Hepinize keyifli okumalar çiçeklerim. Oy verip yorum yapmayı ve beni takip etmeyi unutmayın. Hepinize kucak dolusu öpücükler. 😘
Yazar
Birkaç meşalenin güçlükle aydınlattığı hücrede Zahel dizlerinin üzerine çökmüş vaziyette duruyor sıktığı dişlerinin arasından kısık iniltiler dökülüyordu. Bedeni acıdan dolayı istemsiz olarak hareket ederken bileklerindeki prangalara bağlı zincirler şıngırdıyor, çıkan ses onun iniltilerini bastırıyordu. Kimsenin duyamadığı ama sadece Zahel’in duyabildiği sesler kafasının içinde yankılanıyor ona işkence ediyordu. Sanılanın aksine Ölümün Tanrısı olmak o kadar da kolay değildi. Diğer tanrıların hükmettiklerinin de elbette güçlükleri vardı lakin ölüme hükmetmek herkesin hatta diğer tanrıların bile harcı değildi. Her gün, her saat hatta her dakika onlarca yeni hayat dünyaya gözlerini açıyordu ama bir o kadarı da dünyaya gözlerini yumuyordu. Ölen her bir canlının ruhunu ise Zahel hissediyor, onları kontrol ediyordu.
Öteki dünyaya hükmetmek ve ruhların düzenini sağlamak fazlaca güçle beraber sorumluluk da gerektiriyordu. Zahel gerekli güce de sorumluluğa da sahipti, kısa bir süre öncesine kadar. Şimdi güçlerine pranga vurulmuş halde izbe bir zindanın soğuk zemininde acıya göğüs germeye çalışarak oturuyordu. Gücünün yokluğu öteki dünyanın düzenini yavaş yavaş çatlatmaya başlamıştı. Ruhların huzursuzluğunu kendi ruhunda hisseden Ölüm Tanrısı aynı zamanda onları duyuyordu da. Yüzlerce kötücül ruh aynı anda haykırıyor, yakarıyordu. Ölen her bir canlının acı dolu çığlıklarını zihninde duyabiliyordu. Aslen tüm bunları tanrı olduğu ilk günden yaşamaya başlamıştı. Yüzlerce yıldır ölümlerin feryadını, ruhların yakarışlarını duyuyordu lakin bu sefer ki başkaydı.
Gücüne hükmedememesi yüzünden sesleri bastıramıyor, etrafını saran gölgeleri net bir şekilde görebiliyordu. Daracık zindanda Zahel boğuluyor gibi hissediyordu çünkü yalnız değildi. Her zaman hükmü altında olan binlerce ruh şimdi zindana doluşmuş Zahel’in gözüne görünür hale gelmişlerdi. Görmek mesele değildi ama attıkları o çığlıklar, boğazlarından çıkan hırıltılı sesleri katlanılacak gibi değildi. Her şey sadece bundan ibaret olsa Zahel yine bir şekilde dayanabilirdi. Ne de olsa doğdu ilk günden acıya alışmıştı o ama bu öyle bir şey değildi. Kontrolünü sağlayamadığı binlerce ruh onu tüketiyordu. Attıkları çığlıklar, iniltileri, ona uzatmaya çalıştıkları elleriyle Zahel’i tüketiyorlardı. Dişlerini ve yumruklarını sıkan Zahel gözlerini de sıkıca yumarak karşı koymaya, direnmeye çalışsa da gücü yetmiyor, ruhunda parça parça kesikler açılırken elinden hiçbir şey gelmiyordu.
Ölüm tanrılarının en büyük zayıflığı da buydu işte. Kimsenin bilmediği bir zayıflıktı bu. Güçten düştükleri takdirde toparlanmaları o kadar da kolay olmuyordu. Zira ruhlar o zayıflık anları kollayıp ortaya çıkıyor ve hükmü altında oldukları tanrıyı tüketiyorlardı. Diğer tanrıların kıskandığı gücün sebebi buydu. Ölüm Tanrısı diğer tanrılardan güçlü olmalıydı ki ölüme hükmedebilsin ve kendisini tüketmesine izin vermesin. Bu sırrı bilen bir tek Zahel’di çünkü paylaşılması fazlasıyla riskliydi. Zamanında koruyucular da bu sırrı ortaktı ancak onların yok oluşuyla tek bir kişiye miras kalmıştı. Zahel kimseye güvenmediğinden kendine saklamıyordu bur sırrı, her ihtimali hesaba kattığından saklıyordu. Ondan ve varlığından nefret eden koca bir diyar varken böylesine bir zayıflığı paylaşmak göze alınamayacak bir riskti. Birileri zor da olsa bir şekilde Zahel’i zayıf düşürmeyi başarırsa sonrasında olacaklar tam bir felaket olurdu.
Başını güçlükle kaldıran Zahel gürültülü bir nefes verdi. Ket vurulan gücünün tükendiğini hissediyordu, ruhunun sancıdığını hissediyordu. Etrafını saran karanlık gölgeler üzerine çöreklenirken içi kulaklarını kapatma isteğiyle dolup taşsa da bunu yapmıyordu çünkü biliyordu ki değil kulaklarını kapatmak kesse bile bu sesleri duymaya devam edecekti. Onun varlığında, doğasında vardı bu ve ilk defa bu kadar zayıf düşmüştü. İlk defa bu kadar acı çekiyor ve zayıf hissediyordu. Eylülün ilk gecesi yeterince güçten düşmüşken üstüne bir de Konsey tarafından güçlerini kullanamaz durma gelmesi Zahel’i tehlikeli boyutta zayıflatmıştı. O gece Silva için belki de hayatının en güzel gecelerinden biri olsa da Zahel için tam anlamıyla öyle olmamıştı. Gece yarısını geçtikten birkaç saat sonra başlayan işkencesini Silva’ya belli etmemek için uğraşırken haytanın çabasını sarf etmişti. Nihayet Silva uykuya daldığında ise fırlayarak yanından ayrılıp yine yalnız başına acı çekmek için kendi odasına gitmişti. Zahel Sideras böyleydi işte. Tüm acıları yalnız başına çeker kimselere bir şey belli etmezdi.
Zahel’in kimselerle paylaşmayıp kalbinin derinliklerine gömdüğü bir diğer sırrı da buydu. Her ayın ilk günü Zahel için kabustan beter geçiyordu. İlahi doğası işlediği günaha karşılık onu saatler süren bir işkenceye maruz bırakıyordu. Fiziksel yara almıyordu lakin çektiği o azap ve benliğinden sökülen parçalar katlanılacak gibi değildi. Zahel Sideras yıllar önce ilahı doğasına ters düşerek bir günah işlemişti ve bunun bedelini o zamandan beri ödüyordu. O gece çektiği işkenceden yine kimse haberdar olmamış Silva uyandığında onu yanında bulsa da uyurken ki yokluğunu fark etmemişti. Zahel bir kez daha yalnız başına acı çekmişti.
Bu Zahel’in bile bile lades dediği bir hatasıydı. Maskeli adamın kardeşi olduğunu uzun zamandır tahmin ediyor hatta biliyordu lakin kabullenememişti. Geçen onca zamana rağmen hala onu öldürmek istediği gerçeğiyle yüzleşemediğinden maskenin ardında başka biri olduğuna kendini inandırmaya çalışsa da derinlerde o kişinin Azel olduğunu biliyordu. Şayet Kurak Topraklara giderken Azel’e inansa ve durdursa tüm bunlar yaşanmayacaktı. Suikastçının kim olduğunu bildiğini söylerken gerçekten bilebileceğine hiç ihtimal vermemişti. Konsey bile onun kim olduğunu bilmezken yıllarca yer altında hapis olan kardeşinin bilebileceğini hiç düşünmemişti ve bu hatası pahalıya mal olmuştu. O geceden sonra kendini tam anlamıyla toparlayamayan Zahel üstüne bir de Konsey tarafından tutuklanınca iyice zayıf düşmüştü. Şimdi ise bu hatasının bedeli ile yüzleşiyordu.
Hangisinin daha azap verici olduğunu çözemiyordu. Şeytanlara hükmetmek için kendini onlara sunduğu anlar mı, güçten düştüğü için ona tüketen kötü ruhların ettiği eziyet mi, yoksa her ayın ilk günü kendi doğasının ona ettikleri mi? Hangisinin canını daha çok yaktığını idrak edemese de en çok hangisinin kalbini kanırta kanırta oyduğunu biliyordu. İşlediği o günahı unutamıyor unutmak da istemiyordu. İlahi doğasının günah olarak gördüğü Zahel’in nezdinde her şey demekti. Pişman değildi, hiç de olmamıştı. Aksine o gün yaptığını yapmasa darmadağın olur, kendini toplayamazdı.
Metal kapının gıcırtılı sesi Zahel’i kulaklarına ulaştığında zorlansa da ayağa kalmaya uğraştı. Önce bacağını öne çıkarıp ayağını taş zemine sağlamca bastı. Ardından sağ avucunu dizine yaslayıp ondan destek alarak ayağa kalktığında karşısında keyfi yerindeymiş gibi gülümseyen Konsey Liderini buldu. Gelişi onu şaşırtmamıştı. Zahel’den hoşlanmadığını her zaman açıkça belli eden Aşin burada olduğu andan beri sık sık Zahel’in ziyaretine gelip onu aşağılama fırsatından kendini mahrum bırakmıyordu. “Seni kötü gördüm Zahel. Neyin var?” Bakınca gayet masumane görünen bu soruyu Aşin yüzünde alaycı bir gülümseme ve gözlerinde ışıldayan aşağılama ile dile getirmişti.
Zahel’in ne halde olduğunu umursamıyordu ve kötü olmasından da duyduğu keyfi gizlemiyordu. Aşin’in gözünde Zahel sahip olduğu otoriteyi sarsacak bir tehditti. Ölüm tanrıları zaten yeterince güçlüyken Zahel’in şeytan işaretine sahip olması Aşin için sorun teşkil ediyordu. Gücünün üstünde bir güç olsun istemiyordu. Zaten geçmişte döktüğü kanların sebebi de buydu. Kimse kusursuz olamıyordu ve her sepette muhakkak ki çürük elmalar oluyordu. Aşin de Konsey sepetindeki çürük elmalardandı. Yıllarca düzeni sağladığı doğruydu ama bunu görevi olduğu için değil bunu yapabilecek güce sahip olduğunu herkese göstermek için yapıyordu. Şimdi ise karşısındaki en büyük tehdidi ortadan kaldıracak fırsat ayaklarına gelmişti.
“Benden ziyade kendini düşünmenin vakti geldi Aşin.” Zahel’in tereddütsüz ve kendinden emin sözleri Aşin’i afallattı. Sözlerinin altında yatan manayı çözmeye çalışırken kabaran öfkesi korkudan kaynaklanıyordu. “Kendimi düşünmemi gerektirecek bir durum yok. Ben sadece dengeyi ve düzeni düşünürüm.” Söylediği yalana kendisi bile inanmadığından sesi yeteri kadar net çıkmamıştı. Yine de çenesini dikleştirip kendiyle duyduğu gurur ve Zahel’e karşı duyduğu aşağılamayla ona bakmaya devam etti. “Denge ve düzen ha?” dedi Zahel alaycı bir tonlamayla. Karşısındaki adamın asıl yüzünü bildiğinden hissettiği iğrenmeyi gizleyemiyordu. Diyarı yakılıp yok edilirken sessiz kalan adamdı karşısındaki, olayların üstünü örtenin ta kendisiydi.
“Ellerindeki kanın gerekçesi de mi denge ve düzen?” diye sordu tüm ciddiyetiyle. Öfkeyle harlanan gözleri Aşin’in üzerine sabitlenmiş, yumruklarını sıkarken bir yanda da acısını gizlemeye uğraşıyordu. Ayakta durmakta ve Aşin’in soysuzca konuşmasına karşılık vermekte her geçen dakika zorlansa da kendini sıkıyordu. Yıkılamazdı, özellikle de Aşin’in karşısındayken yıkılmak şöyle dursun sendeleyemezdi bile. Zayıflığını fark ettiği anda bunu ona ve olası idam ihtimalinden sonra gelecek tanrıya karşı bir koz olarak kullanabilirdi. İşittiklerinden sonra ensesinden buz gibi bir ürperti geçen Aşin istemsizce yutkundu. Aşağılayıcı ifadesinin yerini tehlikeyle kısılan gözleri alırken kafasında oluşan soru işaretine cevap bulamıyordu. Zahel Sideras ne yaptığını biliyor olabilir miydi?
“Ellerimde masum kimsenin kanı yok, senin aksine.” derken hem kendini savunmuş hem de Zahel’i aşağılamaya çalışmıştı. Zahel’in dudaklarının kenarı yukarı doğru kıvrıldı. Gülüşü alay ve acı doluydu. “Kendimi seni ikna etmeye çalışarak küçük düşürmeyeceğim Aşin. Konseyin sağlamadığı adaleti kendim sağladım. Buna ister cinayet de ister bir canavarı katliamı zerre umurumda değil.” Zahel’in nefretle sarf ettiği sözler geçmişini yine önüne getirdi. Güç kıskançlığı yüzünden yakılıp yok edilen diyarını hatırlamak öfkesini biraz daha harladı. “Canavarın katliamını tercih ederim Zahel. Zaten adın bu değil mi? Canavar.” Yumruklarını sıkmaktan parmak boğumları bembeyaz kesilen Zahel “eğer gerçek bir canavar arıyorsan aynaya bakmanı öneririm Aşin.” dedi. Bu sözleri duymazlıktan gelen Aşin daha fazla keyfini kaçırmamak için vermek üzere geldiği haberin heyecanıyla dudaklarını ıslattı.
“Aslında buraya güzel bir haber vermek için gelmiştim Ölüm Tanrısı.” Zahel tehlikeli ifadesiyle Aşin’e bakmayı sürdürdü. Haber her neyse bu onu hiç heyecanlandırmamıştı. Zira Aşin güzel bir haber diyorsa gerçekten iyi bir haber beklememesi gerektiğini biliyordu. Kalbi bir an endişeyle tekledi. Silva’ya bir şey olmuş olabileceği ihtimali göğsünü ağrıttı. Kadını, kardeşinin açtığı savaşa gitmişti. Savaş demek tehlike demekti ve Silva’nın başına gelebilecekler Zahel’i korkutuyordu. Savaşa kendi katılıyor olsa bu denli endişelenmezdi ama söz konu Ay Işığıydı ve Zahel onu korumak için yanında değildi. Sırf bu yüzden içinden keşke suikastçı olmasaydım diye geçirdi. Diyarının intikamını almamış olmanın yüküyle yaşardı da kadınını kaybetmenin yüküyle nefes bile alamazdı.
“İdamını karar verdik. Üç gün sonra gün batımında. Son günlerini güzel değerlendir.” İşittiklerinden sonra tuttuğu nefesini bırakan Ölüm Tanrısının yüzünde rahatlamış bir ifade belirdi. Ay Işığına bir şey oldu diye öyle çok korkmuştu ki kendi idam haberini duymak onu rahatlatmıştı. Onun bu halini gören Aşin memnuniyetsizlikle yüzünü buruşturdu. İdam haberi karşısında rahat bir soluk vermesi onu hem şaşırtmış hem de sinirlendirmişti. Oysa Zahel’in bu haberle yıkılmasını, kararlarından vazgeçmeleri için ona yalvarmasını bekliyordu. Gerçi Zahel’in hiçbir koşulda yalvardığı görülmüş şey değildi lakin Aşin’e yalvarsa bu onu hiç olmadığı kadar tatmin eder, gurunu okşardı. “Nihayet diyar senin gibi bir canavardan kurtulacak.” dedi Zahel’i kışkırtmak için. Karşılığında aldığı ise bir gülümseme oldu. Bu sefer alaycı değil gurur dolu bir gülümsemeydi. “Bana ne olur bilmem Aşin ama senin liderliğinin ömrü sayılı.” dedi kendinden emin ifadesi ve gurur tınıları taşıyan sesiyle.
Başına üşüşen ruhların çektirdiği azaba göğüs germeye çabalarken parmaklıklara doğru birkaç adım attı. Parmaklarını demirin etrafına sararken Aşin belli etmemeye çalışsa da irkilerek geri çekildi. Bu hareketi Zahel’in gözünden kaçmamıştı elbette. Dudakları alayla kıvrılırken çehresinde tehditvari bir ifade oluşmuştu. “Döktüğün kanların hesabı sorulmaz mı sandın? Senin zorla aldığının gün gelince senin elinden alınmayacağı mı sandın?” Kibrine ve hırsına her zamanki gibi yenik düşen Aşin öfkeyle avuç içini Zahel’e doğru keskin bir hamleyle çevirdiği. Çağırdığı gücü parmaklarının arasından sıyrılarak müthiş bir hızda hücrenin parmaklıklarını geçip Zahel’e çarptığında savrularak duvara çarpan bedeni yere yığıldı.
Yığıldığı yerden elleriyle destek alarak doğrulmaya çalışırken “kimse benden hiçbir şey alamaz. Kimse bana kafa tutamaz. Sende de kurtulduğumda gücümün üstünde güç olmayacak.” diyen Aşin öfkeyle zindandan ayrıldı. Şiddetle çarpan kapının sesi Zahel’in kulaklarına ulaştığında düştüğü yerden kalkmış sırtını duvara yaslamış vaziyette oturuyordu. “Keşke bu herifi ezip geçtiğini görebilsem Ay Işığı.” diye mırıldandığında onu hatırlamak içinde bulunduğu vaziyete rağmen bir kez daha gülümsemesini sağladı.
❄️❄️❄️
Silva
Burnumun direğinde bir sızı hissettim. Dolan gözlerimden yaşlar taşmak üzereydi ve kavurucu bir ateş kalbimi dağlıyordu. Kaskatı kesilmiştim ve donup kalan gözlerim Nolan’da takılı kalmıştı. Huzursuz edici bir sessizlik bulunduğum çadırın içine bir lanet gibi çöreklenmişti ama benim kulaklarımda boğazımdan çıkmayan çığlıklarım yankılanıyordu. Ellerimin titrediğini hissediyordum, dudaklarımın da. Ağlayacak gibiydim ama ağlayamıyordum. Dolan gözlerimden yaşlar süzülmüyordu. İçimde kopan kıyametinse bir tarifi yoktu. Hissedemediğim ayaklarımın üzerinde nasıl durduğumu bilmiyordum. Kalbim ve ruhum yıkılmışken bedenim nasıl ayaktaydı çözemiyordum.
Yutkunmak istiyordum lakin boğazıma oturan yumru müsaade etmiyordu. Bir an sendelediğimde beni omuzlarımdan tutanın Nowa olduğunu çok sonra fark ettim. Masanın etrafındaki herkes ya bana ya da başını eğmiş boş gözlerle önüne bakıyordu. Ne düşündüklerini bilmiyordum. Bir plan mı kuruyorlardı yoksa haberi kabullenmeye mi çalışıyorlardı kestiremiyordum. İkinci ihtimalin düşüncesi bile midemin çalkalanmasına neden oldu. Zahel’i öylece kaybedemezdim, onu benden almalarına müsaade edemezdim. Ne öylece kabullenir ne de bir şey yapmadan beklerdim. Derin bir nefes alırken kaburgalarımın göğsüme yaptığı baskı müthişti. Elimi kalbimin üzerine koyup tırnaklarımı geçirerek avuçlarken sancının dinmesini bekledim. Geçmeyen sancı biraz olsun dindiğinde güçlükle yutkunup başımı kaldırdım.
Herkes benden gelecek tepkiyi bekliyordu. “Tamamen hazır olup yola çıkmak için on dakikanız var.” dedim otoriter bir tonda. Zaten üzerimde olan bakışlar şaşkınlık ve endişe karışımı bir ifadeyle harmanlanmıştı. “İstersen sen kalabilirsin Silva.” Öneriyi yapan Ragaz’a ters bir bakış attım ve tek kelimeyle cevap verdim. “Geliyorum.” Ciddiyetimi ve kararlılığımı idrak eden Ragaz üstelemezken Nowa “emin misin?” diye sorduğunda bu sefer de ona çevirdim bakışlarımı. “Neden emin olmayayım?” Önce bana sonra diğerlerine bakan Nowa kafası karışmış gibi görünüyordu, tıpkı diğer herkes gibi. “Bir şey demedin?” dedi Nolan sorgulayan bir tonlamayla. Neyi kastettiğini ve herkesin yaşadığı kafa karışıklığının sebebini tahmin edebiliyordum.
Dakikalar önce sevdiğim adamın idam haberini almış ancak tek kelime etmemiştim. Oysa ağlamam, inkâr edip ortalığı birbirine katmam gerekirdi. Yapmamıştım, yapamamıştım. Yaşadığım şok beni öyle bir kilitlemişti ki sadece bedenim değil ruhum da kaskatı kesilmişti. Dışa vuramadığım yıkımın en feci halini içimde yaşıyordum. “Üç gün dedin değil mi? Yani üç günümüz var. Şimdi gidip öncü birliklere katılacağız sonra da…” Nefesim kesildiğinde durmak zorunda kaldım ve devamını da getirmedim. Zaten herkes ne demek istediğimi anlamıştı. Yine de tereddütle birbirlerine baktılar. “Efendim gitmek için hazırız.” İçeri giren Dalinar selam verip hazır olduklarını bildirdiklerinde Ragaz “on dakikaya çıkıyoruz.” dedi. Başka bir şey söylemeden masanın başından ayrılıp çadırın benim için ayrılan arka kısmına yöneldim.
Kıyafetlerimi değiştirmemi gerektirecek bir durum olmadığında sadece silahlarımı yanıma aldım. Bir hançeri kılıfıyla birlikte bacağıma yerleştirirken diğer hançerleri koymak için belime kemerimi taktım. Tek tek tüm hançerlerimi kılıflarına koyduktan sonra sırtıma hafif bir yayla sadağımı geçirdim. Yakın dövüşe gireceğim varsayımında bulunduğumdan okları pek fazla kullanmayacağımı düşünüyordum ama tüm hançerlerimi Azel’in üzerinde kullanmakta kararlıydım. Yine de tedbiri elden bırakmamak adına mükemmel olmayan ama hafif ve işe yarar bir yayı yanıma almıştım. Çıkmadan önce beyaz saçlarımı ensemde sıkı bir topuz haline getirip dışarı çıktım. Çadırın içinde bir tek Valeria kalmıştı ve halinden beni beklediği anlaşılıyordu. “İyi değilsin.” dediğinde aksini kanıtlamak için duruşumu ve çehreme yapışıp kalan donuk ifadeyi düzeltmeye çalıştım.
“Haklısın iyi olduğumu söyleyemem.” Gözlerimin içine bir şeyler arıyormuş gibi bakarken sağ elimi yakalayıp iki elinin arasına aldı. Avuçlarından yayılan sıcaklık buz kesen tenimi karıncalandırırken yüzüne bakmaya devam ettim. Gri gözlerinde endişe ve anlayış emareleri oynaşırken dudaklarına anlayışlı, belli belirsiz bir tebessüm oturmuştu. “Şoktasın ve sağlıklı kararlar veremiyorsun.” dedi bir tespitte bulunur gibi. “Ama unutma ben yanındayım, biz yanındayız. Sana her şey yoluna girecek diyemem ama her şeyin yoluna girmesi için elimden geleni yapacağımın sözünü verebilirim. Sakin ol, yalnız olmadığını bil ve ona göre karar ver.” Sözleri yıllarımı esareti altına alan yalnızlığıma güneşin ilk ışıkları gibi doğdu. Ruhuma yayılan sıcaklık dudağımın kenarının kıvrılmasını sağlarken boşta kalan elimle elimi tutan elini örttüm.
“Teşekkür ederim.” dedim tüm samimiyetimle. “Hala gitmekte kararlı mısın?” Onaylamak için başımı salladığımda umduğu cevap bu olmasa gerek ki huzursuz bir soluk verdi. “Madem kararlısın gidelim de yüzsüz prense bize savaş açmak neymiş gösterelim.” Afallamış gözlerle Valeria’ya baktım. Şayet o haberi almasaydım şu an bu söylediğine gülebilirdim ama gülmeyi geçtim dudaklarım kıvrılmıyordu bile. Sadece şaşkın gözlerle ona bakıyordum. “Ne var?” dediğinde “prens mi?” dedim. Yüzsüzlüğü anlıyordum da o herife prens demek de neyin nesi oluyordu. Pelerinin başlığını kafasına geçirirken omuzlarını silkip “ne yazık ki eski ölüm tanrısının oğlu olduğundan soylu sayılır. O yüzden.” dedi. “Bu gerçek prenslere hakaret oluyor.” dedim ruhsuz bir sesle. Eğer Zahel’in… o haberi almış olmasaydım Valeria’ya bu konuda takılabilirdim.
“Haklısın. En kısa zamanda bulabildiğim tüm prenslerden özür dileyeceğim.” dediğinde sadece yüzüne bakmakla yetindim. İçim buz kesmişti. Hiçbir duygu belirtisi gösteremiyordum. Belki biraz gülümsesem üzerimize çöreklenen kasvetten kurtulabilirdik ama yapamıyordum. İçi kan ağlarken gülebilen insanların ne denli güçlü olduğunu şimdi idrak edebiliyordum. Aramızdaki sessizlik huzursuz edici biçimde uzayıp giderken “gidelim.” deyip çadırdan çıktım. Dışarı adımımı attığım ilk anda varlıklarını unuttuğum üçlüyle karşılaşmak gözlerimi devirmeme neden oldu. Aeros, Roan ve Silas birkaç adım ötemde durmuş koşuşturan muhafızları seyrediyorlardı. Hava Tanrısının çehresine yayılan kibirli ifade kanımı fokurdatıyordu. Düştüğümüz durumdan zevk almasına katlanamıyordum.
Toprak Tanrısının ifadesinde kibir de başka kötücül bir ifade de yoktu. Donuk gözlerle etrafı izliyor, bir şeylerin analizini yapıyor gibi duruyordu. Ateş Tanrısı ise sanki adımlarımı duymuş gibi dışarı adım attığım anda bakışlarını üzerime çevirmişti. Gözlerinde gördüğüm ışıltı hiç hoşuma gitmiyordu. Sanki hiç yapmamış gibi bedenimi baştan aşağı süzerken yüzüne yerleştirdiği gülümsemesi midemin çalkalanmasına neden oldu. Onlarla konuşacak halim de keyfim de olmadığından görmezlikten gelip sola doğru Valeria’yla birlikte yürümeye devam ettim. Onları atlattığımı düşünüyordum ki “bizi görmezden mi geliyorsun güzel tanrıça?” diyen Roan adımlarımızın duraksamasına neden oldu. Valeria memnuniyetsizliğini belli eden ifadesiyle bana bakarken uzun bir soluk alıp arakamı döndüm.
İçimden bütün hıncımı Roan’dan almak geçse de yutkunarak ağzıma gelen tüm lafları gerisin geriye yolladım. “Bir şey mi vardı?” derken ses tonumdaki iğnelemeye mani olamamıştım. Adım adım bana yaklaşan Roan’ın peşine elbette Aeros da takılmıştı. Silas ise olduğu yerden etrafı gözlemlemeye devam ediyordu. “Güzel haberi aldık.” diyen Aeros’a öyle bir ifadeyle baktım ki dudaklarına yapışan gülüşü bir an tekledi. “Dul bir tanrıça olacak olmana çok üzüldüm Silva. Arzu edersen seni bu dertten kurtarabilirim.” Tam şu anda sıktığım yumruğumu Roan’ın ağzına geçirmemek için kendimi öyle bir sıkıyordum ki kolum zangır zangır titriyordu. Halimi fark eden Valeria’nın bana endişeyle baktığını göz ucuyla görsem de kendime hâkim olamıyordum. “Kölesi olduğun organını kesip müsait bir yerlerine tıktığımda da yap bu teklifi!”
Roan kelimenin tam anlamıyla mosmor kesildi. Gözleri şoke olmuş halde faltaşına dönerken şaşkınlıktan ağzı açık kalmıştı. Öyle ki nefes almıyor gözlerini dahi kırpmıyordu. Ondan kalır yanı olmayan Aeros’un ise beti benzi atmıştı. Hiç kimseden hatta kendi dengi olanlardan bile bur tarz şeyler duymadıklarından şoka girmişlerdi. Normalde olsa asla bu şekilde konuşmaz farklı yollarla yine ikisinin ağzının payını verirdim ama şu an laf cambazlığı yapacak halim yoktu. Yanımda dikilen Valeria bile benden böyle bir şey duymağı beklemediğinden büyüyen gözleriyle bana bakıyordu. Nihayet şaşkınlığını üzerinden atan Roan tiksintiyle yüzünü buruştururken hoşnutsuz bir bakış atıp hızla yanımızdan ayrıldı. Geride kalan Aeros sanki ondan korkacakmışım gibi tekinsiz bir ifade takınırken “tanrılarla konuşurken sözlerine dikkat et. Yoksa sen de kocan gibi darağacını boylayabilirsin.” dedi.
Sözleri beynimde şimşekler çaktırırken Aeros’un üzerine yürümeye yeltendiysem de Valeria bir anda önüme geçince durmak zorunda kaldım. Omzunun üzerinden baktığım Aeros’un gözlerinde gördüğüm şaşkınlık ve merakla bükülen kaşlarına bir anlam veremesem de umursamadım. “Gidelim Silva.” Valeria’nın çekiştirmesiyle Hava Tanrısının yanından ayrılsam da öfkem hala canlıydı. Söyledikleri kulaklarımda çınlıyor damarlarımdaki kanı fokurdatıyordu. Valeria bir anda durup önüme geçen dek hiçbir şeyin farkında değildim. Bizi çadırların arasında ıssız bir yere getirmişti. Ellerini omuzlarıma yerleştirip bir şeyler arıyor gibi suratımı incelemeye başladığında “ne oluyor?” dedim. “Biraz önce gözlerinin mora döndüğünü gördüm.” Başka bir zaman olsa bunu duyduğum için heyecanlanabilirdim ama şu durumda hiçbir şey hissetmiyordum.
Ben hala taze olan öfkemi yatıştırmaya uğraşırken Valeria dikkat kesilmiş beni inceliyordu. Sanki daha dikkatli bakarsa Koruyucu olduğuma dair bir kanıt bulabilecekmiş gibiydi. “Zaman kaybediyoruz.” Dedim burada daha fazla oyalanmak istemediğimden. “Gözlerin mora döndü diyorum Silva. Bur koruyucu…” “Valeria.” diyerek lafını bitirmesine engel oldum. “Şu anda ihtimallere kafa yoracak değilim. Açıkça bir Koruyucu olduğum ortaya çıkmadığı sürece bununla ilgili bir şey duymak istemiyorum.” Afallamış vaziyette bana bakan Valeria’nın gözlerinde gördüğüm hayal kırıklığıydı. Ellerini sakince üzerimden çekerken bütün heyecanı yok olmuştu. Öfkeyle açtığım ağzımdan dökülenler Valeria’yı hayal kırıklığına uğratmamla sonuçlanmıştı. “Özür dilerim.” dedim sesime de yansıyan suçlulukla.
“Ben sadece öfkeliydim.” Daha fazlasını söylemek için birkaç saniye beklemem ve derin bir nefes almam gerekti. Yanmaya başlayan gözlerimi hızlıca kırpıştırırken dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım ki ağlamaya başlamayayım. “İnan gerçekten Koruyucu olmayı çok istiyorum ama ardı boş bir umuda tutunamam. Gerçekçi olmam gerekiyor ki altında kalacağımız enkazdan sağ çıkabilelim.” “Anlıyorum.” dedi ufak bir tebessümle. “Haklı olmandan hoşlanmadığımı bil. Ayrıca gerçekten Koruyucu çıkarsan seni İakabos Nehrine atacağım.” Kendimi zorlayarak dudaklarımın hafifçe kıvrılmasını sağladım. “Artık gitsek iyi olur.”
O tenha yerden ayrılıp Nowa ve Ragaz’ın yanına vardığımızda karşılaştığım kalabalık hazırlıklı olsam da afallamama neden oldu. Yüzlerce muhafız karşımda nizami sıraya geçmiş bekliyordu. Üzerlerinde zırhları ve ellerinde silahlarıyla gireceğimiz çatışmaya hazırlıklı görünüyorlardı. Onlarca meşalenin aydınlattığı meydanda ilerleyip muhafızların karşısında duran Nowa ve Ragaz’ın arasındaki yerimi aldığımda kafamda söyleyeceklerimi toparlayıp derin bir soluk aldım. “Hepiniz benim kim olduğumu biliyorsunuz. Hükmü altında olduğunuz ve bağlılığınızı sunduğunuz Ölüm Tanrısının eşi ve Ölüm Tanrıçasıyım. Ne yazık ki sizinle düzgünce tanışmadan kendimizi bir savaşın ortasında bulduk. Zahel’in şu an nerde olduğunu biliyorsunuzdur ancak şunu unutmayın ki tek taraflı dinlediğiniz hikayelerde gerçek her zaman göründüğü gibi değildir. Zahel’in suçlu olduğuna asla inanmadığımı bilmenizi istiyorum.
Şimdi gideceğiz ve diyarımızı yok etmek isteyenleri durduracağız. Size hayatta kalacağınıza dair bir söz veremeyeceğimi benden daha iyi biliyorsunuzdur. Savaş demek ölüm demek ve ben yaşam için söz veremem. Önce diyarı sonra da birbirinizi koruyun. Çoğunuzun geride bıraktıkları olduğunu biliyorum. Bunu onlar huzur içinde olsun diye yaptığımızı unutmayın. Denge ve düzen sizden yana olsun.” Konuşmamı tamamladığımda tüm muhafızlar aynı anda kılıçlarını çekip zemine sapladılar ve tek dizlerinin üzerine çöküp başlarını eğdiler. “Tanrıçamıza selam olsun.” Hep bir ağızdan yükselen sesler ilk kez gerçek manada tanrıça olduğumu hissettirdi. Doğrulan muhafızlara kararlılıkla bakarken “yola çıkıyoruz.” dedim.
❄️❄️❄️
“İnat etme de geride dur tanrıçam.” Nowa’ya ters bir bakış atarken sabrımın son demlerine gelmek üzereydim. Öncü birliklerin bulunduğu yere varmamız nerdeyse yarım saat kadar sürmüştü. Tüm muhafızlar açıklıktaki çatışmaya dahil olmuş okçu birlikleri tepelerdeki yerlerine almışken ben Nowa’yla burada tartışıp duruyordu. İyi bir ruh halinde olmadığımı ve geride durmamı o kadar çok söylemişti ki sözleri zihnime silinmemek üzere kazınmıştı. Azel’in önderliğindeki yaratıkların hırıltılı sesleri ve muhafızlardan gelen çığlıklar kulaklarımıza çalınırken burada durmuş Nowa’yla tartışıyordum. “Buraya kadar geride durmak için gelmedim Nowa. Eğer kolumu bırakmazsan ben bıraktırmasını gayet iyi bilirim.”
Keskin tavrım karşısında pes eden Nowa dakikalardır yapıştığı kolumu nihayet bıraktığında sertçe çektim. “Tamam istediğin gibi olsun ama yanımdan fazla uzaklaşma” dediğinde boş gözlerle bakmakla yetinip hışımla yerimden ayrıldım. Bulunduğum yer asıl savaşın döndüğü alanın yukarısında kalıyordu. Aşağı inmek için çok da dik olmayan yokuşa yöneldiğim sırada ıslık çalarak ilerleyen okların sesi etrafta yankılanıyordu. Gecenin karanlığı karşımızdaki yaratıklar için sorun teşkil etmese de durum bizim açımızdan öyle değildi. Neyse ki açık gökyüzünde asılı olan ay etrafı bir nebze de olsun görünür kılıyordu. Çatışmanın açık alanda gerçekleşmesi ve toprağa saplanan ateşli oklar da etrafı görmemizi kolaylaştırıyordu.
Bölgenin yüksek noktalarına konumlandırılan okçuların ateşli ok kullanması benden çıkan bir fikirdi. Yola çıktığımızda Nowa ve Ragaz’a bu fikrimi sunduğumda okların zaten zehirli olduğunu söyleseler de ateşi de kullanmaları konusunda ısrarcı oldum. İçimde kopan kıyamet her yanı yangın yerine çevirmemi arzulatıyordu. Hırsla yokuştan aşağı indiğimde ilk hedefim ölümüne susamış gibi üzerime koşmaya başladı. Aramızda birkaç metre kala duran tolut başını hafifçe kaldırıp havayı ve muhtemelen kokumu solurken çoktan çektiğim kılıcımı soğukkanlılıkla kavradım. Gözlerini üzerime diken ve dudakları zevkle dolu bir gülümsemeyle kıvrılan yaratık sonraki saniye üzerime koşmaya başladığında ben de koşmaya başladım. O kadar öfke doluydum ki aramızdaki mesafeyi nasıl kapattığımızı anlamadım bile. Pençelerini bedenime geçirmek üzere kolunu kaldıran yaratığın o daha ne olduğunu anlamadan karnına kılıcımı boylu boyunca geçirdim. Kestiğim karnından lavımsı bir sıvı fışkıran yaratık hala ayakta durabiliyorken üzerime doğru atılsa da yana doğru zıplayıp olası darbeden kurtuldum.
Yüzüstü yere yığılan tolut acı içinde kıvranırken hiç düşünmeden kılıcımı sırtına sapladım. Bedeninden akan sıvılar toprağın üzerinde birikirken çektiğim kılıcımı tekrar sapladım. Öldüğünü biliyordum ama öyle öfke doluydum ki kılıcımı tekrar tekrar saplamaktan kendimi alamıyordum. “İyi ki yanımdan ayrılma dedim.” Nowa’nın sesini duyduğumda yaratığın sırtından çıkardığım kılıcımı sıkıca kavradım. Yanıma gelen Nowa şaşkınlıkla karşılaştığı manzaraya bakarken “kendimi koruyabilirim demiştim.” dedim ve bir şey söylemesine fırsat vermeden sonraki hedefime doğru koşmaya başladım. Dört bir yanım yaratıklarla ve onları öldürmek için uğraşan muhafızlarla çevriliydi. Kılıçların eti keserken çıkardığı ses, yaratıkların vahşice attıkları çığlıklar ve muhafızların sesleri birbirine karışıyordu. Etraf çoktan yaratıkların cesediyle olmuştu. Şu ana dek bizden ölen sadece birkaç muhafız görmüştüm. Bu işlerin lehimize ilerlediğini gösterse de kayıpsız bir zaferi arzulardım.
Peşimden gelen ve beni dikkatli olmam için uyarıp duran Nowa’nın karşısına bir gasadu çıktığını göz ucuyla gördüm. Kendi başının çaresine bakabileceğini bildiğimden ve daha fazla uyurlarına maruz kalmak istemediğimden yardım etmek yerine kendi önüme odaklandım. Sol tarafta acı içinde yerde kıvranan bir muhafızın üzerine doğru koşan gasaduyu gördüğümde adımlarımı o tarafa yönlendirdim. Aramızdaki mesafeye ve gasadunun hızına bakınca zamanında yetişemeyeceğime kanat getirip durdum. Kılıcımı yere fırlatırken sırtımdan yayımı ve oku aldım. Yaya yerleştirdiğim oku çekerken gözlerimi hızla muhafıza doğru ilerleyen gasaduya kenetledim ve oku serbest bıraktım. Islık çalarak ilerleyen ok gasadu tam muhafızın üzerine atılacağı sırada ensesine sapladığında olduğu yere yığılıverdi.
Olası ölümünden kurtulan muhafız rahatlama ve korku karşımızı bir ifadeyle bana bakıp baş selamı verdiğinde dikkatimin dağıldığı bu kısacık ana bana pahalıya mal oldu ve arkamdan gelen şiddetli bir darbeyle kendimi yüzüstü yerde buldum. Solmaya yüz tutmuş otlar ağzımın içine girerken hızlıca oturur pozisyona geçtim. Ağzıma giren ot ve toprağı tükürürken aldığım darbenin kaynağına baktım. Birkaç adım ötemde iki gasadu düştükleri yerden kalkmaya uğraşıyordu. Göz ucuyla boynumda asılı duran muskaya baktım. Valeria’nın Zahel’in emriyle olası savaş durumları için hazırlattığı muskalardandı boynumdaki. Çok güçlü olmasalar da alacağımız birkaç darbeye karşı bizi korumayı başarıyorlardı. Küçük de olsa bir avantaj sağlıyordu ve anlaşılan o ki bu avantajdan biraz önce yararlanmıştım. Gasaduların darbesinden kurtulurken yere savrulmuş olsam da herhangi bir yara almamıştım.
Ayaklanıp avını kıstırmış avcı misali üzerime gelen gasadulara karşı kendimi savunmasız hissediyordum. Kılıcımı bırakmıştım ve yayım da aldığım darbe yüzünden elimden düşmüştü. Gerçi düşmese bile şu durumda ok kullanmaya çalışmak tamamen aptallık olurdu. Göz ucuyla yerdeki kılıcıma bakıp alamayacağıma kanat getirdiğimde sağ bacağımdaki hançeri çektim. Kükreme benzeri bir ses çıkararak üzerime atlayan gasadunun karın bölgesine tekmeyi geçirip fırsattan yararlanarak ayağa kalktığımda etrafım çoktan sarılmıştı. İki gasadu beni bir çemberin içine almış etrafımda dönüyorlardı. Gözlerimi gasadulardan ayırmazken tepemizden yağan ateşli okların ışığı karşımdaki yaratıkların derisine yansıyordu. Alev alan kurumuş otların yarattığı ateş çemberinin içinde verdiğimiz mücadele giderek şiddetleniyordu. Sol tarafımdaki Ragaz’ın etrafının da benim gibi çevrildiğini gördüğümde kendim için olan endişemin yanında onun için de endişelensem de şu durumda elimden gelen bir şey yoktu.
Üzerime saldırmak için an kollayan yaratıkların bir boşluğunu yakalamak için dikkat kesilirken ilk saldıran taraf olmaya karar verip karşımdaki gasaduya doğru atıldım. Pençeli elini üzerime doğru savuran yaratığın kolu muskanın gücüyle geriye doğru savrulduğunda fırsatı değerlendirip hançerimi göğsünün ortasına sapladım. Bedeninde açtığım yaradan fışkıran simsiyah sıvı yüzüme ve ellerime bulaşmıştı. Hançerimi çekip can çekişen yaratığa tekmeyi geçirdiğimde cansız bedeni yere yığıldı. Sadece birkaç saniyede zafer elde ettiğimi düşünürken unuttuğum diğer gasadunun arkamdan yaklaştığını son anda fark etsem de geç kalmıştım. Sırtımda hissettiğim keskin acıyla sendelediğimde güçlükle ayakta durabildim. Anlaşılan muskanın koruması buraya kadardı.
Döndüğümde hırıltılar çıkararak karşımda duran gasadunun pençelerine kanımın bulaştığını fark ettim. Sırtımda birden fazla yaranın açıldığını ve yaralardan kan boşaldığını hissediyordum. Kanımla ıslanıp sırtıma yapışan kıyafetlerim rahatsızlık vermeye başlarken üzerime atlayan gasadudan sağa doğru zıplayarak kurtulmak istedim ama sendeleyen ayağım popomun üzerine yığılmama neden oldu ve gasadu bu halimden istifade edip üzerime atıldı. Hançerimi savurmayı denediysem de bileğimi yakalayan peçeli elleri bana engel oldu. İki bileğimi de yakalayıp zemine bastıran yaratık iğrenç suratını suratıma yaklaştırdığında ağzından akan salyalar yüzüme damladı. Çalkalanan midemdeki safra ağzıma gelirken yüzümü buruşturdum. Tekme atıp kurtulmayı denedim ancak ağırlığını üzerime veren yaratık yüzünde bacaklarımı oynatamadım.
Beni parçalamak niyetinde olan bir yaratığın altında çarmıha gerilmiş vaziyette duruyordum. Korkmam gerekiyor muydu? Kesinlikle gerekiyordu ama o haberi duyduğumdan beri öyle bir öfkeyle doluydum ki resmen gözüm dönmüştü. Şu durumda hayatım için endişelenmem gerekirken daha da öfkeleniyordum. Bu acizlik ve kapana kısılmışlık hissiyatı beni çıldırtıyordu. Burnumdan solurken dişlerimi sıkarak parmak uçlarımla düşen hançerimi almaya çalıştım. Gasadu bir kükreyiş eşliğinde açtığı ağzıyla üzerime eğildiğinden hançeri alma çabam için geç kalmıştım bile. Ayın ve etraftaki ateşlerin ışığında parıldayan sivri dişler boğazıma doğru müthiş bir hızla yaklaşırken acı hissetmeyi bekliyordum ama öyle olmadı.
İçimde cayı cayır yanan öfke yüzünden kapatmadığım gözlerim gasadunun boğazının sağ tarafından giren kılıcın sol tarafından çıktığını gördü. Şişe geçirilmiş gibi görünen yaratığın cansız bedeni üzerime yığıldığında yüzümü buruşturup kılıcı tutan elin sahibine baktım. “İyi misiniz efendim?” diyen Dalinar kılıcını çekip gasaduyu tekmeleyerek üzerimden attıktan sonra elini uzattı. Tuttuğum elinden destek alarak ayağa kalktığımda “teşekkür ederim.” deyip düşen hançerimi ve birkaç metrede ötede duran kılıcımı aldım. Üzerine atılan bir tolutla mücadeleye giren Dalinar’ın idare edebileceğini düşünerek gözlerimle etrafı taradım. Ragaz etrafını saran yaratıklardan çoktan kurtulmuş yenilerini kılıçtan geçirmekle meşguldü. Epeyce arkamda kalan Nowa iki tolutla uğraşırken Nolan’ın bizden epeyce uzakta karşısına çıkan yaratıkları gücüyle ezip geçtiğini gördüm.
Bedeninden çıkan mavi renkteki güç dalgalarını yaratıklara doğru fırlatıyor ve her defasında tek hamleyle onlarcasını öldürebiliyordu. Onun varlığı bizim açımızdan büyük avantaj olsa da biz öldürdükçe karşımızdaki ormanın ağaçları arasından yeni yaratıklar çıkıp duruyordu. Sayılarının bu denli fazla olması epey canımı sıkıyordu. Burada bu kadar yaratık varsa büyük bölümünün hapsedildiği Kurak Topraklarda ne kadar vardır düşünemiyordum bile. Tüm bunları görünce Kurak Topraklarda hayatta kalabildiğim için kendimi epeyce şanslı hissettim.
Hızlı ve temkinli adımlarla yaratıkların ve muhafızların arasından sıyrılarak ilerlemeye devam ettim. Sırtımdaki yaralar beni yavaşlatsa da Azel’i karargâha geldiği an öldürtmediğim için duyduğum pişmanlığı telafi etmeye kararlıydım. Gözlerim her yerde onu arasa da adi herif hiçbir yerde görünmüyordu. Tahminimce yaratıkların çıkıp geldiği ormanda bir yerde saklanıyordu ve ben de oraya gidiyordum. Öfke ve adrenalin patlamasının etkisiyle ormanla aramdaki mesafeyi müthiş bir hızda kat ederken karşıma çıkmayan hiçbir yaratıkla ilgilenmiyor, mümkün olduğunca onlardan kaçınıyordum. Azel’in oralarda bir yerde olduğunu biliyordum ve zaman kaybetme riskini göze alamıyordum.
Ne kadar süre koştuğumu, kaç yaratığı öldürdüğümü bilmiyordum. Nihayet ormanın girişine ulaştığımda ciğerlerimin cayır cayır yandığını ancak idrak edebildim. Buraya gelmek için verdiğim mücadelede aldığım soluklar yeterli gelmemiş olacak ki ciğerlerim yoksunlukla kavruluyordu. Adımlarımı yavaşlatıp nefeslerimi düzene koymaya uğraşırken gizlenerek ağaçların arasında ilerlemeye başladım. Ansızın ağaçların arasından fırlayıp savaş meydanına koşan bir yaratığa yakalanmak istemiyordum. Tek derdim Azel’i bulmaktı. Birkaç yaratığın koşarken çıkardığı tok gürültü kulaklarıma ulaştığında en yakınımdaki ağacın gövdesine sırtımı bastırdım. Her ihtimale karşı hançerimi hazır tutarken sağ tarafımdan geçen yaratıklar neyse ki beni fark etmemişti. Tuttuğum nefesimi bırakıp tehlike olup olmadığını kontrol etmek için başımı uzattığımda boynumda hissettiğim soğuklukla donup kaldım.
“Beni mi arıyordun Küçük Hanım?”
Nowa
Lanet olası yaratıkların ardı arkası kesilmek bilmiyordu. Daha şimdiden kılıcım gasadu ve tolut kanıyla kaplanmış olsa da bu iğrenç şeyler çoğalıp duruyordu. Ormanın içinden geldiklerini çok önce fark etmiş olmama rağmen o tarafa doğru pek de ilerleyemiyorduk. Su Tanrısının olduğu tarafta işler daha iyi ilerlese de her yere yetişmesi mümkün değildi. Çatışmanın döndüğü alan dudak uçuklatacak kadar büyüktü. Bulunduğum yerden ormana ulaşmak koşarak bile en az on dakika sürebilirdi. Bu sebeple savaş tüm açıklığa yayılmışken Su Tanrısının tek başına her yere yetişmesi mümkün değildi. Solmaya yüz tutmuş otlar ayaklarımızın altında ezilirken ateşli oklar yüzünden alevlere teslim oluyorlardı. Yer yer kurak olan topraktan toz bulutu kalkıyor gece karanlığına sis perdesi gibi çöküyordu.
Sol çaprazımda bir muhafızı kıstıran tolutun sırtına kılıcımı saplayıp bir sonraki avıma doğru ilerlerken gözlerimle dört bir yanı tarayıp duruyordum. Bu kaçık tanrıça hiç laf dinlemiyordu. İlle de savaşa katılması gerekmiyordu ki. Sessizce bir kenarda beklese olmaz mıydı sanki? Zahel’in başına gelenler malumken bir de onu kaybetme riskine girmeyi istemiyordum ama gel gelelim ki tanrıçamız inatçı kaçığın tekiydi. Yetenekli olduğunu ve iyi işler başaracağını biliyordum ama ruh hali beni endişelendiriyordu. O haberi duyduğundan beri duygularından yoksunmuş gibi görünse de gözlerinde yanan ateşi fark edebiliyordum. Patlamak için an kollayan bir volkan gibiydi ve bu halde çatışmaya dahil olması fazla riskliydi. Düşünmemden hareket edip kendini tehlikeye atabilirdi. Hem ona göz kulak olmaya hem de savaşmaya çalışmak beni zorlasa da kısa bir süre öncesine kadar işleri gayet iyi hallediyordum. Şimdi ise Silva gözden kaybolmuştu ve nerede olduğunu göremiyordum.
“Dikkat et.” Çevik bir hareketle sol tarafa döndüğümde Ragaz’ın fırlattığı hançerinin bana saldırmak üzere olan toluta saplandığını gördüm. Yaratığın cansız bedeni ayaklarımın dibine yığılırken yanıma gelen Ragaz “paslanmışsın Nowa.” dedi. “Tek bir çizik bile almadım ama kolun için aynı şeyi söyleyemeyeceğim.” derken sırıtarak koluna bakıyordum. Kıyafetinin parçalanmış kol kısmından yarası açıkça görünüyordu. “Az önce kurtarmasaydım ölüler diyarını boylamış olurdun.” diyen Ragaz, koşarak üzerine doğru gelen gasaduya belinden çıkardığı bir başka hançeri fırlattı. Havayı keserek ilerleyen hançer gasadunun ortadaki gözüne saplandığında acıyla haykıran yaratık dizlerinin üzerine düşse de yeniden ayağa kalkıp koşmaya devam etti.
Bu lanet şeylerin bu denli azimli oluşu sinirlerimi bozuyordu. Sendeleyerek de olsa Ragaz’a doğru koşan yaratığın beni fark etmemiş olmasından yararlanarak sağ taraftan hilal çizerek koşmaya başladım. Arkasına geçtiğim yaratık Ragaz’la arasındaki mesafeyi tehlikeli bir mesafeye indirdiği esnada sıkıca kavradığım kılıcımı gasadunun sırtına doğru savurdum. Bel kısmını kestiğim yaratıktan oluk oluk siyah kan akarken bu sefer kalkmamak üzere yere yığıldı. “Az önce kurtarmasaydım ölüler diyarını boylamış olurdun.” dedim sırıtarak. Ragaz’ı sinir etmek favori hobilerimdendi. “Kendim de halledebilirdim.” dediğinde gözlerimi devirdim. “Bu dediğine inanmış gibi yapacağım.” dedim alaycı tavrımla. “Bahse girmeye ne dersin taş kafalı kardeşim? Daha fazla canavar avlayan diğerine istediği bir şeyi yaptırır.” Bana öldürücü bir ifadeyle bakan Ragaz ona taş kafalı dememden kesinlikle hoşlanmıyordu. Bir gün taş kafasıyla kafamı ezmesinden korkmuyor değildim.
Zaten Ragaz Mortwus korkulmayacak bir adam da değildi. Öyle heybetli bir yapısı vardı ki gören ya hayran kalıyor ya da topuklarını kıçına vurarak kaçıyordu. Bir istisna olarak ben kaçmak yerine Ragaz Mortwus isimli heybetli kovana sürekli çomak sokuyordum. Tabi benim her kovana çomak soktuğum gibi bir gerçek de vardı. Şayet bu kovanda gerçekten arılar olsaydı muhtemelen şimdiye delik deşik olmuş olurdum. Sevdiğim insanlarla uğraşmaya bayılıyordum. “Burada oyun oynamıyoruz Nowa, yarış da yapmıyoruz. Şebekliğin sırası değil.” Ragaz yaklaşan başka bir yaratığı haklamaya çalışırken ben de yeni avıma yönelmiştim. Yaratığın darbelerini savuşturmaya çalışırken “hayata tek pencereden bakarsan hayatta kalırsın yaşamazsın.” dedim.
Aramızda çok da bir mesafe olmadığından gürültüye rağmen beni duyabildiğini biliyordum. Nihayet kılıcımı yaratığın böğrüne sapladığımda bir yenisine geçmeden önce kolumla yüzümde biriken teri ve kanı sildim. Bu şeylerin kanı kesinlikle mide bulandırıcı. Bu şeyleri öldürmektense mutfağa girip orduya yemek yapmayı yeğlerdim. Aslında… sanırım böyle iyiyim. Mutfak, ben ve yemek yapmak, bu üçlü kesinlikle kulağa berbat geliyordu. Canavar doğramaya gelince benden iyisini bulmak zordu ama mesele soğan doğramaya gelince o işlerde kesinlikle berbattım. Birisi mutfak dediğinde bile kaçacak delik arıyordum. Hayır istesem gece gündüz uğraşır gayet de güzel yemek yapardım ama sevmiyordum işte. Ben kesinlikle mutfaktan gizli gizli yiyecek aşıran o çocuklardandım, yemek yapan yetişkinlerden değil.
Yöneldiğim gasadu karnına ateşli bir ok yiyip çığlıklar atarak yere yığıldığında bir başkasını gözüme kestirdim. Bu sırada kendi rakibini haklayan Ragaz “felsefe yapmanın sırası mı?” diyerek söylendi. Bu adamın katı ve hiç de eğlenceli olmayan yanı can sıkıcıydı. Tabi ben bu yanını arı kovanına çomak sokmak misali dürtüklediğimden epey keyif alıyordum. “Korkak herifin tekisin Ragaz.” dedim belki gaza gelir diye. Pek gaza gelen biri olmasa da yılmadan usanmadan şansımı denemeye devam ediyordum.
“Valeria kime tavuk diyor?” Hazırlıksız yakalandığım yanıtı gözlerimi devirmeme neden oldu. Bu kalpsiz büyücü ölüm diyarı ordusunun koskoca baş muhafızını tavuk diye milletin diline düşürmüştü. Düpedüz adımı ödlek tavuğa çıkarmıştı. Harbiden ayıp ediyordu. Tam da bu yüzden bazen kıymetli büyücümüzün saçını başını yolmak geçiyor içimden. “Siz iki taş kalpli birlik olup üzerime kirli oyunlar mı oynuyorsunuz.?” derken sesimin şüpheci çıkmasına özen göstermiştim. Benden yana dönmeden üzerine gelen yaratıklarla ilgilenen Ragaz sinir bozucu derecede ciddi çıkan sesiyle “ben oyun oynamam, karşılık veririm.” dedi.
Arkamdan sinsice yaklaşan tolutu son saniye fark ettiğimde kılıcımı iki elimle sıkıca kavradım. Tolutla aramda kılıcımla uzanabileceğim bir mesafe kaldığında sol ayağımla yarım bir çember çizerek arkamı döndüm ve kılıcımı çapraz bir açıyla savurdum. Omzundan beline kadar gövdesi kesilen tolut sendeleyerek yere yığıldığında bedeninden çıkan lavımsı kanının botlarıma bulaşmasından son anda kurtuldum. “Her şeye değil değil mi?” dedim bir sonraki hedefime doğru ilerlerken. İmalı ses tonum yüzünden bana anlamaz bir bakış atan Ragaz “istisnalarım mı var diyorsun?” diye sordu. Çevik bir hareketle soluma geçen yaratığın darbesinden eğilerek kurtulduktan sonra bacaklarına indirdiğim darbeyle dengesini kaybetmesini sağladım. “İstisnalar değil istisna Ragaz Mortwus.” Yaratık kendini toparlayamadan kılıcımı gövdesine saplayıp çektikten sonra sağ taraftan yaklaşan başka bir gasaduya yöneldim.
“Yine ne zırvalıyorsun Nowa?” “Büyülü bir istisna diyorum, yılların istisnası diyorum.” Sözlerimin şok etkisi yarattığı Ragaz bir an yerinde kaskatı kesilirken başını usulca bana doğru çevirdi. Elbette bu taş suratlı herifin yüzünden hiçbir duygu emaresi seçilmiyordu. Yine de şaşkınlığı barizdi. Hali keyifle sırıtmamı sağlarken “ne oldu kardeşim? Bir dondun kaldın. Hani savaştayız ya koskoca baş muhafıza yakışıyor mu böyle duygulara yenilmek?” dedim. Normal şartlarda ağzımın payını veren Ragaz’dan çıt çıkmıyordu. Acaba şu an arkasından bir yaratık gelse baş muhafızlık disiplinini sağlayabilir mi diye düşünüyordum ki omuzunun gerisinden yaklaşan gasaduyu fark ettim. Harekete geçmeye yeltenmiştim ki üzerimizden uçup giden okun gasaduya saplanmasıyla birlikte yerimde kaldım.
Bir kahkaha patlatırken “kendine gel baş muhafız. Ne bu haller? Gören âşık oldun sanır.” dedim. Nihayet kendine gelen Ragaz dişlerini sıkarak bana en kötücül bakışlarını sunarken omuzlarımı silkip “ee meydan okumamı kabul ediyor musun?” diye sordum. Cevap vermek yerine çapraza doğru hiddetle koşan Ragaz karşısına çıkan gasadunun göğsüne kılıcını sapladığında bana dönüp “bu bir.” dedi ve kılıcını çekip bir sonraki hedefine yöneldi. Memnuniyetle gülümserken ben de kendi hedeflerime doğru ilerlemeye koyuldum. “İki.” diye bağıran Ragaz’ın ardından ben de “bir.” diyerek bağırdım.
Karşımıza çıkan tolutlar ve gasaduları birer birer avlarken şimdiye kadar hiç şeytanla ve cadıyla karşılaşmamış olmak dikkatimi çekti. Edindiğimiz bilgilere göre Azel’in saflarında onlar da vardı ama burada yoklardı. Şu anki çatışmanın bizi yorma ve test etme girişimi olduğunu asıl hamleyi cadılarla yapacağını varsaysam da şeytanların yokluğu bu plana hiç uymuyordu. Burada olmamaların bir sebebi olmalıydı ama ne olduğunu çözemiyordum. Bir yandan yaratıkları avlayıp bir yandan gözlerimle hırçın tanrıçamızı ararken “on bir.” diye bağırdım. Şu anda bir sayı farkla önde olsam da söz konusu Ragaz Mortwus olduğundan erken sevinemiyordum. Adam da korkutucu bir hırs vardı.
“Ormana doğru ilerlememiz gerekiyor. Silva o tarafa gitti.” Ragaz beni başıyla onayladığında diğer muhafızlardan farklı olarak belirli bir rota doğrultusunda ilerlemeye başladık. Dört bir yanımızdan savaşın vahşet dolu sesleri yükselirken artık ciddi anlamda ter dökmeye başlamıştık. Bir bir yaratıkları avlayan muhafız birlikleri yorulmaya başlamıştı. Hepsi baştan aşağı kan ter içinde kalmıştı. Onlar kadar olmasa da benim kıymetli bedenim de ufaktan yorulmaya başlamıştı. Sıcak yatağımda uyumak varken burada canavarların kanıyla yıkanıyordum resmen. Etrafımızı saran kokudan bahsetmiyordum bile. Ateşli oklar yüzünden yanan gasadular o kadar berbat kokuyordu ki kusmamak için zor direniyordum. Yaratıkların kanları yeterince berbat kokarken üstüne bir de etlerinin yanık kokusuna kesinlikle katlanılmıyordu. Resmen kıymetli burnum işkence görüyordu.
Nihayet ormanın girişine yaklaştığımızda perişan hale gelmiştik. Silva sadece karşısına çıkan yaratıklarla uğraştığından bizden çok daha önce ve hızlı gelmişti. Biz yol üstündeki büyük yaratıkları temizlemeye ve diğer muhafızlarla destek vermeye uğraştığımızdan buraya varmamız sandığımdan da uzun sürmüştü. Ağaçların arasını gözlerimle tarasam da hırçın tanrıçamızdan bir ize rastlayamıyordum. Ormanın derinliklerine gittiyse işimiz iş doğrusu. “Kırk sekiz.” diyerek bağıran Ragaz’ın ardından yoluma çıkan toluta hançerimi fırlatıp “elli.” diyerek bağırdım. Onun şansına çoğunlukla tolutlar denk geldiğinden zorlanıyordu bense çoğunlukla gasaduları öldürmüştüm. Gasaduların aklı olmadığından onları avlamak daha kolay oluyordu ama tolutlar için aynı durum geçerli değildi. Akıllı yaratıklar bizi epey zorluyordu. Tabi ben kazanmak için özellikle gasaduları öldürüyor falan değildim.
“Aaaaaa!!!” duyduğumuz çığlıkla beraber ikimiz de ormana doğru döndük. Ses Silva’dan geliyordu.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
30.7k Okunma |
4.15k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |