Evet, evet. Yeni bölüm geldi. Oy verip bol bol yorum yapmayı ve beni de takip etmeyi unutmayın😉
Silva
Su sarayın devasa kapıları önüne geldiğimizde bize eşlik eden muhafız önden girerken bir an duraksayıp birbirimize kısa bir bakış attık. Onun da yaptığımızın doğru olup olmadığını sorguladığına nerdeyse emindim. Zira Valeria için benden önce Zahel geliyordu. Zahel ona elini uzatmış yeni bir hayat yeni bir ev ve belki de yeni bir aile vermişken ondan gizli kapaklı iş yapmaktan pek de memnun olduğunu sanmıyordum. Yine de buradaydı, bana yardım ediyordu. Onun için değerli bir dost olduğumu hissetsem de şimdi tam burada benimle yürürken yine de kendini sorguluyordu. Onu yargılamıyordum, hatta sorgulamasa ben onu sorgulardım. Zahel belki de onu dehşet verici kötülüklerin pençesinden kurtarmışken onu hiçe sayması benim nezdimde tam bir nankörlük olurdu.
Belki de en nefret ettiğim şey nankör insanlardı. İnsanlar kendilerine yapılan onca iyiliği onca fedakarlığı gün gelir hiçe sayardı. En dehşet verici olanı da yapmanı ben istemedim demeleriydi. Bu kötülüğün ete kemiğe bürünmüş haliydi, daha berbatını hayal etmekse mümkün değildi. Sen karşındaki için onca şey yaparsın gün gelir o insan karşına geçer kirli ağzını açıp o balçık kaplı sözleri hiç düşünmeden sarf ederdi ve bundan daha yıkıcı bir şey olamazdı. Ağzını açamazsın, tek kelime edemezsin, dilin lal olur da ne söyleyeceğini bilemez öylece kalırsın. Kalırsın ve üzerine yıkılan o enkazın altında boğulduğunu, sıkışıp kaldığını hissedersin.
Aynı zamanda bir şeyleri karşılık bekleyerek yapan insanlardan da nefret ederdim, her daim çıkarlarını gözetenlerden. İki yüzlüdürler, alçaktırlar ve tehlikelidirler. Çıkarcı bir insandan daha tehlikeli çok az şey vardır. O insanlar çıkarları uğruna sizi göklere çıkarabileceği gibi yerle bir de edebilirdi. Acımasızlardır, yaptığı iyiliklerden keyif almadıkları gibi kötülükleri de içlerinde acı uyandırmazdı. Merhametten yoksun, kalpsiz canavarlardır. Koyun postuna bürünmüş insanlar bir kurttan daha tehlikeli ve vicdansızdır.
Buz mavisi ve krem rengin hâkim olduğu iki kanatlı kapıdan içeri adım attığımız anda bizi devasa bir salon karşıladı. Karşımızda uzanan üç metre genişliğinde mermer zemin tertemiz ve kusursuz görünürken etrafı kısaca süzdüğümde yaşadığım şaşkınlığı gizlemeye çalıştım. Taş zeminin iki yanı tamamen sularla kaplıydı. Berrak ve dingin görünen su zaman zaman dalgalanırken etraftan yayılan tuzlu deniz kokusu doldu burnuma. Suyun üzerindeki nilüferlere baktığımda gördüğüm güzellik karşısında hayrete düşerken buranın Su Sarayı olduğunu bilmesem de su sarayı olduğunu tahmin edebileceğimi düşündüm.
Adeta bir köprü görevi gören taş zeminde ilerlerken attığımız her adımda zeminle buluşan ayaklarımızın sesi salonu dolduruyor birkaç hizmetçinin meraklı bakışları üzerimizde geziniyordu. Yolun sonunda kapalı bir kapının önünde tüm ihtişamıyla duran Su Tanrısı güçlü adımlarla bize doğru yaklaşırken kendimi etrafı süzmekten alıkoydum. Nolan’ın sıcakkanlı biri olduğunu düşünsem de henüz onu tanımadığımdan kendimden emin görünmem gerekiyordu. Her şey bir yana bir tanrıça olarak dik durmalı ve ağırbaşlı davranmalıydım. Valeria yarım adım gerimde bana eşlik ederken yolun sonuna doğru aramızda küçük bir boşluk kalacak şekilde durduğumuzda Valeria başını öne eğerken Su Tanrısını selamladı.
“Su Tanrısına selam olsun.” Doğrulduğunda Nolan kısaca gülümserken bakışlarımız buluştu. Artık bir tanrıça olduğumu bildiğimden onu selamlamam gerekmiyordu. Ancak şu duruma pek de hazırlıklı olmadığımdan bir an ne diyeceğimi de kestiremedim. “Sizi burada gördüğüme sevindim Ölüm Tanrıçası. Sen de hoş geldin Valeria Zelt.” Samimi selamlayışı içimi bir nebze de olsa rahatlatırken Valeria’nın adını biliyor olmasının yaşattığı şaşkınlığı gizlemeye çalıştım. “Habersiz ziyaretimizi mazur görün lütfen. Önemli ve acil olmasa bu kadar erken bir saatte habersiz rahatsız etmezdik.” Başını ağı ağır iki yana sallarken genişçe gülümsedi. “Hiç mühim değil. Ayrıca bana Nolan dersen çok memnun olurum. Tabi uygunsa.” Başımla onaylamamla birlikte aramızdaki resmiyetin kalkışı gerginliğimi biraz daha azalttı.
Kısa süre öncesine kadar basit bir insandım, kayda değer bir özelliği olmayan. Şimdi ise tanrılarla tamamen olmasa da rahatça görüşebilecek biri olmuştum. Yine de gerilmeden edemiyordum. Onların kutsal doğası varlığıma ilmek ilmek işleniyor içimde tapınma isteği uyandırıyordu. Gerçi bu konunun da belli başlı istisnaları vardı. Hava ve Ateş Tanrısı kesinlikle bu istisnaya dahildi. “Geldiler mi?” duyduğum ses bana yabancıydı. Nolan’ın arkasında beliren bir kadın zarif adımlarla ve yüzündeki hoş gülümsemesiyle bize doğru yaklaşırken bakışlarını üzerimde gezdirmekten geri durmuyordu. Rahatsız hissetmiyordum, aksine yaklaşan kadın en az Su Tanrısı kadar samimi hissettirmişti.
Kadın Su Tanrısının yanındaki yerini alırken gülümsemesi daha da genişledi. Üzerinde ince askılı, kabarık bir eteği olan ve ışıltılı taşlarla süslenmiş buz mavisi renginde bir elbise vardı. Sırf bu haliyle bile bir soylu gibi görünürken beyaz teni, mavi gözleri ve soğuk sarı tonlarındaki uzun saçlarıyla daha da hoş görünüyordu. Adını henüz bilmiyordum. Lakin karşımdaki kadının Su Tanrısının eşi olduğuna emindim. “Sizi burada görmek çok hoş tanrıça. Ben Yurin Nolan’ın eşi ve Su tanrıçasıyım.” “Çok memnun oldum. Ben de Silva, Zahel’in eşi ve Ölüm Tanrıçası.” Bu konuda pek bir tecrübem olmadığından Yurin’nin cümlelerini kendime uyarlayarak ona söyledim. Neyse ki herhangi bir sorun olmadı. Su Tanrıçası sıcak bir gülümsemeyle bakışlarını Valeria’ya kaydırdığında onun da mı Valeria’yı tanıdığını sorguladım.
“Seni gördüğüme de sevindim Valeria. Uzun zaman olmuştu.” Valeria başını hafif eğik vaziyette duruyordu. Siyah kapüşonu yüzünü büyük oranda gizlerken “ben de sizi gördüğüme sevindim Tanrıça Yurin.” derken gülümsediğine emindim. Karşımda duran tanrı ve tanrıça birbirlerine kısa bir bakış atıp sevgi dolu bir gülümseme sunarken Nolan elini Yurin’in omuzuna yerleştirip kendine doğru yaklaştırdı. Bu küçük bir hareket olmasına karşın anlamı çok büyüktü. Tanrıların her durumda konu ne olursa olsun ölçülü davranması gerekirken Nolan sevdiği kadın konusunda bunu pek umursamıyordu anlaşılan. Zira umursuyor olsaydı saraylarına gelen bir tanrıçanın karşısında böyle bir harekette bulunmazdı.
Durumu hiç yadırgamadım. Zira hala Wienor’un geleneklerine uyum sağlamaya çalışıyordum. Şayet öyle olmasaydı bile iki insanın birbirlerine olan sevgilerini çekinmeden göstermelerini yadırgamazdım. İkisinin de gözleri sevginin ışığıyla parıldarken yüzlerine yerleşen sıcak gülümsemeyle bize döndüler. “Bu kadar erken geldiğinize göre kahvaltı etmeye fırsatınız olmamıştır diye tahmin ediyorum. Lütfen bize eşlik edin.” Valeria başını bana doğru çevirdi. Bir saniyeliğine birbirimize baktıktan sonra “neden olmasın.” dedim. Yurin haklıydı. Nowa’nın kapımı yumruklamasından bu yana gelişen olaylar silsilesinin arasında bir şeyler yemeye fırsatım olmamıştı. Karnımın guruldaması an meselesiyken ciddi bir görüşme yapmak epeyce riskliydi. Valeria’ın ne durumda olduğundan bir haberdim. Kahvaltı ettiyse bile portal açmak onu yormuş olmalıydı. Biraz bir şeyler yemekten zarar gelmezdi.
Nolan eliyle geçmemizi işaret ettiğinde onların eşliğinde kapıları açık bir odaya doğru ilerledik. İçeri girdiğimizde bizi sağ tarafta bir yemek masası karşılarken sol tarafta küçük ama göz kamaştıran bir fıskiye duruyordu. Ritmik sus sesi kulağa rahatlatıcı bir melodi gibi gelirken Nolan ve Yurin bizim oturmamızı beklediler. Dikdörtgen masanın bir kenarında yan yana yerlerimizi alırken Nolan tam karşımdaki sandalyeyi Yurin’in oturması için çekti. Su Tanrıçası ışıl ışıl bir gülümse sunarak yerine yerleştikten sonra Nolan da kendi yerini aldığında kapının önünde duran muhafızlara başıyla işaret verdi.
Sessiz işaretinin ne manaya geldiğini çözemesem de birkaç saniye içinde odadaki tüm hizmetçilerin çıkmasının ardından muhafızların da kapıları kapatarak çıkmasıyla birlikte bunun yalnız kalmamız için bir işaret olduğunu idrak ettim. “Lütfen buyurun. Kahvaltıdan sonra konuşabiliriz.” Onaylayıp önümdeki yiyeceklerden birkaç lokmayı ağzıma attım. Nolan ve Yurin ne denli cana yakın olursa olsun kendimi yine de biraz gergin hissediyordum. Sanki en ufak hataya dahi müsamaha gösterilmeyen bir ortama düşmüş gibiydim. Beynim hislerimin yanlış olduğunun farkında olsa da kendime pek engel olamıyordum. Gerilmemi gerektirecek bir şey yoktu, onlarla aynı konumdaydım. Öyle olmasa dahi beni hoş karşılayacaklarına emindim.
Karnımı doyurmakla uğraşırken birkaç derin nefes aldım ve Nolan’a neleri soracağımı düşünmeye başladım. Ciddi bir şey öğrenebileceğime dair umudum yok denecek kadar az da olsa şansımı denemek istiyordum. Biri Zahel’in canını almaya kalkışmışken boş boş oturup başkalarının o adamı bulmasını beklemem mümkün değildi.
Nolan ve Yurin birbirlerine aşk dolu gözlerle bakarak kahvaltılarına devam ederken istemsizce gülümserken iç geçirdim. Dünya bir anlığına gözlerimin önünden yok olurken Zahel’i düşündüm, onun yanında eşi olarak duran kendimi düşündüm. Acaba biz de böyle olabilir miydik? Her şeye rağmen bir gün birbirimize aşkla bakmamız mümkün olacak mıydı? Her şey bir ip yumağını andırırken bu gerçekleşmesi zor bir hayal gibi görünüyordu. Konuşmadığım çok şey vardı, ondan sakladıklarım, benden sakladıkları vardı ve en önemlisi birbirimize karşı ne hissettiğimizi hiç dile getirmemiştik. Onun ne hissettiğinden emin değildim, kendi hislerimi ise bir türlü itiraf edemiyordum. Bazı anlar kendimi ilişkimizin bir zorunluktan ibaret olduğunu düşünürken ve gözümden yaşlar süzülürken buluyordum.
Bu ihtimal benim için en korkuncuydu. Düşünmek istemiyordum, doğru olmadığını biliyordum. Ne hissettiğini kestiremesem de Zahel’in zorunluluk hissetmediğine emindim. İlişkimizin öyle korkunç bir hala almayacağına eminken hayal ettiğim gibi bir hal alacağını da pek sanmıyordum. Bir süredir aynı pozisyonda durduğumu fark ettiğimde hızlıca kendimi toparlasam da başka bir şey yemedim. İştahım bir anda kaçmıştı. Kısa bir süre sonra herkes çatal kaşıklarını bırakıp kahvaltının bittiğini gösterdiklerinde Nolan “sanırım artık konuşabiliriz.” dedi. “Ah… evet, elbette.” Bakışlarını Yurin’e kaydırdığında Yurin gülümseyerek sandalyesini geriye doğru itip ayağa kalktı ve mavi gözleri beni buldu.
“Seninle tanıştığıma sevindim Silva. Umarım yeninden karşılaşırız.” “Umarım.” dedim gülümsemesine karşılık verirken. Zarif adımlarla masadan uzaklaşırken Nolan’ın bakışları bu sefer beni buldu. Tereddütlü bir ifade kaşlarının hafiften çatılmasına neden olurken gülümsemeyi ihmal etmeyerek konuştu. “Konuşmak istediğin meselenin özel ve önemli olduğunu düşünüyorum. Senin için de sakıncası yoksa yalnız konuşsak daha iyi olur.” Bir saniyeliğine Valeria’ya döndüğümde sadece başıyla onayladı ve Yurin’in peşinden gitti. Açılan kapı tok bir sesle kapandığında tüm ciddiyetimle Nolan’a döndüm.
“Ne hakkında konuşmak istiyordun?” “Eski Su Tanrısı hakkında.” Nedense baban hakkında demek istemedim. İçimden bir ses bu şekilde söylemememin daha az acı vereceğini söylüyordu. Nolan çenesinin altında yerleştirdiği ellerini çekerken bakışları önüne düştü. Yüzünde kederli bir ifade belirdiğinde ne hissedeceğimi kestiremedim. Koşullar başka olsaydı kesinlikle yarasını deşmek istemezdim. Lakin başka seçeneğim yoktu işte. “Mesele suikastçıyla mı ilgili?” Umduğumdan daha hızlı çömüştü olayı. Gerçi onun bir tanrı olduğunu unutarak hata eden taraf bendim. “Aslında öyle.” dediğimde sesim az önceki kadar kararlı çıkmamıştı.
“Sanıyorum Zahel’in durumdan haberi yok.” Sessiz kaldım ve Nolan sessizliğimi evet olarak algılayıp devam etti. “Belki de aramızda suikastçıyı bulmayı en çok isteyen o. Neden onunla değil de benimle konuşmak istedin?” “Tanrıları öldürmüş birisi söz konusu. Zahel onu bulmaya çalışarak kendimi tehlikeye atmama müsaade etmez.” Cevabı makul bulan Nolan onaylarcasına başını salladı. “Sen yine de tehlikeye girmeyi göze aldın?” Bu hem bir soruydu hem de değildi. Zaten emin olduğu bir şeyi doğrulamak istiyordu. “Evet.” Gülümsedi. Ancak bu seferki gülümsemesi bir şeyi başaran birinin gülümsemesi gibiydi. “Nihayet Zahel’in kendi dengini bulmasına sevindim.” dediğinde gurur ve utanç karışımı bir ifadeyle gülümsedim.
“Pekâlâ sanırım önce kimin ne amaçla suikastçıyı bulmak istediğini anlatmalıyım.” Bir an afalladım. Herkesin farklı bir amaçla suikastçının peşinde olabileceğine hiç ihtimal vermemiştim. “İlk olarak Aeros’dan bahsedeyim. Görünürde suikastçıyı en çok isteyen o gibi görünüyor. Öyle de. Ancak derdi babasının intikamını almaktan ziyade onurunu korumak.” Kaşlarım merakla büküldü. Hava Tanrısının onuruyla suikastçının ne ilgisi vardı? “Suikastçının bulunamaması hepimizle ilgili dedikodulara neden oldu. Halk tanrıların babalarını öldüren kişiyi bulmayı beceremediğinden bahsederken, bir katili dahi yakalamayan tanrıları sorgulamaya başladı. Bu durum en çok Aeros’u sinirlendirdi. Otoritesinin sorgulanmasına sebep olduğundan suikastçıyı bulmak istiyor.”
Sessiz kalıp edindiğim bilgileri kafama yerleştirirken Nolan sakin bir tavırla anlatmaya devam etti. “Roan ise pek umursamıyor. Suikastçının bulunup bulunmamasıyla ilgilenmiyor. Ona göre hava hoş. Silas ise babasını öldüren adamın ceza alması konusunda oldukça istekli. Zahel de aynı şekilde babasına ve kendine hizmet eden danışmanları öldüren adamı cezalandırmak istiyor. Bu yüzden Silas ve Zahel suikastçıyı bulmak için beraber epey çaba sarf ettiler.” Bir saniyeliğine duraksarken ben de durumu kafamda ölçüp biçiyordum. “Işık Konseyinin de derdi Aeros’la benzer. Konseyin itibarı zaten pek sağlam değildi. Üzerine bir de suikastçıyı bulamamaları onları iyice kızdırdı. Başta amaçları suçlunun cezasını sağlamaktı. Ancak şimdi onu yakalayarak otoritelerini sağlamlaştırmak istiyorlar.”
Beklemediğim bir şekilde herkes farklı sebeplerden suikastçının peşindeydi, tabi buna keyfine düşkün Ateş Tanrısı dahil değildi. Kısa bir sessizlik oluşurken merak usul usul içimi kemirmeye başlamıştı. Nolan ışık konseyi de dahil herkesin amacından bahsetmişti, kendininki hariç. Sorup sormamak arasında yaşadığım kararsızlıkla dudağımın kenarını kemirirken Nolan konuşmasına devam etti. “Bana gelecek olursak.” Duraksadı. Sessizliğin uzayıp gideceğini sansam da öyle olmadı. “Elbette suçlarının cezasını almasını isterim. Ama kişisel olarak kin beslemiyor ya da intikam almak istemiyorum.” Sesinde sezdiğim keder fıskiyeden akan suyun sesinden bile baskındı. Yanılmıştım, babasının ölümü Su Tanrısını o kadar da yaralamamıştı.
Sıkıntıyla iç çekti. “Babam…” bu kelime dudaklarından güçlükle çıkmıştı. Sanki yabancısı olduğu bir kelimeyi telaffuz etmeye çabalıyordu ve bundan hiç memnun değildi. “Onunla aram iyi değildi. Otorite ve güç delisi biriydi. Sevgiden hiç hoşlanmazdı, gülümsememe müsaade etmezdi, çocuk olduğum zamanlar oyun oynamama izin vermezdi. Ona göre bir tanrı ciddi olmalı, gülmemeli ve gereksiz duygular beslemeliydi.” Her bir kelimesinde ifadesi daha da kararan Su Tanrısı geçmişinin anılarını hatırlıyor ve yüzünde beliren kederli ifadeye engel olamıyordu. Sesi giderek daha az çıkarken işittiklerimin acımasızlığı karşısında donup kalmış öylece dinliyordum. “İstemediği şeyleri yaptığımda beni aşağılamaktan ve dövmekten hiç çekinmiyordu. Tıpkı anneme yaptığı gibi.” Bir kez daha duraksadığında bu sefer sesi boğuk çıkmaya başlamıştı. Bir anlığına ağlayacak gibi olduğunu sansam da yerinde dikleşip hızlıca kendini toparladı ve gülümsedi.
“Bu yüzden suikastçının onu öldürmüş olması beni o kadar da etkilemedi.” Bir süre ikimiz de sessiz kaldık. Hazır sorularım vardı. Lakin az öne işittiklerimden sonra Nolan’a biraz müsaade etmem gerektiğinin farkındaydım. İstemesem de yaralarının deşilmesine sebep olmuştum. İçimden bir ses anlattıklarının gerçekte olanların çeyreği bile olamayacağını söylüyordu. Zira gözlerine çöken keder o kadar büyüktü ki anlattıklarının yüzeysel olduğuna emindim. “Nasıl öldü?” dedim. Ona yeterince zaman vermem gerekiyordu. Lakin hissettiği acı ve kederi geçirecek zamanın mümkün olmadığının bilincindeydim. Bu acı onunla birlikte her daim var olmaya devam edecekti.
“Bir gün normalden farklı şekilde uyandım. Sanki bir anda üzerime koca bir yük binmiş gibiydi. Gözlerimi açtığım ilk anda neler olduğunu anladım. Ama inanamadım. Koşup ayanın karşısına geçtiğimde kaşlarımın ortasında beliren Su Tanrısı işaretini gördüm. Bunun iki anlamı vardı, ya babam ilahi doğasını yitirecek kadar zayıf düşmüştü ya da ölmüştü. Tüm yaptıklarına rağmen öldüğünü öğrenince içimde bir fırtına koptu. Çalışma odasından pek çıkan biri olmadığından direkt oraya koştum. Kapıyı açtığımda cansız bedeniyle karşılaştım. Her zamanki gibi koltuğunda oturuyordu. Ama her zamankinden farklıydı. Başı önüne düşmüş üstü başı kana bulanmıştı. Suikastçı onun boynunu keserek ölmesini sağlamıştı.”
Bu sefer sesi ruhsuz çıkıyordu. İlk anda babasının ölümüne üzülmüş olsa da yasının pek de uzun sürmediği aşikardı. “Basit silahlar tanrıları öldürebiliyor mu?” dedim merakla. Bildiğim kadarıyla tanrılara ölümcül bir yara vermek zordu. Yaraları çok çabuk iyileştiği gibi basit silahların verdiği zarar da epey düşük oluyordu. “Hayır, suikastçı özel bir silah kullanmış. Tanrıların canını alabilen bir silah. Ayrıca babamdan aldığı tek şey canı değildi.” dediğinde başımı hızlıca ona doğru çevirdim. Merak ifademi şekillendirirken aklımdan türlü türlü ihtimaller geçmeye başladı. “Başka ne aldı?” “Öldürdükten önce mi yoksa sonra mı yaptığını bilmiyorum ama suikastçı onun dilini kesmiş.” Gözlerim dehşetle büyürken şaşkınlığımı gizleyemedim. Tek amacının öldürmek olduğunu sandığım suikastçının eski su tanrısının dilini kesmiş olmasına anlam veremiyordum.
“Bunu neden yapsın ki?” “Bilmiyorum. Ancak bunu öldürdüğü her tanrıya yapmış.” Şok içinde kalakaldım. “Bunu bir mesaj vermek için yaptığını düşünsek de asla temellendiremedik.” “Peki arada bir bağlantı kurabildiniz mi?” “Maalesef. Çok uğraştık ama suikastçının tanrıları neden öldürdüğünü çözemedik.” “Ya şu danışmanlar?” “Onlarla ilgili bir şey de yok. Hepsi görevlerini layıkıyla yapan kişilermiş.” Kafamın içinde tahminler, ihtimaller at koştururken elimi çenemin altına yerleştirip düşünmeye koyuldum. Henüz fark edememiş olabilirlerdi. Ancak arada muhakkak bir bağlantı olmalıydı. Suikastçı bu cinayetleri boşuna işlememişti, belli bir amacı ya da nedeni vardı ve kesilen diller de bunu destekliyordu.
“Bağlantı kurmak yerine herkesi tek tek ele almayı denediniz mi?” dedim merak, umut ve heyecan karışımı bir ifadeyle. Nolan kaşlarını çatarak öne doğru yaklaşıp “nasıl yani?” dediğinde derin bir soluk aldım. “Eski Su Tanrısıyla ilgili alışılmadık bir şey var mıydı? Gözüne çarpan, sana tuhaf gelen.” Geriye yaslanan su tanrısının kaşları bu sefer düşünceli bir ifadeyle çatılırken beklentiyle vereceği cevabı beklemeye koyuldum. “Çok uzun zaman önce adalara bir haftalığına bir ziyaret yapmıştı. Daha önce adalara gittiğini hiç görmemiştim ve o seferden sonra da bir daha gitmedi.” Bu bilgiyi bir süre tartıp düşünsem de kafamda oluşan yapboza uyan bir parça değildi. Önemsiz bir ziyaretin öldürülmesiyle bir ilgisi olabilir miydi? Eğer durum buysa gerçeği öğrenmem mümkün değildi, eski su tanrısının ruhu bana musallat olmadığı sürece.
“Neden gittiğini bilmiyor musun?” “Hayır. O zamanlar çok gençtim ve bunu umursamadım. Ama öldükten sonra önemli olabileceğini düşünüp neden gittiğini öğrenmeye çalıştım ancak sonuçsuz kaldım.” Aldığım cevapla birlikte omuzlarım düşerken kafamda yeni bir plan oluşturmaya koyuldum. Suikastçıya dair bir şeyler öğrenmenin zor olacağını biliyordum. Lakin bu kadar zor olmasını beklemiyordum. Gerçi bu kadar zor olmasaydı şimdiye kadar yakayı ele vermiş olurdu. “Yine de bir şey var.” dediğinde bir kez daha umutla ona döndüm. Yüzünde kararsız bir ifadeyle bana bakarken birkaç saniye sessiz kaldı.
“Babamın önemli şeyleri kaydettiği bir defteri vardı. Ancak mühürlemiş. Yıllarca uğraştım ama açamadım.” “Defteri görebilir miyim?” dedim heyecanla. Su Tanrısının çehresine donuk bir ifade yayıldığında ise hızlıca kendimi toparladım. “Defterden konsey de dahil kimsenin haberi yok. Zahel dışında.” dediğinde ne tepki vereceğimi bilemedim. Böylesine önemli olabilecek bir şeyi konseye bile söylememişken bana söylemiş olmasına inanamıyordum. Çehreme yayılan ifadeden ne sormak istediğim açıkça okunurken Su Tanrısı içini çekti. “Söylüyorum çünkü Zahel’e güvendiğim gibi sana da güvenebilmek istiyorum.” Geriye doğru yaslanırken bakışlarını üzerimde gezdirdi.
“Zahel defteri açmayı denedi ancak ne yazık ki başarısız oldu.” Dediğinde hissettiğim şaşkınlığı gizlemeyi beceremedim. Gerçekten defteri açmamış mıydı? Oysa gücüyle hiç zorlanmadan defteri açabileceğini sanmıştım. “Açık konuşayım Silva. Defteri kısa bir süre için sana vereceğim ancak açabileceğini sanmıyorum.” Kısaca başımı sallamakla yetindim. İtiraz etmek istesem de iki tanrının da açamadığı bir mührü benim açmam imkansızdı. Yine de bir şansımı denemek istiyordum ve Nolan da aynı şeyi istiyordu. “Elbette bir şartım var.” Yerinde dikleştiğinde ben de gerginlikle doğruldum.
“Eğer olur da defteri açmayı başarırsan kendin okumadan bana getirmeni istiyorum.” Kaşlarımı çattım. Şöyle bir düşününce bu istek gözüme biraz şüpheli göründü. Nolan ne düşündüğümü anlamış olacak ki gülümseyerek açıkladı. “Şüpheli bir istek gibi göründü değil mi? Defteri önce ben incelemek istiyorum çünkü o defter bir nevi eski su tanrısının günlüğü niteliğindeydi. İçinde bana ve anneme dair şeyler olduğuna eminim ve pek hoş şeyler olduğunu da sanmıyorum. Kendi…” duraksadı. Uzun bir soluk aldı ve yalancı bir öksürükle boğazını temizleyip devam etti. “Kendi babamın hakkımda yazdıklarını başka birinin okumasını istemiyorum. Umarım beni anlayabiliyorsundur.”
Evet, elbette anlıyordum. Nolan’ın anlattıklarını düşününce o defterde onunla ilgili küçük düşürücü şeyler bile yazıyor olabilirdi. Birileri bunu okuduğu takdirde Nolan’ın itibarı zedelenebileceği gibi büyük utanç da duyabilirdi. “Anlıyorum.” Demekle yetindim. “Defteri vereceğim çünkü az önce de söylediğim gibi açabileceğini sanmadığımdan içim rahat. Ayrıca bu yolla sana güvenip güvenemeyeceğimi de öğrenmiş olacağım.” Son cümlesi afallama neden oldu. Şüpheci gözlerim üzerinde gezinirken rahatlatmak istercesine gülümseyip “eğer defteri açar ve bana getirmeden okur ya da birine okutursan bundan güvenilmez biri olduğunu anlayacağım.”
Açıklamasına karşılık omuzlarımı dikleştirdim. Çenemi kaldırıp gözlerimi kısarken “okuyup okumadığı nasıl anlayacaksın ki?” dediğimde bir şeyler bildiğini belli eden bir tavırla gülümsemeyi sürdürdü. “O kadarı da bir sır olarak kalsın. Seni biraz bekleteceğim, hemen dönerim.” Nolan çıktığında kendi düşüncelerimle baş başa kaldım. Kafamdaki en büyük soru işareti Nolan’ın defteri okuyup okumadığımı nasıl anlayacağıydı? Gerçi bu o kadar da önemli değildi. Zira öğrendiklerimden sonra ona böyle bir kötülüğü zaten yapmazdım. Hem böylelikle güvenini de kazanmış olurdum. Birkaç müttefik edinmek benim için oldukça yararlı olabilirdi. Tabi önce defteri açabilmem gerekiyordu.
Yaklaşık on dakika sonra Nolan elinde işlemeli, ahşap bir kutuyla geri döndü. Masayla buluşan kutu tok bir ses çıkarırken Nolan kapağı açıp içindeki defteri çıkardı. Siyah deri kaplı defter öylesine sıradan ve alelade görünüyordu ki iki tanrının bu defteri açamadığına inanmak epey güçtü. Uzatılan defteri bir an tereddüt etsem de elime aldım. Pek makul olmasa da içsel bir dürtüyle kapağı kavradım. Lakin mühürlü olduğu söylenen defterin gerçekten de mühürlü olduğu ortaya çıktı ve bana kehanet kitabını anımsattı. O da tıpkı bu defter gibi inatçıydı.
Kehanet kitabını anımsamak sıkıntılı bir hale bürünmeme neden oldu. Zahel o kitabın sandığım kadar sıradan bir kitap olmadığını söylemişti. Sonrasında onunla konuşacak ya da bunun üzerine düşünecek vaktim olmamıştı ancak bu mevzu öylece kenara itmeyeceğim kadar mühim olabilirdi. Sadece kehanette bulunacağı zaman açılan kitap onu ilk bulduğumda açılmıştı. İçinde yazanların kehanet olup olmadığından hala emin değildim ve bu konuyu Zahel’e anlatıp ne olduğunu çözmemiz gerekiyordu.
“Teşekkür ederim.” Aldığım defteri pelerinimin cebine yerleştirdim. “Henüz ortada teşekkür edilecek bir şey yok.” “Artık ziyaretimi sonlandırsam iyi olur.” “Elbette.” Nolan’ın eşliğinde odadan çıktığımda Valeria da bize katıldı. Gözleri merakla ışıldasa da bir şey sormadı. Geri döndüğümüzde daha rahat konuşabilecektik. “Yarınki toplantı da görüşmek dileğiyle.” Kısaca gülümseyerek karşılık verdikten sonra saraydan ayrıldık.
❄️❄️❄️
Valeri’nın odasına adım attığım anda rahat bir soluk almak istedim. Zira öğrendiğim onca şeyden ve Zahel’den gizlice Su Krallığı’na gittiğimden dolayı hayal edemeyeceğim kadar gerilmiştim. Kalbim her saniyede korkuyla çarpmış olaysız geri dönüşümüzün ardından rahat bir soluk almak istemiştim. Lakin aldığım soluk karşılaştığım manzara karşısında boğazımda takılı kalırken sertçe yutkundum. Gizlemeyi beceremediğim şaşkınlığım ve üzerimden atamadığım gerginliğimle olduğum yere çivilenmiş kalmıştım. Benim aksime Valeria şaşkınlığını ustalıkla gizlemiş hızlıca verdiği baş selamının ardından kenara çekilmişti. Nöbet tutması ve gerekirse Zahel’i oyalaması için geride bıraktığımız Jieli ise kapının yanındaki duvara sinmiş vaziyette duruyordu. Hafiften başını öne eğmiş ellerini önünde kavuşturmuş mahcubiyet dolu gözlerle bana bakıyordu.
Bir süre karşımda duran Zahel’e öylece baktım. Ne ağzımı açıp tek kelime edebildim ne de hareket edebildim. Olduğum yere çakılıp kalmış gibiydim. Elle tutulur derecedeki gerilim dalgası odanın ısısını giderek düşürürken özenle kaçırıyordum bakışlarımı. Zahel bana öyle bir ifadeyle bakıyordu ki gözlerine bakmaya dayanamıyordum. Kırgındı, kızgındı ve belki de bana olan güvenini tam şu anda kaybetmişti. Bana yalan söyleme demişti, yalan söylememiştim lakin gerçeği de söylememiş arkasından iş çevirmiştim ve bu benim onlarca hatama bir yenisinin daha eklenmesine neden olmuştu belki de.
Pişmanlık tüm kavuruculuğuyla ruhumu sarmalarken gözlerimi ayaklarıma dikip kaldım. Yaptığım şeyi kötü niyetle yapmamıştım, gizlememin sebebi ise Zahel’in müsaade etmeyeceğini biliyor olmamdandı lakin şimdi pişmandım. Sevdiğim adam karşıma geçmiş kırgın gözlerle bana bakarken hissettiğim şey utanç, pişmanlık ve korkudan başka bir şey değildi. Korkuyordum, sevdiğim adamı kaybedebileceğimden ve belki de çoktan kaybetmiş olabileceğimden ölesiye korkuyordum. Ruhum ayazda kalmış gibi tir tir titrerken zihnimin düşmanımmışçasına gözlerimin önüne serdiği sayısız ihtimal soluklarımı kesiyordu.
Bir el sıkı sıkıya boğazıma yapışmışken ve kalbim tir tir titrerken hiçbir şey yapamıyordum. Zahel’i kaybetmek benim en büyük korkumdu, kabuslarımın en beteriydi, yüreğimin derinlerine kök salan ve sonuma neden olacak cinsten bir korkuydu bu. Belki sevgiyi hiç tatmayışımdandı ona bu denli bağlanmam, dışardan biri görse durumun aynen böyle olduğunu düşünebilir hatta bundan emin olabilirdi. Ailesinden dahi sevgi görmemiş tüm hayatı boyunca acı çekmiş zavallı bir kız kendisine iyi davranan ilk kişiye akıl almaz bir şekilde bağlandı ve bunun adına aşk dedi. Bütün dünya bunu düşünebilirdi, gerçek bu olmadıktan sonra insanların söyledikleri hiçbir mana ifade etmiyordu.
Belki tüm hayatım boyunca sevgiye muhtaç bir ruh olmuştum. Ancak biraz ilgi gösterdi diye önüme gelene âşık oldum diyerek ortalıkta dolanacak kadar aptal ve zavallı da olmamıştım hiçbir zaman. Şayet durum bu olsaydı âşık olduğum insan sayısı epey fazla olurdu. Mesela evimin bahçesinde olduğum bir gün gelip benimle ilgilenen, sohbet eden yan komşumuzun oğluna âşık olmam gerekirdi. Aklımdan çıkmaması gerekirdi, söylediği her bir kelimenin zihnime kazınması gerekirdi, yüz hatlarını ezbere bilmem gerekirdi, nefes aldığım her an onun görüntüsü belirmeliydi gözlerimin önünde. Ama öyle olmamıştı işte. Benimle ilgilenmesi garip bir hüzne boğmuştu beni, mutlu etmişti ama hepsi bu kadardı işte. Sonra onu bir daha hiç görmemiş görme gereği de hissetmemiştim.
Zahel öyle değildi işte. Onu görmesem olmazdı. Onsuz hiçbir şey olmazdı, olurdu da belki güzel olmazdı. Onu düşünmediğim tek bir an bile yoktu. Yüz hatlarını ezbere biliyordum, söylediği her sözü zihnime ve kalbime kazıyordum ben. Zahel Sideras benim için nefes almaktan farksızdı. O olmasa ölürdüm ve gerektiği takdirde onun için ölürdüm. Ona karşı hislerim öyle kuvvetliydi ki bazen ben bile şaşıp kalıyordum hislerim karşısında. Sanki aylar değil de asırlardır benimle birlikteydi bu sevgi.
“Dışarı!!” ansızın yükselen sesi irkilmeme neden olurken kendini tekrar etmesine gerek kalmadan kızlar kapıya doğru yöneldiler. Belki de gerilim yüklü ortamdan dolayı çıkarken çıt çıkarmamışlar kapıyı usulca arkalarından kapatmışlardı ve kapanan kapının belli belirsiz sesiyle birlikte Zahel’e baş başa kalmıştım.
Kaçışım yoktu. Belki söyleyeceklerim vardı lakin hiçbiri Zahel’in arkasından iş çevirdiğim gerçeğini geçerli kılmaya yetmezdi. Korkunun uğursuz sarmaşıkları usul usul yüreğime dolanırken derin bir soluk alıp tüm dirayetimle başımı kaldırdım. Aramızda belki iki adımlık mesafe vardı, ikimiz de birer adım atsak kapanırdı o mesafe. Lakin Zahel’in gözlerinde gördüğüm o kırgınlık müsaade etmezdi o adımı atmasını ve benim de yüzüm yoktu o adımı atmaya. Saniyeler birbiri ardına akıp giderken burnumu dolduran karışık ot kokusu zihnimi iyice bulandırıyordu. Sessizlik sanki suçumun cezasıymış gibi uzayıp giderken öylece birbirimizin gözlerine bakıyorduk, bakıyorduk ve tek kelime edemiyorduk. Sanki dudaklarımızı aralarsak her şey tepetaklak olur gibiydi.
“Silva” diyerek sessizliğimizi bozan o oldu ve tam o an bir kırılma sesi doldurdu kulaklarımı. Bu ses kırılan kalbime aitti. Ay Işığı dememişti. Beni böylesine kısacık bir zamanda Ay Işığı olmaya alıştıran oyken şimdi bana Silva diyordu. Silva olmak istemiyordum, hayır adımı duymak istemiyordum. Kimin için ne ifade ettiğim umurumda değildi ama ben Zahel’in Silva’sı olmak istemiyordum, onun için daima Ay Işığı olarak kalmak istiyordum. Burnum sızlamaya, boğazım ağrımaya ve gözlerim buğulanmaya başlarken sıktığım dişlerimin gıcırtı sesleri ve kırılan yüreğimin sesi işitebildiğim tek şeydi.
“Ne düşünüyorsun?” Beklediğimin aksine yumuşak çıkan sesi şaşkınlıkla bakışlarımın yüzüne kaymasına neden olurken hiç beklemediğim bir şey yaptı. Bana doğru bir adım attığında gözlerimden yaşlar boşalmak üzereydi. Belki her şeyi düşündüğüm kadar berbat etmemiştim, belki de Zahel bana o kadar kızmamıştı. Umudun kırıntıları gerginlikten kaskatı kesilen suratımda minik bir tebessüm oluştururken ben ona doğru bir adım atmak istediysem de o benden önce davrandı. Benim yerime attığı ikinci adımla aramızdaki mesafeyi kapattığında suçlu gözlerle yıldızsız bir göğü andıran gözlerine baktım. Usulca uzattığı eli yanağımla buluştuğunda sıcaklığıyla gevşediğimi hissettim. Baş parmağıyla yanağımı okşarken “sana kızdığımı belki de kırıldığımı düşünüyorsun değil mi?” dediğinde öylece gözlerine bakmaya devam ettim.
Başını hafifçe yana eğerken buğulanmış gözlerime bakmayı ve yanağımı okşamayı sürdürdü. Avuç içinden yayılan sıcaklık tüm bedenime dünyanın en güzel hissini nakşederken bakışları karşısında resmen eridiğimi hissediyordum. Zahel’in üzerimdeki etkisi tam olarak böyleydi işte. Bir bakışıyla, bir dokunuşuyla eriyip gidiyordum. Geri kalan hiçbir şey umurumda olmuyordu. Ondan başka bir şey düşünemiyor ondan başka bir şey istemiyordum. “Kızmadım güzelim.” derken dudağının kenarı beni rahatlatmak istercesine yukarı doğru kıvırılırken ne hissedeceğimi kestiremedim.
Gülümseyişi kalbimi tekletmiş bana güzelim demesi nabzımı hızlandırmış ve kızmadığını söylemesi de içimi rahatlatmıştı. Kızmamıştı ama kırılmıştı ve aksini söylemiyor oluşu da bunu doğruluyordu. Bana kızmamış ama kırılmıştı ve ben Zahel’i kırmış olmanın yükünü omuzlamış ağırlığı altında ezilmiştim. Basit bir şeymiş gibi görünebilirdi ama taşıdığım tüm yüklerin arasında en ağır olanı buydu. “Za… zahel ben…” “Şşşştt!” deyip işaret parmağını dudaklarımın üzerine yerleştirdiğinde isteğine uyup sessiz kaldım. Zaten ne söyleyeceğimi de bilmiyordum.
Bir süre parmağı öylece dudaklarımın üzerinde beklerken bakışlarını da oraya kaydırmıştı. Geri kalan her şeyden soyutlanmış gibi dudaklarıma bakmaya ve parmağını dudaklarımın üzerinde nazikçe gezdirmeye devam ederken “Su Krallığı sana istediğin şeyi verebildi mi?” dedi ve bakışları yeniden elalarımı bulurken usulca parmağını çekti. Uzun bir soluk alıp ne diyeceğimi bilemeyerek öylece suratına bakarken yarım adım geri çekildi ve ben aramıza sonsuzluğun girdiğini hissettim. Anlayış, beklenti ve şefkat dolu ifadesiyle cevap vermemi beklerken “tam olarak değil.” dedim ve bir nebze de olsa rahatladığımı hissettim.
“Suikastçının peşinde olan herkesin bir nedeni var Silva…” konuşmasını sürdürürken dayanamayarak ve dişlerimi sıkarak araya girdim. “Artık böyle mi olacak?” dedim kırgınlığımı gizlemeyi umarak ve çenemi kaldırdım. Ne kastettiğimi anlamak için tüm dikkatiyle suratımı incelerken “artık bana Silva mı diyeceksin?” dedim ve karşılığında göz kamaştıran bir gülümsemeyle karşılaştım. Zahel gülümsedi, gerçekten ve tüm içtenliğiyle gülümsedi ve bu gülümse görüp görebileceğim en güzel manzara oldu. Bu an ölsem unutamayacağım kadar derince kazındı yüreğime, ruhuma ve aklıma. “Sana neden Ay Işığı dediğimi biliyor musun?” Sorusu karşısında gafil avlanırken olumsuzca başımı salladım.
“Yine de Ay Işığı demediğim için kırılıyor musun?” Bu sefer başımı sallamadım, sessizce gözlerine bakmayı sürdürdüm. Biraz önce aramıza koyduğu mesafeyi yine kendisi kapatıp alnıma nazik bir öpücük kondurduğunda dengesizleşen kalp atışlarıma mâni olamadım. Usulca geri çekilip gözlerini gözlerimle buluşturduğunda yüreğime garip bir ağırlık çöktü, ağlama isteği uyandıran cinsten bir ağırlıktı bu, nerden çıktığını bilmediğim, neden böyle hissettirdiğini bilmediğim. “Benim için Ay Işığının seninle özleştirdiğim bir anlamı var Silva. Sen zifiri karanlığa battığımda benim ışığım oldun. Tıpkı geceyi aydınlığa çevirmeye çalışan ayın ışığı gibi. Benim nezdimde hiçbir şey sana denk değil Silva. Yine de milyarlarca yıldızın arasında parlayan ay kadar eşsizsin. Kaybetmekten ve kaybettiğim takdirde bulamamaktan korktuğum kadar eşsizsin. Bu yüzden sana Ay Işığı diyorum.”
Nutkum tutuldu, boğazıma koca bir yumru oturdu ve biraz önce yüreğime çöken ağırlığın yarattığı ağlama isteği daha da şiddetlendi. Hüzünlü bir gülümse dudaklarımın kıvrılmasını sağlarken kalbim kafesteki bir kuş misali çırpınmaya başladı. Bir şeyler söylemek istedim, ben de Zahel’in benim için ne ifade ettiği söylemek istedim. Lakin dilim bir türlü dönmedi, dudaklarım aralanmak bilmedi. Zahel tüm çıplaklığıyla içindekileri dökerken sadece susup dinledim. “Ama ay gökyüzüne aittir Silva ve gökyüzü vakti geldiğinde ayı kaybetmeye mahkumdur. Ben senin daima bana ait olmanı istiyorum, seni hiçbir koşul altında kaybetmek istemiyorum. Her zaman ay ışığı olacaksın ama mesele bana ait olmana geldiğinde sadece ay ışığı olamazsın. Benim Ay Işığım olursun, karım olursun, kadınım olursun, benim olursun, benim Silva Sideras’ım olursun. Güneş de doğsa, kıyamette kopsa daima bana ait olursun.”
Sağ gözümden bir damla kayıp giderken uzun zamandır duymayı beklediklerimi duymanın sevincini iliklerime dek hissediyordum. Günlerce kozasında sabırla bekleyip nihayet güzel bir kelebeğe dönüşen tırtılı andırıyordu hissettiklerim. Hayatım boyunca bu denli mutlu olduğum bir an hatırlamıyordum, bu denli yaşadığımı hissettiğim bir an hatırlamıyordum. Zahel’in dudaklarından dökülen birkaç kelime tüm kırgınlığımı yok etmekle kalmamış yerine büyük bir mutluluk bahşetmişti. Ay Işığı olabilirdim, karısı olabilirdim, kadını olabilirdim onun olduğum sürece hiç fark etmezdi. Yanağımdan süzülen o tek damlayı Zahel baş parmağıyla usulca silerken hafifçe gülümsedim. “Aklının bir köşesine yaz güzel karım, gözyaşı dökmene sebep olan hiçbir şeye acımam, buna kendim de dahilim.”
Şaşkın ve buğulu gözlerimin ardından gözlerine bakarken hızlıca kendimi toparladım. Boğazıma oturan yumruyu ve göz yaşlarımı gerisin geriye yollarken usulca başımı salladım. “Şimdi sorumu sorabilir miyim?” Başımla onayladığımda yanağımdaki elini geri çekti. “Suikastçının peşinde olan herkesin bir nedeni var, sen neden onu arıyorsun?” Suikastçıyı düşünmek zihnimde bir kez daha fırtınalar estirirken dişlerimi sıkıca birbirine bastırdım. Kendimden emin bir ifade takınırken onu bulduğum takdirde neler yapacağımı tek tek zihnimde canlandırdım. “Hak ettiği cezayı almasını istiyorum!” derken öfkemi sesime yansıtmamaya çabalasam da umduğum kadar başarılı olamadım. Zahel meraklı gözlerle beni süzerken benim aksime gayet sakin duruyordu.
“Tanrıların ölümü seni bu kadar rahatsız mı ediyor?” dediğinde şaşkınlıkla kaşlarımı çattım. Bir süre sorusunu idrak etmek ve verecek uygun bir cevap bulmak için sessiz kaldım. “Tanrıları öldürmüş olması umurumda bile değil. Öldürdüğü kimse umurumda değildi. Umurumda olan tek şey öldürmeye çalıştığı ama başaramadığı kişi!!” dedim bir çırpıda tüm kızgınlığımla. Günler öncesinin olayları zihnimde bir bir cereyan ederken yumruklarımı sıkmaktan alamadım kendimi. “Ne yani sırf beni öldürmeyi denedi ve başarısız oldu diye mi onun peşindesin?” dediğinde bu sefer ona da kızdım. Gizleyemediğim ruh halimle ve onaylamaz bir ifadeyle suratına bakarken “kendinden önemsiz bir şeymişsin gibi bahsedip durma!!!” dedim tüm hiddetimle. O ise öfkemi hiç umursamadan çocuksu bir merakla gözlerimin içine baktı. “Önemli miyim?” derken sesinde de aynı çocuksu merak vardı.
Sorusu karşısında afallarken vereceğim cevabın onun için çok şey ifade edeceğini fark ettim. Geçmişine dair çok şey bilmiyor olmasam da Zahel’in asırlar süren hayatında kendini bir kez olsun değerli hissetmediğini ve vereceğim cevabın ne denli önemli olduğunu biliyordum. “İnsanlar çıkarları söz konusu olduğunda birbirleri için önemli olurlar Zahel. Sen benim için önemli değil değerlisin.” Ve bir kez daha o göz kamaştıran gülümsemesini gözlerimin görmesine izin verdiğinde ben de gülümsemeden edemedim. Bugün sevgisiz büyümüş iki ruh birbirlerine sevgilerini sunuyordu, değersiz olduğunu düşünen iki insan aslında birbirleri için ne kadar değerli olduklarını itiraf ediyordu. “İşte bu yüzden suikastçıyı bulduğum takdirde kendi ellerimle öldüreceğim. Son nefesini benim ellerimde vermesini sağlayacağım!!”
Tüm hiddetim ve nefretimle sarf ettiğim sözlere karşılık Zahel yine gülümsediğinde şaşkınlıkla suratına baktım. Ben suikastçıyı öldürmekten bahsederken onun gülümsüyor oluşu tuhafıma gitmişti. “O halde ölümün en güzel halini tadacak. Onun yerinde olmak isterdim.” dediğinde ne diyeceğimi bilemeyerek kalakaldım. Bana iltifat etmeye mi çalışmıştı yoksa sadece alay mı etmişti kestiremiyordum. Sonra bir şey oldu, Zahel’in gülümsemesi hızla solarken yüzünde ciddiyet dolu bir ifade belirdi. Bir adım geri çekilirken aniden değişen ruh hali karşısında şaşkınlığımı gizleyemedim. “Konuşmamız gereken önemli bir mesel var.” dediğinde ise şaşkınlığımın yanına yeniden gerginlik eklendi. Ses tonunun bile ansızın değişmesi kalbimin tedirginlikle gümbürdemesine sebep olurken sessizce söyleyeceklerini duymayı bekledim.
“Bana güveniyor musun?” Beklemediğim soru beklenmedik şekilde beni vurduğunda afallayıp kaldım. Meselenin ne olduğunu ve neden bu soruyu sorduğunu anlamaya çalışarak suratını incelerken şaşkınlıktan cevap vermedim. “Sessizliğin hayır demek oluyor.” derken sesinde sezdiğim kırgınlık yüreğime bir hançer sapladı. Başımı hızla iki yana sallarken “hayır… hayır güveniyorum tabi ki. Sadece şaşırdığım için cevap veremedim.” diyerek kendimi açıklamaya çalıştım. Gözlerini gözlerimden kaçırdı ve başını sağa doğru çevirdi. “Önemli değil bana güvenmemeni anlayabiliyorum. Geldiğinden beri sana karşı gelgitli davranıyorum. Muhtemelen seni ne düşüneceğini kestiremez bir hale soktum.” dedi ve bir saniye duraksayıp devam etti. “Yine de tüm yaptıklarıma rağmen bana güveniyorsan yapacağım şeyi yapmaya mecbur olduğumu anlamanı istiyorum.”
Huzur içinde evinizde oturduğunuz bir gün ansızın bir çatırtı sesi doldurur kulaklarınızı. Sonra ses giderek artar ve bir bakmışsınız huzurla yaşadığınız yıllarınızın geçtiği ev başınıza yıkılmıştır. İçimden bir ses işlerin tam da böyle ilerleyeceğini uğursuzca fısıldıyordu. Güçlü bir zehrin ilk damlası Zahel’in az önceki sözleriyle yüreğime düşerken bir yok oluşa doğru ilerlediğimiz hissinden kurtulamıyordum. Sanki bu konuşma devam ettiği takdirde her şey darmaduman olacak gibiydi. “Ne… ne demek istiyorsun?” “Buradan gitmen gerekiyor Ay Işığı.” dedi bir çırpıda. Bunu söylerken gözlerime bakmamış böylelikle içlerinde kopan kıyameti görmemişti.
Boğazıma dikenli bir tomurcuk gelip yerleşti, gözlerim zehirli yaşlarla dolu ve kalbim yıkıldı, parçalandı, zehirlendi. Bir feryat koptu ruhum derinliklerinde, sesini kimse duymadı. Lakin benim kulak zarlarım bu feryat karşısında sızım sızım sızladı. Koca bir ağırlık göğsümün tam ortasını çöküp soluklarımı keserken titreyen çeneme mâni olamıyordum. “Ne gitmesi?” derken sesim öylesine cılız çıkmıştı ki belki de duymamıştı bile beni. “İnan bana isteyerek yapmıyorum. Buna mecburum, anla beni.” Anlamak istemiyordum, gitmek istemiyordum.
“Ne saçmaladığının farkında mısın sen?!!” Bu sefer öfke dolu çıkmıştı sesim. Zira öfkeliydim de. Kaşlarımı çatarken bir yandan da dişlerimi ve yumruklarımı sıkıyordum. “Her şeyin farkındayım ve gitmen gerektiğini söylüyorum. Bunu istediğimden yapmıyorum. İnan elimde olsa benden bir saniye uzak kalmana müsaade etmem.” “Neden?!!” diyerek haykırdım ve haykırışımla inledi Ölüm Sarayının taş duvarları. “Neyin mecburiyeti bu Zahel?!!” “Söyleyemem.” dediğinde nerdeyse sinir krizi geçirmek üzereydim. Biraz önce konuşan Zahel’le şu an karşımda duran Zahel’in aynı kişi olup olmadığını sorguluyordum.
“Nereye gidecek mişim?!!” diye sordum alacağım cevabın vereceği ızdıraptan habersiz. Zahel bir süre cevap vermedi ve tüm bu süre boyunca bir kez bile gözlerime bakmadı. “Geldiğin dünyaya.” Aldığım cevap karşısında adeta buz kestim. Soluklarım boğazımda takılı kalırken kalbim de atmayı bıraktı. Şok olmuştum, dehşete düşmüştüm ve inanamıyor inkâr etmek için umutsuzca debelenip duruyordum. “Ha… hayır… hayır bu… bu mümkün değil!!” Olamazdı, imkânı yoktu. O yere dönmemin bir yolu olsaydı Zahel daha ilk gün Nowa’ya beni oraya geri göndermesini söylerdi, güvenli bir yere götürmesini değil.
“Mümkün, her zaman mümkündü ama ben o kadar bencildim ki seni göndermedim, gönderemedim.” dedi sanki uzun zamandır sakladığı bir şeyleri nihayet itiraf ediyormuş gibi bir halde. Ben ise işittiklerimin ağırlığı altında çaresizce ezildim. Yüreğimin orta yerine bir kor düştü, sonra o kor alev aldı. Önce kalbimi sonra da ruhumu yakıp kül etti. “Ben o cehenneme gitmem!!” diye bağırdım tüm hiddetimle ve Zahel dakikalar sonra ilk kez gözlerime baktı. Gözlerindeki çaresizliği gördüm, pişmanlığı gördüm yine de dinmedi öfkem, yine de geçmedi kırgınlığım. “Benim bu diyara nasıl geldiğimi biliyorsun Zahel!! Keyfimden intihara kalkışmadım ben!! O dünya beni buna mecbur bıraktı, orda yaşadıklarım beni buna mecbur bıraktı!!” Bağırışlarım belki de tüm sarayda yankılanıyordu ve belki de herkes işini gücünü bırakmış tanrıçalarının neden bağırdığını anlamaya çalışıyorlardı.
“Biliyorum.” dediğinde sesi hüzün dolu olsa da öfkem dinmiyordu, dindiremiyordum. “Bilmiyorsun!! Hiçbir şey bilmiyorsun!!” “Biliyorum.” dediğinde bir kez daha bağıra bağıra karşı çıktım. “Bilmiyorsun Zahel!! Hiçbir fikrin yok!!” Bu sefer Zahel’in de sesi yükseldi. Lakin benim kadar yükselmedi ve bir kez daha “biliyorum.” dedi ve devam etti. “Kendi evini ailen içindeyken ateşe verdiğini biliyorum.” Bu sefer bağıramadım. Bağırmayı geçtim gıkımı dahi çıkaramadım. Bir heykel misali kaskatı kesilirken Zahel’den işittiklerim kafamın içinde defalarca kez yankılanmaya devam etti. En büyük sırrım, beni delicesine korkutan sırrım öğrenmesini hiç istemediğim adamın dudaklarından dökülüvermişti.
Gözlerim dehşetle büyürken dudaklarımı aralayıp dursam da doğru dürüst tek kelime edemedim. Çoğu geceler kabuslarımı süsleyen bu gerçeği kimsenin özellikle de Zahel’in öğrenmesini istemiyordum. Öğrendiği takdirde hakkımda ne düşüneceğinden endişe ediyordum. Belki benden nefret edecekti, belki cani bir katil olduğumu düşünecekti, üstelik kendi ailesini öldüren bir katil. “Z… zahel… ben… ben isteyerek olmadı… Yemin ederim … yemin ederim bir anlığına kendimi kaybettim. Öyle… istemedim… öyle olmasını istemedim.” Tir tir titrerken dudaklarımdan fütursuzca dökülen sözcüklerin bir anlam ifade edip etmediğinin farkında bile değildim. Kalbim korkuyla çarparken gözlerimi Zahel’den ayıramıyordum. Yüzünde oluşacak ifadeyi, dudaklarından dökülecek kelimeleri korku içinde bekliyordum.
Hissediyordum her şey altüst olacaktı. Buraya kadar bir şekilde direnmiştik. Lakin bu noktadan sonra her şey yıkılıp gidecekti. Gerçeği bilmeden Zahel’i masum bir çocuğu öldürmekle suçlayıp yetmezmiş gibi bir de onu küçük düşüren kadın kendi evini, kendi ailesini yakmıştı. Zahel masumdu, öldürdüğü bir çocuk değil tehlikeli bir şeytandı. Ama ben ne masumdum ne öldürdüğüm insanlar gerçek anlamda şeytandı. İstemeyerek yapmıştım ve onlar da kurtulmayı başarmıştı. Yine de bu yaptığım şey için geçerli bir mazeret değildi, olamazdı. Utanç içinde başımı öne eğerken Zahel bir kez daha beklemediğim bir şey yaptı. Kollarını sıkıca etrafıma sardığında şok içinde başımı kaldırdım. Bir eli nazikçe saçlarımı okşarken gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı.
“Biliyorum Silva, biliyorum. Sen sadece en büyük kâbusun haline gelen o dört duvarı ateşe vermek istemiştin.” Kalbim öyle sancılı çarpıyordu ki bir an sonra duracak gibi hissediyordum. Tuzlu damlalar ardı ardına yanaklarımdan kayarken hıçkıra hıçkıra ağlıyor kendime engel olamıyordum. Aylarca peşimi bırakmayan korkumun yersiz olduğunu öğrenmek hem içimi rahatlatıyor hem de acı veriyordu. “Sen hissettiğin bu pişmanlığı hiç hak etmedin. Ama onlar ölmeyi hak ettiler. Keşke bu yükü senin yerine yüklenen ben olabilseydim, sana acı veren her şeyi ateşe veren ben olabilseydim.”
Hiçbir şey diyemedim, sadece sarsıla sarsıla ağlamaya devam ettim. Dakikalar geçti, belki de saatler. Zaman algımı yitirmeye başlayana ve göz yaşlarımın kaynağı kuruyana dek Zahel’in omzunda ağlamaya devam ettim. Tüm bu süre boyunca etrafıma doladığı kollarını bir an olsun gevşetmedi, saçlarımı okşamayı hiç bırakmadı. Usulca birbirimizden ayrıldığımızda gözlerinin içine baktım. “Tüm bunları bilmene rağmen yine de beni oraya gönderecek misin?” Umudumun son kırıntılarıyla vereceği cevabı bekledim. “Mecburum.” Ve umudumun son parçaları da küle dönüşürken öfke bir kez daha tüm duygularıma baskın geldi. “Seni bir kez daha kaybedemem.” “Bu da ne demek oluyor?!!” diye çıkıştıysam da Zahel sessiz kaldı ve kafamda onlarca soru işaretinin oluşmasına sebep oldu.
“Gitmem Zahel!! Gidemem! Bunu nasıl istersin?!! Beni geçtim kendini de mi düşünmüyorsun?!! Mühür ne olacak?!” Haddinden fazla uzak kaldığımız takdirde mührün onu delirtebileceğini biliyordum, belki de daha kötü şeylere de sebep olabiliyordu. Durum buyken beni göndermek istemesini bir türlü aklım almıyordu. “Ben sadece seni düşünüyorum Ay Işığı. Sandığından daha güçlüyüm mühre direnebilirim.” Duyduklarım sinirimi daha da arttırırken histeriyle ellerimi saçlarımın arasından geçirdim. “Nerden biliyorsun?!!!” diye bağırdım. “Gücünü daha önce mühür üzerinde test ettin mi ki?!!” “Ettim.” dediğinde kalakaldım. Kafam daha da karışırken ne demek istediğini sormak istesem de cevap vermeyeceğinin farkındaydım.
Bir adım geri atarken başımı hızla iki yana salladım. “Gitmem Zahel!! Beni anlıyor musun?!! Ölürüm yine de o yere gitmem!!” “Ölmekten bahsedip durma!!” derken bu sefer onun sesi de en az benim kadar yüksek çıkmıştı. Gerilen çenesi dişlerini sıktığını ele verirken ellerini yumruk yapmış sıkmaktan parmak boğumları beyazlamıştı. Sonra öyle bir şey oldu ki gözlerime inanamadım, deli gibi çarpan kalbimi durduramadım. Zahel müthiş bir hızla yaklaştığı duvara yumruğunu geçirirken dehşet içinde onu seyrettim. “Dur!!” Yanına koştum ve bir kez daha vurmak için kaldırdığı kolunu havada yakaladım.
Bakışlarım kana bulanan eline düştüğünde kalbimde koca bir delik açıldı. Titreyen parmaklarımla kan içindeki elini tutarken telaşla merhem ve sargı bezi bulmak için arkamı döndüm. Ama Zahel parmaklarını koluma dolayıp gitmemi engelledi. “Elin kanıyor.” dedim titreyen sesimle. “Zor durumda kaldığın her seferde ölüme başvuramazsın!!” diyerek gürlediğinde irkildim. Gür sesi tüm sarayın duvarlarını titretirken kafam artık hiçbir şeyi almıyordu. “Neler yaşadığımı bilmiyorsun!” dedi ve tuttuğu kolumu bıraktı. Ses tonu yeniden eski haline dönmüş gibi dursa da hala kızgın olduğunu farkındaydım. Lakin neye kızdığını tam olarak çözemiyordum.
“Sayısız kez çıkmazlara girdim. Doğduğum güne lanetler ettim. Yine de intihar etmeyi hiç düşünmedim. Belki senden daha güçlüydüm, belki de sen benden daha güçlüydün de ben acizdim.” Sözcükler birbiri ardına dudaklarından dökülürken ben doğduğum güne lanet ettim dediği yere takılıp kaldım. O doğduğu güne lanetler ediyor bense o güne minnet duyuyordum, ben doğduğum güne lanetler ediyordum Zahel’se o güne minnet duyuyordu. İkimizin nasıl bir kaderi vardı böyle? Gözlerinin içine bakarken ilk defa bu kadar açık gördüm Ölüm Tanrısı’nın gizlediği acılarını. Haklıydı, neler yaşadığına dair en ufak bir fikrim bile yoktu.
“İki türlü de fark etmez Silva. Ya benim kadar güçlü ol ya da benim kadar aciz ol. Ama ölmekten bahsetme.” Sesindeki yakarış yüreğimi dağlarken tamamen darmaduman olmuştum. Ne yaşadığımız anlamıyordum, hiçbir şey anlamıyordum. “Sen ölümün tanrısı değil misin Zahel? Ölümden nefret ediyormuşsun gibi konuşman tuhaf.” Artık sinirden gülüyordum. Bağırıp çağırmak, ortalığı birbirine katmak geçiyordu içimden ama tutuyordum kendimi. Zahel gözlerimin içine bakmaya devam ederken gözlerinde nedenini bilmediğim bir hüzün dalgası peyda oldu. Sanki geçmişinden nahoş bir anı zihninde yeniden canlanıyordu. “Haklısın tuhaf.” dedi ve bir saniye durup devam etti. “Ölüm Tanrısının intihardan nefret etmesi tuhaf. Ama yine de ediyorum.”
Beni onaylamamıştı. Ölümden değil intihardan nefret ediyordu. Kalbim sızladı ve tüm öfkem bir anda çekilirken dudaklarım tereddütle aralandı “o halde… benden de mi nefret ediyorsun?” “Hiçbir kuvvet senden nefret etmeme neden olmaz.” dedi ve işaret parmağını sol göğsünün üzerine yerleştirip gözlerimin içine baktı. “Göğsümün altında taşıdığım bu kalp var ya şayet olur da bir gün sana karşı kötü tek bir duygu hissetme gafletine düşerse hiç acımam söker atarım onu oradan.” Gözlerimden bir kez daha yaşlar boşalırken “tüm bunları söylüyor yine de gitmemi mi istiyorsun?” dedim. “İstemiyorum, hiç istemiyorum ama buna mecburum. Korkuyorum Ay Işığı, ne kadar korktuğumu hayal bile edemezsin.” “Neden?” dedim sıcak damlalar yanağımı ıslatırken.
Sesim öylesine cılız, öylesine umutsuz çıkmıştı ki. Tek bir nedene ihtiyacım vardı. Saçma ya da mantıklı, bana bir cevap verebilse bu kadar kötü hissetmezdim. Lakin söylemiyordu işte. “Çünkü bana o gözle bakmayan bir sen varsın ve ben bencilin tekiyim.” İstediğim cevap bu olmadığı gibi sözlerinin altında yatan manayı çözemedim. “Gitmek istemiyorum.” dedim son bir umutla. Lakin Zahel’in gözlerinde gördüğüm kararlılık bir an bile yok olmadı. “Dün gece sana hiç istemediğin şeyler yapabileceğimi söylemiştim.” Evet, söylemişti ama ben o an işlerin bu noktaya gelebileceğine hiç ihtimal vermemiş aksine artık hiç ayrılmayacağımızı düşünmeye başlamıştım. “Sen gitmesen bile ben gitmek zorunda kalacağım. Gittiğimi göremeye dayanabilir misin?”
“Ya sen benim gittiğimi görmeye dayanabilir misin?” dedim. Nereye ve neden gideceğini merak etsem de sormadım. “Yarın sabah ilk ışıkla Ragaz’la birlikte gidiyorsun. Ona güveniyorum sana iyi bakacağına şüphem yok.” “Eğer bunu yaparsan seni affedemem Zahel. Buna rağmen gönderecek misin beni?” “Umarım bu ayrılık sonsuza dek sürmez Ay Işığı.” dedi ve arkasını dönüp kapıya doğru ilerledi. Giderek uzaklaşan silüetine bakarken derin bir nefes alıp ben de son sözümü söyledim. “Ölmemi istemiyor musun o halde ölmem. Ama benim de isteklerim var ve tek isteğim sensin Zahel Sideras. Ne olursa olsun senden vazgeçmem. Anlıyor musun beni?”
Duraksadı. Geri döneceğini, bana sarılıp gitmemi istemediğini söylemesini aptalca bir umutla bekledim ama dönmedi. “Bazen vazgeçebilmek gerekir Silva. Özellikle de ölüm kaçınılmaz bir sonken.” “Dile Ay Işığı, iste, emret. Ben de senin için her şeyi mümkün kılayım.” Dün söylediklerini tekrar ettiğimde iki yanında duran elleri yumruk halini aldı. Bir anlık gerginlikle titrerken “bir dileğim var.” dedim. “Gerçekleştirmeye gücün yeter mi Ölüm Tanrısı?” Cevap vermedi. Olduğu yerde beklemeye devam etti. Bana dönmesini istedim ama dönmedi. Boğazımdaki yumruyu geçirebilmek için sertçe yutkundum. “Hiç ayrılmayalım Zahel. O kapıdan çıkma.”
Uzun, acı verici bir sessizlik oluştu. Zahel’in yumrukları sıkmaktan bembeyaz kesildi ve gözyaşlarım yanaklarımı ıslatmaya devam etti. “Özür dilerim Ay Işığı. İşte bu dileğini gerçekleştirmeye gücüm yetmez.” Gitmek için hareketlendi. Kapıya ulaştığında eli sertçe kolu kavradı ama ne açtı ne de geri döndü. Kaba bir tavırla gözyaşlarımı sildikten sonra uzun bir soluk alıp çenemi dikleştirdim. “Madem öyle benim gücüm de seni affetmeye yetmez Ölüm Tanrısı. Olur da kararından pişman olursan bu sözlerimi hatırla. Ben hiçbir yere gitmeyeceğim ama seni de asla affetmeyeceğim. Ben bu diyarın tanrıçasıyım, burası benim evim. Sen de dahil kimse gitmemi sağlayamaz.”
Dişlerimi sıkıca birbirine kenetledim. Zahel kapının koluna bastırıp açarken “yine de gideceksin Ay Işığı ve tanrıça olman buna engel olamayacak.” dedi ve bu onun son sözleri oldu.
Bir bölümün daha sonuna gelmiş bulunmaktayız. Sezon finalimize max 2 bölüm kaldı aşırı heyecanlıyımmm
Suikastçıya yönelik tahminleriniz var mı? Sizce neden tanrıların bir de dilini kesmiş?
Su Tanrısının verdiği defteri açabilecek miyiz? Açıp okuyabilirsek Su Tanrısı okuyup okumadığımız nasıl anlayacak?
Zahel neden Silva'dan gitmesini istemiş olabilir?
Bir de bölüm uzunlukları sizce nasıl
Sonraki bölümlerde görüşmek dileğiyle öptümmm😘😘
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
30.7k Okunma |
4.15k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |