne silah patlıyordu ne de bir kurşun havada uçuyordu. bir çatışma içindeydim en çok yara alan bendim ve hiçbir şey yapamayan da bendim. Ölüyordum ama vücudumda ne bir bıçak ne de bir yara ne de bir kurşun izi vardı, ölüyordum. Kalbimde bir sancı vardı ve ben bu sancıyı parmak uçlarıma kadar hissediyordum.
kendi yaramı sarmasını öğrenmiştim zaten. kimseye ihtiyacım yoktu. kendi kendime yeterdim. ilk yaram değildi ve biliyordum ki son da olmayacaktı. Deniz'dim ben. sadece Deniz. yetim, öksüz Deniz. kimsesi olmayan Deniz idim.
soy adım bile benim değildi. ölmeyi bile becerememiş beceriksiz Deniz'dim. keşke ölseydim, keşke yok olsaydım..
Nasıl yıkılmaz insan? Nasıl ayağa kalkar artık bilmiyordum. Bu sefer ki öyle bir darbeydi ki tüm yaşadıklarıma inat sokak sokak ölümü arıyordum.
Bu yaşamak değildi, sadece hayatta kalmaya çalışmaktı.
Acılarımın ardına saklanmaya çalışıyordum, ama bilmiyordum ki, saklanmaya çalışan ben değil, 4 yaşında ki kız çocuğuydu.
Araba durur durmaz içinden kendimi zar zor dışarıya attım. Nefes alamıyordum.
Yürüdüm, uçurum en dibine gelene kadar yürüdüm ve titreyen dizlerim daha fazla dayanamadığı için çöktüm.
Nefesim daralıyordu, elim boğazıma gitti, çığlık atmak istiyordum. Bugüne kadar yaşadığım her şey için çığlık atmak istiyordum.
Yüzüme vuran rüzgar olmak istedim, öyle savrula savrula esmek istedim. Gökte uçan kuş olmak istedim. Nereye olduğunu umursamadan uçmak istedim. Kıyılara vuran hırçın su olmak istedim. Hıncımı kayalardan çıkarmak istedim.
Ama hiçbir şey olamadım. Anneme evlat bile olamamıştım.
Babamın ilk göz ağrısı bile olamamıştım. Ben hiçbir şey olamamıştım. Şu koca dünyada sadece bir hiç olabilmiştim.
Söylesene Deniz, hiç olmayı nasıl becerdin?
Çok çabaladın mı, kendini hiç etmek için?
Herkesin bir umudu olan şu hayatta nasıl kendi umudunu yitirip bir hiç olabildin?
Sesler duyuyordum, sıkışan kalbim bedenimi ağırlaştırmıştı, arkama dönüp bakamadım, ama kimin geldiğini anlamıştım.
"Baba..." Ne kadar uzak bir kelimeydi bana. "Babam yaşıyormuş, ne hissedeceğimi bilmiyorum, ne diyeceğimi bilmiyorum. İnsan genç yaşında ölmek ister mi? Ben şuan ölmek istiyorum."
Hemen arkamda çöktüğünü hissedebiliyordum.
"Kızım..." Ne çok kişinin kızıydım, bir anne, babam yokken bile bir çok kişinin kızı olmuştum. "Sen biliyor muydun?"
Cevap vermesini bekleyemedim. "Ya da sus, söyleme. Sana hiç olmadığım kadar güveniyorum. Cevabın sana kalsın. Duymak istediğim şeye hazır bile değilim. Biliyorsan bile belli etme, herkes ihanet etsin, zaten herkesten beklerim. Ama sen..." Başımı yanımda duran adama çevirdim. Karşımdaki su kadar mavi gözleri vardı. "Sana hazır değilim, sen yapma... Sen ve annemin böyle bir şey yapacağınıza ihtimal vermiyorum. Yapmazsınız değil mi?" Usulca yutkundu. Hafifçe gülümseyerek beni kucağına çekti. Yere oturduğunda başımı dizlerine yasladım. Bir baba şefkati ile saçlarımı okşamaya başladığında istemeden de olsa ağlamam şiddetlendi.
"İstanbul'a ilk taşındığımızda evden kaçmıştın, hatırlıyor musun?" Hafifçe başımı salladım. "Yine buraya gelmiştin. O gün yüreğime inmişti, seni kaybettiğimizi sanmıştım. Annen zaten anında panikleyip karakola haber vermişti. Gecenin bir yarısı burada taşların üstünde uyurken bulmuştuk seni." Sesi öyle güven veriyordu ki, içim huzurla doluyordu. "Şu hayatta bir çocuğum olsun çok isterdim, ama Gülsüm hiçbir zaman anne olamayacak ve tedavi kaldıramayacak durumdaydı. Ona olan aşkımdan dolayı hiçbir şekilde yüzüne vurmadım kusurunu, zaten bu bir kusur değildi ki, Allah'ın bir emriydi." Derin bir nefes aldı. "Kaç defa boşanmayı teklif etti, sana bir çocuk veremiyorum. Git başkasıyla evlen diye ama hep onu red ettim. Nasıl yapardım ki zaten böyle bir şeyi? Çok seviyordum onu, çocuğumuz olmuyor diye ihanet edemezdim, ne ona ne de ona olan sevgime."
Saçlarımda ki eli durdu. "Ömer'le askerlik arkadaşıydık, o teskeresini aldı ben devam ettim. Ama arkadaşlığımız bitmedi, askerden döner dönmez evlenmişti zaten, ben de pek beklemedim doğrusu. Gülsüm'e ilk görüşte aşık olumuştum. Öyle pat diye."
İster istemez kıkırdadım. "İlk görüşte aşk olur mu baba, Allah aşkına,"
"Olur. Zaten aşk dediğin ilk görüşte olur." Saçlarımı okşamaya devam etti. "Nikahıma alıcam demiştim ona, inanmamıştı. Sonra ilk fırsatta nikahlandık. Ömer'le olan ilişkimiz farklıydı. Kardeşim yoktu, onu kardeş bilmiştim. Sonra bir gün karısının hamile olduğunu öğrendik, yani seni öğrendik."
Boğazıma bir yumru oturmuştu.
"Çok sevindik, annen de ben de sanki bizim bi çocuğumuz olacakmış gibi çok sevindik. Ömer'in pek durumu yoktu, kendisine çok yardımcı olurdum. Ama kötü işlere bulaştığını hiç bilmiyordum. Sen doğduktan sonra daha çok gidip gelmeye başladık. Gülsüm senin gözlerini çok sevdiğini söylerdi hep, hâlâ da gözlerinden öper, seni çok sever."
"Baba, anlatma bunu bana,"
"Sonra Ömer değişmeye başladı, Elvan'a şiddet uygulamaya, onu aç susuz eve kilitlemeye başladı. Ta ki başını yakana kadar da durmadı."
"Duymak istemiyorum baba, sus." Uzandığım yerden doğruldum. "Dinle kızım, lütfen." Göz yaşlarımı sildi. "Ömer ortadan kaybolduktan sonra Elvan kendine yediremedi, gitti o şerefsizle evlendi-"
"Sus baba, sus lütfen. Sonrasını duymak istemiyorum."
"Tamam susarım, ama sözüm bittikten sonra. Bu görevi senin üstlenmeni istiyorum, istifa ettim falan hepsi içinde ki öfke yüzünden söylediğin şeylerdi. Ömer çok yanlış bir yolda, onu durdurmamız lazım, onlarca genç kızın hayatını, daha reşit bile olmamış gençlerin hayatını mahvediyor. Nasıl bunu yok sayıp hayatına devam edebilirsin ki?"
"Yapamam, baba. Nasıl yapacağım ben..."
"Merak etme, yanında olacağım, gerçekten sonuna kadar yanında olacağım. O herifi durdurmadığımız her an, her saniye bir gencin hayatı mahvoluyor. Buna kayıtsız kalamazsın, sen bu kadar bencil değilsin kızım."
"Benim hayatım peki? Benim hayatım için neden kimse sesini çıkarmadı baba? Onlar nasıl bu kadar bencil olabildi?"
"Yaşadıklarını küçümsemiyorum, ama yaşadıklarını bir başkası daha yaşasın istemiyorum. Ve eminim ki bunu sende istemezsin kızım, lütfen. Geç olmadan kabul et bu görevi."
"Baba..."
"Kızım," gözlerimden akan yaşları durmadan siliyordu. Ben buna hazır değildim, yapabileceğim, kaldırabileceğim bir yük değildi bu. Kimsenin yaşadıklarımı yaşamasını tabii ki de yaşasın istemiyordum. Ama ben daha fazlasını kaldırabilecek kadar güçlü değildim.
🦋
İçtiğim su içimde ki yangını söndürmeye yetmemişti. Daha kaç bardak içmem gerekiyordu sönmesi için?
Bir,
İki,
On,
İyi de bu suyla sönebilecek bir yangın bile değildi ki.
Önüme dizi dizi sıralanmış fotoğraflara bakıyordum. Tanımadığım yüzler, ve tanıdığım yüzlerin tanımdağım taraftarıyla yüzleşiyordum.
"Miran Kotan." Diye lafa girdi babam, elimde isme ait olan bir fotoğraf vardı. " Rahmetli ünlü iş insanı Harun kotan'ın oğlu. Yıllar önce husumetlisiyle çıkan bir çatışmada intihar etti."
"Neden?"
"Ömer'in de arasında olduğu bir gurup evlerine baskın yapmış, Harun' un çocuklarını aldığı emirle kaçırıyor ve bir hangara götürüyor."
"Yani Ömer," ismi söylemek bile midemi bulandırmıştı. "Borçlu olduğu adamlara çalışmaya başlamıştı öyle mi?"
Asaf başını salladı. "Hayır, Harun'un kumarhanelerine çok borcu vardı, ödeyemeyecek kadar fazlaydı. Harun'un kendi hasımları tarafından kaçırıldıktan sonra, onlara çalışmaya başladı ve zamanla aralarında ki en güvenilir adam oldu. Baştaki adam da ölünce, Ömer yerine geçti. Artık örgüt lideri Ömer, herkes ondan emir alıyor."
"Peki Harun Kotan neden intihar etti?" Babam ve Asaf birbirine bakmaya başladı. "Ne oldu? Konuşsanıza."
Asaf usulca bana döndü. "Harun'un kızı Bejna kotan'a tecavüz et-"
"Ne!"
"Bejna, diğer ismi ile Lal kotan. Ömer tarafından maruz kaldığı eylemi öğrendiğinde olay yerinde intihar etmiş Harun."
"Nasıl... Nasıl yapmış," ve umutlarının söndüğünü öğrendiğim bir kız daha. Mavi gözlü kadının fotoğrafını elime aldım ve umut ışığının sönmüş olduğu gözlerine baktım.
Bir göz yaşı aktı yanağımdan usulca, kader arkadaşım için. Bir fotoğraf olmasına rağmen gözlerinden geçen duyguları alabiliyordum.
Utandım. Fotoğrafı ters çevirip masaya bıraktım.
Utandım kendimden,
O herifin kanını taşıdığım için utandım.
"Nasıl yapar, nasıl yapabilir!"
Bana yapılanı unuttum bir an, Lal'e yapılan daha ağır gelmişti omuzlarıma;
Duyduğum acıyı hatırladım,
Ağladığım geceleri hatırladım,
Ağlayacak bir omuz bulamadığım günleri hatırladım.
Aynısını o da yaşamıştı, hayatında hiç tahmin edemeyeceği bir yara izi vardı, ve hiç kabuk tutmayacak bir yara izi...
"Miran yıllardır bu adamın peşinde, kız kardeşinin intikamını almak için elinden geleni yapıyor;" dedi Asaf.
"Adamın teşkilatta bir sürü adamı var, her zaman öğrendiğimiz bilgilerin bir şekilde ona ulaştığını fark ettik. Bizim de bir iki adamımız onların içine sızmış durumda ama aşırı yetersiz kalıyoruz."
"Şuan bu ortamdan haberi olmadığını nereden biliyorsunuz?" Odada ben , babam ve Asaf vardı. Korgeneral bana olan kininden toplantıya katılmamıştı bile. "Merak etme, şuan içinde olduğumuz plan tamamen gizli yönetiliyor, sadece sen, Asaf , ben ve Engin korgeneral biliyor. Odanın her bir yeri tarandı. En sağlam oda burası."
"Uzun lafın kısası, Ömer bize sağ lazım. Miran ise onu bulduğu ilk yerde öldürecek ve bu bizim için de, teşkilat ve Ankara içinde oldukça sakıncalı bir durum."
"Ben tam olarak bu planın neresindeyim?" Kafam tamamen karışmış olan biteni sindirmeye çalışıyordum. "Tam içindesin kızım."
"Anlamadım."
"Miran'ı yakın takibe almanı istiyoruz. Onun kızı olduğunu falan kesinlikle bilmeyecek, sadece sıradan hayatı olan bir kadınsın, ve onu olabildiğince kendine çekmen gerekiyor. Eğer bizden önce Ömer'i bulursa işimiz sarpa sarabilir. Ve şuanda tek olumlu planımız bu."
"Anlamadım baba, ne yapacağım? Adamın hayatına öyle pat diye mi gireceğim? Nasıl olacak?"
"Evet, küçük bir plan dahilinde hayatına pat diye gireceksin ve çıkamayacak kadar sağlam bir şekilde onu kendine bağlayacaksın."
"Kendime aşık mı edeceğim herifi?!" Asaf sinirle solurken, "öyle değil tabii ki de. Arkadaşlık da kurabilirsiniz." Dedi. Babam ters ters Asaf'a baktı. "Gerekirse adamı kendine aşık edeceksin, ama kendine hakim olacaksın. Aşk karşılık bulmayacak, sadece bir görev. Anladın mı beni."
"Ama baba..."
"Kızım, ne konuştuk seninle. Sen ki yıllarca dağlarda aç susuz terörist avlayan bir askersin. Bu iş sana çocuk oyuncağı. İnan bana çok kısa sürmesi için elimden geleni yapacağım. Sadece bana güven."
"Bana biraz zaman verin." Diyerek odadan ayrıldım.
🦋
Bir apartmanın damında oturmuş ayaklarımı duvardan sarkmış sallıyordum. Elimde ki dürbünle izlediğim adamların ne konuştuğunu bilmiyordum.
Simidimden bir ısırık aldım.
"Miran Kotan." Dedim izlediğim adamın ismini sayıklayıp. Karşısında ki adam fotoğraftan tanıdığım ve bildiğim kadarıyla çok yakın dostuydu.
Mert Alaca.
Bir haftadır uzaktan takip edip izlediğim adama artık aşina olmuştum.
"Su ister misin?" Asaf arkamdan seslendiğinde pozisyonumu bozmadan kendisine döndüm. "Beni mi takip ediyorsun sen Asaf?
"Evet." Dediğinde gözlerimi devirip önüme döndüm. Duvarın üstüne atlayıp benim gibi oturdu. "Neden kaçıyorsun benden?"
"Kaçmıyorum senden."
"Kaçıyorsun Deniz, beni görmezden geliyorsun. Görev dışında iletişim bile kurmuyorsun." Dürbünü tekrar gözlerime yasladım ve karşıma baktım. "Ne duymak istiyorsun Asaf?" Alnına düşen kumral saçlarında parmaklarını hoyratça gezdirdi ve sıkıntıyla nefesini verdi.
"Böyle her şeyi kestirip atmandan sıkıldım."
"İyi, sıkıldıysan git kendine bir eğlence bul."
"Yapma şunu Deniz, ben sana geldikçe sen kaçıyorsun! Yok sayılmaktan sıkıldım anlamıyor musun!"
"Yakışıklı adam." Dedim dürbünü indirerek. "Ne?"
"Miran dedim, yakışıklı herifmiş."
"Sikeyim Miran'ı Deniz! Seninle bir şey konuşuyorum burada." Tavrımdan ödün vermeden gözlerine döndüm. "Ne istiyorsun Asaf?"
Hayret eder gibi yüzüme baktı. "Ne istediğim sence de çok açık değil mi!?"
"Değil, daha da açıklayıcı ol." Sinirle duvardan atlayarak indi. "Nesi açık değil acaba? Sana aşığım diyorum! Seni seviyorum diyorum! Daha nasıl açıklayıcı olabilirim? Beni görmüyorsun, duymuyorsun. Yok sayıyorsun! Zoruma gidiyor!"
Anlamsızca yüzüne baktım. "Asaf sen kıt mısın? Kaç defa sana karşı bir şey hissetmediğimi söyledim, hayatıma birini alacak kadar duygu beslemiyorum dedim. Ben daha ne yapayım anlamıyorum! Silah arkadaşımdan başka bir şey değilsin! Kes artık şu aşık rollerini, git aşkını benden uzakta yaşa."
"Sana aşıkken nasıl senden uzakta yaşayabilirim aşkımı! Bir şans versen, ne olur? Yüzüme bile adam akıllı bakmıyorsun! Bi kafanı kaldır da gözlerime bak."
Kafamı kaldırıp gözlerine baktım. Evet yakışıklı adamdı. Üçe vurmuş olduğu saçları onda ayrı bir karizma yaratmıştı ama ilgimi çekmiyordu. "Baktım."
"Eee!"
"Eeesi, yine de aşık falan olamadım. Tüh, şansa bak. Benim dikkatimi çekemedin onbaşı Asaf." Duvardan inerek apartmanın çıkışına ilerledim. Arkamdan geliyordu. "Bir şans versen, denesek. Olmaz mı? Neden böyle ani bir karar veriyorsun?"
Merdivenleri inmeye başladım. "Sana verebileceğim bir şans yok Asaf. Denesek, ki ben deneme tahtası değilim böyle bir şey istemem. Denesek bile olmaz yani bizden." On katlı binanın beşinci katına gelmiştik.
"Başka biri mi var?"
"Hayır."
"Neden o zaman, neden böyle yapıyorsun!?"
"Asaf, seni arkadaştan öte görümüyorum anlamıyor musun!"
"Neden?!"
"Hâlâ neden diyor ya, Allah'ım sen yardım et!" Apartmandan ayrılıp karşımdaki büyük restorana doğru yol aldım. "Hiç mi dikkatini çekmiyorum?" Restoranta girdim ve bulduğum ilk boş masaya oturdum. "Hayır." Asaf karşıma oturdu. Gözlerim, benden bir masa önde oturmuş olan adama kaydı.
Açık esmer tenine yakışan sakallarını, uzun ince parmaklarıyla okşayıp karşısına bakıyordu. Yan profili ben karizmayım diye bağırıyordu.
"Bu kadar bakmanı gerektirecek bir şey yok Deniz." Bıkkınlıkla Asaf'a döndüm. "Artık gider misin lütfen. Ne arsız biri çıktın sen. Kovuyorum gitmiyorsun git desem gitmiyorsun, of."
Gözlerinde yaşadığı hayal kırıklığını görebiliyordum ama yeterdi. Ona karşı hiçbir şey hissetmediğimi bilmesine rağmen çok üzerime geliyordu.
"Gitmiyorum."
"Sesin gelmesin o zaman!" Garson bize doğru gelip elinde ki menüleri önümüze bıraktı. "Hoşgeldiniz efendim, ne alırdınız?" Menüyü açıp içine gelişi güzel bir bakış attım. "Bana kremalı makarna lütfen." Dediğimde Asaf'da aynısını isteyerek garsonu gönderdi.
"Yakışıklı falan da değil, neresini beğendin bunun."
"Sana hayır dediğim için çirkeflik yapıyorsun şuan. Gül gibi adam, baksana boyuna posuna, bi maşallahı eksik." Hayret eder gibi yüzüme bakıyordu, sanırsam biraz dilimi tutsam iyi olacaktı. "Benim damarıma basma Deniz, görev icabı falan demem dalarım herife!" Dişlerini sıka sıka benimle konuşurken aslında onu kudurtmak hoşuma gitmişti.
"Dalsana," dediğimde sinirle yumruklarını sıkıyordu. Yemeklerimiz önümüze indirildiğinde garson afiyet dileyip gitmişti. "Hadi, ne bekliyorsun?" .
"Sus Deniz, sana istediğini vermeyeceğim." Omuz silkip yemeğime döndüm. Çokta umrumdaydı.
Arada sırada baktığım adamlar hem konuşup hem yemeklerini yiyorlardı. Kapıdan sarışın bir kadın girdiğinde doğruca onların masalarına ilerledi. Uzun ince bacaklarına yakışır bir topuklu giymişti. Mankenleri kıskandıracak olan vücuduna çok kısa gelen dar, pembe bir elbise giymişti. Sarı saçları sırtına düşüyordu ve gerçekten kıskanılacak bir güzelliği vardı.
"Bakma öyle, sen daha güzelsin." Aldığım iltifata gülümsedim. "E, heralde." Desem de değildim. Benden de kat kat güzeldi. Miran'ı öpmek istedi, ama Miran yerinden bile kalkmaya tenezzül etmeyince kadın Mert'e yöneldi. İkili selamlaştığında kadın sandalyesini Miran'a yakın çekip oturdu ve kocaman gülümsedi.
"Sevgilisi heralde,"
"Yoktu ki." Dedim anında. "Olsa bilirdik, içerden kimse böyle bir şey söylemedi." Asafın tek kaşı havalandı. "Ya onların da bilmediği bir sevgilisiyse."
"Olur mu canım öyle," dediğimde yemeğimi yemeyi bırakmıştım. "İllaki bilirdik. Hem adam ne diye sevgilisini gizlesin, deli misin sen."
"Adam mafya, kadına zarar gelmesin diye olamaz mı?" Olabilirdi. Ama yine de ihtimal vermedim. "Ne diye öpmesine izin vermedi o zaman?"
"Belki de trip atıyordur," gözlerimi devirdim. "ihtimallerin çok saçma Asaf, yemeğini ye de kalkalım." Elime telefonumu alıp gizliden kadının bir fotoğrafını çekmiştim. "Ne yapacaksın?"
"Kim olduğunu bulacağım." Asaf başını sağa sola sallayarak yemeğine döndü. Sevgilisi yoktu bundan emindim. Ama yine de kadının kim olduğunu merak etmiştim.
🦋
"Ne işe yarıyor şimdi bunlar?" Doktorun elinde ki küçük cihazlara baktım. Mercimek kadar olduğu için gerçekten hayret etmiştim.
"Birini sağ elinin baş parmağına, diğerini sol elinin baş parmağına yerleştireceğiz. Derinin altına yerleşeceği için canın çok acımaz merak etme."
"Tamam da, neden böyle bir şeye ihtiyaç duyuyoruz onu anlamadım." Doktor yanıma yaklaşıp elimi tuttu ve avuç içimi açıp parmağımın iç kısmına, ucunda mercimek tanesi kadar olan cihazı yerleştirmek için şırıngayı tenime yakınlaştırdı. "Bunlar uzaktan kontrol edilebilen mikro nanoteknoloji. Senin üstünde pek bir etkisi olmayacak, sadece iletişime geçmemiz için kullanılacak."
Hızlı bir şekilde şırınganın üstünde bulunan düğmeye bastığında baş parmağımı hafif bir acı sardı. Parmağımı çekip baktığımda kızarıklıktan başka bir şey görmemiştim. "O şey şimdi benim parmağımın içinde mi?" Şaşkınlığımı gizleyememiştim. Teknoloji o kadar ilerlemişti ki artık hayret edilecek duruma gelmişti. "Evet." Derken diğer parmağıma da aynı işlemi yapmıştı.
"Ne işe yarıyor şimdi bunlar?" Eline küçük bir kumanda aldı ve üstünde bulunan kırmızı düğmeye bastı. Birden sağ baş parmağımda hissettiğim ufak çaplı titreşimle kaşlarım havalandı.
"Bunlarla evet, hayır iletişimi kuracağız."
"Nasıl?"
"Adamla konuşmalarını her zaman dinleyeceğiz. Senin sesin bize gelecek ama bizim sesimiz sana gelemeyecek. Ondan dolayı parmağına verdiğimiz titreşimle birbirimizle iletişimde kalacağız. Sağ parmak hayır, sol parmak evet anlamında. Bunu unutmamalısın. Bize yanlış bir bilgi vermen iyi olmaz. Parmağın titrediğinde başka bir parmağınla baskı yap, gerisini zaten biz anlarız."
Aynı cihazı tekrar şırınganın ucuna koydu. "Bu kulaklık, kulağının en derinine gireceği için kimse görmez, dediğim gibi. Seni duyabileceğiz, ama sen bizi duyamayacaksın."
Başımı sabitlediğinde önce kulağıma kamerasını itti ve ardından şırıngayı.
Parmağımda hissetmediğim acıyı kulağımda hissetmiştim. "Bu acıdı."
"Normal bir şey." Daha sonra eline tabletini aldığında ben oturduğum yerden ayağa kalktım. "Cihazlar aktif, deneme yapalım. Hadi koridora çık." Dediğini yaptım ve odadan çıkıp koridordan ilerledim. Babam anında yanıma gelirken,
"İyi misin? Canın çok yandı mı?" Diye sordu. Sol parmağım titrediğinde diğer parmağımla baskı uyguladım. "Evet baba iyiyim. Canım acımadı, pirinç tanesi kadar kulaklık yapmışlar, hayret ediyorum bu insanların zekasına."
"Gerçekten hayret edici bir şey." Doktorun yanına tekrar dönerken yüzünde kendiyle gurur duyan bir ifade vardı. "İşte bu kadar, her şey tıkırında. Umarım görevinde başarılı olursun."
"Teşekkür ederim John. Gerçekten çok başarılı bir bilim profesörüsün, doktorluğun hakkını veriyorsun." Amerikan asıllı bir profesördü. Hakkında bildiğim kadarıyla anne ve babası da dünyaca ünlü doktorlardan biriydi. Gülümseyerek, "çok teşekkür ederim, senden bunları duymak gururumu okşadı." Dedi. Babam elini omzuma atarak beni kendine çekti. "Biz gidelim o zaman, sizinle tekrar iletişime geçeriz, iyi günler diliyorum."
"Tabii, size de iyi günler." Gözlerime döndü. "Tekrar görüşmek dileğiyle." Nazikçe gülümseyip yanından uzaklaştık ve hastaneden ayrıldık. "Nerede bir it varsa, sana yavşıyor." Gülerek arabaya bindiğimde kendisi de gelmişti. "Ne yapabilirim baba, benim elimde olan bir şey değil." Arabayı çalıştırıp yola çıktığında pür dikkat yola kesildi. "O Asaf denen herifte gözümden kaçmadı değil, aranızda bir şey mi var sizin?"
"Yok artık daha neler, Asaf'ı arkadaş olarak bile görmüyorum baba, hiçbir şey yok aramızda."
"Tamam anladım, sen bir şey hissetmiyorsun ama o herif..." Sinirleri bozulmuş bir şekilde kaşlarını çatmıştı. "Senin kıskanman gereken kişi ben değilim yalnız, İlhan bey."
"Kim demiş onu, ne diye kıskanmayacakmuşum seni! Ula saa bakan o gözleri oyarum ula, oyarum!" Şivesi değişirken gülmeden edememiştim. "Sen benum kizumsun, başkası yan gözle değul, normal bile bakamaz saa, anladunmi beni!"
"Anladım seni baba, anladım." Benim gülmem hoşuna gitmiş olacak ki kendisi de gülümsedi. "Bütün erkekleri toplayup, Karadeniz'in Deniz'inde boğdurtacaksun baa en son, o olacak." Yüksek bir kahkaha attığımda kendisi de bana eşlik etmişti.
Karargaha geçtik. Ben tekrar askeriye elbiselerimi giyip görev yerime geçtim, parmağımda olduğunu bildiğim mercimekler tuhafıma gitse de aldırmamaya çalışıyordum. Ama işte işin diğer tuhaf kısmı, beni duyuyor olmalarıydı. Her ne kadar normal bir şeymiş gibi karşılasam da, hiçte normal değildi.
Önümde duran panoya gelişi güzel baktığımda gözlerim koyu harelere kaydı. Çok dikkat çeken bir aurası vardı. İster istemez fotoğrafı incelemek durumda kalmıştım. Gerçekten de yakışıklı bir adamdı.
"Umarım korktuğumuz başımıza gelmez." Bu Asaf'ın sesiydi. Kendisine dönme gereği duymadım. "Neymiş korktuğun?"
"Sen."
"Anlamadım."
"Senden korkuyoruz Deniz, adama gerçekten aşık olursan ne yaparız diye düşünüyorum. Bu işin sonunda seni kaybetmekten korkuyorum." Gözlerimi devirdim. "Saçmalama Asaf, onunla ben imkansız gibi bir şey. O şerefsizin kızı olduğumu öğrendi ilk an hiç düşünmeden beni çekip vurur."
"Gözlerin öyle demiyor," başımı çevirdiğimde Asaf'la göz göze geldik. "O herifin fotoğrafına bakarken bile gözlerinde ki duygu değişiyor." İster istemez yutkundum.
"Öyle bir şey yok." Dediğimde Asaf bana inanmayan gözlerle bakıyordu.
"Umarım. Umarım öyle bir şey yoktur." Odayı terk ettiğinde yalnız kalmıştım. Tekrar panoda ki fotoğrafa döndüm. Görev icabı hayatına gireceğim adama aşık falan olamazdım.
Zaten o da ayran gönüllü değilse bana aşık olmazdı. Umarım...
ben1deniz takip edin bebeklerim.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
5.82k Okunma |
369 Oy |
0 Takip |
32 Bölümlü Kitap |