34. Bölüm

❄️Suikastçının Yüzü

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Selamlar, selamlar yazarınız epey erken geldi bu sefer.

Lütfen ama lütfen bölümü okumadan önce varsa suikastçıya yönelik tahminlerinizi yorum olarak belirtin.

Yazar

Eski Su Tanrıs Valar Sabaro saat gece yarısını geçeli epey olmuş olmasına rağmen hala çalışma odasından çıkmamıştı. Onu bekleyen ve ona ihtiyacı olan bir ailesi olmasına rağmen gitmemişti. Genç oğlu ve geleceğin Su Tanrısı umutsuzca babasının sevgisini istiyor ama o bunu vermiyordu. Zira onun istediği şeyler çok başkaydı. Bu yüzdendir ki kendince daha mühim meselelerle ilgileniyor ailesini ise geri plana atıyordu. Eşinin kendisi gibi ilahi bir yanı yoktu ama oğlu, o geleceğin Su Tanrısı olacakken böylesin aptalca şeylerin peşinde koşması saçmalıktı. Valar Sabaro sevginin hiçbir getirisi olmadığını düşündüğünden oğlunu kendi yöntemleriyle eğitiyordu. Onu duygulardan arınık, otoriter ve güçlü bir tanrı yapmak istiyordu, tıpkı kendisi gibi. Oğlunun bunu istemediğini ise görmüyor, görmek istemiyordu.

Ona göre bir şeyleri öğrenmesini sağlayacak şey sevgi ve şefkat değil acı ve ızdıraptı. Her şeyin gelip geçici ve unutulur olmasına rağmen acının asla unutulamayacağını düşünen tanrı oğluna eziyet etmekten asla geri durmuyordu. Onu suçluların tutulduğu karanlık ve ürkütücü zindanlarda aylarca kapalı tutuluyor suçlulara uygulanan cezaları ona da uyguluyordu. İtaatkâr olması için onu kırbaçlıyor, kılıcını en çok kendi oğlunun üzerinde kullanıyordu. Belki de ellerinde en çok kendi oğlunun kanı vardı. Oğlunu sayamayacağı kadar çok kez kesmiş kanını akıtmıştı. Nolan ise gördüğü işkencelere rağmen asla babasının görüşlerini paylaşmamıştı. İşkenceden kurtulmak için bile olsa rol yapmamıştı.

Odasını aydınlatan loş ışığın eşliğinde masasında oturan tanrı önündeki deftere baksa da gördüğü şeyler çok başkaydı. Suikastçı ortaya çıktığından beri düşünebildiği tek şey o olaydı ve şimdi de gözlerinin önünde o olay belki de bininci kez canlanıyordu. Sıranın kendine geleceğini biliyordu ve bundandır ki attığı her adımı iki kez düşünerek atıyordu. Sanki gözlerini kırpsa o saliselik anda suikastçı ortaya çıkacak ve canını alacaktı. Su Tanrısı uyumayı uzun zaman önce bırakmıştı. Gözlerini kırpmaktan dahi ürken adam uyumak gibi bir aptallık yapamıyordu. Diyarındaki ve sarayındaki muhafız sayısını onlarca kat arttırmıştı ve arttırmaya da devam ediyordu. Muhafızlar genel itibariyle gönüllü çalışanlardan oluşmasına rağmen Valar suikastçı ortaya çıktıktan kısa bir süre sonra halktan genç ve kuvvetli erkekleri zorla birliklerine katmıştı çünkü bir tanrı hayatından endişe duyuyor ve kendini koruyamayacağını hissediyordu.

Tüm önlemlerine rağmen suikastçının her daim bir nefes gibi ensesinde dolaştığını hissinden kurtulamayan Valar sıkıntıyla kıyafetinin yakasıyla oynadı. Önündeki defteri sertçe kapatırken gürültülü bir soluk verdi. İçi sıkıntı ve öfkeyle dolan tanrı bir hışımla masadaki her şeyi yere fırlattığında ortaya çıkan gürültü sarayın sessizliğini bir bıçak gibi yarıp geçti. Gözlerini ovuşturan tanrı fark ettiği şeyle yerinde kaskatı kesildi. Sertçe yutkunurken usulca başını kaldırıp kapıya baktı. Sürekli kapısının önünde bekleyen ve tetikte olmalarını emrettiği muhafızlar az önceki gürültüye rağmen kapıyı çalmamış neler olduğunu kontrol etmek için içeri girmemişti. Su Tanrısı tam o an sıranın kendine geldiğini anladı.

Kapalı kapıya tedirginlikle bakarken yerinden kıpırdayamıyor gözlerini tedirginlikle loş odada gezdiriyordu. Sessizliğe kulak kesilirken duymayı beklediği şey birinin adım ya da nefes sesleriydi lakin duyabildiği tek şey saatlerdir aşina olduğu sessizlikten başka bir şey değildi. Onca yılın bilgisi ve tecrübesine sahip olmasaydı yanlış düşündüğünü ortada anormal bir şeyler olmadığını düşünebilirdi ancak o her şeyin farkında olacak kadar bilgili ve deneyimliydi. Vaktinin dolduğunu biliyordu, sıranın ona geldiğini. Yine de kolay pes etme niyetinde değildi. Diğerleri gibi zavallıca kim olduğu bile bilinmeyen biri tarafından öldürülmeyecekti. O diğerleri kadar zayıf ve zavallı değildi. İçinde bulunduğu durumda bile suikastçıya engel olup kimliğini ifşa ettiği takdirde elde edeceklerinin hesabını yapıyordu.

Evet, itibarı artacaktı. Bütün diyar hatta Işık Konseyi bile ona saygı duyacak her dediğini yapacaktı. Kim bilir belki de diyarda dört tanrı daha olmasına rağmen herkes bir tek onun sözünü dinleyecekti. Ağzını sulandıran bu düşüncelerle suratında şeytani bir gülüş beliren Valar rahatça koltuğuna yaslandı. Suikastçı kim olursa olsun karşısındaki bir tanrıydı, diyarın en güçlü varlığı. Diğer tanrıları tamamen şans eseri ve onların zavallı oluşundan dolayı öldürmüştü diye düşünen tanrı buna ne kadar inanmaya çabalasa da içini kemiren bir kurt vardı. Etrafı kolaçana etmeye devam ederken elini çekmecesine doğru uzattı. Niyeti oradaki hançerini almaktı lakin işler planladığı gibi yürümedi.

Loş ışıkta parlayan çelik ansızın boğazına dayandığında olduğu pozisyonda kaskatı kesiliverdi. Suikastçı onun için gelmişti ve gölgesi önündeki masaya düşüyordu. Su Tanrısının birkaç saniye önceki tüm şevki ve cesareti bir anda tuzla buz olurken titreyen elini usulca çekti. “Kim olduğumu biliyorsun.” diyen suikastçının sesi burnuna dek çektiği bez maske yüzünden tanınmayacak şekilde çıksa da Valar onun kim olduğunu daha en başından beri biliyordu. Sadece doğru olabileceğine gerçekten inanmamıştı. O zavallının tüm bunları yapan kişi olabileceğine hiç ihtimal vermemişti. Şimdi ise tam arkasında duruyor hançerini boğazına bastırıyordu. “Elbette biliyorum.” diyen Valar bu gün burada ölmemeye kararlıydı. İçindeki korkuya rağmen kibrinden ödün vermiyordu.

“O halde neden geldiğimi ve sana ne yapacağımı da biliyorsundur.” Valar bu sefer cevap vermedi. Bilmediğinden değil aksine çok iyi bildiğinden cevap vermedi. Kafasının içinde bu işiten nasıl kurtulacağına dair planlar yapmaya başlamıştı bile. Önce gücüne ulaşıp suikastçıyı geri püskürtecek ardından büyük bir yaygara koparıp tüm muhafızları buraya yığacaktı. Basit bir plandı ancak etkili olacağından hiç şüphesi yoktu. Zira arakasındaki kişi onun kadar güçlü değildi. “Ne kadar zavallı ve zayıf olduğunu iyi biliyorum.” diyen tanrı gücünü fark ettirmeden avucunda toplamaya başlamıştı bile. “Tanrıları öldürmüş birine mi söylüyorsun bunu?” Suikastçının boğuk sesi odaya yayılırken damarları birazdan olacaklar için fokurdamaya başlamıştı bile.

“En az senin kadar zavallı ve zayıf tanrılar.” diyen tanrı sesindeki tiksintiyi gizlemek için uğraşmıyordu. Kibri öylesine büyüktü ki kendinden başka kimseye saygı duymuyor en güçlünün kendi olduğunu düşünüyordu. Avucunda biriken enerjisi yeterli miktara ulaşmaya yaklaşırken tanrının kalbi de göğsünde hazla çarpıyordu. Birazdan suikastçının işini bitirecek ve onun adını tarihten silerken kendininkini altın harflerle yazacaktı. “Haklısın.” diyen suikastçının dudakları kıvrıldı ve elinin altındaki tanrının kulağına doğru hafifçe eğildi. “Ve senin kadar da aptal.” Cümlesini tamamlar tamamlamaz Valar’ın ne olduğunu dahi anlamasına izin vermeden boğazına dayadığı hançeri bastırıp hızla çekti.

Su Tanrısı ölmemişti lakin boğazından kanlar oluk oluk akıyor avucunda toplamak için uğraştığı gücü ise yok oluyordu. Başı yana doğru düşerken suikastçı da dolanıp Valar’ın önüne dikildi. Boğazında açtığı yara ölümcül değildi, hele ki bir tanrı için. Zaten öldürmek de istememişti, tabi şimdilik. Gücünü kullanmaya çalışacağını o daha düşünmeden düşünmüş ancak kurtulacağına dair umutlanması için biraz zaman vermiş ve tam saldıracağı anda boğazını kesmişti. Hançer onu kesmekle de kalmayıp ilahi gücüne de ket vurmuştu ve amacı da tam olarak buydu. Valar umutsuzca ellerini boğazına bastırıp debelenirken kapıya doğru bakıp elinden geldiğince muhafızlara bağırmaya çalıştı.

“Cık, cık, cık. Tüm saray huzur içinde uyurken neden boşuna kendini yoruyorsun?” Su Tanrısı dehşetle karşısındaki adama bakıyordu. Suikastçı sarayın her yerine uyku otundan yapılma bir toz serperek herkesin uyumasını sağlamışken Valar boşuna çırpınıyordu. Öfkeyle yerinden kalkan tanrı bir eliyle boğazını tutmaya devam ederken koşarak cam dolaba ulaştı ve içindeki kılıcı kapıp iki metre ötesinde duran suikastçıya doğrulttu. Suikastçı istese tüm bunlara engel olabilirdi lakin bu kibirli tanrının sürekli kurtulabileceğine dair umutlanıp sonrasında karanlık bir çukura yuvarlanmasından zevk alıyordu. Gözlerindeki o umudun yavaş yavaş sönüşünü izlemek hoşuna gidiyordu.

İşleri kontrol altına alamayacağını nihayet anlayan tanrı tehditkâr biçimde kılıcı suikastçıya doğru tutmaya devam ederken usul usul geriye doğru adımlıyor bir an önce kapıya ulaşmak istiyordu. Ne yazık ki bu çabası sırtını bir gövdeye çarpmasıyla yok olup gitti. Dehşetle ve kılıcını savurarak arkasını dönen tanrı etrafını saran bedenlere baktı. Sadece suikastçı olsa belki baş edebilirdi ancak şimdi hiç şansı kalmamıştı. Yeniden yönünü suikastçıya çevirdiğinde etrafı çoktan sarılmıştı. “Bire karşı altı. Bunun adil bir dövüş olmadığını biliyorsun değil mi?” Suikastçı alaycı bakışlarını karşısında acınası halde duran tanrıya dikti.

“Çıkarlara giden yolda her şeyin mübah olduğunu senden öğrendim Valar Sabaro. Yine de seni öldürme zevkini sadece ben tadacağım. Kanını kendi evinde dökeceğim.” Keskin adımlarla Valar’a yaklaşan suikastçı hançerini bu kez de karnına sapladı. Sendeleyerek yere yığılan Valar kendi kanı içinde debelenirken onu tutup koltuğuna oturttu. Valar’ın bedeni koltuğa biçimsizce yığılırken suikastçı elini çenesine yerleştirip sertçe sıktı. Gücünü kullanmayan ve kanlar içinde kalan Valar umutsuzca ağzını açmamak için diretse de başarısız oldu. Su Tanrısının dilini yakalayan suikastçı diğerlerine yaptığı gibi hançeriyle kesmek yerine olağanca gücüyle çekti. Su Tanrısının dili kökünden kopup suikastçının elinde sallanırken ağzından oluk oluk kan boşalıyordu.

“Bu birileri için güzel bir atıştırmalık olacak.” diyen suikastçı koltuktan kayıp düşen Vlar’ın dakikalarca kendi kanının içinde debelenmesini seyretti. Ölüme yaklaştığını anladığında ise saçlarını kavrayıp başını geriye doğru yatırdı ve boğazını önceki açtığı yaranın üzerinden kesti. Gözleri açık halde son nefesini veren tanrı suikastçının nezdinde hak ettiğine kavuşmuştu.

Silva

Yatağın kenarında oturmuş Ragaz’ın gelmesini bekliyordum. Doğan güneşin ışıkları yeni yeni odama süzülürken saatlerdir aynı pozisyonda oturmaktan uzuvlarım ağrımaya başlasa da hareket etmedim. Dün odama girmiş ve bir daha da çıkmamıştım. Yemek yemek ve Zahel’i görmek istemediğimden aşağı hiç inmemiştim. Jieli yemem için bir şeyler getirmişti ancak tepsi bıraktığı yerde aynı şekilde bekliyordu. Enerjiye ihtiyacım olduğundan biraz uyumak istediysem de sadece birkaç saat gözlerimi kapatabilmiş gördüğüm kabuslar yüzünden kısacık uykum da zehir olmuştu. Tekrar uykuya dalamamıştım ve üzerimi değiştirip baş muhafızın gelişini beklemeye başlamıştım.

Odamın kapısı iki kez tıklanıp içine hapsolduğum sessizliği dağıtırken “gir.” deyip ayaklandım. Ragaz ne zaman uyanmıştım bilmiyorum lakin günün ilk ışıkları olmasına rağmen epey dinç duruyordu. “Hazır mısın?” dediğinde onayla başımı sallarken hem kendimden emin görünmeye hem de hissettiğim hayal kırıklığını gizlemeye çalışıyordum. Aptaldan da beter bir aptal gibi Zahel’in gelmesini beklemiştim. Bir umut Ragaz’dan önce gelir ve gitme der ya da en kötü ihtimalle benimle vedalaşır sanmıştım. En kötü ihtimali dahi bana layık görmemişti.

“Hazırım.” Odadan çıktığımızda benim elim bomboştu. Ragaz ise bir açık vermemek adına kendine hazırladığı göstermelik çantayı taşıyordu. İşin aslını bilmesem ciddi ciddi Ragaz’la birlikte diyardan ayrılacağımı düşünebilirdim. “Zahel de orada olacak.” dediğinde adımlarım duraksadığı için kendime lanet ettim. Ragaz da benimle birlikte durduğunda “neden?” diye sordum. Gitme mi diyecekti? Benimle vedalaşacak mıydı? Neden odama gelmemişti kİ? “Muhtemelen gittiğimizden emin olmak istiyor.” Aldığım cevap boğazıma bir yumru gibi oturdu. Hevesi kursağında kalmış bir çocuk gibi hissederken dünden bu yana dinmeyen öfkem biraz daha arttı. Bana vedayı layık görmediği gibi gittiğimden de emin olmak istiyordu. Zahel’in bu kadar acımasız olabileceğini hiç bilmiyordum.

Aylarımın geçtiği sarayı gerçekten gidecekmişim gibi uzun uzun inceledim. Baktığım her yerde bir anımı ve değer verdiğim insanları görüyordum. Anılarım teker teker gözlerimin önünde canlanırken nefesimin kesildiğini hissediyordum. Zahel’in bana yaptığı buydu işte, gitmemi isteyerek beni öldürüyordu. Gerçekten gitmiyor olmama rağmen içim böylesine sızlıyorken gerçekten gitsem ne hissedeceğimi tahmin bile edemiyordum. Uzun koridoru aşıp merdivenleri indik ve Valeria’nın odasına doğru yürümeye devam ettik. Attığım her adımla gerginliğim biraz daha artıyordu. Zahel’in en ufak şeyden şüphelenmesi halinde olacakları hayal etmek istemiyordum. Beni gerçekten gönderirdi ve bana yardım ettikleri için diğerlerinin başına kim bilir neler gelirdi. Ragaz kapıyı açıp geçmemi işaret ettiğinde çenemi dikleştirip içeri adım attım. Gözlerim önce pencerenin yanında arkası dönük duran Zahel’i bulduğunda kendi gözlerime kızdım. Önce onu görmek zorunda mıydım? Üstelik o bana bunu yapmışken.

Bunu yapmamalıydım değil mi? Bana yaptığından sonra gözlerim hala onu aramamalıydı ama lanet olsun ki gözlerim her yede onu arıyor, ezbere bildiğim yüzünü tekrar ve tekrar görmek için can atıyordu. Bu kadar mı alışmıştım ona? Hayır, bu kadar mı çok seviyordum onu? Öyle ki keşke sevmeseydim demeyi düşündüğümde dahi göğsüm sancıyordu. Zira her şeye rağmen bu benim en kötü kâbusum olurdu. Acı çekiyordum lakin Zahel’i hiç tanımamış olmanın düşüncesi bile çektiğim acıdan daha çok yakıyordu canımı. Onu hiç tanımamış olmaktansa onu tanıdığım için acı çekmeyi yeğlerdim. Sevgi böyleydi işte. Sevginin olduğu yerde asla denemiyordu.

Hızlıca çektim bakışlarımı sırtından. Zira ona bakmak yüreğimin ağrımasına neden oluyor içimdeki ağlama isteğini körüklüyordu. En kötüsü ise git demesine rağmen koşup ona sarılmak geçiyordu içimden. Kollarımı beline dolayı kokusunu derince içime çekmek ve bunu neden yaptığını sormak istesem de kendimi tuttum. Artık soru sormak istemiyordum çükü neden yaptığını sorarsam aslında seni affetmek istiyorum demiş olurdum ve ben onu affetmek istemiyordum.

Odanın ortasında Valeria duruyordu. Ayaklarının dibinde dün Su Sarayına gitmek için çizdiği sembollere benzer bir şey çizmişti. Jieli ise Valeria’nın hemen yanında duruyor ve üzgün gözlerle bana bakıyordu. Nowa ise Jieli’den uzakta duruyor bana bakarken Jieli’ye bakmamak için kendini tutuyordu. Kapının kapanmasıyla birlikte önce Nowa’ya yaklaştım. Gerçekten gitmiyor olsam da göstermelik olarak onlarla vedalaşmam gerekiyordu. Karşısında durduğumda yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirdi. Sarılmak için kollarını kaldırdığında “Nowa!” diyen Zahel’in sesi irkilmemize ve ellerini çekmesine neden oldu.

Zahel’e kısa bir bakış atıp ellerini geri çekince ben ona sarıldım ve geri çekildiğimde “hayatımı kurtardın ve sayende hiç olmadığım kadar mutlu oldum. Teşekkür ederim, seni hiç unutmayacağım.” O gün Nowa beni alıp saraya getirmese kim bilir başıma neler gelirdi. Diyardaki tehlikeleri düşünürsek ölme ihtimalim epeyce yüksekti. Ayrıca Nowa beni buraya getirmeseydi hayatımın en güzel anlarını da yaşayamazdım. “Ne bu böyle? Sanki bir daha hiç görüşmeyecekmişiz gibi. Ne yap ne et geri gelmenin bir yolunu bul tanrıçam.” İkimiz de birbirimize gülümsedikten sonra kızlara doğru yaklaştım. Nowa’nın aksine onlar bana sıkıca sarıldı. Ayrıldığımızda her şey bir oyundan ibaret olmasına rağmen Jieli’nin gözleri dolmuştu. “Hanımım keşke gitmeseniz.” “Kendine dikkat et Silva. Bir gün yeniden buluşacağımıza inanıyorum.” Hüzünlü gözlerle birbirimize gülümsedik.

Rol gereği Ragaz da herkese vedalaştı. Benim aksime Zahel’in de yanına gitti ve duyamayacağım bir şeyler konuştuktan sonra tekrardan yanımdaki yerini aldı. “Portalı aç Valeria.” diyen Zahel nihayet bize doğru dönmüştü. Jieli isteksiz adımlarla uzaklaştığında Valeria gönülsüz bir tavırla portalı açmaya koyuldu. Ona bakmamak için gözlerimi ayaklarıma diksem de dayanamadım. Elalarım yıldızsız bir göğü andıran gözlerini buldu. “Vedalaşmayacak mıyız?” dedim gururumu hiçe sayarak. En azından… en azından vedalaşsak ona olan kızgınlığım azalabilirdi. Onu aklamaya çalışan tarafım ufak da olsa bir zafer kazanabilirdi. “Hayır, henüz vakti değil.” diyerek beni reddettiğinde onu aklamaya çalışan yanım gün yüzüne çıkmamak üzere karanlığa gömüldü.

Henüz değil derken ne kastettiğini düşünmedim, düşünmek istemedim. Artık onu anlamaya çalışmak gibi bir niyetim yoktu. Her şeyin farklı olacağını sanmıştım. Zahel’i anlamak ve onu tanımak için elimden gelen her şeyi yapmaya kararlıydım lakin bu dün bana git demesiyle tamamen değişmişti. Bana kendini açmak istemeyen adamı ben de tanımak için çaba sarf etmeyecektim. Benden bir vedayı dahi esirgeyen adam için nefesimi tüketmeyecektim. Valeria portalı açtığında hızlı adımlarla o tarafa yöneldim. Ragaz da peşimden gelirken bir kez daha arkama bakmadan portala bir adım attım.

Gözlerimi araladığımda tam da Ragaz’ın söylediği gibi kendimi zindanlarda buldum. Elbette bir zindanın içinde değildim. Karşımda birçok zindan vardı ve hepsi de boştu. Bense yan yana dizilmiş olan zindanları birleştiren genişçe bir odadaydım. Kararmış taşlardan meydana alan duvardaki birkaç meşalenin ateşiyle aydınlanıyordu. Sağ tarafta koridorlara açılan büyük demir bir kapı ve sol tarafta da tahtadan iki sandalye ve bir masa vardı. Etraftaki sessizlikten Nowa’nın yakınlardaki muhafızları gönderdiği anlaşılıyordu. Peşimden Ragaz da portaldan çıktığında “şimdi sadece bekleyeceğiz.” dedi ve sandalyelerden birine oturdu. Getirdiği çantayı da karşısındaki masanın üzerine bıraktığında ben de yanına oturdum. “Üzerini değiştirmen ve kendinde çekidüzen vermen gerekiyor. Konseyin karşısına böyle çıkamazsın.” Bu detayı daha önce konuşmadığımızdan gözlerimi kırpıştırarak Ragaz’a baktım.

“Neden daha önce söylemedin? Yanıma hiçbir şey almadım.” Cevap vermek yerine masaya bıraktığı çantaya uzanıp ağzını açtı. Başımı uzatıp baktığımda içinde kıyafet, aksesuarlar, tokalar ve daha birçok şey olduğunu gördüm. Kısaca ihtiyacım olan her şey vardı. Demek ki bu detaydan bana bahsetmeme sebebi kendinin zaten hazırlıklı olmasıydı. “Zindanlardan birinde giyinebilirsin. Fazla oyalanma.” Onaylayıp çantayı aldım ve Ragaz’a en uzak noktadaki zindana girip hazırlanmaya koyuldum. Giydiğim elbisenin beyaz bir iç eteği vardı ve ön kısmı hariç her yerini mor, kuyruklu bir etek kapatıyordu. Üst kısmı da mor olan elbisenin ışıltılı bir kumaşı, göz alıcı işlemeleri ve boyundan bağlanan gümüş bir pelerini de vardı. Pelerin zarifçe boynumu sararken işlemeli kısımları omuzlarımdan aşağı dökülüyordu. Aynaya bakamıyor olsam da bu elbiseyle fazlasıyla gösterişli göründüğümü biliyordum.

(Elbise aşağı yukarı böyle. Yalnızca yeşil yerlerini mor olarak hayal edin.)

Saçlarımdan küçük birkaç tutamı şakaklarımdan aşağı süzülmesi için bırakırken geri kalanları toplayıp ensemde zarif bir topuz yapmaya çalıştım. Ayna olmadan hazırlanmak epey güç olsa da birkaç parçadan oluşan takıları da takıp zindandan çıktım. Çıkardığım kıyafetleri koyduğum çantayı masaya bırakırken “nasıl olmuşum?” diye sordum. Ragaz bir süre beni inceledikten sonra “uygun.” diyerek tam da ondan beklenecek tarzda bir cevap verdi. Cevap vermeyebileceğini de düşününce tatmin olmasam da gülümseyip oturdum. Bir süre sessizlik bize eşlik ederken daha önce zindanlarda bulunduğum güne dair anılarım gözümün önünde oynamaya başladı.

Nahoş anılarım arasından bir detay büyüyerek zihnimi doldurduğunda baş muhafıza doğru döndüm. “Bir şey sormak istiyorum.” dediğimde başını sallayarak sormam için teşvik etti. “Buralarda bir yerde bir kapı gördüm. Diğerleri gibi metal bir kapı ama çok daha ağır ve sağlam görünüyor.” Buradaki nerdeyse tüm kapılar birbirinin aynısı olduğundan Ragaz’ın bahsettiğim kapıyı anlayıp anlamayacağı konusunda şüphelerim vardı. “Evet, ne olmuş?” dediğinde anlamış olmasına şükrederken merakla parmaklarımı ovuşturdum. “O kapının arkasında ne var?” Omuz silkti ve “tam olarak bilmiyorum. Ben geldiğimden beri o kapı kilitli. Muhtemelen ardında eski eşyalar ve silahlar vardır. Bir nevi depo olmalı.” Nedense aldığım cevap bana yeterli gelmemişti. Sadece bir histi ama sanki o kapı basit bir depoya açılamazmış gibi geliyordu.

Bulduğumuz odaya açılan kapı yağlanamaya ihtiyacı olacak ki kulak tırmalayan bir ses eşliğinde açıldı. Kimseyi beklemediğimden tedirgin olsam da Ragaz’ın gayet rahat durduğunu görünce kendimi toparladım. “Oh be. Sizi görene kadar içim rahat etmedi. O huysuz Valeria sizi gönderdi sandım.” diyerek ve sırıtarak içeri giren Nowa bana uzun bir bakış attı. “Ooo tanrıçam bu ne güzellik böyle.” Gülümseyerek karşılık verdiğimde rahat bir tavırla bize doğru yaklaştı. “Sana gelme demiştim Nowa.” “Ben de sana sizi görmeden içim rahat etmez demiştim. Bu büyü işleri bana riskli geliyor. Hele de söz konusu büyücü huysuz Valeria iken.” Ragaz memnuniyetsiz bir tavırla Nowa’ya bakarken o buna aldırış etmeyip bana baktı. “Şu kapıdan girene kadar cidden gittiniz sanmıştım. Bu Zahel hepimizi kalpten götürecek.” Nowa kendi kendine söylenirken keyfim yerinde olmasa bile söylediklerine gülmeden edemiyordum. Nowa her zaman her durumda herkesi güldürmeyi başarabiliyordu.

“Bu kadar oyalanma yeter Nowa. Konsey her an gelebilir ve baş muhafız olarak senin orada olman gerekiyor. Git artık ve sana dediklerimi unutma.” “O olmak zorunda mı?” Nowa her neyden bahsediyorsa hiç de memnun olmadığı açıktı. “Dalinar en güvendiklerimden. Konsey geldiğinde onu buraya yolla.” Şimdi Nowa’nın neden bu kadar hoşnutsuz olduğunu anlıyordum. Dalinar Jieli’den hoşlanıyordu ve tüm olanlara rağmen Nowa onu kıskanıyordu. “Nedense güvendiğin için değil de bana inat olsun diye onu seçtiğini hissediyorum.” derken yüzünü buruşturdu. “Duygularımla hareket etmediğimi gayet iyi bilirsin Nowa.” “Tabi, tabi bilmez miyim, bir organı eksik kardeşim.” diyerek gözlerini deviren Nowa’nın bahsettiği organın kalp olduğundan zerre şüphem yoktu.

“Çenen çalışacağına ayakların çalışsın. Aksi halde tüm planı mahvedeceksin.” Nowa alınmış gibi bir tavırla Ragaz’a bakarken küskün bir çocuk gibi dudağını sarkıttı. “Benim gibi kusursuz bir varlığın dahil olduğu hiçbir planın mahvolmayacağını hala öğrenemedin mi?” Dişlerini sıkan Ragaz daha fazla dayanamayıp ayağa kalktı. Nowa’nın ensesine bir şaplak attığında canının o kadar da çok yanmadığını bilsem de Nowa ensesini ovuşturup uzun uzun inledi. “Hayvan herif acıdı! Elinin ne kadar ağır olduğundan haberin var mı?” “Git artık! Yoksa suratına sağlam bir yumruk geçireceğim.” Ragaz’ın dediğini yapacağına zerre şüphem yoktu.

“Aman iyi be gidiyorum.” deyip gitmek için arkasını döndüğünde kolunu tuttum. “Senden bir şey isteyebilir miyim?” Başıyla onayladığında bir süre sözcükler bir türlü dilimden dökülmedi. “Odama gidip bakabilir misin Zahel orda mı?” Ragaz’ın dün söylediklerinin doğru olup olmadığını merak ediyordum. Baş muhafız şüpheyle suratımı incelese de başıyla onaylayıp gitti ve bizi sessiz bir bekleyişin içinde bıraktı.

Nowa

Zindanlardan çıktığımda artık içim rahattı. Gerçekten gitmeyeceklerini bilsem de onları kendi gözlerimle görmeden içim rahat etmemişti. Neyse ki her şey plana uygun gidiyordu. Konseyin her an gelebileceğini bildiğimden tanrıçamın benden istediği şeyi yapmak üzere hızlı adımlarla merdiveni tırmandım. Deli kız Zahel’e öfkeli olmasına rağmen hala onu merak ediyor içten içe gitmesini onun da istemediğini umut ediyordu. Kabul etmek istemese de haklıydı, bunu en iyi ben biliyordum. Zahel’in onu gönderme çabasının altında bize açıklamadığı bir şeyler yattığını biliyordum. Durduk yere onu göndermek istemeyecek kadar üzerine titriyordu Silva’nın. Onun Silva’ya olan bakışlarından ne hissettiğini az çok anlayabilecek kadar tanıyordum onu ve dün de bakışlarından ne hissettiğini anlamıştım. Neye olduğunu bilmesem de bir şeylere öfkeli olduğu belliydi. Üzgündü, gözlerine oturan kederi fark etmememe imkân yoktu.

Tahta kurusu misali zihnimi kemiren düşüncelerimin yanında ansızın birinin görüntüsü belirdiğinde bir sonraki adımımı atamadım. Jieli yine aklımdaydı, kalbimdeydi. Varlığımı varlığıyla talan edeli yıllar olmuştu ve onu düşünmemem mümkün değildi. Hele ki festival gecesi söylediklerinden sonra. Onca yıldan sora bir adım atmayı başarmıştım ama karşılığında gururum, sevgim, umutlarım bir enkazın altında kalmıştı. Ona kızamıyordum bile. Zira beni sevmek zorunda değildi. Ben her şeyi kendi ellerimle yıkmıştım ve şimdi o yıkıntının altında nefes almaya çalışıyordum. Oysa nefesimin kaynağı Jieli’ydi ve o benden çok uzaklardaydı.

Zihnimi düşman kılıcı misali kesen düşüncelerimin eşliğinde Silva’nın odasının önüne geldiğimde aralık duran kapıdan içeri baktım. Zahel tahmin ettiğim gibi buradaydı. Bir anlığına içeri girmek ve onunla konuşmak istedim ama halini gördüğümde yerimde kalmanın daha iyi olacağına karar verdim. Yatağın kenarında oturan Zahel elinde Silva’nın festival günü giydiği elbiseyi tutuyor ve… Bir an hayal görüp görmediğimi sorgulasam da bugün hiç içmediğime emindim. Yoksa içmiş miydim? Hayır, tamamen ayıktım ve gördüklerim gerçekti. Zahel’le geçirdiğim onlarca yılda bir kez bile gözlerinin dolduğuna şahit olmamışken bu gördüklerim beni gafil avlamıştı. Peşi sıra yaşlar yanaklarından süzülmüyor olsa da gözleri dolmuştu lakin taşmıyordu. Ağlamakla ağlamamak arasında arafta kalmış gibiydi.

Zahel’in ağlamasının mümkün olmadığını düşündüğüm gibi gözlerinin dolduğunu göreceğimi de hiç sanmıyordum ama işte karşımdaki adamın gözleri doluydu. Yanına gitme isteğim bir kez daha harlansa da bunun şu an bir faydası olmayacağını ve Zahel’in şimdilik yalnız kalmaya ihtiyacı olduğunu bildiğimden aralık olan kapıyı usulca kapattım oradan ayrıldım. Gördüklerimin gerçekliğini sorgular halde merdivenleri indiğimde “efendim!” diyerek ve telaşla bana doğru gelen muhafızı fark ettim. Nefes nefese kalmasına ve hızlı adımlarla gelmesine bakılırsa iyi haberleri yoktu. Zaten iyi bir haberle gelse şaşardım. Karşıma geçtiğinde aşina olduğum baş selamını verip elinde tuttuğu parşömeni bana uzattı.

“Ne oldu?” derken bir yandan da parşömeni açıyordum. “Efendim güneydoğu sınırındaki birlikler haber gönderdi. Dediklerine göre bir ordu sınırlarımızı işgal etmiş. O bölgedeki dört köyü ve iki kasabayı yakıp yıkmışlar. Birliklerimiz insanların büyük çoğunluğunun güvenli bölgelerde toplanmasını sağlamış ancak geri çekilmek zorunda kalmışlar ve köylerle kasabalar düşmanın eline geçmiş.” Beklediğimden de kötü çıkan haber kaşlarımı çatmama neden olurken dişlerimi sıktım ve kıstığım gözlerimi muhafıza diktim. “Ne demek geri çekilmiş?! Soktuğumun yerinde o kadar adam ne halt etmeye duruyor?!” Hırsla elimi saçlarımın arasından geçirirken bir anda her şeyin boktan bir hal almasının nedenini çözmeye çalışıyordum.

Gerçekten geldi mi her şey üst üste gelmek zorunda mıydı? Konseyin ne halt etmeye buraya geleceği belli değildi, Zahel Silva’yı göndermeye çabalıyordu ve şimdi de bu saldırı, üstelik birliklerimizin geri çekilmesine neden olmuş bir saldırı. “Efendim saldıran orduda gasadular, tolutlar, insanlar ve daha birçok ırk yer alıyormuş. Birliklerimiz için bu ordu ve ani saldırıları beklenmedik olduğundan geri çekilmek durumunda kalmışlar ancak şu anda bulundukları mevcut hattı koruyorlarmış. Ordu şimdilik daha fazla ilerleyemiyormuş.” “Kimin ordusu bu?! Başlarında hangi it var?!” “Efendim gelen bilgilere göre bir erkek ancak kim olduğu bilinmiyor. Yüzüne maske takıyormuş.”

Aldığım cevaplar kafamda şimşekler çaktırdı. Anbar Köyünde bizi öldürmeye çalışan maskeli şerefsiz şimdi de bize savaş açma cüretini mi göstermişti? Neyine güveniyordu ki? Ölüm Diyarının ordusuyla baş etmesi mümkün olmadığı gibi savaş açtığı kişi de Zahel’di, diyarın belki de en güçlü tanrısı. Üst üste gelişen tüm olaylar beni bir öfke patlamasının ucuna iterken ne halt edeceğimi düşünmeye çabalıyordum. Tanrılar ve konsey her an gelebilirdi, Zahel’in hali pek de iyi değildi ve Ragaz burada olmasına rağmen şu an ona da başvuramazdım. Baş muhafız olarak tüm sorumluluğu üzerime almaya karar vererek bekleyen muhafıza döndüm. “Destek için bölgeye bir birlik gönder ve duruma ilişkin sürekli rapor göndermelerini söyle.” “Emredersiniz efendim.”

Muhafız hızla yanımdan ayrıldığında hata yapmamış olduğumu umdum. Sadece birkaç saate ihtiyacım vardı. Konsey gittikten sonra durumu Zahel ve Ragaz’a anlatıp beraber ne yapacağımıza karar verebilirdik. Birliklerin bu süre zarfında dayanabileceğini düşünüyordum. Şimdilik ise her şey yolundaymış gibi davranman ve Ragaz’ın oyununda bir sorun çıkmamasını sağlamam gerekiyordu.

❄️❄️❄️

Silva

Metal kapı uzun bir aradan sonra tekrar gıcırdayarak açıldığında içeri meraklı gözlerle etrafı süzen Dalinar girdi. Boyu Nowa’dan birkaç santim kısa olan Dalinar’ın kumral saçları kulak memesinin hizasındaydı. Cüssesi büyük olmamasına rağmen yapılı ve fit bir vücudu vardı. Laciverte çalan koyu gözleri içeriyi kısaca süzüp nihayet Ragaz’ı bulduğunda “efendim.” diyerek baş selamı verdi ve yanımıza yaklaştı. Yüzünde gizlemeye çalıştığı ama tam olarak gizleyemediği bir şaşkınlık vardı. “Efendim biz… tanrıçayla gittiğinizi sanıyorduk.” dediğinden şaşkınlığının sebebini öğrenmiş oldum. “O iş öyle değil. Konsey geldi mi?” Ragaz’ın yüksek çıkan sesi muhafıza gereksiz sorular sorma der gibiydi. Dalinar da bunu anlamış olacak ki hızlıca duruşunu düzeltti.

“Biraz önce geldiler efendim.” “Tamam, gidelim.” Ragaz kapıya doğru yeltendiği anda “efendim!” diyen Dalinar’ın sesi durmasına neden oldu. “Ne var?” “Konsey kendilerine hizmet eden tüm muhafızlar eşliğinde geldi.” Aldığı yanıt Ragaz’ın kaşlarını derinden çatmasına neden oldu. Bu durumdan tam olarak ne anlam çıkarmam gerektiğini anlamasam bile konseyin tüm muhafızlarıyla birlikte gelmesi beni de epey şaşırtmıştı. “Bir terslik var. Hızlı olsak iyi olur.” Bu son konuşmamız oldu ve hızlı adımlarla zindanlardan ayrıldık. Ragaz ve Dalinar benden daha hızlı ilerlerken onlara yetişmekte zorlanıyordum. Yine de bir şekilde yukarı çıktığımızda daha önce tanrıların bir araya gelip toplantı yaptıkları odanın önünde sayamayacağım kadar çok muhafız olduğunu gördüm.

Beyaz kıyafetler giyen muhafızların elinde mızrak ve bellerinde kılıç vardı. Üzerlerinde gümüş renkte zırh ve yine aynı renkte kolluk ve miğfer vardı. “Dikkatli ol. Bunca muhafızın burada olması hayra alamet değil.” diyerek uyarısını yapan Ragaz tekrar önüne döndüğünde artık yavaşlamışlardı. Karşılıklı olarak dizilmiş ve bir koridor oluşturmuş muhafızların arasında Dalinar ve Ragaz eşliğinde ilerlerken gerginlikten parmaklarımla oynuyordum. İçimde bastırmadığım bir huzursuzluk vardı. Belki de sebebi üzerimde gezinen bunca gözün varlığıydı. Aralarından geçtiğim muhafızların gözlerini başlarına taktıkları miğferlerden tam olarak göremiyor olsam da bakışlarındaki rahatsızlığı hissedebiliyordum. Bakışlarında saygı ya da merak yoktu, daha farklı bir şeyler vardı. Tanrıça olduğumu bilmediklerinden merakla beni süzeceklerini sansam da gözlerinde gördüğüm bu şey aşağılayıcı hissettiriyordu. Evet, bana aşağılayıcı gözlerle ve gizlemek için çok da çaba sarf etmedikleri hoşnutsuz bir ifadeyle bakıyorlardı.

Muhafızların rahatsız edici bakışları eşliğinde nihayet kapının önüne geldiğimde Ragaz kapıyı kısa ve sert bir darbeyle tıkladı. Ardından Dalinar bir kanadını Ragaz ise diğer kanadını açarak geçmem için müsaade ettiler. Parmaklarımla oynamayı bırakıp omuzlarımı ve çenemi dikleştirdim. Elbisemin etekleri hoş bir hışırtı çıkararak mermer zeminde sürünürken gözlerimi Zahel’e diktim. Uzun, dikdörtgen masanın başında kusursuz bir duruşla oturan Ölüm Tanrısı kararlı bir ifadeyle bana bakıyordu. İşler pek de beklediğim gibi gitmemişti. Zahel’in gözlerinde şaşkınlık pırıltıları olmasına rağmen beklediğim kadar büyük bir tepki göstermemişti. Konseyin ve diğer tanrıların varlığından dolayı kendine hâkim olduğunu varsayıyordum. Bakışlarım sadece bir saniye daha Zahel’in üzerinde oylandıktan sonra odayı kendimden emin bir ifadeyle ağır ağır süzdüm.

En çok Konsey üyelerini merak ettiğimden önce onları görmek istesem de odanın içini dolduran muhafızlar fazlasıyla dikkatimi çekmişti. Konseyin muhafızlarının dışardakilerle sınırlı olduğunu düşünmekle hata etmiştim anlaşılan. Zira kapının önünde ne kadar muhafız varsa içeride de bir o kadar muhafız vardı. Odanın sol tarafında nizami bir düzende hazır bekleyen muhafızların birkaç metre ötesinde Nowa duruyordu. Diğer bir köşede ise tanrılara eşlik eden muhafızlar vardı. Konseyin ani toplantı talebinin nedenini şimdi daha çok merak ediyordum. Anladığım kadarıyla nadir de olsa Konsey diyara ziyarette bulunmuş ancak tüm muhafızları toplayıp gelmemişti. Önemli hatta sandığımdan daha önemli bir şeyler döndüğü aşikardı.

Ağır adımlarla masaya doğru ilerlerken üzerimde gezinen onlarca gözün varlığına alışmaya çabalıyordum. Aeros tam da ondan beklenebilecek bir şekilde yüzünü buruşturarak bana kısa bir bakış atıp önüne dönerken Roan arsız gözlerini tüm vücudumda gezdirdiğini gizlemeye çalışmıyordu bile. Nolan dostane bir tavırla gülümserken Toprak Tanrısının suratı ifadesizdi. Dört tanrı masanın sol tarafına dizilmişken tam karşılarında da görmek için can attığım konsey üyeleri oturuyordu. Tamamen beyaz kıyafetler içinde olan konsey üyelerinin her birinin saçı da göz alıcı gümüşi bir renge sahipti. Dört erkek ve üç kadından oluşan Işık Konseyinin bakışlarından hiçbir duygu emaresi okunmuyordu. Beşi genç bir görünüme sahip olan konseyin iki üyesi yaşlı görünmelerine rağmen dinç duruyordu. Uzun saçları ve kırışmış bir yüzü olan adamın duruşundan ve ifadesinden konseydeki en yetkili kişi olduğunu anladım. Bakışları fazlasıyla sert ve ürkütücü duruyordu. Hemen yanında oturan kadın yaşlı göründüğünü düşündüğüm diğer kişiydi. Kulak hizasında biten saçları ve sert bir ifadesi vardı.

Masayla aramda ufacık bir mesafe kaldığında Zahel bir tanrıya yaraşır bir zarafetle ayağa kalktığında istekli olmasam da onun yanına geçtim ve bakışlarıma masadakilere çevirdim. “Hoş geldiniz.” diyerek odadaki dondurucu sessizliğe son verdiğimde Nolan gülümseyerek karşılık verirken konseyin lideri şüpheci gözleri ve çatık kaşlarıyla beni süzüyordu. İşte şimdi kendimi tanıtma vaktiydi. “Kıymetli konsey üyeleri lütfen kendimi tanıtma izin verin. Ben Ölüm Tanrıçası Silva.” Zahel’in eşi olduğumu söylemediğim gibi soyadını da kullanmamıştım. Zahel’in Ragaz ve Nowa’ya ters bir bakış attığını göz ucuyla fark ederken konsey lideri sözü aldı. “Biz de hangi tanrıçanın ortaya çıktığı konusunda merak içerisindeydik. Gelişiniz kötü bir zaman denk geldi Silva.” Ses tonundan pek de hoşnut olmadığını ve tam da Ragaz’ın dediği gibi beni küçük gördüğünü iliklerime dek hissetsem de istifimi bozmadım.

“Her kötülük içinde iyiliği de barındırır öyle değil mi?” Verecek bir yanıt bulmayan Konsey Lideri gerçekçi olmayan bir gülümsemeyle karşılık verdi. “Gitmiş olman gerekiyordu.” Zahel’in bana doğru sokulup söylediklerini sadece ben duymuştum. Onun gibi duruşumu koruyarak sadece onun duyacağı şekilde “senin de iyi bir eş olman ve diyarını düşünmen gerekiyordu.” dedim. “Bencil bir adam olduğumu daha önce de söylemiştim Ay Işığı. Bunu anlaman için daha kaç kez tekrar etmem gerekiyor?” Ay Işığı deyişi beni bozguna uğratırken kalbimin sancımasına engel olamadım. Bir an iplerin elimden kayıp gideceğini hissetsem de kendime hâkim olmayı başardım. “Artık gerekmiyor. Dün ne kadar bencil olabileceğini gördüm zaten.”

Konsey Lideri “siz de toplantıya katılacak mısınız?” dediğinde Zahel’le olan kısa konuşmamızı sonlandırıp kendimi gülümsemeye zorladım. “Bu seferlik beni maruz görün, sadece dinleyici olacağım.” Cevabıma başını sallamakla yetindiğinde gülümsemeye devam ederek masadaki herkese son bir bakış atıp oradan uzaklaştım.

Ağır adımlarla Nowa ve Ragaz’ın yanına ulaştığımda tuttuğum nefesimi bıraktım. İkisinin ortasındaki yerimi alırken Nowa takdir dolu bir ifadeyle gülümserken Ragaz “gayet iyiydin.” dedi. “İyi ne kelime müthişti.” diyen Nowa göz kırparken bulunduğumuz ortamdan dolayı duruşunu korumaya uğraşıyordu. “Toplantı çok gergin geçecek sanırım.” dedim. İçim Zahel’e bakma isteğiyle dolup taşarken kendimi sıktım. Nowa omuzlarını silkerken “bilmiyorum.” dedi. “Işık Konseyi’nin neden geldiği muamma. Ama önemli bir şey olmasa gelmezlerdi orası kesin. Tabi beraberlerinde bir ordu getirmeleri de hiç hayra alamet değil de hadi bakalım.”

Kendime söz geçirmeyi başaramayarak kısa bir an Zahel’e baktığımda bir tanrıya yaraşır ifadesi ve duruşuyla konseye baktığını ve bir şeyler söylediğini gördüm. Başımı hızla çevirirken “dayanamıyorsun değil mi?” dedi Nowa. “Alkası yok.” diyerek karşı çıktım. “O beni ne kadar istemiyorsa ben de onu o kadar istemiyorum.” dedim ancak Nowa pek ikna olmuş görünmüyordu. “Yani çok istiyorsun. Hatta öyle ki onun için deli oluyorsun.” Sözleriyle afalladım. Şaşkınlık içinde ona bakarken kaşlarımı çattım. “Deli olduğum falan yok. O geçmişte kaldı.” “Madem öyle kalbin neden bu kadar hızlı çarpıyor.” diyerek bakışlarıyla hızla yükselip alçalan göğsümü işaret ettiğinde sertçe yutkundum. Söyleyecek uygun bir şeyler düşünürken dudaklarımı aralayıp dursam da hemen cevap veremedim. “Ben… sadece gerginim. O yüzden.” İmalı gözlerle bana bakan baş muhafız hafifçe bana doğru yaklaşıp sesini alçaltarak konuştu. “Dürüst olalım Zahel’e kızgınsın ama hayatından tamamen çıkmasını da istemiyorsun. Tüm öfkene rağmen onunla yeniden beraber olduğuna dair hayal kurmadığını söylemezsin tanrıçam.”

Göz kırpıp çekildiğinde diyecek bir şey bulamadığımdan dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. Bir süre sırıtan baş muhafız diyecek bir şeyleri daha olmalı ki dayanamayıp tekrar kulağıma doğru yaklaştı. “Zaten onu hayatından çıkarmak isteseydin buna önce parmağındaki yüzükle başlardın tanrıçam.” Bakışlarım elime kaydığında Zahel’in bana verdiği yüzüklere baktım. Biri boşluk yüzüğü diğeri ise beğendiğim ve haberim olmadan bana aldığı yüzüktü. Onları çıkarmayı düşünmemiştim bile. “Bunları onun verdiğini nereden çıkardın?” “Boşluk yüzüğüne ihtiyacın olacağını beraber tartışmıştık. Diğerini de…” duraksadığında merakla ona baktım. Bakışlarını önüne çevirirken “Jieli anlatmıştı.” dediğinde bir anda değişen ruh halinin sebebini anlamış oldum.

Konuyu değiştirmek için aklıma gelen ilk soruyu sorduğumda anında buna pişman oldum. “Odama gittin mi?” “Çok mu merak ediyorsun?” Nowa’nın imalı ifadesi beni resmen çıkmazdaymışım gibi hissettiriyordu. “Hayır, aslında etmiyorum.” dediysem de deli gibi merak ediyordum. “Eh iyi madem. Ben de söylemem o zaman.” Merak içimi elmayı kemiren kurt misali kemirirken kendimi sadece bir dakika tutabilmiştim. “Off tamam merak ediyordum, söyle hadi.” Zafer kazanmışçasına gülümseyen baş muhafız hafifçe kulağıma doğru yaklaştı. “Odana gittim ve Zahel de ordaydı.” Aldığım cevap kalbimin ritmini bir anda bozdu. Ragaz haklı çıkmıştı, gidişimizden sonra Zahel gerçekten de odama gitmişti. “Ne yapıyordu?” diyerek merakla sordum. “Yatakta oturuyordu. Elinde festivalde giydiğin elbiseyi tutuydu ve…” “Ve ne?” dedim merakla. Sanki devamını söyleyip söyleme konusunda karasız kalmış gibi görünen Nowa bir süre sessiz kaldı. “Vesi toplantıya odaklansan iyi olur.” “Artık sussanız mı!” Ragaz’ın uyarısıyla ikimiz de sessizliğe bürünürken meraktan ölsem de başka bir şey soramadım.

Gözlerimi yeniden masaya çevirdiğimde nerdeyse elle tutulur olan gerginlik tüm odayı doldururken huzursuzluk içinde yerimde kıpırdandım. Nedense pek hoş şeylerin olmayacağı hissinden bir türlü kurtulamıyordum. Tanrılar kendinden emin bir ifadeyle konsey üyelerini süzüyorlardı. Lakin hepsinin gergin olduğunun farkındaydım. Bu toplantı talebinin hayra alamet olmadığını en iyi onlar biliyordu. Konsey üyeleri tanrıları üstten bir bakışla tek tek süzerken liderleri olduğunu varsaydığım yaşlı adam dikkatlice söze girdi.

“Bu toplantıyı istememizin sebebi sizlerle elimize geçen bir bilgiyi paylaşmak.” dediğinde herkes merakla konsey üyesine yöneltti bakışlarını. Gerilim giderek artarken sakin kalmaya çalışarak birkaç derin nefes aldım. “Asırlardır aradığımız suikastçıyı nihayet bulduk.” dediği an odanın içinde tiz bir gürültü yankılandı. Aeros’un hızla ittiği sandalye sert zeminle buluşurken öfke saçan ifadesini konsey üyesine dikmişti. “Kimmiş? Nerde o adi?” dedi bütün hiddetiyle. Diğer tanrılar da şaşkın ve öfkeli görünüyordu lakin Aeros haddinden fazla öfkelenmişti. “Nasıl buldunuz?” dedi Nolan gayet sakin ve ölçülü bir tavırla. Konsey üyesinin bakışları ona doğru kayarken omuzlarını dikleştirdi. “Kimliğini bilmediğimiz biri bize yadsınmaz bazı deliller ulaştırdı.”

“Sence o olabilir mi?” dedi Nowa başıyla Aeros’u işaret ederken. Gözlerimi birkaç saniye üzerinde gezdirirken kaşlarımı çattım. “Baksana kimseye bir şey olduğu yok. O bir celallendi.” “Sanmıyorum. Bu mesele onun itibarını zedeliyor. Hem kendi babasını neden öldürsün ki?” dedim. “Belki de tanrı olmak konusunda pek de sabırlı olamadı.” Tanrı ya da tanrıça olmak için selefin ölmesi ya da gücünü yitirmiş olması gerektiğini bildiğimden bu tahmin mantıklı gelse de mantıklı olmayan yanları da çok fazlaydı. “Öyle olsa bile diğer tanrıları neden öldürsün ki?” “Silva haklı.” diyerek Ragaz da desteğini sunduğunda Nowa omuzlarını silkti. “Kim bilir belki de suikastçı benim.” dediğinde kocaman olan gözlerimi ona çevirdim. “Saçmalamaya devam edersen kellen gidebilir.” diyen Ragaz’ın sözleri Nowa’yı pek de etkilememiş olacak ki alaycı tavrıyla konuşmasını sürdürdü. “O halde belki de sensin.” Ragaz bakışlarını masadan ayırmazken sıkıntılı bir nefes verdi. “Uzatma Nowa.”

“Uzatırım kardeşim. Kaç asır oldu bir herifi bulamadılar. Meraktan öleceğim artık. Zaten elime geçse bir kaşık suda boğma niyetindeyim. Şerefsiz herife Zahel’e suikast düzenlemek neymiş göstereceğim.” derken sözcükler ağzından nefretle dökülüyordu. Sanrım tüm diyar suikastçıyı en acı verici şekilde öldürmek niyetindeydi. Son yaşananlara rağmen ben de hala bu niyetteydim. Bu yüzden konseyin konuşmalarını can kulağıyla dinliyordum. “Erkek olduğunu ne biliyorsun? Belki kadındır. Hem suikastçıya yönelik işkence planlarından da vazgeçmen gerekecek. Konsey uygun gördüğü cezayı kendi kesecektir.” Konseyin uygun göreceği cezanın idam olacağını Kael’dan biliyordum. Kurak Topraklarda edindiğim dostum, nedense onu özlemiştim. O yerde kalmasına gönlüm hiç razı gelmese de şimdilik elimden pek bir şey gelmiyordu.

“Peki Roan’a ne dersiniz? Şerefine soktuğum herif meseleyi hiç umursuyor gibi görünmüyor. Belki bu tavrıyla yaptıklarını gizlemeye çalışıyordur.” Nowa’nın varsayımları devam ederken başımı ona çevirmeden cevap verdim. “Birincisi Ateş Tanrısına olan sevgin gözlerimi yaşarttı. İkincisi dediklerin mantıklı görünse de Roan’ın da bunları yapmak için bir nedeni yok.” “Ya da biz bilmiyoruz.” Omuz silkmekle yetindim. Dediği gibi gerçekten bir nedeni varsa da biz bunu bilmiyorduk. “Ya Silas? Uysal ve pısırık görüntüsüyle suikastçı kimliğini gizliyordur belki de?” “Yine bir neden yok Nowa.” Memnuniyetsizlikle gürültülü bir nefes veren baş muhafız “peki, o halde son tahmin. Konsey yapmış olabilir mi? Koskoca Işık Konseyi kaç asırdır bir herifi yakalayamamış olamaz değil mi? Ya yakalayamama sebepleri aslında tüm bunların arkasında onların olmasıysa? Hem tanrıları öldürmek öyle herkesin yapabileceği bir şey de değil zaten.”

Nowa’nın son tahmini gözlerimin irileşmesine neden oldu. Söyledikleri kulağa delicesine mantıklı gelse doğru olduğuna dair şüphelerim vardı. “Yine makul bir neden yok Nowa. Hem bu mesele onların itibarını zedeliyorken neden böyle bir şey yapsınlar?” Birkaç saniye düşünceli bir tavırla konsey üyelerini süzen baş muhafız aklına bir fikir gelmiş olacak ki gözlerinde bir aydınlanmayla bana doğru döndü. “Çok ama çok sağlam bir nedenleri olmalı ki itibarlarından ödün vermeleri gerekti.” “Konsey şu an suikastçının kim olduğunu açıklamak üzere. Ayrıca bu işi onlar yapmış olsalardı itibarlarından feragat etmeleri gerekemezdi. Suçu kolayca birine yıkıp bir taşla iki kuş vururlardı.” Konuşmaya dahil olan Ragaz’ın mantıklı açıklaması karşısında oflayan Nowa huysuzca ayağını zemine vurdu.

Daha fazla bir şey söylemeyeceğini düşünmeye başlamıştım ki başını benden yana çevirip kıstığı gözlerini şüpheci bir tavırla uzun uzun üzerimde gezdirdi. Hafiften çatılan kaşlarımla ona bakarken ne düşündüğünü anlamaya çalışıyordum. Ah yok artık, cidden saçmalamaya başlıyordu. “Sakın sen yapmış olmayasın.” dediğinde büyüyen gözlerimi bıkkın bir tavırla devirdim. “Hani az önceki son tahminindi? Ayrıca birkaç asır önce olan olayların sorumlusu olmak için yaşım epeyce küçük kalıyor. Ha bir de hatırlatayım daha birkaç önce Wienor’a geldim ben. Bunu sen benden daha iyi biliyorsun.” Başını sallayarak bana katıldığını belirten Nowa kimsenin fark etmeyeceği şekilde işaret parmağını bana doğru uzatırken kaşlarını kaldırdı.

“Eğer yeniden doğmak mümkün olsaydı o zaman tüm bunları önceki hayatında yapmış olabilirdin.” Baş muhafızın uçarı ihtimali suratımın yamulup kalmasına neden olurken bir süre ne diyeceğimi bilemedim. “Öyle olsa bile bunu neden yapmış olayım ki? Hem yeniden doğmanın mümkün olmadığını nerden biliyorsun?” Sorumla birlikte afallayan baş muhafız bir bana bir de yanımda duran Ragaz’a bakıp duruyordu. Bundan dolayı ben de bakışlarımı Ragaz’a kaydırdım. Bizim aksimize o masaya ve orada dönen konuşmalara odaklanmış vaziyetteydi. Yine de kaşlarının çatılmasından bizi de dinlediğini anlayabilmiştim. Göz ucuyla bana bakıp “yeniden doğuş mümkün değil Silva. Zahel Ölüm Tanrısı olarak ölen her ruha ne olduğunu biliyor ve hiçbiri yeniden doğmuyor.” diyerek durumu izah ettiğinde her şeyi anlamıştım. Daha önce bu konu üzerinde hiç düşünmemiştim. Ölümü düşündüğüm anlar çok olmasına karşın yeniden doğuşu düşündüğüm anlar hiç olmamıştı. Şimdi ise böyle bir şeyin mümkün olmadığını öğreniyordum.

“Başka seçenek kalmadı. Öyleyse suikastçı benim. Belki uyurgezerimdir. Geceleri tanrıları öldürmüşümdür.” diyen Nowa tahmin yürütmeyi bırakacak gibi değildi. Neyse ki Ragaz’ın “başın gövdenin üzerinde olsun istiyorsan saçmalamayı kes Nowa.” uyarısı üzerine ağzına fermuar çekiyormuş gibi yapan Nowa nihayet sustuğunda hepimiz masada dönen konuşmalara kulak kesildik. Aeros ateş saçan gözlerle yaşlı konsey üyesini bakarken “kim?!” diye üsteledi bir kez daha. Konsey üyeleri bir anda ayağa kalktığında istemsizce gerildim. Kalbim boğazımda artarken ortam gerginlikle dolup taşıyordu.

Herkes nefesini tutmuş konseyin üyesinin dudaklarından dökülecek ismi bekliyordu. Lakin konsey üyesi bir isim vermedi. Bakışlarını muhafızlarına kaydırırken başıyla kısa bir işaret verip gür bir sesle “yakalayın.” dediğinde bir anda hareketlenen konsey muhafızları mızraklarını doğrultarak o anda oturmaya devam eden tek kişiye doğru ilerlediler. Yaşadığım şok nefesimi keserken kalbimin göğsümden çıkmasına ramak kalmıştı. Tüm salonda şaşkınlık nidaları yükselirken herkesin suratında şok olmuş bir ifade belirmiş gözleri faltaşına dönmüştü. Konseyin yaşlı lideri bakışlarını oturan kişiye çevirdiğinde dudaklarından duymayı asla beklemediğim o sözler döküldü.

“Gerçekleştirdiğiniz suikastlar ve işlediğiniz tüm suçların cezasını çekmek üzere bizimle geliyorsunuz Ölüm Tanrısı Zahel Sideras”

Eveet sezon finalimizle ilgili neler düşünüyorsunuz?

Suikastçının kimliği sizi şaşırttı mı? Sizce neden böyle bir şey yapmış olabilir?

Kapıya dayanan savaşla alakalı fikirleriniz neler?

Sizce suikastçıya ne olacak?

Bölüm : 28.01.2025 20:42 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...