48. Bölüm

❄️Yok Olanların Dönüşü

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Çiçeklerim selam. Maalesef bu hafta bölüm elimde olmayan sebeplerden biraz gecikti. Lütfen kusura bakmayın. Aile içinde bir takım sorunlar yaşıyorum ve bir yandan bayram bir yandan da finallerim yaklaşıyor. O sebeple böyle bir aksaklık yaşadık. Bu cumartesiye yine bölümü yetiştirmeye çalışacağım. Sonraki cumartesi yani 7 Haziran'da da bölüm atacağım ve sonrasında iki hafta kadar ara vermem gerekecek. O süre final haftam o yüzden bölüm atmam pek mümkün olmaz. Şimdiden bilgilendirme yapayım dedim. Sınavlar bittikten sonra da normal düzende devam ederiz. Şu yaz tatili gelsin diye gün sayan bir ben değilimdir herhalde. O kadar yoğun bir dönem geçirdim ki artık kafamdan dumanlar çıkıyor. Sizin dönemiziniz nasıl geçti? Öpüyorum hepinizi😘

Silva

“Azel.” diye bağırırken bir yandan da gözlerim onu arıyordu. Dizlerimin üstündeki kız gözlerini kapatmıştı ve ben korkuyordum. Onun ölebileceği ihtimali kanımı donduruyordu. “Azel.” diye bir kez daha bağırdığımda beni duyup duymadığını bilmiyordum. Onu göremiyordum da. Buğulu gözlerim uzun kirpiklerin ardına gizlenen gözlerine düştü. Alnına düşen birkaç tutam kızılını geriye doğru iterken titremekten alamıyordum kendimi. Yanaklarımdan süzülen yaşlar hareketsiz bedenine düştüğünde göğsümün ortasına bir bıçak saplandı. Titreyen elimi hızla solan yüzüne yaklaştırdığımda kalbim boğazımda atıyordu. Korkunun dikenli sarmaşıkları yüreğimi esareti altına almıştı. Parmak uçlarımda hissettiğim ılıklıkla yüzümde acı dolu bir gülümseme belirdi. Nefes alıyordu, yaşıyordu. Beni bu şekilde bırakıp gitmemişti.

Korku ve heyecandan titreyen ellerimi yüzünde gezdirirken bir kez daha Azel’e seslenmek üzereydim ama arkamdan gelen sesiyle gerek kalmadığını anladım. “Ne oldu?” diye sorarken yanımda diz çöküp telaşlı gözlerini Valeria’ya dikti. İfadesi anında kararırken yüzüne doğru uzattığı eli titriyordu. “Kızıl.” derken sesinin ve dudaklarının titrediğini fark ettim. Sertçe yutkunduğunda gördüklerine inanamıyor gibi bir hali vardı. Avucunu Valeria’nın yanağına yerleştirdiğinde “onu şifacıya götürmemiz gerek.” dedim. Yardım için çağırdığım Azel bütün sağduyusunu kaybettiğinden birimizin mantıklı davranması gerekiyordu. Gözleri beni bulduğunda “yaşıyor değil mi?” diye sordu ama sesi bambaşkaydı. Öldü mü diye sormamış ya da soramamıştı. Yaşıyor değil mi demişti yaşamasını umar gibi. “Yaşıyor Azel. Götür onu burudan.” Telaşla dizlerimde yatan kızı kucakladığında tek kelime etmeden hızlı adımlarla uzaklaştı. Adımları o kadar büyük ve hızlıydı ki aslında koşmak istediğini anlıyordum ama kucağındaki kadına bir şey olur diye koşamıyordu. Henüz canavarların ulaşamadığı sınırı aşıp gözden kaybolduklarında yerden kılıcımı aldım.

Valeria’ya bir şey olacağı düşüncesi kalbime kıymıklar batıyormuş gibi hissettirse de aynı zamanda öfkeyle de dolup taşıyordum. Bu iğrenç yaratıklardan da onları kontrol eden cadılardan da usanmıştım artık. Gözlerimi bürüyen öfkeyle koşmaya başladığımda hedefim cadılardı. Zihnim yaptığımın mantıksız olduğunun farkında olsa da şu durumda duygularım çok daha ağır basıyordu. Onlar karşısında şansım olmadığını aklımın bir köşesi çığlık çığlığa haykırsa da kalbimin sesi diğer tüm sesleri bastırıyordu. Su damlaların çıkardığı seslere karşılık bir şelalenin sesi her daim daha baskın olurdu. Benim de öfkemdi şu anda baskın olan. Önüme geçen her yaratığı öfkem ve yüklendiğim adrenalinin etkisiyle kılıçtan geçirirken cadılarla aramadaki mesafe de giderek daralıyordu. Vahşet arzulayan bir yaratık içimde büyümeye başlamıştı. Cadıları parçalarına ayırmak istiyordum. Acı içinde sürünmelerini, çığlıklar atarak geberip gitmelerini istiyordum. Şayet mümkün olsaydı şu anda gözlerimi kan bürüyeceğine emindim.

Yaklaştım. Şeytani bir sırıtışla önlerindeki katliamı seyreden ve bundan haz duyduklarını açıkça belli eden cadılarla aramdaki mesafe ciddi derecede azalmıştı. Beni fark etmiş olacaklar ki bakışları benden yana döndü. Öfkeden kudurmuş vaziyette üzerlerine geliyor olmama rağmen bana bir böceğe bakar gibi baktılar. Onlara zarar verme ihtimalimin olmadıklarından eminlerdi. Dokunmayı geçtim yaklaşmayı bile beceremeyeceğimi sanıyorlardı. “Tanrıçam.” diyerek bağıran bir ses bana doğru yaklaştığında başımı sağ tarafa çevirdim. Geçen gün Nowa’yla gördüğüm kıvırcık kız nefes nefese kalmış, üstü başı kir içindeki haliyle koşarak yanıma geldi. “Nereye gidiyorsunuz?” dediğinde hala öfkeliydim. Bir şey olduğunu sandığımdan duraksamıştım ama anlaşılan o ki ortada bir şey yoktu. Cevap vermeyip ileri atıldığımda ancak bir adım atabildim. Güçlü parmaklar bileğimi kavradığında çatılan kaşlarımın altından kıvırcık kıza baktım. “Kusura bakmayın ya da bakın ama aptallık ediyorsunuz.” dediğinde öfkeme rağmen şaşırmıştım. Samimiyetimiz yoktu, birbirimizi doğru dürüst tanımıyorduk bile ama bu kız tanrıça olduğumu bilmesine rağmen bana aptal demişti. Üstelik bunu söylerken hiç de çekinmemiş pat diye söyleyivermişti.

Duruşu, ifadesi ve az önce söylediklerinden anladığım kadarıyla sert yapılı ve dobra biriydi. Bana aptal dediğine göre hiçbir koşulda kimseden lafını esirgemiyor olmalıydı. “Onları öldürmek istiyorum.” dedim sıkılı dişlerimin arasından. Sert ve kararlı bakışları üzerimde gezinirken parmakları hala bileğimi sarıyordu. “Hepimiz gibi.” Aldığım yanıta herhangi bir karşılık veremedim. Yüzümü buruşturduğumda tüm bu olanlardan hoşnutsuzdum. Bileğimi bıraktığında “cadılara dokunmak ölmek demek. Gücü olmayanlar onlara yaklaşamaz. O yüzden ya mantıklı davranırsınız ya da sizi bayıltıp karargâha taşımak zorunda kalırım.” dedi. Ucu sivri sözleri ve mantıklı oluşu gözlerimi devirmeme neden oldu. Öfkeme yenik düşüp mantıksız davrandığım doğruydu. Bu kıvırcık kız beni durdurmasaydı muhtemelen şu an cadıların oyuncağı haline gelmiş olurdum. Mantıklı davranacağımı anlayan kıvırcık bana son bir bakış atıp üzerimize doğru koşan bir yaratığı karşıladı. Bense yaklaşamayacağımı bile bile cadılara ölümcül bir bakış attım. Kıvrılmış dudaklarını görmek söndürmeye çalıştığım öfkemi harlıyordu. Biz onlara dokunamıyorduk ama aynısı onlar için geçerli değildi ve işin en berbat kısmı buydu.

Elleriyle yaptıkları zarafet dolu gözüken hareketleri bizim için ölümcüldü. Parmaklarından sıyrılan ince güç dalgaları havada ağır ağır süzülüp muhafızların bedenine işliyor ve her birinde başka başka zararlı etkiler yaratıyordu. Kimileri krize girmiş gibi zangır zangır titreyerek yere yığılırken kimileri de boğuluyor gibi görünüyordu. Yumruklarımı sıka sıka olanları izlemek berbat hissettiriyordu. Tüm bu kıyıma bir son verebilmeyi her şeyden çok arzuluyordum ama yapabileceklerim kısıtlıydı. Benim desteğim koskoca gökyüzündeki bir yıldız kadardı ancak. Bakışlarımı cadılardan çekip yeni bir yaratığı aklamak için etrafta gezdirdim ama her şeyi çift görmeye başlamak planlarımı mahvetti. Bakışlarım ve zihnim bulanırken bedenimdeki tüm güç çekilmiş gibiydi.

Sendelediğimde yaralı olduğumdan mı yoksa zehirden mi bu halde olduğumu çözemiyordum. Bayılmak üzereydim. Bilincim her saniye biraz daha dibe batıyordu. Yere yığılmam an meselesiydi ve böyle bir durumda bana ne olacağını düşünemiyordum bile. Tamamen savunmasız haldeyken yaratıklar tarafından parçalanmam işten bile değildi. Etrafımdaki her şey bulanık renklerden ibaret olmaya başladığında daha güvenli bir alana doğru birkaç savsak adım atsam da fazla ilerleyemedim. Kulaklarım çınlıyor, başım ağrıyor ve ayakta duramıyordum. Dayanamadım. Bedenim yere yığılıp kaldığında kalan gücümle gözlerimi açık tutmaya uğraştıysam da beceremedim. Etraftaki sesler bir anda kesildiğinde artık tek görebildiğim sonsuz karanlıktı.

❄️❄️❄️

Gözlerimi araladığımda kendimi farklı bir yerde bulmama şaşırmıyordum artık. Bu sefer de bir ormanın ortasındaydım. Ayağımın altındaki zemin tertemiz karla kaplanmıştı. Gökyüzü eşsiz kar tanelerini tepemden aşağı dökerken ay tüm ihtişamıyla parıldıyordu. El değmemiş karın üzerinde narin adımlarla yürümeye başladığımda biraz ötede duran meşe ağacı ilişti gözüme. Devasa boyuttaki ağacın aşağı doğru sarkan çıplak dalları karla dolmuştu. Bu haliyle muazzam görünüyordu ve istemesem de dudaklarımın kıvrılmasını sağlıyordu. İçimi saran neşenin bir nedeni de bu ağaçtı ama gerisi muammaydı. Kalbimi dolduran bu huzurun da neşenin de kaynağını bulamıyordum. Kendi etrafımda dönerek uçsuz bucaksız beyaz örtüde gezdirdim gözlerimi sanki kaynağını bulabilecekmişim gibi ama hiçbir şey yoktu. Bembeyaz örtünün üzerinde tepemden yağan kar ve karşımdaki ağaçla bir başımaydım.

Ağaca yaklaştığımda parmak uçlarımla gövdesine dokundum. Bu hareket bedenimde tuhaf bir ürperti yarattı. İçimi saran dejavu hissinin nedenini uzun uzun düşünsem de hatırladığım bir şey yoktu. Anlamsız bir dürtüyle ağacın dibine çöküp bağdaş kurdum ama bir şeyler yanlış hissettirdi. Huzursuzca yerimde kıpırdanmaya başladım. Sırtımı gövdesine yaslayıp ayaklarımı uzattım olmadı. Dizlerimi kendime çekip kollarımı etrafına sardım ama yine olmadı. Bir dizimi kendime çekip diğerini uzattığımda sanki yapboza son parçayı yerleştirmişim gibi hissettim. Bunca zaman eksik bir şeyler vardı da bu ağacın dibine oturunca tüm eksiklikler giderilmiş gibiydi. Ne olduğunu çözemiyordum. Kahretsin ki tamamlanan şeyin ne olduğunu bilmiyordum. “Biliyorsun.” dedi artık aşina olduğum o ses. Son zamanlarda görüşmelerimiz sıklaşmıştı ve düşüncelerimi nasıl duyduğunu sorgulamıyordum artık.

Kime ait olduğunu ya da ne olduğunu da sorgulamayı da bırakmıştım. Son hatırladığım şey baygın olduğumdu. Bedenim şu an nerde ve ne haldeydi bilmiyordum ama ruhum bu gizemli sesle birlikteydi, yine. “Bana kim oluğunu söylememekte ısrarcı mısın?” dediğimde cevap alamayacağıma emindim. “Ben senim Silva.” dediğinde cevap verdiğine sevinsem mi anlaşılmaz cevabına tepki mi versem kestiremedim. Aklımın alamayacağı şeylerle dolu bir dünyada ben olduğunu iddia eden bir ses vardı. Buna inanmam mı gerekiyordu? “Ne demek istediğini anlamıyorum.” diyerek mırıldandım. Düşüncelerimi bile duyabiliyorsa yüksek sesle konuşmama gerek yoktu. Sorumu es geçip “bu ağacı hatırlıyor musun?” dediğinde sertçe yutkundum. Aynı pozisyonda oturmaya devam ederken başımı kaldırıp ağacın dallarına baktım. Sonra etrafı uzun uzun inceledim. Gözlerim sanki bu görüntüye aşina gibiydi ama zihnim boş bir kâğıttan farksızdı.

“Hayır.” dediğimde sesim kederli çıkmış, titremesine mâni olamamıştım. Bir şekilde hatırlamadığım bu yer göğsümü ağrıtıyordu. İnsan hatırlamadığı şeye üzülür müydü? Ben üzülüyordum. Neyi hatırlamadığımı bilmiyordum ama hatırlamıyor olmak beni üzüyordu. İlk anda burası içimi neşeyle doldurmuştu ama şimdi gözlerim dolmuş yanaklarımdan yaşlar süzülmeye başlamıştı. Neden ağladığımı da bilmiyordum. Sadece acıtıyordu, hem de çok acıtıyordu. “Sana bir hikâye anlatayım.” dediğinde büyük bir merakla söyleyeceklerini dinlemeye başladım. Neden bilmiyorum ama bahsettiği bu hikâye bende büyük merak uyandırıyordu. Sanki söyleyecekleri bir yapbozun eksik parçalarını tamamlayacak, anlamlandıramadığım bu hislere bir ışık tutacaktı. Öte yandan ürküyordum da. Ya hikayesi hoşuma gitmezse. Ya umduğum gibi güzel bir peri masalı değil de karanlık, kederli bir hikâye duyarsam? Aklım o kadar karışmıştı ki düşüncelerim birbirine girmiş vaziyette düğüm düğüm olmuş bir ip yumağına benziyordu. Nerde olduğumu, neden böyle hissettiğimi bilmezken bir hikâye dinleyecek olmak beni neden geriyordu ki?

“Bir zamanlar herkesin korktuğu ve nefret ettiği bir canavar varmış. Halk o canavarı sevmez içten içe ölmesini dilermiş ama canavar onlara aynı şekilde karşılık vermezmiş. Her zaman o insanların iyiliğini düşünür yaptığı iyilikleri de üstelenmezmiş. İnsanlar sahip olduklarını canavarın sağladığını bilse de nankörlük etmeye devam edermiş. Kimsenin sevmediği ve kimseyi sevmeyen bu canavar karlı bir günde bir meşe ağacının altında bir kadınla tanışmış. Canavar o kadını gördüğü ilk anda kalbinin varlığını hissetmeye başlamış. Onu sevmiş, uzaktan izlemiş ve kim olduğunu saklamış. Hayat her zaman acımasız değildir ya. Genç kadın da canavarı sevmiş ama canavar korkuyormuş. Kim olduğunu öğrenirse kadının onu terk edeceğinden endişe ediyormuş. Bilmediği şeyse genç kadının ta en başından gerçekleri bildiğiydi. Kadın adama gerçekleri bildiğini hiç söyleyememiş ve canavarın da korkusu yok olup gitmiş, sevdiği kadınla beraber.”

Sustuğunda anlattıkları zihnimde o kadar gerçekçi canlanmıştı ki bunun bir hikâyeden ibaret olmadığını biliyordum. O canavar da kadın da gerçekti. “Kim?” diye sordum boğazıma oturan yumruya inat. Duyacağım cevap beni korkutuyordu. O kadının ve canavarın kim olduğunu öğrenmeye hazır hissetmiyordum çünkü bir tahminim vardı, yüreğimi dağlayıp beni hıçkırıklara boğan. “Sen.” Soluklarım bir anda kesildi. Gözlerimi sıkıca yumduğumda artık düşünemiyordum. Hikayedeki o kadın bendim. Peki ne olmuştu ki? Neden hatırlamıyordum? Sorularımın hiçbirine cevabım yoktu. Tek bildiğim göğsümdeki ağrı ve gözlerimdeki yaşlardı. “Ve Aren.” Şaşkınla açılan gözlerim donup kalmıştı. Kaskatı kesilmiştim ve sebebi ne soğuk ne de yağan kardı. Aren demişti. Zahel demesi gerekiyordu. Hikayedeki canavarın Zahel olması gerekiyordu, bir başkası değil. “Hayır.” diye mırıldandım kendi kendime. Zahel’le olan geçmişimi unutma ihtimali canımı yeterince yakarken unuttuğum kişinin Zahel olmayışını kaldıramazdım. Bir yanlışlık olmalıydı. Ya ben ya da Aren bu hikâyede yanlıştık. Ben bir başkasının hikayesiydim.

“Hatırlamanın vakti geldi Reyena Vellora.” dediğinde etrafıma bakınsam da kimseyi göremedim. Reyena diye kime diyordu bilmiyordum. Sonraki saniye başıma giren müthiş bir sancıyla inledim. Biri kafama çivi çakıyor gibi yanıyordu canım. Başımı ellerimin arasına aldım. Dudaklarımdan ızdırap dolu iniltiler çıkarken belki de dakikalarca sürdü bu. Sonunda o acı bitti ama getirdikleri beni darmadağın etti.

Reyena Vellora

Kalp atışlarım hızlanan adımlarımla yarış halindeyken aklımdaki tek şey Aren’di. Beni yine o meşe ağacının altında beklediğini biliyordum ve ona gidiyordum. Heyecandan kıvrılan dudaklarım resmen kulaklarıma varıyordu, yanaklarımsa çoktan elmaya dönmüştü. Birkaç gününün ardından nihayet onu görecek olmanın içimde yarattığı hislerin tarifi mümkün değildi. Kalbim sevinçle çırpınıyor ayaklarım ona doğru koşuyordu. Aslında kısa ama bana uzun gelen yolun sonunda meşe ağacı girdi görüş açıma. Biraz daha yaklaşınca onu gördüm. Bir bacağını uzatmış, diğer dizini kendine doğru çekmiş ve başını ağacın gövdesine yaslamış vaziyette oturuyordu. Gözleri kapalı olsa da metrelerce önce geldiğimi anladığını biliyordum. Usulca yanına yerleştiğimde konuşmadan önce uzun uzun yüzünü inceledim. Gür kirpiklerinin ardında gizlenen yıldızsız bir göğü andıran gözlerini zihnime kazıdım. Öpmeye doyamadığım dolgun dudakları beni bir kez daha günaha davet ederken dudağımın kenarını ısırdım.

Onu seyretmek her şeyden güzeldi. Onu tamamen zihnime kazımak istiyordum. Ölsem bile onu hatırlayabileyim istiyordum. Yüzüne doğru yaklaştığımda tenine çarpan ılık nefesim sertçe yutkunmasına neden olsa da gözlerini açmamakta ısrar etti. Uzanıp dudaklarımı dudaklarına kısa bir an bastırıp geri çekildim ama hemen belimi kavrayıp uzaklaşmama engel oldu. Nihayet görebildiğim gözleri tutkuyla bana bakarken “bu kadarının yeterli olmadığını biliyorsun Ay Işığı.” dedi. Sesindeki o yoğun arzu zihnimde bambaşka görüntülerin belirmesine neden oldu. Kumaş parçalarından tamamen arındığımız ve tenlerimizin birbirine temas ettiği ateşli görüntülerin. Uzanıp dudaklarımı şehvetle öpmeye başladığında ben de aynı şekilde karşılık verdim. Nefes nefese geri çekildiğimizde kıkırdayarak hızlıca ayağa kalktım. Elimi ona uzattığımda hissettiğim dejavu gülümsememi büyüttü. Uzattığım elime bakarken onun da dudakları kıvrıldı. En çok da gülümsemesini seviyordum bu adamın. Zira en çok o hak ediyordu gülümsemeyi. İlk tanışmamıza inat o günden sonra ona uzattığım elimi daima tutmuştu. Elimi tutmayı artık o da istiyordu. İstemese bile benim zorla tutacağımı biliyordu.

Ayağa kalktığında birlikte eskinden evim olan ama Aren’in varlığıyla evimize dönüşen yere gittik. Yetersiz gelen öpüşmemizden sonra beni yatak odasına götürür sanmıştım ama o doğruca mutfağa yönelip bana kendi elleriyle yemek hazırlamak istediğini söyledi. Yıkadığı sebzeleri ustalıkla doğrarken ben de kollarımı kavuşturmuş onu seyrediyordum. Yanımda mutluydu, bunu biliyordum ama aynı zamanda huzursuzdu da. Bana söylediği yalanları bir gün öğrenirim diye korkuyordu. Oysa ben gerçeği biliyordum. Bir Koruyucudan kendini gizleyebileceğini sanarak hata etmişti. Ondaki bu huzursuzluğu gidermeyi her şeyden çok istesem de ona gerçekleri bildiğimi söylemiyordum. Bana kendi söylesin istiyordum. Bana ve sevgime güvensin istiyordum ama o yapamıyordu. Korkuları bana olan güveninden büyüktü. Öğrenirsem giderim diye korkuyordu, ben de tıpkı diğerleri gibi bakarım ona diye korkuyordu. Olduğu gibi sevilebileceğine inansın istiyordum.

Gülümsemem buruk bir hal aldığında sanki ne hissettiğimi anlamış gibi anında bana döndü. “Sorun ne?” diyen sesi endişe tınıları taşıyordu. Yaklaşıp kollarımı arkadan bedenine sardım. Burnuma dolan ıslak toprak kokusu bir kez daha mest olmamı sağladı. Başımı omzuna yaslayıp “seni ne olursa olsun sevdiğimi biliyorsun değil mi?” dedim. Belki bu sefer bana gerçekleri anlatır diye umut ediyordum. Sırtı bir anlığına gerildiğinde korkularının yine onu esir ettiğini anladım. “Biliyorum.” dedi ama sesi umduğum kadar net değildi, yine. Kollarımı çekip onu kendime doğru çevirdim ve dudaklarına küçük bir öpücük bıraktıktan sonra gözlerine baktım. “Seni seviyorum Aren.” Dudakları kıvrılırken alnımdan öptü. Her dokunuşu karşısında mest olmam inanılmazdı. Beni sevdiğini söylemedi, yine ama zaten o sevgisini dile getirmese de hissettirebiliyordu. Sözcüklerin etkisi bir yere kadardı ama davranışlar… Aren sadece gözleriyle bile bana olan aşkını haykırıyordu. Dile getirmese de olurdu ama dile getirmiyor oluşunun sebebi hoşuma gitmiyordu. Bana yalanlar söyleyen diline sevgisini bulaştırmak istemiyordu. Beni sevdiğini duymam için önce bana söylediği yalanları duymam gerekiyordu.

Silva

Anı usulca dağılırken Aren ve Reyena hala birbirlerine bakıyorlardı. Aren ve Reyena, ben ve Zahel. Onlar bizdik. Soluklarım boğazımda takıl kalırken daha fazla anı zihnimi istila etmeye başladı. Reyena ve Aren birlikteydi. Bazen ormanda geziyor, bazen nehir kıyısında eğleniyorlardı. Aren Reyena için yemekler yapıyor, ona hediyeler alıyordu. Birbirlerine sevgi sözcükleri söylemeyi hiç bırakmıyorlardı. Zihnimde sürekli seni seviyorum Aren sözleri yankılanıyordu. Birlikte o kadar mutluydular ki gülümsüyor, gülümserken göz yaşlarıma engel olamıyordum. Unuttuğumu hayatımı hatırlamak çok ağırdı. Neye üzüleceğimi kestiremiyordum. Tüm bunları unuttuğuma mı, yoksa sevdiğim adam yanı başımdayken onu tanımamış olmama mı? Anılar birden durdu. Artık Reyena’nın kıkırtıları duyulmuyor Aren’in ise haykırışları kulaklarımı parçalıyordu. Gözlerimin önünde beliren sahne ciğerlerimin boşalmasına neden oldu.

Bir uçurumun kenarında duruyordum. Gözlerimden sicim gibi yaşlar akarken avucumda sıkıca tuttuğum hançerin ucunu göğsüme yaslamıştım. Karşımda Aren-Zahel- vardı. Korku dolu gözlerle bana bakıyordu. Ben-ben kendimi öldürmek üzereydim ve Aren dolu gözlerle bana yalvarıyordu. Onu bu halde görmekten nefret etmiştim. Oysa ona gülmek yakışıyordu. Kıvrılan dudaklarının kenarında oluşan belli belirsiz çizgilere tapıyordum ben. Şimdi ise kalbimi verdiğim adam benim yüzümden göz yaşı döküyordu. Ondan gülüşünü çalmıştım ben. Bu gerçek omzuma taşınması ağır bir yük olarak binmiş belimi büküyordu. En büyük kötülüğü en çok sevdiğime ediyordum. Gülüşüne aşık olduğum adamdan gülüşünü söküp alıyordum ama başka çarem yoktu. O da biliyordu buna mecbur olduğumu, en doğrusunun bu olduğunu lakin istemiyordu. Doğrular umurunda değildi. Sadece ben yaşayayım istiyordu, gerisini önemsemiyordu.

Ben yapamıyordum. Üzerimdeki yükü taşımak mümkün değildi. Yaşamamam gerekiyordu. Bunu bile bile nasıl nefes almaya devam edebilirdim ki? “Yapma Ay Işığı.” derken yalvarıyordu. Sesindeki korkuyu da kederi de iliklerimde hissedebiliyordum. Belki pek fazla gülen biri değildi ama ağladığına da hiç şahit olmamıştım. Öylesine güçlü öylesine sarsılmaz duruyordu ki bir gün ağlayabileceğine hiç ihtimal vermemiştim. Şimdi ise ağlıyordu. Gözlerinden birkaç damla süzülmüyordu, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. “Yapamam Aren.” dedim. Umutsuzluğum sesime de yansımıştı. “Başka çarem yok.” Bana aldırmadı. Umutsuzca beni ikna etmeye devam etti. “Gitme Ay Işığı. Yalvarırım beni bırakma. Ne olur- ne olur gitme. Sensiz yaşayamam Ay Işığı. Beni sensiz bırakma.” İçim yanıyor, kan ağlıyordu. Onu böyle görmek beni tamamen mahvetmişti. Bana gelmeyi ne çok istediğini biliyordum. Aramızda koyduğum bariyeri geçmek için gücünü son damlasına kadar kullanmış, yetmemiş bariyeri yumruklamaya başlamıştı ama tüm çabasına boşunaydı. Biz ölümün son çırpınışlarıydık artık.

“Hani beni seviyordun Ay Işığı. Beni kendinle öldürüyorsun. Seven sevdiğini yaşartır demiştin. Niye beni yaşatmıyorsun? Yaşamayı hak etmiyor muyum ben? Seni hak etmiyor muyum? Sensizliği hak edecek kadar kötü müyüm?” Gözyaşları içinde kesik kesik söyledikleri kalbime cam kırıkları misali batıyordu. “Beni affet.” dediğimde sesim bir fısıltıdan ibaret kalmıştı. Zahel başını iki yana sallarken omuzlarını dikleştirdi. Gözyaşlarına rağmen kararlı bir ifade bürünmeye çabalıyordu. “Hayır.” dedi keskin bir tonla ama sesinde hala keder vardı. Duyabiliyordum. “Eğer gidersen seni asla affetmem. Eğer gidersen senden sonsuza dek nefret ederim.” dediğinde kalbim parçalara bölündü. Onun benden nefret edeceği düşüncesini kaldıramadım. Titreyen dudaklarımı aralayıp “O halde benden nefret et Aren. Nefretin öyle büyük olsun yüzümü unut, varlığımı unut, beni unut.” Sözlerimin ardından yeniden gözyaşlarına boğuldu. Umutsuz bir çabayla bariyeri yumruklamaya devam etse de bana engel olmayacağını biliyordu.

“Yalvarırım gitme Ay Işığı. Beni öldür ama sen gitme. Yokluğunla sınama beni. Gidersen senin olmadığın bu dünyayı yerle bir ederim.” dediğinde başımı omzuma doğru yatırıp kederli bir gülümseme yerleştirdim dudaklarıma. “Yapmazsın.” dedim boğuk çıkan sesimle. “Yaparım.” diye çıkıştı. Oysa biliyordum yapmazdı. Kim ne derse desin o bir canavar değildi. “Hatırama ihanet etmezsin Aren.” dediğimde bu sefer karşılık vermedi. Başı önüne düştüğünde sıkıca gözlerini yumdu. Biliyordum, bize ihanet etmezdi. Hatıralarımızı yok etmezdi. Acı belki de hiç bu kadar acı verici olmamıştı. Zahel’den ayrılmak, üstelik de bu şekilde çok acıtıyordu. “Seni seviyorum Aren.” derken ıslanan gözlerine baktım. Bekledim, belki bu sefer beni sevdiğini söyler dedim ama söylemedi. Dişlerini hiddetle sıkarken “Seni sevdiğimi söylediğim ilk seferin son sefer olmasını hiçbir kuvvet kabul ettiremez bana.” dedi. Çok kararlıydı, belki de hiç bu kadar kararlı olmamıştı. Birbirimizden sonsuza dek ayrılıyorduk ama o beni sevdiğini söylemeyi reddediyordu.

Göğsüme yasladığım hançeri geriye doğru çektim. Uygun mesafede durduğumda Zahel’in korku dolu bakışları üzerimdeydi. Durmam için haykırıyor, sesi tüm diyarı inletiyordu. Ona son kez veda dolu gözlerle baktım. Oysa hiç ayrılamayacağımızı sanmış, sayamayacağım kadar çok hayal kurmuştum lakin acı gerçekler hayallerimi kana bulamıştı işte. Bir daha Zahel’i göremeyecektim, kıvrılan dudaklarının sebebi olmayacaktım, heyecanlı adımlarla o meşe ağacına koşturamayacaktım. Kokusunda huzur, kollarında güven bulamayacaktım. Ben gidiyordum ve giderken sevdiğim adamı parçalara bölüyordum. Öteki diyara gidecekti ruhum ve ne yazık ki orası Zahel’in hükmündeydi. Koruyucu olmasaydım umutsuzca ruhuma tutunur, kendini öteki diyara mahkûm ederdi. Neyse ki istemediğim sürece orda beni bulmayacaktı ama bu daha da beterdi. Çaresizce beni orda arayıp duracak, haykırdığı adım sürekli kulaklarımda yankılanacaktı. Ona kayıtsız kalmak zorundaydım. Bir ölüye tutunmasına izin vermezdim.

Daha fazla düşünmeden hançeri hızla göğsüme sapladım. Keskin ve yakıcı bir acı tüm bedenimi etkisi altına alırken Zahel’in çığlığını duydum. Güç bedenimden çekilerken son gördüğüm Zahel’in yaşlı gözleri oldu. İpleri kopmuş kuklaya dönen bedenim zeminle bağlantısını kaybettiğinde uçurumdan aşağı doğru savruldum. Gözümden süzülen yaşlar havada süzülürken tenimi kesen rüzgarı hissedemiyordum. Ölüyordum ve sevdiğim adamı da öldürüyordum. Keşke, keşke o gün evime gitseydim. O zaman Zahel’le tanışmaz, onu da kendimle öldürmek zorunda kalmazdım ama yapamıyordum işte. Zamanı geriye alamıyordum ve alsam bile o gün yine o ağacın dibine gideceğimi biliyordum. Zahel beni benim için dünyayı yok edecek kadar seviyordu, ben de onu, onu yok edecek kadar seviyordum. Hangimiz daha bencildik? Sürekli ben bencil bir adamım diyen Zahel mi, geriye dönebilsem olanlara rağmen yine hayatına gireceğimi söyleyen ben mi?

Reyena’nın yani benim bedenim uçurumun dibine çarptığında sarsılarak kendime geldim. O günün sancıları bir kez da göğsümü ele geçirdi. Bu anı daha öncede görmüştüm. Yine kutsal yanımla konuştuğum anlardan birinde bana kendimi hançerlediğim bir görüntü göstermişti. O zamanlar bunun bir rüyadan ibaret olduğunu düşünmüştüm. Ne kadar da aptalım. O gördüklerim gerçekti, geçmişimdi. Ben ne yapmıştım? Telaşla ayağa kalkıp gözlerimi meşe ağacına diktim. Anılarım-anılarım bana dönmüştü ama bir şeyler eksikti. Zahel’le nasıl tanıştığımı ve sonrasında olan her şeyi hatırlıyordum. İntihar ettiğimi hatırlıyordum ama nedenini ve nasıl yeniden doğduğumu hatırlayamıyordu. Neden yapmıştım? “Neden?” diye bağırdım boşluğa doğru. “Neden intihar ettim?” Cevap gelmedi.

Ellerimle saçlarımı yolmaya başladım. Aklımı kaçırmak üzereydim. Derin soluklar alırken bir anda kafama yüklenen anılar silsilesini düzene sokmaya çalıştım. Adım en azından önceki hayatımda Reyena Vellora’ydı ve ben kalan son Koruyucuydum. Aslında Koruyucu olmaktan hayli uzaktım. Gücüm vardı ama nasıl kullanacağımı bilmiyordum ve bana öğretecek kimse yoktu. Beni büyüten Xandria adında bir kadını ve Konseye gitmeme izin vermemişti çünkü Aşin benim için bir tehditti. O şerefsiz herif zaten az sayıda kalan Koruyucuları komplo kurarak öldürmüştü. Onlara karışı koymayı her şeyden çok istememe rağmen deneyimsizliğim ve bilgisizliğim bana engel olmuştu.

Xandria öldüğünde ise bir başıma kalmıştım. Gözlerden ırakta kendi halinde olan hayatıma ansızın kendini Aren olarak tanıtan Ölüm Tanrısı girmişti. Benden adını, tanrı olduğunu ve bana mühürlendiğini gizlemişti. Bilmiyorum sanıyordu ama hepsini biliyordum. Onu ilk görüşümde yaydığı enerjisinden kim olduğunu zaten anlamış ve aramızda oluşan mühür bağını hissetmiştim. Kürek kemiğimdeki mühürden habersiz olmam imkansızdı. Lakin Zahel korkusundan gücünü kullanarak mührümü gizlemiş en azından gizlediğini sanmıştı. Oysa ne zaman baksam mührü görebildiğimi bilmiyordu. Her şey çok güzel ilerliyordu. Onu seviyordum, hem de çok ama sonra… İşte sonrasını bilmiyordum. Beni intihara neyin sürüklediğini bilmiyordum. Saçlarımı çekiştirmeye şakaklarıma vurmaya başladım sanki hatırlayabilecekmişim gibi ama hayır. Ne kadar düşünürsem düşüneyim karşılaştığım tek şey zifiri karanlıktı. “Neden?” diye bir kez daha bağırdığımda sesim bu kez benim bile kulaklarımı acıtmıştı. Oysa ben ilk hakkımı kullandım, ilk hatamı yaptım sanıyordum. Meğerse aynı hatam iki olmuştu bile. Üstelik aynı hatayı tekrarlamıştım.

“Sır.” dedi o gizemli ses. Gerçi artık gizemli ses olmaktan çıkmıştı. O tıpkı dediği gibi bendim. Benim kutsal yanımdı benimle iletişim kuran. Bağırmamıştı ama tek bir sözü beni sarsamaya yetmişti. Ne sırrından bahsediyordu ki? Kendimi öldürmüş, her şeyi mahvetmiştim bu nasıl sır olabilirdi. Zahel, o biliyor olmalıydı. “Bilmiyor.” dedi ses sanki düşüncelerimi duymuş gibi. “O da senin gibi neden intihar ettiğini hatırlamıyor. Nasıl yeniden hayata döndüğünü de bilmiyor.” Umutsuz bir soluk koyuverdim. Titreyen bedenimi ağaca yasladığımda başım patlamak üzereydi. Zahel intihar ettiğimi hatırlıyordu. Onu öylece terk edip gittiğimden haberdardı ve bununla yaşamıştı. Ben onu berbat bir işkenceye hapsetmiştim. Kim bilir uçurumdan düşüşüm kaç gece kabuslarına konuk olmuştu. Kim bilir kaç gece yokluğumla sınanmıştı. Ben ona kimsenin kimseye yapamayacağı kadar büyük bir kötülük etmiştim. İnsan düşmanına bile yapmazdı bunu, ben sevdiğim adama yapmıştım. İşlediğim günahın bedeli çok büyüktü. Ağırlığı altında en çok Zahel ezilmişti. Nasıl dayanabilmişti ki bunca yıl? Alışabilmiş miydi yokluğuma? Onu dizginlenemez şekilde seven kalbim bunun olmasını istemiyordu, yokluğuma alışmış olmasını istemeyecek kadar bencildi o yanım. Sevginin ne kadar bencil olabileceğini şimdi anlıyordum. Para, mal, mülk ve geri kalan her şey bir yana aşk bir yanaydı. İnsan hiçbir şeyde aşkta olduğu kadar bencil olamazdı.

Kendimden nefret ettim, en çok da bencilliğimden nefret ettim. Sevdiğim adama ettiğim kötülüğün yükü altında eziliyordum. Belki de alışmıştı yokluğuma ve belki de unutmuştu beni. Hayatı bir düzene girmeye başladığı anda ben ansızın çıkagelmiştim. Bir uçurumdan atlayarak mahvettiğim adama bir uçurumdan atlayarak geri dönmüştüm. Sevdiğim adamın üzerine çöken bir karabasan gibiydim. Mutluluğuna dayanamıyor muydum? Neden mutluluğu yakaladığı anlarda onu acımadan yaralıyordum? Ne hissetmişti beni karşısında görünce? Onu tanımamıştım bile. Gözlerine bir yabancının gözlerine bakar gibi bakarken ne hissetmişti? Kızgın mıydı bana, nefret mi ediyordu benden yoksa hala sevebiliyor muydu? Sevse daha ilk anda kollarının arasına almaz mıydı ama nefret etseydi de yanında durmama tahammül edemezdi. Aylarca benimle yaşamaya nasıl dayanmıştı? Gözlerinin önünde intihar edip onu cehennem azabına mahkum eden kadının yanında nasıl durabilmişti? Ben kaldıramıyordum. Kendimi onun yerine koymaya çabalarken bile mahvoluyordum.

“Yapamam.” diye fısıldadım kendi kendime. Sıcak yaşlar yanaklarımdan durmaksızın süzülmeye devam ediyordu. “Yapmak zorundasın.” diyen ses karşı çıkamayacağım kadar keskindi. “Şimdi geri dönecek ve yok olanların dönüşünü gerçekleştireceksin. En önemlisi de Zahel Sideras’ı hayatta tutacaksın. Bunu ona borçluyuz.” Adını duymak bile kalp atışlarımı hızlandırıyordu. Kalbim göğsümü sertçe döverken en büyük arzusu ona gitmekti. Nasıl gidecektim? Onu mahvetmişken nasıl gidecektim? Gidecektim, bir kez bizi mahvettiysem ne olmuş. Aynı hatayı tekrar etmeyecektim. Geçmişte pasif kalmış olabilirdim ama bunun değişme vakti gelmişti. Konseyin karşısına çıkacak sevdiğim adamı da diyarımı da kurtaracaktım. Elimin tersiyle kabaca gözlerimi kurulayıp Zahel’le tanıştığımız ağaca son kez baktım. Her şeyi çözdüğümde gerçeğinin yanına Zahel’le beraber gitmek istiyordum. Bu sefer kimsenin ölmeyeceği ikinci bir hayat yaşamamızı sağlayacaktım. Bomboş kalan ciğerlerimi derin bir solukla doldururken “nasıl gideceğim?” diye sordum. Şu anda rüya gibi bir şeyin içindeydim. Burayı kutsal yanım oluşturmuştu, kontrolü bende değildi.

“Seni göndereceğim ve bu seferlik düşmanlarını alt ederken seni kontrol edeceğim ama unutma Koruyuculuğu öğrenmen gerekiyor. Gücünü kontrol edip yönetebilmeyi başarmalısın. Şayet ben kontrolü çok fazla elime alırsam bu seni yok eder.” dediklerini zihnime derinlemesine kazıdım. Nasıl yapacaktım şimdilik bilmesem de Koruyucu olmayı çözmem gerekiyordu. Yaşayan tek Koruyucu olma… Aniden kesilen düşüncelerimle eş zamanlı olarak kalbim de atmayı bıraktı. Bir titreme parmak uçlarımı esir alırken dudaklarımdan “Reyena Vellora.” ismi bir fısıltı gibi döküldü. Vellora, bu- bu soyad. “Kael Vellora kim?” diye sordum boşluğa doğru heyecanla. Koruyucularda çok fazla soy olmadığından Kael’la bir akrabalığım mı var diye düşünmeden edemiyordum. Öte yandan olmayabilirdi de. Sadece aynı soy isimlere sahip Koruyucular olabilirdik. Tabi Kael bir Koruyucuysa. Kutsal yanımdan cevap gelmeyince sorumu tekrarladım. Neyse ki bu sefer cevap verdi. “Ben sadece seni bilirim Silva Sideras. Önceki hayatında ve bu hayatında senin bilmediklerini ben de bilemem.” Cevabı hayal kırıklığına uğratsa da fazla üzerinde durmadım. Ben bilmesem de Kael’dan kim olduğunu öğrenebilirdim. “Artık gitme vakti.”

❄️❄️❄️

Göz kapaklarımı usulca araladığımda görüşümden önce işitme yetim devreye geldi. Epeyce uzaktan ve sanki suyun altından geliyormuş gibi olan sesler çalınıyordu kulağıma. Sadece sesten ibaret değildi, bu savaşın vahşi sesiydi. Yaratıkların kükremeleri muhafızların bağırışları bir kez daha kulaklarımı dolduruyordu. Bayılmadan önce olanları anımsadım. Lanet cadılar kalkanı parçalamışlardı. Nowa, Nolan, Ragaz, Fenir. Olamaz, hepsi tehlikedeydi. Hiç düşünmeden yüzüstü yatırıldığım yataktan kalkmaya yeltendim lakin ansızın bedenimi esir olan sancılar hareket etmemi engelledi. Adeta kriz geçiriyormuşum gibi titreyen bedenim alev alev yanmaya başladı. Sanki damarlarımda yabancı bir sıvı vahşetle dolanıyor geçtiği yerleri patlatmaya uğraşıyor gibiydi. Bir şeyler bedenimi istila ediyordu. Zihnimin duru kısmında aslında ne yaşadığımı biliyordum. Uzun zamandır pasif halde olan kutsal yanım uyanışa geçmişti lakin bu uyanış hiç de yumuşak değildi.

Dudaklarımdan boğuk iniltiler dökülürken vücudum ter içinde kalmıştı. Yatağın üzerinde öylece kıvranıp duruyordum. Hücrelerime yayılan güç kaldırabileceğimden fazlaydı. Patlamak üzereydim. Gözlerim de dahil her yerim kavruluyordu. Bedenimdeki kontrolsüz güç bir istilacı gibi acımasızca benliğime nüfuz ediyordu. Dudaklarımdan ve göz pınarlarımdan süzülen bir ıslaklık hissettim. Göz yaşı sanarak parmaklarımla dokunduğumda karşılaştığım şey koyu bir kızıllık oldu. Titreyen parmaklarım gözümden süzülen kana bulanmıştı. Ağzımdan ve gözlerimden kan akıyordu. Tüm gücüm tükenmişti. Artık kıvranamıyor, boğuk boğuk inlemekten başka bir şey yapamıyordum. Elimden gelen tek şey acının dinmesini beklemekti ama geçmiyordu. Bitsin artık diye kendi kendime yalvarmaya başladığım esnada alnıma köz bırakılmış gibi hissettim. Ansızın peyda olan acıyla kasılırken kaşlarımın ortası kavruluyordu. Sanki biri oraya kızgın bir demir basıyor ya da ince bir bıçakla etimi kesiyordu.

Tamamen tükenmiş halde yatağa yığıldığımda kendime gelmem sandığımdan da uzun sürdü. Yeniden ayağa kalkabilecek duruma geldiğimde telaşla yataktan kalktım. İç çamaşırlarım dışında tamamen çıplak olan bedenimin üst kısmı sargılarla kaplanmıştı. Omzum ve kolum da sargıdaydı ama ani kalkışıma rağmen bile canım yanmamıştı. Koruyucu olmanın ilk avantajını kullanıyordum. Telaşla elime geçen ilk kıyafeti üzerime geçirdiğimde kaptığım küçük aynayı yüzüme doğrulttum. Savaştan çıkmış olmama rağmen kendimi hiç olmadığım kadar zinde hissediyordum. Adeta yeniden doğmuş gibiydim. Gerçi bu tabiri kullanmak artık o kadar da masum hissettirmiyordu.

Kirpiklerimi usulca aralarken heyecandan bayılabilirdim. Ben bir Koruyucuydum ve bundan emindim ama yine de korkuyordum. Ya yanılıyorsam ya her şey bir rüyadan ibaret çıkarsa. Titrek bir nefes verip gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm değişen gözlerim oldu. Eskiden kahve olan gözlerim şimdi ışıltılı bir mor renge dönüşmüştü. Bu bile kendi başına Koruyucu olduğumun en büyük kanıtıydı. İrislerimi usulca alnıma çevirdiğimde kaşlarımın ortasında gördüğüm işaretle tuttuğum nefesimi bıraktım. Ben gerçekten Koruyucuydum. Kaşlarımın ortasında bir çemberin ortasında duran kart tanesi sembolü vardı ve cılız mor bir ışıkla parlıyordu. Bu Koruyucuların işaretiydi. Heyecanım yanaklarımda ve dudağımda biriken kan lekeleriyle gölgelense de pek umursamadım. Kutsal yanım uyanırken kan ağlayacağımı tahmin etmemiştim ama buna değerdi. Titreyen ellerimle aynayı yerine bıraktıktan sonra küçük masada duran suyla bir bezi ıslatıp yüzümü temizledim. Kalbim deli gibi çarpıyordu. Mahvolmamıza çeyrek kala yaşadığım bu değişim paha biçilemezdi. Zahel’i kurtarmaya dair umutlarımızın tükendiği anda patlak veren saldırı bizi iyice umutsuz bir duruma düşürmüştü lakin işler bir anda lehimize dönüvermişti. Keyifli bir gülümseme dudaklarıma yayılırken siyah pelerinimi omuzlarıma bağlayıp hızlı adımlarla çadırın ön kısmına geçtim. Bir anda karşılaştığım manzara hiç de iç açıcı olmadı.

Valeria köşeye alelacele hazırlanmış bir yer yatağında baygın vaziyette yüzüstü yatıyordu. Neyse ki korktuğum başıma gelmemişti. Ragaz yanı başında duruyordu ve Nowa nasıl yaptığını bilmiyordum ama Azel’i kıstırmıştı. Öfkeden ağzından köpükler saça saça Azel’e saldırıyordu. Gücü sayesinde kendini korumayı başarabilse de sağlam birkaç darbe aldığı moraran gözünden ve patlayan dudağından belliydi. “Seni soysuz piç!” diye hırladı Nowa. Şayet Azel’in önüne ördüğü dumanımsı bariyer olmasaydı onu öldürecek gibiydi. Dışarda savaş devam ederken onun burada Azel’e saldırması deliceydi. Acaba Azel’in dediğini yapıp Nowa’yı kovmalı mıyım? Baş muhafızlar böyle davranıyorsa emri altındakiler ne yapsın? “Yalnız soysuz dediğin soyum abimin de soyu geveze muhafız.” Bu sözler üzerine iyice çilede çıkan Nowa peşi sıra yumruklarını Azel’in bariyerine indirse de istediği sonuca varamıyordu. Yara bere içindeki Azel’in suratı kasılıp ter damlacıkları alnında birikmeye başladığında Nowa’yı daha fazla tutmayacağını anladım.

Az sonra bariyer yok olacaktı ve Nowa Azel’e kim bilir ne yapacaktı. Sıktığı dişlerinin arasından “oğlum bariyerin yıkılması an meselesi.” dedi. Tam da düşündüğüm gibi onu bariyeri daha fazla tutamayacak noktaya gelene dek zorluyordu. “İşte o zaman seni eşek sudan gelen kadar kimse elimden alamayacak. Eşeği de çeşmeye bağlayacağım ki elimde ver son nefesini.” Bu dedikleri durumun ehemmiyetine rağmen dudaklarımın kıvrılmasına neden oldu. Ragaz başında beklediğini Val’den gözlerini ayırmazken daha fazla seyirci kalmayıp koşar adımlarla Nowa ve Azel’in arasında girdim. Kaldırdığı yumruğu beni fark etmesiyle havada asılı kalan Nowa’nın suratı çarpık bir hal aldı. Önce beni karşısında görmenin şaşkınlığını sonra da beni karşısında görmenin öfkesini yaşadı. “Ne halt ediyorsun Silva?! Çekil kenara!” Sesi bile ölümü vad ederken çekilmem söz konusu bile olamazdı. “Neler oluyor burada?” derken bağırdım ki tüm odağı üzerime toplayabileyim. Varlığımı çoktan fark eden Ragaz yanımıza geldiğinde kaşları çatık vaziyetteydi. “Yengecim sana bunları kov demiştim. Heriflere bak dışarda savaş var onlar burada benimle uğraşıyor.” Omzumun üzerinden ona ters bir bakış attığımda nihayet Nowa’ya direnmek zorunda olmadığı için rahatlamış görünüyordu.

“Bu soruyu bizim sormamız gerekiyor Silva. Burada neler oluyor böyle?” Bakışlarımı Ragaz’a kaydırdım. Sesi her zamanki gibi buz gibi olsa da bu sefer soğukluğu daha keskindi. Elbette önce açıklama yapması gereken bendim ama mesele şu ki kesinlikle anlatmak istemiyordum. Anlatırsam Nowa ve Ragaz cidden bacaklarımı kırabilirlerdi. “Evet.” dedi Nowa buyurgan ve merak dolu bir tonla. Öfkeden ve belirsizlikten yerinden duramıyordu. Öfke kusan gözleri Azel’in üzerine düşüp duruyordu. Sıktığı yumruklarını onun suratına geçirmek istediğini bilmek için kahin olmaya gerek yoktu. İkisi huzursuz edici bir beklentiyle suratıma bakarken omuzumun üzerinden Azel’e kısa bir bakış attım. Bana yapma der gibi bir ifadeyle baksa da omuzlarımı silktim. Yapmayıp ne yapacaktım sanki? Bu ikisi susarsam ortalığı birbirine katardı. Hem Nowa Azel’i öldürmek üzereydi. Gerçi anlattıklarımdan sonra da en az şimdiki kadar öldürmek isteyecekti. “Silva dilini mi yuttun? Biri bana ne haltlar döndüğünü anlatsın hemen! Anasını satayım ortalık ayağa kalkmışken ben nasıl uyanmadım?” Bu hali ciddi ciddi beni de ürkütmüştü. Haksız değillerdi tabi öfkelenmekte. Ben olsam ben de çıldırmış olurdum.

“Şey… yemeklerinizde uyku tozu vardı.” dediğimde ikisinin de gözlerinin büyüyüşünü anbean seyrettim. Ardından kaşları kızgınlıkla çatıldı. “Ne tozu lan? Neyin uykusu? Silva aklını mı kaçırdın? Savaştayız savaşta! Ordu komutanlarına nasıl uyku tozu veririsin?!” Böyle söyleyince kulağa korkunç geliyordu. Meselenin iç yüzünü bilmeyen biri düşmana çalıştığımı bile düşünebilirdi. Umarım Nowa ve Ragaz öyle düşünmüyordur. Nasıl söyleyeceğim bilmesem de dudaklarımı konuşmak için araladım ama bana kalmadan Ragaz konuşmaya başladı. “Açık değil mi?” diyen Ragaz çoktan her şeyi çözmüş gibiydi. Bakışları bir benim bir Azel’in üzerinde gezinirken çıkarımlarını anlatmaya devam etti. “İkisi.” dedi beni ve arkamdaki Azel’i işaret ederek. Nowa anlamak için çabalayan ifadesiyle bizi süzerken dikkat kesilmiş Ragaz’ı dinliyordu. “İkisi bizi uyuttular.” “Neden?” diye soran Nowa’nın sabrı tükenme noktasına dayanmıştı. “Muhtemelen şu…” diyen Ragaz Azel’i işaret ettiğinde arkamdaki adamın yutkunduğunu duydum. “Silva’yı Roan’a gitmesi için ikna etti. Engel olamayalım diye de bizi uyuttular.”

Eh nokta atışı dedikleri sanırım buydu. Ragaz’ın keskin zekasına hayran mı olsam arakama bile bakmadan kaçıp gitsem mi bilemedim. Azel arkama iyice sinerken suratına bir tane geçirmek istedim. Şu anki sorunumuzun baş mimarlarındandı ne de olsa. “Seni!” diyerek üzerime daha doğrusu Azel’e yürüyen Nowa’yı kollarımı açıp arakaya doğru uzatarak durdurdum. Azel’i korumamın şokunu yaşayan Nowa’nın kaşları mümkünmüş gibi daha da çatıldı. “Bir de onu koruyor musun?!” derken tek kaşı tekinsiz bir ifadeyle havalanmıştı. “Evet, benim görevim bu.” desem de Nowa sözlerimin altında yatanları kurcalamadı. Henüz gözlerimi ve alnımdaki işareti de fark edebilmiş değillerdi. Emin Val olsa anında fark ederdi. Göz ucuyla ona baktığımda huzurlu bir uykudaymış gibi göründüğünü fark ettim. Belli belirsiz yükselip alçalan sırtından nefes aldığını anlamak içime adeta su serpti.

“Onun sülalesini elden geçireyim sıra sana da gelecek.” diyen Nowa resmen gözü dönmüş gibiydi. Roan’a gitmeme şiddetle karşı çıkmışken arkasından çevirdiğim dolapları öğrenince resmen kan beynine sıçramıştı. Ragaz da en az Nowa kadar tekinsiz olan bakışlarını üzerimizde gezdirse de işin şiddet kısmını Nowa’ya bırakmış kenardan keyifle izliyordu. Arkama sinmesine rağmen başını omzumun üzerinden uzatan Azel “lan geveze niye anlamıyorsun sülalemde abim de var.” dediği an Nowa direkt üzerime atıldı. Omzumun üzerinden yakalayamaya çalıştığı Azel geri kaçarken ellerimle Nowa’yı itmeye uğraşıyordum ama bu üzerime atlayan bir wampusu uzaklaştırmaya çalışmaktan farksızdı. “Ortalığı karıştırmasana!” diye çıkıştım omzumun gerisinden baktığım Azel’e. İnatçı çocuklar gibi omzunu silkip yüzünü buruşturdu. “O da sülalemi karıştırmasın o zaman. Ben onun şu dakikalarda bir taraflarında pireler gezinen babasını karıştırıyor muyum?” Yemin ederim bu Azel beni öldürecekti. Sözleri Nowa’yı iyice çıldırtırken ben de kafayı yiyecektim. İçimden gülmek geçiyordu ve kendimi zor tutuyordum. “Bir el atmak ister misin?” desem de Ragaz yardım etmeyeceğini açıkça belli etti. Hatta hak ettiğimi bile söylüyordu.

Daha fazla dayanamayıp tüm gücümle Nowa’yı göğsünden ittiğimde bizden birkaç metre uzaklaşarak sendeledi. Neyse ki sağlam refleksleri sayesinde ayakta kalmayı başardı. “Dur durduğun yerde yoksa birkaç kaburgan kırılacak.” Şaşkınlıkla suratıma bakarken onu nasıl itebildiğimi çözmeye uğraşıyordu. Hala gözlerimi de işaretimi de fark etmiş değildi. Öfke ve kafa karışıklığıyla yerinde tepinirken “hemen neler olduğunu anlatıyorsun tanrıçam. Kafayı yemek üzereyim ve bu hiçbirimiz için iyi olmaz.” dediğinde sen tonundan bile sabrının tükendiği anlaşılıyordu. “Sanki çok aklı başında da.” diyerek söylenen Azel’e dönüp ölümcül bir bakış attığımda ağzına fermuar çekiyor gibi yapıp sustu. “Ragaz haklı. Roan’ın yanına gitmeye karar verdim ve…” “O mu seni zorladı?” diyerek lafımı kesen Nowa’nın sivri bakışları arkamdaki Azel’deydi. “Zorlama değil de daha çok dizlerinin üzerine çöküp yalvardı.” dediğimde arkamdan Azel’in çıkardığı memnuniyetsiz homurtuları duysam da aldırmadım. Ne de olsa o da az önce kızgın bir boğayı andıran Nowa’ya kırmızı bayrak sallayıp durmuştu. “Engel olursunuz diye yemeklerinize uyku tozu kattık. Sen uyuduğunda da Roan’ın çadırına gittim ama sonra kararımdan vazgeçtim.” dediğimde gözle görülür bir rahatlama yaşamıştı Nowa ve Ragaz.

“Tam gideceğim esnada Azel çadıra dalıp beni oradan çıkardı ve Roan’a da ağzının payını verdi.” Bu sefer kaşları şaşkınlıkla büküldü. Azel’e yaratık görmüş gibi bakıyorlardı. Eh haksız da sayılmazlardı. Azel’in dengesizlikleri insanda denge bırakmıyordu ki. “Saldırı da Azel’in işi değil. Kısaca ordusu kıçını tekmelemiş diyebiliriz.” Azel bir kez daha homurdansa da görmezden geldim. İyice kafaları karışan ikiliden Ragaz “yani Azel’in suçu yok.” dediğinde başımı onayla salladım. “Nasıl yok anasını satayım? Bu yaratıkları en başta başımıza bu suratsız musallat etmedi mi?” Haksız sayılmazdı ama şimdi bunu tartışmanın sırası değildi. Dışarda çatışma devam ederken oturup burada mahkeme kuracak halimiz de vaktimiz de yoktu. Kuru bir öksürük sesi aramıza girdiğinde hepimizin başı Valeria’dan tarafa döndü. Oturur pozisyona geçmiş olan Valeria yaralarından kaynaklanan acıdan olsa gerek yüzünü buruşturmuştu. Daha biz onun uyandığı gerçeğini idrak edemeden Ragaz ve Azel Valeria’ya koştu. İkisi dizlerinin üzerine çöküp Valeria’yı kontrol etmek isterlerken birbirlerine tuhaf bir ifadeyle baktılar. Bu manzara karşısında Nowa’yla ben de birbirimize baktık. Hadi canım.

“Yok ebesi.” diyen Nowa şoke olmuş gözlerle bana bakıyordu. “Aynı şeyi mi düşünüyoruz?” dediğinde cevap vermedim. Düşünmekten öte ben biliyor bile olabilirdim ama bunu ona söyleyip ortamın yeniden gerilmesine neden olamazdım. “Saçmalama Ragaz’dan bahsediyoruz.” diyerek Azel’e çevrilen okların yönünü değiştirdim. Zaten Azel’den çok Ragaz şaşırttı beni. “Evet, Ragaz’dan bahsediyoruz. Toprak Tanrısının Valeria’yı istediğini öğrenince deliren Ragaz’dan.” deyince adeta dilim tutuldu. Ben bunu hiç düşünmemiştim. Ragaz’ın göğsünde taş taşıdığına dair kalıplaşmış bir yargım vardı ve bunu yaratan kesinlikle ben değildim. Hal böyleyken Nowa’nın dediğine pek de ihtimal vermemiştim. Şimdi ise biraz daha hareket etmezsem küçük dilimi yutacaktım ve bu sefer birbirine giren Azel ve Ragaz olacaktı. Zira şu anda ikisi birbirine avını gözüne kestiren aslanlar gibi bakıyordu. Her şeyden bir haber olan Val ise karşısındaki iki adama cansız gözleriyle bakıyor neler olduğunu anlamaya çalışıyordu.

Masadan bir bardak su kapıp hızlı adımlarla yer yatağına yaklaştım. Dizlerimin üzerine oturup Val’in bardaktaki suyu içmesini sağladıktan sonra onu baştan aşağı süzerken “iyi misin?” diyen sordum. Yaralandıktan sonra Azel onu götürmüştü ama sonrasında olanlardan bihaberdim. “İyiyim.” derken görüşünü netleştirmeye çalışır gibi gözlerini kırpıştırarak etrafa bakınıyordu. “Kızıl.” diyen Azel elini Val’in omzuna dikkatlice yerleştirdi. Sesi de hareketleri de sanki onu kırmaktan korkar gibiydi. Val henüz tam olarak kendine gelmediğinden olsa gerek Azel’e bir tepki vermedi ama Ragaz’ın tüyler ürperten bakışları Azel’de ve Valeria’nın omzundaki elindeydi. Çevik bir hareketle parmaklarıyla bileğini kapıp kabaca çektiğinde artık ikisi de birbirine düşmancıl bakışlar atıyordu. “O elini kırarım.” dedi Ragaz tüyler ürperten sesiyle. Gözlerini kısan Azel hiç de korkmuş gibi değildi. Dudağının kenarı tehlikeli biçimde kıvrılırken kıstığı gözlerini Ragaz’dan ayırmıyordu. Birbirlerini girmeleri an meselesiydi. “Kırdığın elimle kafanı koparmayı da bir kadının saçlarını okşamayı da iyi bilirim. Senin aksine.”

Sözleri hepimizde özellikle de Ragaz da adeta gülle etkisi yarattı. Bahsi geçen kadının Val olduğunu anlamamak imkansızdı. Şöyle bir düşününce Azel’i bir kadının saçlarını şefkatle okşarken hayal edebiliyordum ama aynısı Ragaz için geçerli değildi. Tabi bu benim onu bildiğim kadarıyla böyleydi. Ragaz’ın kendi içinde nasıl bir adam olduğunu tam olarak bilmiyordum. Öfkeden yüz kasları seğirmeye başlayan Ragaz bir anda Azel’in yakasına yapışıp kafasını burnuna müthiş bir hızla gömdü. Sendeleyerek yere yığılan Azel kanayan burnunu tutarken dakikalar sonra ancak doğrulabildi. Nowa’yı durdursam Ragaz başlıyordu. Aklımı kaçırtacaktı bunlar bana. “Al işte sen anca kırıp dökmeyi bilirsin.” Hızlıca araya girip olası kavgayı önlemek için Val’i omuzlarından kavradım. Şimdi daha iyi ve kendinde görünüyordu. Bakışlarımız buluştuğunda gözleri büyüdü. Dudakları şaşkınlıkla aralanırken telaşla ellerimden kurtulup ben daha ne olduğunu anlamadan alnını yatağın zemine bastırdı. Doğrulduğunda “Kutsal Koruyucu selamlıyorum.” dedi ve sözleri herkeste şok etkisi yarattı. Tam da tahmin ettiğim gibi Val hemen fark etmişti. Diğerleri ise ağızları açık vaziyette bize bakıyordu.

Bölüm : 28.05.2025 19:06 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...