Selam bebeklerim. Bu sefer rahatsızlığımdan dolayı bölüm biraz gecikti, kusuruma bakmayın lütfen. Hepinize keyifli okumalar.
Silva
Bir insanı en çok ne yıkardı? Fiziksel acılar mı, yaralar mı? O yaraları açanlar mı? Yaraları açanların sevdiklerimiz oluşu mu? Peki ya edilen onlarca söz. Birkaç kelime derin bir bıçak yarasından daha çok acı verebilir miydi? İhanet olabilir miydi insanı en çok yıkan? Ya hepsi birden olursa. İnsan o zaman nefes alabilir miydi? Omuzlarını dik tutabilir miydi? Yaraları kabuk bağlar mıydı? Yoksa daha mı çok kanardı. Zaman iyileştirir derler zaman sevgisizliği iyileştirir mi? Zaman kimsesizliği geçirir mi? Zaman ihaneti affettirebilir mi? Her şeyden öte zaman insanın kendisini sevmesini sağlayabilir miydi?
Zaman iyileştirmezdi, zaman sadece alıştırır silikleştirirdi. Ama ne acılar diner ne sevgisizlik iyileşir ne de kimsesizlik geçer. Zaman belki affettirir. Ama insanın kendini sevmesini sağlamaz. Aslında zaman toprağa benzer. Kırılırız, kırarlar, acı çekeriz, acı çektirirler, ihanet ederler, kendimizden nefret ederiz. Zaman tüm bunların üzerine ölü toprağı gibi çöreklenir kalır. O kalın toprak tabakası altındakileri gizler ve biz iyileşti sanırız. Oysa iyileşmez. Toprağın altına giren bedenler çürürken duygular yok da olmaz çürümez de. Öylece o toprağın kazılacağı günü bekler ve o toprak elbet bir gün kazılır. Kazılan toprağın altındakiler ise diridir. İyileştiğini sandığımız tüm yaralar orada ilk günkü gibi durur ve bu sefer hissettirdikleri daha beter olur. O toprak kazıldığında atındakiler ya kurtarılır ya da bir kez daha can verip ölü toprağının altına yeniden girer.
Sadece bir saniyede zihnime doluşan düşüncelerden ışık hızında sıyrılırken elimi Zahel’in elinden dehşet içinde geri çektim. O an hissettiklerimden dengemi sağlayamadım. Geriye doğru bir adım atarken cansız bir bebek gibi dizlerimin üzerine yığıldım. Gözlerim karşıda bir noktaya amaçsızca takılıp kalırken gördüklerim hala zihnimdeydi. Göğsümün ortasında kocaman bir oyuk açılmıştı ve kapanması mümkün olmayacaktı. Yaralanmamıştım bile. Ama canım öyle bir yanıyordu ki bunun bir tarifi yoktu. Ağladığımı gözümden süzülen bir damla yaşın zeminde düştüğünde çıkardığı sesten anlayabildim. Ellerim titriyordu, sanki boğazıma dikenli bir tel sarılmıştı. Kulaklarımda bir uğultu vardı. Birileri etrafımda bir şeyler söylüyordu ama ne dediklerini anlayamıyordum. Sadece ağlamak istiyordum. İçim dışıma çıkana dek ağlamak istiyordum.
Gözlerimin önünde parmaklıklar vardı, biliyordum ama sadece bakıyor göremiyordum. Sonra onu gördüm, yaşadıkları için gözyaşı döktüğüm adamı. Benimle aynı hizaya gelmek için dizlerinin üzerine çökmüş parmakları parmaklıkları sıkıca kavrarken endişe dolu gözleriyle bana bakıyordu. Gözlerimiz buluştuğunda sertçe yutkunmak istediysem de boğazıma oturan yumru müsaade etmedi. “Özür dilerim Ay Işığı.” dediğinde kalbimdeki sızı arttı. Ne diye özür diliyordu ki. Ne diye yine tüm suçu sırtına yükleniyordu ki. Gözyaşlarımın sorumlusu olarak kendini mi görüyordu? Asıl ben özür dilerim Zahel ağlamayı kesemediğim ve kendini suçlu hissetmene sebep olduğum için demek istediğim ama sesim çıkmadı. Kendimi diğer insanlar gibi hissettim o an. Zahel’e nefret kusup her şeyden onu sorumlu tutan insanlar gibi. Ona karşı ufacık bile nefretim yoktu ama gözyaşlarımdan sorumlu hissettirmiştim istemeden de olsa.
Gözlerimden sicim gibi yaşlar akarken sesim çıkmıyordu. Sessizce gözyaşı dökerken olur da sesim çıkar diye elimle ağzımı kapattım. Zahel onca acıyı çekerken hiç sesini çıkarmamıştı. Nasıl yapabilmişti ki? Çocuk bedeni gördüğü işkencelere nasıl sessizce katlanabilmişti? İşte şimdi önüne çektiği duvarlar, gözlerinde gördüğüm soğuk ifade bir anlam kazanıyordu. Onun güvenini de sevgisini de yok etmişlerdi. Bu yüzden benden uzak duruyordu, bu yüzden kimseye güvenemiyordu. Her an sırtından bıçaklanabileceği ihtimaliyle yaşıyordu. Sevgi ise Zahel Sideras’a neredeyse hiç uğramamıştı. Koca bir dünya ona nefret kusmuştu ve kusmaya da devam ediyordu. Bir kardeşi vardı. Belki de canın çok sevdiği ve geri kalan dünyaya inat abisinin yanında yer alan. Sonra onu da kaybetmişti. Hem de olabilecek en kötü şekille. İhanet. Bunun affı olabilir miydi?
Zahel göğsüne bir hançer saplayan kardeşine sadece gitmesini söylemişti. Oysa bunun bir karşılığı olması gerekmez miydi? Sonrası hatırlamak istemeyeceğim kadar beterdi. Amacına ulaşamayan Azel bu sefer de Zahel’in değer verdiği birini öldürmüştü ve bu en kötüsüydü. Affı olmaz demiştim, affetmez demiştim. Azel bile abisinin onu öldüreceğinden her şeyden çok emindi ama öyle olmamıştı işte. Zahel kardeşinin canını yakmamıştı bile. Üstelik Azel bunu düşünebildiği için kırılmıştı. Ve ben gözlerindeki o ifadeyi unutamıyordum. Sanki tüm inancını, umutlarını yitirmiş gibiydi. Kardeşi her şeyiydi ve o gün her şeyini kaybetmiş bir adam gibi bakmıştı gözleri. Daha küçük bir çocukken bu dünyadan gitmeyi arzulamış, sonra kardeşi doğmuş ve sırf onun için yaşamaya çalışmıştı. Parmaklıkların ardından başını okşamış sevgisini hissettirmeye, elinden geldiğince onu korumaya çalışmıştı.
Tüm bunlar için bir karşılık beklemiyordu. Ama içten içe kardeşi tarafından sevilmeyi arzularken karşılığında aldığı bir ihanet olmuştu. Üstelik bu ihanetin acısı öyle büyüktü ki tüm bunlara üçüncü bir göz olarak şahitlik etmeme rağmen ben bile kaldıramıyordum. Doğduğu anda ölmesi istenmişti. Ailesi sevmek şöyle dursun öldürmeyi denemiş, hatırladıkça canımdan can götüren işkenceler etmişlerdi. Üstelik daha küçücük bir çocukken. Zahel’e sırtındaki izleri sorduğumu hatırladığımda göğsümdeki oyuk biraz daha büyüdü. Babam yaptı, demişti. Belki o anlara daha fazla dönmemek için belki de beni üzmek istemediğinden daha fazla uzatmamıştı. Oysa o izleri bırakan sadece babası değildi. Annesinin, sayısız muhafızın, suçluların hatta kardeşinin bile payı vardı o izlerde. Şimdi Zahel’e canını en çok ne yaktı diye sorsam kardeşimin ihaneti diyeceğine emindim. Yıllarca çektiği işkenceler, işittiği hakaretler bir yanaydı kardeşinin ihaneti ise bir yana. Belki bedenine hasar vermemişti ama ruhundan geriye kalanları paramparça etmişti.
Gözlerimi çevirip bir kez daha endişe emareleri taşıyan gözlerine baktığımda kulaklarımda anlattıkları çınladı. Tüm bunları anlatırken nasıl da önemsiz bir şeyden bahseder gibi anlatmıştı. Sanki tüm bunları yaşayan o değil de başka biri gibi umursamazdı. Anne, babasının ona yaşattıklarından söz ederken ailemle aram hiçbir zaman iyi olmadı demişti. Peki ya ben tüm bunları görmeseydim. Nasıl gördüğümden bile emin değildim ama bu ihtimal beni öldürüyordu. Ya Zahel’in anılarını görmeseydim? O zaman ne gerçeği bilecek ne Zahel’in acısını anlayabilecektim. Peki ya ben tüm bunları görmeseydim Zahel’in yaralarını bana anlattığı bir gelecek olur muydu? Her şeye kendi başına göğüs geren Ölüm Tanrısı bir gün kollarımın arasına sığınıp canım yanıyor der miydi? Desin istiyordum. Belki yaşadıklarını geri alamazdım ama en azından sevgisizliğine, kimsesizliğine çare olurdum. İnanmasa da masum olduğunu, sevilmeye herkesten çok layık olduğunu söylerdim. Yaşananların suçlusu olmadığına onu inandırmayı denerdim.
Ne var ki Zahel bana gelmez, acısını, çaresizliğini, kimsesizliğini de dile getirmezdi. O bütün suçları üstlenir acıya da yalnızlığa da tek başına göğüs gererdi. Acılarını paylaşmak sevmek demekti, sevilmek demekti, güvenmek demekti. Zahel kimseye güvenemiyor, sevildiğini hissetmiyordu. Sevdiği birleri olduğundan ise emin değildim. Nolan, Ragaz, Nowa, Valeria, Jieli ve belki de ben. Bize değer verdiğine emindim lakin seviyor muydu, sevebiliyor muydu? Kardeşini sevip sırtından bıçaklandıktan sonra yeniden birilerini sevebilir miydi? Hızlıca gözlerimi sildim ama ben sildikçe yenileri aktı. Nolan ve Nowa’nın endişeyle yanı başımda dikildiklerini anca fark edebilsem de gözlerimi Zahel’den ayıramıyordum. Bu hale nasıl ve neden geldiğimi anlamaya çalışan gözlerle bakıyordu bana. Oysa bana bir şey olduğu yoktu. Her şey Zahel’e olmuştu. Aileler ikimizin de en kötü kaderiydi.
“Silva iyi misin? Ne oldu?” Nowa’nın sorusunu yanıtsız bırakırken kolumdan tutup kalkmama yardım etmesine izin verdim. Zahel de benimle birlikte doğrulduğunda karşısında dilim lâl oldu. Söyleyeceğim, söylemek için yanıp tutuştum çok şey vardı ama dudaklarımı sıkıca birbirine bastırdım. Şu an değil, şimdi sırası değildi. Hele de Nowa ve Nolan buradayken bunu yapamazdım. “Ay Işığı.” Sesiyle birlikte biraz daha toparladım kendimi. Güçlü durmam gerekiyordu ya da en azından beklenenden daha büyük tepkiler vermemeliydim. Yıldızsız bir göğü andıran gözlerine bakarken uzun uzun ne diyeceğimi düşündüm. Sonunda kendimden bile beklemediğim şekilde mantıklı düşünüp aklıma takılan ama içten içe de cevabını bildiğim o soruyu sordum.
“Tüm bunlardan sonra yani dört tanrı diyarımıza saldırdıktan sonra Konsey ne yaptı?” Zahel’in gözleri içinde bulunduğu duruma rağmen gurur duyuyormuş gibi ışıldadığında bunun diyarımız dememden kaynakladığını anladım ama bu ışıltı çarçabuk yok olurken yerini öfke kıvılcımlarına bıraktı. Bu da tahminlerimde haklı olduğumu henüz bir yanıt almadan doğrulamış oldu. “Konsey yaşananlara göz yumdu. Bununla da kalmayıp olayın üzerini de örtmeye çalıştılar. Olaydan sonra kaç nesil geçti bilmiyorum ama zamanla herkes her şeyi unuttu. Bazı insanlar arasında yaşananlar bir efsane olarak dolansa de kimse gerçekliğine inanmadı.” Zahel’in parmaklıkları saran elleri daha da sıklaştı. O zamanlar ona nefret kusan insanları halkı olarak kabul edip onca çaba sarf etmiş intikamlarını almak istemişti. Sözde düzeni sağlayan Konsey ise tüm bunlara göz yummuştu. Onlara karşı hiç var olmayan saygımın yerini kin alırken ben de yumruklarımı sıktım.
“Seni buradan çıkaracağız.” dedim tüm kararlılığımla. İdam edileceği ihtimali kanımı donduruyordu. Üstelik bu kararı koca bir diyarın katline göz yuman Konsey verecekti. Onların tek bir sözünün gözümde zerre değeri yoktu artık. “Yapamazsınız.” Aldığım yanıt afallamama neden oldu. Gerçekten yapamayacağımızı düşündüğünden mi yoksa bunu yapmaya kalkışmamızı istemediğinden mi böyle söylediğini anlamaya çalışırken uzun uzun yüzünü inceledim. Her zaman düzgün duran saçları şimdi dağılmış, gözlerindeki zayıf ışık yok olmuş, dudakları kuruyup çatlamıştı. “Neden?” “Çünkü” dedi Zahel iki adım arkamda duran Nolan ve Nowa’ya kısa bir bakış atarken. O an her ne diyecekse onların da kendisini desteklemesini istediği açıktı. “Önceliğiniz diyar olmalı. Savaşa son vermelisiniz.” Uzunca bir süre doğru duyup duymadığımı sorgularken arkamdaki Nowa bir adım öne atılıp “bir taraflarını oyarsam görürsün o zaman önceliği.” dediğinde yüzünde inatçı bir ifade vardı.
Zahel ise bu tepkiyi bekliyor olacak ki kararlı ifadesini korumayı sürdürdü. “Beni anlamanız gerek. Yok olmak üzere olan diyarımı canım pahasını yeniden ayağa kaldırdım. Şimdi sırf beni kurtarmayı deneyeceksiniz diye bütün çabalarımın, halkımın yok olmasına göz yumamam. O insanlar bana güveniyor, bana inanıyor.” İçimdeki oyuk daha da büyümez sanıyordum ama büyüyordu işte. Zahel’in dudaklarından dökülenler ruhumda kıyamet etkisi yaratmıştı. Beni kurtarmayı deneyeceksiniz diye demişti, beni kurutacaksınız değil. Kurtulamayacağına bu kadar kesin gözüyle bakmasına öfkelendim. Evet, hayatın ondaki umutları katlettiğini biliyordum ama böyle de olmamalıydı, olmamalıydı işte. Bu sefer ağlamamaya yemin ederek dişlerimi birbirine kenetledim. “Gerçekten de canın pahasına diyarındaki insanları düşünüyorsun.” diyen Nowa’nın omuzları düşmüştü. Zahel olumlu manada başını salladığında yumruklarımı daha da sıktım.
Meydanda üzerine çamur atıp ona açık açık hakaretler yağdıran insanlar aklıma geldiğinde Zahel’i hak etmediklerini düşündüm. Koca bir köyün hepimizi mezara sokma çabasından söz etmiyordum bile. Her ne kadar o olayda insanları Zahel’in kardeşi olduğunu öğrendiğim maskeli adam kışkırtmış olsa da gerçek değişmiyordu. Seçme şansları varken bizi öldürmeyi seçmişlerdi. Manipüle edildiklerine dair zırvalıktan ibaret bahaneleri zerre umurumda değildi. Yıllar geçmesine rağmen geçmişte de bugünde de insanların Zahel’e karşı olan tutumları pek değişmemişti. Onca hakarete, onca aşağılamaya rağmen Zahel’in onlar için canından vazgeçmeyi göze almasını hazmedemiyordum. Tüm dünya Zahel’in kötülükle anarken ondaki iyiliklere kör olmuşlardı.
“Zahel haklı.” Nowa’yla beraber bakışlarımızı Nolan’a kaydırdık. “Zahel’in idamı kesin değil. Ayrıca idam edilecekse bile bu epey zaman alacaktır. Bu süre zarfında onu kurtarmanın bir yolunu ararken bir yandan da diyarınızı tehdit edenlerden kurtulmanız gerekiyor.” Nolan kabullenmeyeceğim kadar mantıklı konuşuyordu. Nowa’yla birbirimize bakarken ikimizin de yüzünde saf çaresizlik vardı. “Ay Işığı.” dediğinde yeniden ona döndüm. “Bunu benim son isteğim olarak düşün.” “Kes sesini!” diyerek çıkıştım bir anda. Ölecekmiş gibi konuşması, kendini hiçe sayması beni kızdırıyordu. “Ölecekmişsin gibi konuşup durma.”
“Bugün olmasa da bir gün öleceğim.” “O güne yüzlerce belki de binlerce yıl var.” “Ya o kadar yoksa?” Hiçbir cevap veremezken bu ihtimal dengemi sarsmaya yetti. Gerçekten Zahel’i kaybedeceğimi düşünmek en kötü kabuslarımdan bile korkunçtu. Daha ona doyamamıştım ki ben. Birlikte geçireceğimiz çok zamanımız olmalıydı. Mesela önce beni göndermesinin hesabını sormalı onu kolay kolay affetmemeli ama sonunda dayanamamalıydım. Birbirimize acılarımızı anlatıp birbirimizi iyileştirmeliydik. Sonra belki Nowa’nın bahsettiği düğünü yapardık ve sonra da… Hayallerimin, içine düştüğümüz koşullardan önce bile gerçekleşmesinin zor olduğu aklıma geldiğinde kendimi durdurdum. Zahel ölebilirdi, Azel’in açtığı savaşta ben de ölebilirdim ama geçmiş burada Zahel karşımda parmaklıkların ardında dururken aptalca hayaller kuruyordum.
“Dramatik dramatik konuşup durma.” derken gözlerimi ayaklarıma sabitlemiş Nowa’yı dinliyordum. İşaret parmağını önce Zahel’e doğrulttu ve “sen tanrısın diye,” dedikten sonra parmağını bu sefer bana doğrulttu. “Sen de tanrıçasın diye önceliğiniz diyar olabilir ama ben ne tanrıyım ne de tanrıça. Önceliğim de diyar değil sensin. Kabul diyarımın öylece yok olmasına da müsaade edecek değilim ama sen de karşıma geçip beni ölüme terk edin diyemezsin.” Zahel’in ne tepki vereceğini görmek için başımı kaldırdığımda sıkıntılı bir soluk verdiğini gördüm. “Anlaman gerek Nowa benim hayatım için çabalamak boşa kürek çekmek olur.” Aldığı cevap üzerine dişlerini sıkmaktan çenesi gerilen Nowa avucunun içiyle sertçe demir parmaklıklara vurduğunda beklenmedik hareketi irkilmeme neden oldu. Nowa’nın hayat dolu hallerinden çıktığı nadir anlardan birindeydik. “Ulan adi herif!” diyerek çıkıştı Nowa. “Beni bunun için mi yanında tuttun? Sana değer verdim lan ben, abim bildim. Şimdi oturup idamını mı izleyim istiyorsun? Kendi ellerimle mezarını mı kazmamı istiyorsun?”
Göğsümdeki ağrı Nowa’nın sözleriyle arttı. Zahel’in sandığının aksine onu seven, ona değer veren insanlar vardı. Yine de o her şeyden vazgeçmişti ve bunu geri döndüremiyordu. Sevildiğini, yaşamasını isteyen insanların olduğunu kabullenemiyordu. Onu anlamak istemiyordum ama anlıyordum işte. Canına zerre kıymet vermiyordu, uzunca bir zaman da kimse kıymet vermemişti. Şimdi birilerinin ona kıymet verdiğine inanmakta güçlük çekiyordu. Benzer şeyleri bu diyara gelene dek ben de hissetmiştim ama Zahel kadar inatçı olmamıştım. Zahel’in gözlerine acı oturdu ya da o acı hep ordaydı da ben yeni fark edebiliyordum. Yine kararlı ifadesini bozmadı. Nowa’yla bense yıkılmıştık. Birimizin abisi olarak gördüğü diğerimizin sevdiği adam ölümüme göz yumun diyordu.
“Tamam, o halde Nolan’ın dediği gibi olsun.” derken gerimizde duran Nolan’a kısa bir bakış attı. Nowa bu seçeneğe de benim gibi pek ılımlı görünmese de ifadesi yumuşamıştı. “Böyle yola geleceksin işte. Bir daha da bizi terk etme fikrine bu kadar ılımlı yanaşmayacaksın.” Bu sözlerden diğerleri ne anladı bilmiyordum lakin benim gözümde açık bir itiraftı. Nowa bundan her daim üstlü kapalı bahsetse de ilk defa Zahel’i kaybetmek istemediğini açık açık dile getiriyordu.
“Ay Işığı.” dediğinde beklentiyle gözlerine bakmayı sürdürdüm. “Savaş meydanına gitme ya da en azından her zaman geride dur.” Öylece yüzüne bakakaldım. Bir süre bir şey hissedemedim bile ama sonra uzun bir soluk alırken öfkemi yatıştırmaya çabaladım. “Benim diyarım, benim halkım, benim savaşım. Askerlerimiz bizim için savaşırken ben tanrıçaları olarak geride mi duracağım? Bir korkak gibi sarayın duvarları ardında mı saklanacağım?” Çıkışıma karşılık Zahel bir cevap vermedi. Dediği şey beni haddinden fazla öfkelendirmişti. Bunun farkındaydım ama kendime engel olamıyordum. İçimde diyarı ve insanları korumaya yönelik muazzam bir dürtü varken öylece geride durmanın düşüncesi bile kanımı fokurdatıyordu. “Bunu yaparsam kendimi tanrıça olarak da senin eşin olarak da göremem.”
Son sözlerim Zahel’in sıkıca gözlerini yummasını neden oldu ve bir süre açmadı. “Savaşın ortasında mı yer alacaksın Ay Işığı, tehlikenin göbeğinde? Canın pahasına olsa bile savaşacak mısın?” “Evet.” dedim şüpheye bile düşmeden. Nedenini anlayamadığım şekilde bu konuda kendimden zerre şüphe etmiyordum. Tek arzuladığım sevdiğim insanları ve diyarı korumaktı. “İşte bu yüzden gitmeni istedim. Canın pahasına bir savaşın ortasında kalma diye.” Bu sefer öfkemin sebebi bambaşkaydı. Onca şey olmuştu ama Zahel hala gitmemden bahsedip duruyordu. Neden beni anlamak istemiyordu. “Yine mi aynı mesele?” diye çıkıştım. Artık sabrımın sonlarına geliyorduk. “O dünyanın benim için buradan daha tehlikeli olduğunu neden anlamıyorsun?” Donuk ifadesi zerre değişmezken gözlerinde fırtınalar kopuyordu ve ben nedenini sadece tahmin edebilirdim. “O halde başka bir dünyaya gitsen. Zor olur, çok zor olur ama olur. Savaş daha da alevlenmeden hala gitme şansın var.”
Tek kelime etmeden öylece yüzüne baktım. Gözlerinde umut vardı, gerçekten de gitmeyi kabul etmemi istiyordu. Etmedim ve etmeyecektim de. Bir kez daha kırılan kalbime ise bundan sonra ne olacağını kestiremiyordum. Acaba kalp gerçek manada kırılabiliyor olsaydı da bu denli canım yanar mıydı? İnsan bazen öyle olsun istiyordu. Kalbi kanayacağına bedeni kanasın. Gözlerimi sıkıca yumup bir saniye için kafamı toplamaya çalıştım. Zahel’in dediklerini yapmayacaktım ve ne yapacağımı düşünmem gerekiyordu. Yeniden gözlerimi açtığımda kırılan kalbimin üzerine toprak atmış kararlı bir ifade takınmıştım. Zindanın önünden bir adım geri çekildiğimde gözlerim Zahel’in üzerindeydi ama aramızdaki konuşma sonlanmıştı. “Artık gitmemiz gerekiyor Nowa. Ölüm Tanrısını kurtarmanın bir yolunu bulacağız ve savaşa bir son vereceğiz.”
Konuşurken gözlerim hala Zahel’in üzerinde olduğundan çehresine oturana kırgınlığı açıkça görebilmiştim. Nowa sözlerimin üzerine hareketlendiğinde gideceğini sansam da öyle olmadı. Parmaklıklara yaklaştığında cebinden çıkardığı bir cam şişeyi Zahel’e uzattı. “Ragaz verdi. Kalpsiz büyücünün büyülü ilaçlarındanmış.” Zahel dostane bir gülümsemeyle uzatılan şişeyi aldı. “Senden bir şey isteyeceğim.” “Senin isteklerin olur muydu ki?” Nowa bunu ortamı yumuşatmak için söylemiş olsa da altında yatan anlam içimi sızlattı. Nowa beklentiyle Zahel’e bakarken ben de merakla dinlemeye koyuldum. Nedense benim hakkımda bir şeyler söylemesinden endişe ediyordum. Nowa’dan bir şekilde beni göndermesini ya da en azından savaştan uzak tutmasını istemezdi değil mi?
Zahel Nowa’ya yaklaşması için bir hareket yaptığında Nowa başını parmaklıklara yasladı. Bir süre Zahel’in söylediklerini dinlerken benim de meraktan içim içimi yedi. Nihayet Nowa geri çekildiğinde kaşları çatılmış sıktığı çenesi gerilmişti. “Lütfen benimle dalga geçtiğini söyle.” Zahel ciddi ifadesini bozmadan Nowa’ya bakmaya devam etti. “Gayet ciddiyim Nowa.” “Senin var ya ben…” diyerek başlasa da sonunu getirmeyip dişlerini sıktı. Bize doğru dönüp önce bana ardından Nolan’a bakarken meselenin ne olduğunu bilmediğimizden öylece suratına baktık. “Tamam, elimden geleni yapacağım.” Her ne yapacaksa bundan hiç de hoşnut olmayan Nowa geri çekildiğinde miğferini başına geçirip “ben gidiyorum. Siz de ardımdan çıkarsınız.” dedi ve cevap vermemizi bile beklemeden yanımızdan ayrıldı.
Nowa’nın gidişinin ardından üzerimize çöken can sıkıcı sessizliği bozan Nolan oldu. “Bunu yapabileceğimizi biliyorsun.” Bir an benimle konuşuyor sansam da yanılmıştım. Doğrudan Zahel’e bakıyordu ve benim bilmediğim bir şeyden bahsediyordu. “Biliyorum.” Aldığı cevaptan sonra parmaklıklara yanaşan Nolan konuşmalarını duymamı istemediğini belli etmişti. Bu durum kaşlarımı çatmama neden olsa da tepki vermeden yerimde beklemeye devam ettim. Bir süre aralarında duyamadığım bir şeyler konuştular. Zahel her ne söylediyse Nowa gibi Nolan da bundan hoşlanmamışa benziyordu. Geri çekildiğinde “tamam.” dedi ve konuşmaları böylelikle sonlandı. “Sanırım artık gidebiliriz.” Başımla onayladığımda istemesem de yürümeye başladım.
Arkamı dönme dürtüsü şiddetle içimi kemirirken alt dudağımı ısırdım ve dayanamadım. Başımı çevirdiğimde direkt Zahel’in gözleriyle karşılaştım. “Ne diledin?” diye sordum merakıma yenik düşerek. Festival günü Zahel benim dileğimi gerçekleştirmişti ama ben ne dilediğini bile sormamıştım ve şimdi neler yaşadığının bir kısmını da olsa öğrendikten sonra bilmek istiyordum. Acaba kardeşiyle yeniden eskisi gibi olmayı mı dilemişti? Belki de insanların ona artık bir canavar gözüyle bakmamasını dilemişti. “Ben dileğimi çok önceden diledim ve gerçekleşti.” Bir kez daha ne diledin demek istediysem de vazgeçtim. Söylemeyeceği barizdi. “Ben de senin dileğini gerçekleştirmek isterdim.” dedim bir an kendimi tutamayarak. Kırgınlığım yerli yerinde dursa da kahretsin ki sevgim de yerli yerinde duruyordu. “Gerçekleştirmediğini kim söyledi.”
Ne demek istediğini anlamadım ve bu son konuşmamız oldu. Nolan’la birlikte zindanlardan ayrıldığımızda bir anda üzerime çöken garip bir hissiyat istemsizce Nolan’ın kolunu kavramama neden oldu. Yürümeyi bırakıp endişeli ifadesiyle bana döndüğünde “sorun ne?” diye sordu ama cevap vermedim. İçimde bir yer sanki alev alev yanıyordu. Nabzımın atışını vücudumun her noktasında hissediyordum ve nefes almak giderek güçleşiyordu. Sanki hava bir anda yoğunlaşıp ağırlaşmıştı. Bayılacakmış gibi değil de her an patlayabilecekmiş gibi hissediyordum. “Silva neyin var?” Nolan düşmemem için belimden tutarken tıpkı tapınağa girdiğimde olduğu gibi öfkelendiğimi istedim. Fiziksel acının yanına bir de beklenmedik duygu değişimi eklenince dizlerimin üzerine yığıldım. Nolan yanı başımda neler olduğunu çözmeye ve bana yardım etmeye çalışıyordu ama dediklerini anlayamıyordum.
“Bedel ödenmeli.” dedi bir ses ve ona başka sesler de katıldı. “Bedel ödenmeli, bedel ödenmeli, bedel ödenmeli.” Kafamın içinde onlarca farklı ses aynı şeyi tekrarlarken içimden burayı yakıp yıkmak geçiyordu. Hayır, tapınağı değil konseyi yakıp yıkmak istiyordum. Nedenini bilmiyordum, sadece bunu yapmak istiyordum. Neyse ki Nolan beni tutuyor ve farkında olmasa da ortalığı birbirine katmama engel oluyordu. “Çıkmak istiyorum.” dedim güçlükle aldığım nefeslerimin arasından. Bu yer benden garip etkiler yaratıyordu ve kendimi kaybedip olay çıkarmak benim lehime olmazdı. “Tamam, çıkıyoruz.” Nolan kolumu omzuna atıp destek vererek dışarı çıkmamızı sağladığında merdivenlerin başından bıraktığımız yerde bekleyen Valeria ve Nowa’yı gördüm. Nowa üzerini değiştirmiş, sanki yanımıza hiç gelmemiş gibi orada duruyordu. Bizi ilk fark eden Valeria oldu ve halimizi gördüğünde kaşları endişeyle büküldü. Nowa’yı da dürtüp bizi fark etmesini sağladığında ikisi de bize doğru yürümeye başladı.
Ortada buluştuğumuzda dışarı çıkmak gerçekten de işe yaramış olacak ki kendimi daha iyi hissetmeye başladım. Kafamın içindeki sesler sustu, öfkem hiç var olmamış gibi yok oldu ve içimdeki patlama hissiyatı geçip gitti. “Silva neyin var?” Nolan’ı omzundan kolumu çekip kısaca teşekkür ettim ve Valeria’ya döndüm. “Bilmiyorum. Kendimi bir anda tuhaf hissetmeye başladım. Kafamın içinde sesler yankılandı.” Açıklamam üçünün de anlam verememiş gözlerle birbirine bakmasına neden oldu. “Neyse önemli bir şey değil zaten. Gitmemiz gerekiyor.” “İyi olduğuna emin misin?” “Eminim, gidelim hadi.” Demir kapılara doğru ilerlerken kanımı fokurdatan birinin iğneleyici sesi kulaklarımıza çalındı. “Veda etmeden mi gidiyorsunuz?” Üçümüz de döndüğümüz de merdivenin tepesinde dikilen Aşin ve Vala’yla göz göze geldik. Vala kaya gibi sert ifadesiyle bizi süzerken Aşin’in gözlerindeki alay gayet açıktı.
“Görüşme için teşekkür ederim Konsey Lideri.” Başımı keskin bir hareketle Nolan’a çevirdiğimde çehreme öfke hakimiyet kurmuştu bile. Formaliteden de olsa bu adi herife teşekkür etmesi dişlerimi sıkmama neden oluyordu. “Yakında idam edilme ihtimali olan birini son kez sevdikleriyle görüştürmesek olmazdı.” Ve bu bardağı taşıran son damla oldu. Konsey Liderinin yüzündeki irite gülümsemeyi silme niyetiyle öne doğru atıldığımda birileri kolumdan yakaladı. Sıktığım dişlerimin arasından “bırakın!” diyerek çıkışırken kurtulmak için diretiyordum. “Silva dur.” “Ne yapıyorsun?” Bu sesler Nowa ve Nolan’a aitti. Durmak gibi bir niyetim yoktu ve amacım lider bozuntusunu bir daha ağzını oynatamayacak hale getirmekti. “Neden engel oluyorsunuz ki? Bırakın da onu da eşinin yanına atalım. Böylece sevenleri ayırmamış oluruz.”
Kendimden bile beklemediğim bir kuvvetle Nowa ve Nolan’dan kurtulduğum an ileriye atıldım. Geniş ve hızlı adımlarla merdivenlere doğru yaklaşırken bunca zaman sessiz kalan Vala’nın ifadesi değişti. Kaşları usul usul çatılırken gözlerini üzerimden ayırmadı. Aşin’in ise iğneleyici gülümsemesi suratında donup kalmıştı. İrileşen gözlerle bana bakıyordu. Bir anda Valeria önüme geçtiğinde adımlarım keskin bir bıçak darbesi yemiş gibi kesildi. Yüzümü çözemediğim bir ifadeyle uzun uzun incelerken afallamış vaziyette ona bakıyordum. “Valeria önümden çekil.” “Sırası değil Silva. Gitmemiz gerekiyor. Hemen.” Tepki vermeme fırsat vermeden kolumdan tutup yürümeye başladığında onu takip ettim. Gözümü bir anda bürüyen öfkem hala yerli yerinde olsa da artık mantıklı düşünebiliyordum. Nowa ve Nolan olanlara herhangi bir yorum yapmadı ve böylelikle sessizlik içinde tapınaktan ayrıldık.
❄️❄️❄️
Geri döndüğümüzde yine çalışma odasında toplanmıştık. Epeyce endişelenen Jieli’ye neler olduğunu kısaca anlattıktan sonra hepimizi bir sessizlik bürümüştü. Nowa bizimle beraber savaş alanına gidecek muhafızları hazırlamıştı. Geriye bir tek yola çıkmak kalıyordu. “Tanrılar ne olacak?” Soru Jieli’den gelmişti ve oldukça doğru bir noktaya parmak basmıştı. Başta Aeros olmak üzere tanrılar resmen bekçi gibi tepemizde dikilmeye karar vermişlerdi. Şimdi hepimiz savaş meydanına gidecektik ve onları sarayda özgür bırakmak pek de akıl karı görünmüyordu. “Kovalım gitsin.” diye teklifte bulundu Nowa ve Nolan’a dönüp “siz hariç tabi Su Tanrısı” diyerek ekledi. Bu teklife ben de oldukça sıcak bakıyor olmama rağmen ne yazık ki onları kovamıyordum. Onlara karşı koyacak güçte değildim ve hepsini geçtim istenmedikleri yerde duracak kadar gurursuzlardı. Öte yandan bir de onlarla uğraşıp zaman kaybetmek istemiyordum.
“Aslında dertleri sarayda kalmak değil. Sadece sizi göz hapsinde tutmak istiyorlar.” Nolan’ın açıklamasına Nowa “bizi göz hapsinde tutmak için peşimizden savaşa geleceklerini sanmıyorum.” diyerek karşılık verdi. Nolan bir yanıt vermedi. Bu da cidden peşimizden gelip gelmeyecekleri mevzusunun muamma olarak kalmasına neden oldu. Düşünceli halde parmaklarımla oynarken gözlerim tapınaktan ayrıldığımızdan beri garip bir şekilde suskunlaşan Valeria’ya kaydı. Tesadüf müdür bilinmez ben ona baktığımda o zaten bana bakıyordu ve nedense bir süredir de beni izlediği izlenimine kapılmıştım. Normal olmayan bir şeyler olduğu kesindi. Valeria hem sessiz hem de epeyce düşünceli görünüyordu. Sanki bedeni buradaydı da ruhu başka bir yerde gibiydi. Ne olduğunu sormak için ona doğru bir adım attığımda usulca tıklanan kapı başımı o tarafa çevirmeme neden oldu.
Girin dememin ardından içeri ismini bilmediğim bir muhafız girdi. Baş selamı verdikten sonra bana döndü. “Tanrıçam tanrılar sizinle görüşmek istediğini bildirdi.” Odanın içindeki herkes kısa bir an birbirine baktı. Bu görüşme talebenin iyi niyetler beslemediğini hepimiz gayet iyi biliyorduk. Ya yine canımızı sıkacaklardı ya da zaten zor olan durumumuzu daha zorlaştıracaklardı. “Birazdan geleceğimizi ilet.” Muhafız başını bir kez sallayıp odadan çıktığında Nowa “keşke Zahel şu hançerin nerde olduğunu söyleseydi.” diyerek gözlerini devirdi. “Gidelim bakalım, dertleri neymiş?” dediğimde hepimiz odadan ayrıldık. Saatler önce Zahel’in suikastçı olduğu gerçeğiyle yüzleştiğimiz toplantı salonuna vardığımızda oturmak yerine masanın yanı başında dikilen tanrılarla karşılaştık.
Aeros’un kibirli ve duygusuz ifadesi her zamanki gibi yerli yerindeydi. Roan ise kıyamet kopsa bundan zevk alacakmış gibi yüzünden nahoş gülümsemesini eksik etmiyordu. Silas her zamanki gibi donuk ifadesini korusa da kaşları sanki çatılmak istiyor gibi bükülüp duruyordu. Aralarında en aklı başında olan bana göre Toprak Tanrısıydı. Yönetilmeye müsait bir yapısı var gibi görünse de aslında kendi çıkarları doğrultusunda hareket ettiğini hissediyordum. Diplomatik bir görüntüsü vardı ve bunun sadece görüntüden ibaret olduğunu sanmıyordum. Üçü de bizi beklediğini belli eden bir ifadeyle bizi süzerken sakinliğimi korumaya çalıştım. Benim aksime Nowa hislerini gizlemek için çaba sarf etmiyordu. İçeri adım attığımız anda düşmanca bir tavır takınmıştı ve gözlerini devirmeden durmuyordu.
Nolan’la beraber öne çıktığımda direkt Hava Tanrısına baktım. Üçünün de başımızda bekçilik yapmasında asıl rolü Aeros üstleniyordu. Roan’ın kalmak konusunda o kadar da ısrarcı olduğunu sanmıyordum. Onu kışkırtan Aeros olmuştu. Silas zaten yüz ifadesiyle bile kalmak istemediğini belli etse de diğerlerini kararına uymanın daha mantıklı olacağı kanısına varmış olmalıydı. “Görüşmek istemişsiniz.” dedim duruşumu dikleştirirken. Beni kendilerine denk olarak görmediklerini biliyordum ve bu düşüncelerini pekiştirmeye hiç niyetim yoktu. “Duyduğuma göre diyarınız saldırı altındaymış.” derken bunu duymuş olmaktan memnun olduğunu gizlemiyordu. Ardımdaki Nowa’nın ağzının içinde birkaç küfür savurduğunu işitirken dişlerimi sıktım. “Öyle ya da değil. Bu sizi neden ilgilendiriyor?”
“Elbette ilgilendirmiyor. Beni ilgilendiren sizsiniz ve siz de gideceğinize göre burada durmamızın bir manası yok değil mi Silva?” Adımı söylerken bilerek vurgulamıştı ve amacı benim ona denk olamayacağımı göstermekti. Kışkırtmasını göz ardı ettim. Olay çıkaracak ne halim ne de zamanım vardı. Söylediklerinden diyardan ayrılacakları gibi bir anlam çıksa da bunun bu kadar basit olmasını beklemiyordum. Nedense iç sessim Nowa’nın yukarda alaya alarak yürüttüğü tahminin doğru olduğunu söylüyordu. “Sözlerinizden diyarımdan ayrılacağınız manası çıkıyor. Umarım haklıyımdır.” “Haksızsınız Silva.” Bunu öyle bir söylemişti ki resmen beni aşağılamaya çalışmıştı. “Sizinle saldırı altında olan bölgeye geleceğiz ama sanmayın ki yardım edeceğiz.” Sanki ondan yardım isteyecek kadar akıl sağlımı kaybetmiştim de.
“Gerçekten mi? Ya savaşta zarar görürseniz?” diye imayla sordum. Aslında bizimle gelip ayak bağı olmalarını da istemiyordum. En iyisi kendi diyarlarına dönmeleriydi ama diyarımda başıboş olacaklarına bizimle gelmeleri daha mantıklı duruyordu. “Narin ellerinle yaralarımı sararsın diye umuyorum Silva.” Kıstığım gözlerimi direkt Roan’a çevirdim. Onun bu cıvık tavırları ve sözleri canımı sıkıyordu. “Bolca tuz döküp sardıracağımdan şüphen olmasın.” dedim onun aksine ciddi tavrımı koruyarak. “Tuz basmak için de önce yaralarımın nerede olduğuna bakman gerekecek. Umarım hoşuna gidecek bir yerlerimden yaralanırım.” Sözlerinin altında yatan ima içimde kusma isteği uyandırdı.
“Bu kadar arzu ediyorsanız sizi münasip bir yerlerinizden yaralayabilirim Ateş Tanrısı.” Nowa’nın çıkışına Roan gözünü devirerek ve burnunu kırıştırarak tepki verdi. “Gevezelik etmenin anlamı yok. Sizinle geleceğiz ve bizim için endişe etmenize de gerek yok. Sizin aksinize Silva biz kendimizi koruyacak kadar güçlüyüz.” Aeros’un üstten tavırları her geçen saniye daha da canımı sıkıyordu. Beni her fırsatta aşağılamaya çalışması ve güçsüz olduğumu söyleyip durması sinirlerimi oynatıyordu. “Nasıl isterseniz.” dedim sıktığım dişlerimin arasından ve daşka bir şey söylemeden arkamı döndüğümde diğerleri de benimle birlikte salondan çıktı.
“Umarım savaş meydanında geberir.” diyerek söylenen Nowa bunun olmasını cidden arzuluyor gibiydi. “Doğrusu Aeros’a olan sevgin gözlerimi yaşartıyor.” diyerek dalga geçtiğimde gözlerini devirdi. “En azından sarayda başı boş gezmeyecekler.” Onaylarcasına başımı salladım. Üç tanrıyı diyarımda gözetimsiz bırakmaktansa bizimle savaşa gelmeleri daha iyiydi. Tabi tercihen diyarımı terk etmelerini isterdim ama şimdilik bununla yetinmemiz gerekecekti.
❄️❄️❄️
Yaklaşık bir saatin ardından sarayın avlusunda toplanmıştık. Her şey hazırdı ve geriye sadece yola çıkmak kalmıştı. Diyara geldiğimden beri ilk kez süslü elbiseler dışında bir şeyler giymiştim. Altımda bacaklarımı saran siyah bir pantolon ve üzerimde de aynı renk bir kazak vardı. Bıçaklarımı ve hançerlerimi koymak içinse hem belime hem de bacağıma kayışlar bağlamıştım. Sırtımda yayım ve oklarımın olduğu sadak vardı. Tam anlamıyla bir savaşçı gibi görünsem de savaş hayatım boyunca ilk defa şahit olacağım bir şeydi. Korkmadığımı söylemek kendimi kandırmak olurdu. Şimdiye dek onca zorluğa rağmen hayatta kalabilmiştim ve yine bir şekilde hayatta kalacağımı biliyordum. Korkum hayatta kalıp savaşı kaybettiğimizi görmekten geliyordu. Nowa ve Ragaz’dan destek alacağımı bilmeme rağmen tanrıça olarak üzerime binen büyük bir sorumluluk vardı.
Savaşa götürdüğüm her bir askerin canından sorumluydum. Sadece bunu düşünmek bile omuzlarımı ağrıtıyordu. Ayrıca Zahel’i kurtarmanın da bir yolunu bulmam gerektiğinden tek odağım savaş da olmayacaktı. Kendimi ikiye bölmem ve iki parçamı da ustalıkla kontrol etmem gerekiyordu. Hem savaşı kazanmalı hem de Zahel’i kurtarmanın bir yolunu bulmalıydım. “Hanımım lütfen kendinize dikkat edin.” Jieli bizimle gelmiyordu ve bu bir kişi için de olsa içimi rahatlatıyordu. Gelmekte en başında ısrar etmemişti çünkü kendinin farkındaydı. Dövüşmek, silah kullanmak ve savaşmak konusunda hiçbir şey bilmiyordu. Bizimle gelmesi onu da bizi de tehlikeye atabilirdi. Bu yüzden baştan gelmeyeceğini kabullenmişti. Zaten Jieli’yi savaşırken düşünemiyordum. Mesel yapamayacağı değildi. İstese en iyi şekilde dövüşebilirdi ama bu ona göre gelmiyordu.
“Biz yokken buralardan sen sorumlusun.” dedim güven verici bir gülümseme sunarken. Başıyla onayladığında göz ucuyla az ileride muhafızlara bir şeyler anlatan Nowa’ya baktı. Onunla da konuşmak istediğini biliyordum ama cesaret edemiyordu. Aralarında yaşananları hala tam olarak idrak edebilmiş değildim ama emin olduğum bir şey varsa o da Jieli’nin Nowa’yı sevdiğiydi. “Her şey hazır yola çıksak iyi olur. Geç oluyor.” Gerçekten de öğle vakti geçeli çok olmuştu. Gece yolculuk etmek özellikle de diyar saldırı altındayken epey tehlikeliydi. Elimizden geldiğince hızlı olmamız gerekiyordu. Nowa’nın dediğine göre Ragazların olduğu konuma varmamız bir gün kadar sürecekti. “Vedalaşmayacak mısın?” Nowa Jieli’yi kastettiğimi bilse de arkasını dönüp bakmadı. Jieli’nin yeşilleri Nowa’nın sırtında dolanırken yüzünde hüzünlü bir ifade vardı.
“Ne vedası?” derken umursamaz görünmeye uğraşıyordu. Yine de içten içe arkasını dönmemek için kendiyle savaştığını biliyordum. “Sonsuza dek gitmiyorum ya? Yoksa beni hayatımın sonuna dek savaş meydanında mı bırakmak istiyorsun?” derken alaycı görünmeye uğraşıyordu. “Baş muhafız olabilirim ama ben de insanım. Öyle ömrümün sonunda kadar savaş meydanında kalamam. Kaçarım bak şimdiden söyleyeyim.” “Tamam o zaman biz de buna veda demeyiz.” derken kaş göz işaretiyle onu teşvik etmeye uğraşıyordum. “Nowa.” diyen ses şaşkına dönmeme neden oldu. Karşımda duran Nowa’nın ifadesi suratında donup kalırken nerdeyse kalp atışlarının sesini duyacaktım. Bildiğim kadarıyla bu Jieli’nin Nowa’ya ilk kez adıyla seslenişiydi. Jieli sanki birçok duygunun içinde boğuluyormuş gibi bakan gözleriyle öylece bekliyordu. Nowa hiçbir tepki vermedi. Sanki hareket kabiliyetini yitirmiş de bir heykele dönmüş gibiydi.
“Nowa.” Jieli bir kez daha seslendiğinde gözlerim daha da büyüdü. Onun bu inatçılığı o kadar beklenmedikti ki ben bile şaşıp kalmıştım. Sanırım korkutucu gerçekler onu harekete geçirmişti. Bir savaşa gidiyor olduğumuz gerçeği söz konusuyken en azından onunla konuşmak istiyordu. Tabi bu konuşma Nowa kendine gelebilirse mümkündü. Baş muhafız sertçe yutkundu. Gözleri telaşla boşlukta dolanırken bana baktı. Her zaman arzu ettiği şey tam olarak olmasa da gerçek oluyordu ve sanırım Nowa sadece arzu etmişti. En büyük arzusu gerçekleştiğinde ne yapacağını hiç düşünmemişti ve şimdi öylece kalakalmıştı. “No..” Jieli bir kez daha seslenecekken Nowa nihayet arkasını dönebildi ama tek kelime etmedi. Jieli de tek kelime etmedi ve ikisi öylece birbirine baktı.
Jieli arkasında olan kolunu öne çıkardı ve elinde duran balmumu kaplı bir bezle yapılmış paketi Nowa’ya uzattı. “Seviyorsun. Ben artık yiyemiyorum ama sen ye.” Jieli’nin neyden bahsettiğini ve pakette ne olduğunu henüz çözebilmiş değildim. İkisinin gözlerine oturan kederin sebebini ise az çok tahmin edebiliyordum. “Sen yemiyorsan ben neden yiyeyim? Bu bencile bir istek.” Nowa’nın sesi kırgın ve kızgın çıkmıştı ama kırgınlığı daha baskındı. Jieli mahcup bir halde başını eğerken uzattığı paket havada kalmıştı. Yine de elini geri çekmiyordu. “Sadece sevdiğin için Nowa. Senin için artık bir anlamı olmasın.” “Ya ben anlamı için seviyorsam?” Jieli çarçabuk başını kaldırdığında bunu duymayı beklemediği açıktı. Bir süre sanki doya doya bakmak istiyormuş gibi Nowa’ya baktı. “O halde bu son olsun.” Hayal kırıklığı bir kez daha Nowa’nın gözlerine oturduğunda uzanıp paketi aldı.
Boşta olan elini cebine atıp içinde ne olduğunu bildiğim keseyi çıkardı ve Jieli’ye uzattı. “O halde benim de artık bunu taşımamın bir anlamı yok.” diyerek Jieli’ye uzattığında Jieli’nin gözleri dolmaya başlamıştı bile. Yine de uzanıp keseyi aldı. Muhtemelen içinde ne olduğunu da anlamını da biliyordu. “Geri dön.” dediğinde bununla sağ salim dönmesini mi yoksa ona dönmesini mi kastettiğini çözemedim. “Bir tanesi artık olmasa da geri dönmek için çok sebebim var.” Nowa daha fazla dayanamıyor olacak ki hızlıca yanımızdan ayrılıp muhafızlara yaklaştı. “Bunu ona ve kendine neden yapıyorsun?” dedim kollarımla etrafını sararken. Başını omzuma yasladığında gözlerinden yaşlar süzülmeye başlamıştı bile. “Mecburum.” dedi titreyen sesiyle. “Onu ailesinden kalan tek kişiden koparamam.”
Yavaşça geri çekildiğinde kaşlarım çatılmıştı. “Babası seni istemiyor diye mi yapıyorsun bunu.” Başını olumsuz manada sallarken elinin tersiyle hızlıca gözlerini sildi. “Hayır, babası beni tehdit ediyor diye yapıyorum.” İşittiklerimin doğruluğunu sorgularken resmen dilim tutulmuştu. “Ne… ne demek tehdit ediyor?” Jieli bir cevap veremeden Nowa yeniden yanımıza döndü ve Jieli’yi görmezden gelip direkt bana baktı. “Daha fazla oyalanamayız Silva. Gitmemiz gerekiyor.” “Tamam.” diyerek Nowa’yı onayladım ve büyük oranda kendini toparlayan Jieli’ye döndüm. “Döndüğümde bana neler olduğunu anlatacaksın.” Cevap vermedi. Sadece başıyla onayladı. Söylediklerim Nowa’yı meraklandırmış olacak ki bir bana bir Jieli’ye baktı ama bir şey demedi. Nowa’yla beraber Jieli’nin yanından ayrıldığımda benim için hazırlanmış olan ata bindim. Yanımda Nowa, Valeria ve Nolan vardı. Bir grup olası tehlikeler ve tuzaklar için kısa bir süre önce yola çıkmıştı.
Saraydan ayrıldığımızda ardımda gerçek bir ordu beni takip ediyordu. Tanrılar ise kendi muhafızlarıyla birlikte ortalarda bir yerdeydiler. Valeria atının yularını çekiştirip bana doğru yaklaştığında nihayet neler olduğunu anlatacağı için rahatladım. “Sonunda ne olduğunu söylemeye karar verdin sanırım.” Karkarum’dan döndüğümüzden beri onda bir şeyler vardı ve ama bir türlü sorma fırsatı bulamamıştım ve o da anlatmamıştı. “Aslında bana değil sana ne olduğunu konuşmamız gerek.” Fısıltıyla konuşmasından biraz sonra söyleyeceklerini kimsenin duymasını istemediğini anladım. “Sorun ne?” dedim merakla. Beni baştan aşağı sanki ilk kez görüyormuş gibi süzdükten sonra uzun bir soluk aldı. “Konsey Liderinin üzerine yürümeye kalktığında gözlerinin renginin değiştiğini gördüm.” “Na… nasıl yani?” “Basbayağı işte. Gözlerin mora dönmüştü.” Sertçe yutkunurken bunun nasıl mümkün olabildiğini sorguluyordum.
“Bu kötü bir şey mi?” derken sesim tereddütlü çıkmıştı. Onca derdimizin arasında bir de değişen göz renklerimin doğuracağı problemleri düşünmek istemiyordum. “Silva saçların neden beyaz sence?” Bir an dejavu hissiyle dolup taşsam da bu anı daha önce yaşayıp yaşamadığımı düşünmedim. “Bilmiyorum.” dedim omuzlarımı silkerken. “Aslında en başından beri şüphelerim vardı ama doğru olması imkânsız gibiydi.” “Valeria neyden bahsettiğini anlamıyorum.” Bir süre sessiz kalan Valeria nihayet sesini daha alçaltarak cevap verdi. “Silva benim bildiğim saçları beyaz ve gözleri mor olanların soyu tükenmişti ya da en azından biz öyle sanıyorduk.” Zihnimde dönen tahminle gözlerim büyüdü. Bunun mümkün olması imkansızdı. “Koruyucular Silva, sen koruyuculara benziyorsun.”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
30.7k Okunma |
4.15k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |