47. Bölüm

❄️Saldırı

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Silva

Bir süre sessizce otururken başımı omzuna yaslamıştım. O çadıra girdiğimi düşündükçe hala kendimden iğreniyordum. Belki vazgeçmiştim ama oraya girmek bile beni mahvetmeye yetmişti. Bu sefer yalnız olmak istemiyordum. İlkinde yalnız kaldığımda kendimi bir uçurumdan atmıştım. O hayatım berbat bile olsa intihar ettiğim için pişman olmuşken bu denli kıymetli bir hayata sahipken aynı hatayı ikinci kez yapmayacaktım.

Hata bir olur iki olurdu, üçüncüsü yok oluş olurdu. Ben ilk hakkımı kullanmıştım ve ikinciyi kullanmaya hiç niyetim yoktu. Azel’e karşı olan duvarlarım büyük ölçüde yıkıldığından yanında kendimi tam anlamıyla olmasa da güvende hissediyordum. Sonuçta bu gecenin suç ortağı ikimizdik. O da ben de yaralı çocuklardık, hangimizin daha yaralı olduğu ise tartışılırdı. Başımı omzundan çekip suratına bakarken “yengecim?” dedim sorar bir tonlamayla. Çadırda bana yengecim dediğinde şaşkına dönsem de o an bir şey diyememiştim. Otuz iki diş sırıtarak bana bakıp “abimin karısı değil misin? Yengem oluyorsun işte.” dediğinde gülüşü beni de güldürmüştü. “Karısı değilim.” dediğimde şaşkınlıkla kaşlarını çattı. “Kimi kandırıyorsun? Mührünü kendi gözlerimle gördüm.” dediğinde bahsettiği anı aklıma geldi. Mührümü bulmuş ve tam üzerini kesmişti. Hoşnutsuzlukla yüzümü buruşturduğumda mahcup bir ifade takındı. “Özür dilerim. O zamanki ben…” deyip ne diyeceğini bilemiyormuş gibi duraksadı. Onu zorlamak istemediğimden “mühürlüsüyüm doğru ama evlenmedik. O yüzden karısı değilim.” dedim. “Haa o yüzden diyorsun.” deyip sonra bir şeyi yeni fark etmiş gibi gözlerime baktı.

“Nasıl ya?” diye sordu merakla. “Öküz abim bir düğün bile yapmadı mı hala?” dediğinde yaşadıklarımıza rağmen kendime engel olamayıp kahkaha attım. Zahel’e öküz mü demişti o? Ben geldiğim ilk gün adını dilendirdim diye cesaretime hayran kalan Nowa acaba Azel’in abisine öküz dediğini duysa ne derdi? Dudaklarımı birbirine bastırıp işaret parmağımı ona doğru salladım. “Çok ayıp insan abisine öküz der mi?” dediğimde kahkaha atmasa da gülüyordu. “Biz pek de insan sayılmayız yalnız.” diyerek ufak bir hatırlatmada bulunduğunda gözlerimi devirdim. “Konumuz bu değil ve haklısın öküz abin düğün falan yapmadı. Gerçi düğün olması için önce bana evlilik teklif etmesi gerekmez mi?” diye sorduğumda başıyla onayladı. “Öküz işte bana evlenme de teklif etmedi.” Bir saniye düşünüp pek de gerçekçi olmayan bir öfkeyle kaşlarımı çattım. “Sen düğün diyorsun ben evlilik teklifi diyorum ama gel gör ki Zahel beni diyardan kovuyor. Çok haklısın abin tam öküz.”

Bu sefer o da kahkaha attı. “Yalnız öküz falan ayıp oluyor. Abim sonuçta.” deyince gözlerimi devirdim. “Sen deyince bir şey olmuyor.” “O zaman aramızda kalsın. Abim duyarsa vay halimize.” dediğinde ikimiz de gülüşüyorduk. “Yani şimdi hala evlenmediniz ha?” diye sorduğunda gözlerimi kısıp suratına baktım. “Sanki evlensek haberin olmazdı?” Zahel’in beni göndermek istediğinden bile haberdar olmuşken düğün yapsaydık sağır sultan bile duyardı, Azel’in mi haberi olmayacaktı? “Eh orası da doğru. El değmemiş bir gonca olan Ölüm Tanrısı Zahel Sideras evlenecek ve bunu duymayan kalacak ha? İşte bu imkânsız.” deyip kahkaha attı. Sonra aklına her ne geldiyse gözleri şaşkınlıkla irileşti. Ani duygu değişiminin üzerimde yarattığı merakla suratına bakarken “hassiktir!” diye bir küfür savurdu. Neye bu kadar şaşırdığını bilmemek beni germeye başlamıştı. “Abim evleniyor.” dediğinde sesi buna inanamıyormuş gibi çıkmıştı.

“Tam olarak evlenmiyor ama ne olmuş yani?” dediğimde merakım daha da büyümüştü. Evlilik meselesinin neyine bu kadar şaşırdığına anlam veremiyordum. Sonuçta her tanrı gibi Zahel de mühürlüsünü, o ben oluyorum tabi, bulmuştu. “Abimle kaç yılım birlikte geçti. Aklının alamayacağı kadar çok kadın abime kur yaptı ama abim birine bile dönüp bakmadı. Etrafına dişi sinek yaklaştırmıyordu desem abartmış olamam.” Söyledikleri içimde bir yerlerin ısınmasını sağladı. Benden önce hayatında birileri olmuş olsaydı sorun etmezdim ama hayatına giren ilk kadın olmak çok özel hissettiriyordu. Özellikle de normal bir insan gibi birkaç yıl da beklememişti, yüzyıllar sürmüştü bekleyişi. Gururum okşanmıştı ve kıvrılmaya çabalayan dudaklarımı zor tutuyordum. Hislerimi belli etmemeye uğraşırken “ne güzel işte. Mühürlüsüne sadık bir erkek.” dedim ve karşılığında Azel yüzünü buruşturdu.

“Ya tamam sadık olabilirsin ama abiminki ayrı bir boyuttu. Tek bir kadını bile en azından beğeniyle süzdüğünü görmedim. Ee haliyle de bir süre sonra sağlığından şüphe etmeye başladım.” deyip gözleriyle aşağıyı işaret ettiğinde bu sefer gözleri irileşen ben oldum. “Terbiyesiz.” diyerek homurdansam da aldırış etmedi. “Ne yapayım? Kim olsa şüphe ederdi ama anlaşılan yanılmışım değil mi?” dediğinde şaşkına dönmüştüm. Umarım düşündüğüm şeyi sormuyordu. Ben cevap vermeyince “söylesene yengecim abimin sağlından bir sorun yok değil mi? Yani siz…” “Utanmaz herif sus hemen!” diyerek çıkıştım. Resmen Zahel’le birliktelik yaşayıp yaşamadığımı soruyordu. Kötü bir niyetle değil gayet masumane bir niyetle sorduğunu bilsem de bunu sorması utandığım gerçeğini değiştirmiyordu. Yanaklarım alev alev yanmaya başlamıştı, kızardığıma emindim. “Ya ne var? Abimin sağlığı için endişe ediyorum. Söyle hadi. Yoksa daha açık mı sormam gerekiyor?” dediğinde ağzım açık kaldı. Bir şeyler söylemek istediysem de söyleyecek uygun bir şeyler bulamadım.

Beklentiyle suratıma bakan Azel cevap vermezsem cidden detaylara girecek gibiydi. Kaşlarımı memnuniyetsizce çatarken “abinin sağlığında bir sorun yok.” dedim. Cevabını almış olmanın zaferiyle gözleri ışıldadı. Yaklaşık bir dakika yine düşünceli bir hale büründüğünde aklından hangi tilkilerin geçtiğini merak ettim. Yine az önceki gibi saçma şeyler sormaya kalkmazdı umarım. Hiç de umduğum gibi olmadı. Azel bir kez daha şaşkın bakışlarını bana çevirdi. Bakışlarını karnıma indirdiğinde ne düşündüğünü çözemiyordum. Elini kaldırıp karnıma doğru yaklaştırırken tek kaşım havada ne yaptığını anlamaya çalışıyordum. Avucunun karnıma yerleştirdiğinde başını bana doğru çevirdi. Suratında nedenini bilmediğim bir gülümseme vardı. “Ay ben şimdi amca mı oluyorum?” dediğinde gözlerim fal taşına dönmüş yuvalarından çıkacaktı. “Minik yeğenim.” dedi karnıma bakarak. “Yengecim yeğenim minicik dünya tatlısı bir bebek olur değil mi?” dediğinde nihayet girdiğim şoktan çıkıp karnımın üzerindeki eline vurdum.

Anından elini çeken Azel bana sitemkâr bir bakış attı. “Ne vuruyorsun? Azcık yeğenimle konuşacaktım.” “Ne yeğeni Azel. Ben hamile falan değilim. Kafayı mı yedin?” dediğimde hayal kırıklığı ve çocuksu bir kızgınlık karışımı ifadesiyle kaşlarını çattı. “Nasıl değilsin ya? Hani abimle birlikte olmuştun?” Uzun uzun havayı içime çekip kendi kendime sabır dilendim. “O işler tekte olmuyor.” Aldığı cevapla gözleri büyüyüp kaşları çatıldı. “Ne demek tek? Kaç aydır buradasın, sadece bir kez mi yaptınız?” Ya sabır, ya sabır. Ben çocuğu öldürecektim. Düşman cephesindeyken daha mı katlanılırdı sanki? “Azel!” dedim uyarıcı bir tonla. “Tamam, tamam. Sormadım say.” diyerek bu sefer üstelemedi ama susmadı da. “Ama en kısa zamanda bir yeğen istiyorum.” Ellerimi belime yerleştirip hesap sorarcasına suratına baktım. “Oldu. Başka bir arzunuz var mı efendim?” Sanki gerçekten soruyormuşum gibi birkaç saniye düşünüp aklına her ne geldiyse ışıldayan gözleriyle bana döndü. “Bir de şu geveze muhafızla yanındaki suratsızı kovarsan çok iyi olur.”

Geveze muhafız Nowa, suratsız da Ragaz oluyordu ve onların bunu duyduğunu hayal edemiyordum. Kesin Azel’in gırtlağına çökerlerdi. “Suratsız mı?” dedim sorarcasına. “Değil mi?” derken beni ikna etmeye çabalıyordu. “Herif mimiklerini aldırmış bence. Öyle dümdüz bakıyor suratsız işte.” Sırıtmaktan kendimi almam mümkün değildi. Şaka falan mı yapıyordu acaba? Tek kaşını kaldırmış kıstığı gözlerini üzerimde gezdirirken “neye gülüyorsun yengecim? Söyle de beraber gülelim.” dedi. “Yalnız biz sana suratsız diyorduk.” Aldığı cevapla yüzünü buruşturdu. “Gördüğün üzere hiç de suratsız değilim.” “Maske takıp duruyordun. Yüzünü göremeyince de sana suratsız deyip durduk.” Bir kez daha yüzünü buruşturdu. “Ne olmuş maske taktıysam. Bu dünyada tek suratsız var o da o muhafız.” dedi ve heyecanla devam etti. “Eee kovacak mısın onları?”

“Tabi, olur. Boşalan baş muhafızlık konumuna da seni getirelim istersen.” dedim alaycı bir tonla. “Gerçekten mi? Çok iyi olur.” Kafasına hafifçe vurduğumda ikimiz de gülüştük. “Tamam baş muhafız olmasam da olur ama en azından o gevezeyi kov bari.” derken sırıtmayı kesemiyordum. “Nowa’yla derdin ne?” dediğimde cidden merak ediyordum. “Çok geveze.” dedi burnunu kırıştırarak. “Birbirinize benziyorsunuz.” dediğimde sanki kötü bir şey demişim gibi gözleri irileşirken yüzünü buruşturdu. “Ben o gevezeye benzemiyorum.” “Sen de gevezesin.” dediğimde haklı olduğumu bildiğinden bir an sessiz kalsa da hemen “değilim.” diyerek reddetti. Kabul etmese de o da gevezeydi. Şurada iki dakikada başımı şişirmişti. Konu beni Roan’ın çadırından almasından Nowa’ya kadar gelmişti. Sahi oradan buraya nasıl gelmiştik biz? “Sen kabul etmesen de birbirinize benziyorsunuz.” “Benzemiyoruz dedim ya. Ben mükemmelim. O öyle mi?” dediğinde gülmemek için kendimi zor tutuyordum. “Benzer şeyleri o da söylüyor.” dediğimde memnun olmamış gibi kaşlarını çattı.

“O bir muhafız, ben abimin kardeşiyim. Aramızda çok fark var.” “Kıskanıyor musun?” dediğimde anında inkara hazırlandı. “Hayır.” dese de sanırım kıskanıyordu. “Abinle arası iyi diye mi?” “Abimle arası ne kadar iyi olursa olsun tek kardeşi benim.” Gerçekten de kıskanıyordu. Abisini sevdiğine şüphem yoktu ama Nowa’dan kıskanacağını düşünmemiştim. “Bak burada biz bizeyiz. Hadi itiraf et. Kimseye söylemem.” Bir an şüpheyle kıstığı gözlerini üzerimde gezdirse de sonunda ikna olup konuşmaya başladı. “Seni Kurak Topraklara gönderdiğim zaman abim peşinden geliyordu. Mola verdiklerinde karşısına çıktım.” Geçmişi hatırlayınca istemsizce kaşlarım çatıldı. Azel yüzünden başım çok belaya girmişti. Her ne kadar şimdi pişman olsa da müsait bir zamanda sağlam bir dayağı hak ediyordu. “Tabi yüzümde maske olduğundan ben olduğumdan emin değildi. Sonra o işgüzar muhafızın geldiğini duyunca yanından ayrıldım ama fazla uzaklaşmayıp konuşmalarını dinledim. Neymiş benim abimi abisi gibi görüyormuş. Daha neler? O sadece ve sadece benim abim.”

Onu onaylamamı beklercesine suratıma baksa da gülememek için çaba sarf ettiğimden bir şey diyemiyordum. Bayağı bayağı çocuk gibi abisini kıskanıyordu. Gözümde şu an o minik Azel’e dönmüştü. “Söylesene yenge, o sadece benim abim değil mi?” “Paylaşımcı olabilirsin.” dediğimde yüzünü ekşitti. “Senle paylaşıyorum zaten. O geveze eksik kalsın.” Sırıtmaktan kendimi alamıyordum ve Azel de bunun farkındaydı ama bir şey demiyordu. Muhtemelen ikimizin de biraz kafası dağılsın diye çabalıyordu. Hakkını yiyemem, bu konuda iyi iş çıkarıyordu. “Neyse.” derken elini sinek kovalar gibi salladı. “Boş verelim şimdi o gevezeyi. Madem daha düğün yapmadınız o zaman tüm organizasyon bende. Sarayı en iyi şekilde süsleyip, diyarın en iyi orkestrasını getireceğim. Abime güzel bir damatlık sana da gelinlik lazım. Ee damadın kardeşi olarak bana da güzel bir takım diktirmek lazım.” diyerek anlatmaya başladığında ağzım açık onu dinliyordum. Biz düğün planı yapmamışken Azel iki dakikada her şeyi planlayıvermişti.

“Dur, dur.” diyerek daha fazla konuşmasına izin vermedim. O kadar çok detaydan bahsetmişti ki bilgi yüklemesinden beynim patlayacaktı. “Ne düğünü Azel? Daha abin evlilik bile teklif etmedi diyorum sen ne diyorsun?” Yüzü bir şeyi hatırlamış gibi bir hal aldı. “Haklısın.” deyip bir an duraksadı ve devam etti. “Da bu eşşek abim evlilik teklif etmek için bunca zaman neyi bekledi? Her şeyi ben mi yapayım? Bir zahmet evlenme teklifi de yapıversin.” dediğinde gülüşüme engel olamadım. “Teklif kısmına karışmam ama düğün bende. Hem hamileliğin için uygun gelinlik de diktiririm sana.” dediğinde bir kez daha şaşkın gözlerle baktım ona. “Ne hamileliği? Taktın hamileliği.” “Takarım hamileliği. Bir zahmet çalışmalara başlayın da düğün için sana hamile gelinliği diktirmek zorunda kalayım. Amca olmak istiyorum ben.” Çocuksu heyecanı beni hem güldürüyor hem de hayrete düşürüyordu. Zahel’le olan inişli çıkışlı ilişkimizi iki dakikada evli mutlu çocuklu hale sokmuştu. “O kadar çok çocuk istiyorsan git kendin yap.” dediğimde tabi ki memnun olmayıp kaşlarını çattı ama sonraki an gözlerini kıstı.

“Madem öyle görürsünüz siz. Sizden önce çocuğum olacak.” dediğinde artık sırıtmaktan yanaklarım ağrımaya başlamıştı. “Nasıl olacakmış o? En azıdan ben Zahel’le birlikteyim. Senin hayatında kimse yok.”

“Yok ama gözüme kestirdiğim biri var.”

“Mal mı da bu gözüne kestiriyorsun?”

“O lafın gelişi. Beğendiğim biri var işte.”

“Kimmiş o bahtsız?” dediğimde gözlerini kıstı. “Söyleyemeyeceğim.” “Saçmalama. Merak ettim. Söyle hadi.” “Yok ya. Sen bana yeğen doğurmuyorsan ben de sana beğendiğim kadını söylemiyorum.” dediğinde yaptığı kıyaslamayla kalakaldım. Onun çenesiyle yarışmayacağımı bildiğimden merak etsem de daha fazla uzatmadım. “Benim artık gitmem gerekiyor.” dediğinde hızlıca doğruldum. Bu gece olanlardan anladığım bir şey de Azel’in keyfi yerindeyken bana yenge deyip durduğuydu. Şimdi Silva diyorsa vardır bu işte bir iş. “Sebep?” dedim sorgulayan ifademle. “Benim şu yaratıklar ordusunu çok başı boş bırakmaya gelmez.” dediğinde ikna olduğumu söylesem yalan söylemiş olurdum. Gitmek için kıvranıyor gibi duruyordu. Bir huzursuzluk vardı üzerinde. “Yalan söyleme. Başka bir şeyler var sende.” Açığını yakalamak için kıstığım gözlerimi pürdikkat üzerinde gezdirdim.

Pek farklı görünmese de gergin olduğunu hissedebiliyordum. “Yok canım, sen fazla kuruntu yapıyorsun.” dediğinde ciddi misin dercesine tek kaşımı havaya kaldırdım. “Tamam, tamam. Kuruntu yapacak çok sebep vermiş olabilirim ama bir şey yok. Hadi kaçtım ben.” Yok arkadaş ben zerre ikna olmamıştım ama Azel daha fazla sorgulamama fırsat vermeden ayaklanıp kaçarcasına yanımdan ayrıldığından tüm laflarımı yutmak zorunda kaldım. Yalnız başıma kaldığımda yerimde oturmaya devam ettim. Çadıra dönmek istemiyordum. Olur da Nowa uyanırsa içine düşeceğim durumla baş edemezdim. Öte yandan hala boğulduğumu hissederken dört duvar arasına sıkışmak istemiyordum. Başımı çevirip Azel’in ıslattığı ve hala kurumayan omzuma baktım. Sadece gözyaşlarını değil salya ve sümük dahil tüm sıvılarını omzuma boca etmiştim. “Aptal çocuk.” diye kendi kendime mırıldanırken bu duruma gülsem mi leş gibi olan omzum yüzünden sinirlensem mi karar veremiyordum.

❄️❄️❄️

Azel’in gidişinin üzerinden epey zaman geçmiş olmasına rağmen yerimden kıpırdamamıştım. İçim boğucu bir sıkıntıyla dolduğundan çadıra dönmek istemiyordum. Ayrıca biraz da Nowa orda diye gidemiyordum. Raon’ın çadırına gittiğimi duysa gerçekten bacaklarımı kırabilirdi. Onların aksine davrandığım için yüzüne bakmaya cesaretim yoktu. Kendimi hala kötü hissediyordum. Ruhumdan bir parça aldığım yanlış kararım yüzünden kirlenmişken onun yüzüne bakmaya şu an cesaretim yoktu. Güneşin doğmasına az bir vakit vardı ve ben hala bir çıkış yolu bulabilmiş değildim. Saatlerdir Zahel’i nasıl kurtarırız diye düşünüp durmaktan başım ağrıma noktasına gelmiş olsa da ellerim boştu. Şu anda elimdeki en iyi plan Azel’in teklifiydi. Tapınağa gidip Konseyi oylarken Zahel’i kurtarma ihtimalimiz vardı, yok denecek kadar az da olsa ihtimaldi işte. Ya sonrası? Sonrası tamamen bir muammaydı.

Kaçacak mıydık? Nereye gidebilirdik ki ve ne kadar süre saklanabilirdik? Konsey nerde olursak olalım bizi bulacakmış gibi geliyordu. Hayat ensenizde birinin nefesini hissetme korkusuyla geçer miydi? Zahel için buna katlanabilirdim ama onun bunu kabul etmeyeceğini adım kadar iyi biliyordum. Şayet kaçacak olsaydı konseyin onun için geldiğinden haberdar olduğu anda kaçardı zaten. Hayır, Zahel korkup kaçacak biri değildi. Yaptığının yanlış olmadığını bilse de kaçmaya yeltenmemişti. Keşke kaçıp gitseydi. Keşke bu kadar onurlu olmak zorunda olmasaydı. Bencillik ediyordum belki ama ölsün istemiyordum. Ne var ki ellerim kollarım bağlı kalmıştı. Sonradan geldiğim bu dünyada şu an hiç olmadığım kadar aciz ve çaresiz hissediyordum. Elimde bir yol vardı ama o yola da giremezdim. Çarenin olduğu acizlikler en azap vericisiydi. Önünüzde bir yol olmasına rağmen o yola giremiyordunuz.

“Koşun! Çabuk! Herkes yerini alsın!” Kulağıma çalınan bağrışmalar ve koşuşturma sesleriyle başımı kaldırıp etrafa baktım. Muhafızlar alelacele koşturuyor birbirlerine uyarılarda bulunuyorlardı. Yayılan telaş ve kargaşa elle tutulur cinstendin. Merak ve gerginlikle ayağa kalktığımda gözlerimi koşturan muhafızlardan ayıramıyordum. Bir anda ne olmuştu ki süzülen bir tüyü andıran huzurumuz fırtınaya kapılı vermişti? Gergin adımlarla ilerlemeye başladığımda kafamda binlerce düşünce geçiyordu. Saldırı altında olabileceğimizi düşünsem de bu mümkün değildi. Azel ateşkesi ihlal etmiş olmazdı. Olamazdı değil mi? Rahatsız edici düşüncelerimi kovalamak için başımı salladım. Mümkün değildi. Birkaç saat önce omuzumda hıçkırıklara boğulan adam beni kandırmış olamazdı. Gözlerinde pişmanlığı da kederi de görmüş hatta hissetmiştim. Gözyaşlarıyla ıslanan omzum daha kurumamışken bana ihanet etmiş olması mümkün değildi. Tüm o yaptıkları rol olamazdı. Muhakkak başka bir şey olmalıydı.

“Lütfen.” diye mırıldadım kendi kendime. “Lütfen bunu yapmış olma Azel.” Gergin ve hızlı adımlarım Dalinar’ın nefes nefese karşıma geçmesiyle kesildi. Doğru dürüst soluk alamayan muhafız önümde hızlıca eğildikten sonra başını kaldırıp suratıma baktı. “Tanrıçam karargâh saldırı altında.” dediğinde sertçe yutkundum. Burada karargahımıza saldıracak bir tek Azel vardı. Giderek büyüyen şüphem sertçe yutkunmama neden oldu. “Kim saldırıyor?” dediğimde içten içe Azel’in adının geçmemesi için yalvarıyordum. Neyse ki Dalinar Azel’in adını dillendirmedi ama dudaklarından dökülenlerle dillendirmiş kadar oldu. “Ateşkesi ihlal ettiler efendim. Kalkanlardan dolayı henüz içeri giremediler ama girmeleri an meselesi.” Bir an bedenimdeki tüm güç çekiliverdi. Sendelediğimde kendimi ayakta durmaya zorlamak epey zor oldu. Dudaklarımdan dökülen nefeslerim titriyordu ve kalbim ağrıyordu. Kendime öyle öfkeliydim ki. Azel’e güvendiğime inanamıyordum. Gerçekten yapmıştı. Gözyaşlarıyla beni kandırmıştı.

“Efendim başka bir sorunumuz daha var.” dediğinde güçte olsa bakışlarımı Dalinar’a çevirdim. Daha başka ne sorunumuz olabilirdi ki? “Komutan Ragaz ve Komutan Nowa uyanmıyor.” dediğinde deprem etkisinde kalmış gibi oldum. Dünden bu yana olanlar zihnimde bir bir canlanırken nasıl oyuna getirildiğimi ancak idrak edebiliyordum. Gelip bana yalvarması, bana engel olmasınlar diye diğerlerini uyku tozuyla uyutma teklifi. Hepsi bunun için miydi? Nowa ve Ragaz uyku tozunun etkisindeyken muhafızların komutası eksik olacaktı. Bize en büyük desteği sağlayan Su Tanrısının gücünden yararlanamayacaktık. Aynı şekilde Val de bize yardım edemeyecekti. Düşündükçe her şey daha da mantıklı bir hal alıyordu. Roan’ın çadırına gittiğimde bana engel olmasının tek nedeni de idamın gerçekleşmesine engel olmamı istememesindendi.

Ona karşı duyduğum tüm sempati yerini devasa bir öfkeye bıraktığında burnumdan soluyordum. Delici bakışlarımı Dalinar’a çevirdiğimde “komuta sende ne gerekiyorsa yap.” dedim. Emri onaylayan Dalinar koşarak uzaklaştığında ben de adımlarımı çadırıma yönlendirdim. Nowa’yı uyandırmayı denemeliydim. Toza en çok o direnmişti, belki uyandırabilirdim. Tam çadırının önüne geldiğim esnada tüm kargaşanın içinde sağ taraftan omzunu tutarak gelen kişi dikkatimi çekti. Yaklaştığında yüzünü seçebildiğim yaralı adam Azel’den başkası değildi. Öfkem giderek yakıcı bir hal alırken keskin adımlarla ona doğru yürüdüm. Nasıl oldu bilmiyordum ama omzundan yaralanmıştı ve karşıma çıkacak cesareti gösteriyordu. Eliyle yarasına bastırırken acıyla yüzünü buruşturuyor dişlerini sıkıyordu. Karşı karşıya geldiğimizde hazırda beklettiğim yumruğumu hiç düşünmeden suratına indirdim. Yaralı olmasının da etkisiyle sola doğru sendelediğinde inledi.

Kendini toparlayıp yeniden karşıma dikildiğinde bir yumruk daha savurdum ama bu sefer yumruğumu havada yakaladı. “Beni oyuna getirdin!” diye tısladım sıktığım dişlerimin arasından. “Her şeyi planlamıştın!” dediğimde kaşları çatılırken yaralı olmasına rağmen tuttuğu yumruğumu setçe itmesiyle geriye doğru sendeledim. “Ben hiçbir şey planlamadım.” dedi her kelimenin üstüne basa basa. Bu sefer ona inanmak gibi bir aptallık yapmayacaktım. “Sana yine inanır mıyım sanıyorsun?!” dediğimde sesim kulağa ürpertici geliyordu. “Yemin ederim hiçbir şey yapmadım. Beni bir dinlersen anlarsın.” Dinlemeyecektim. Beni yine sözleriyle kandırmasına izin vermeyecektim. Tekrar yumruğumu salladığımda bu sefer bana engel olmadı. Yapabilirdi ama yapmadı. Hırsla yakasına yapışıp yumruğumu defalarca suratına indirmeme rağmen beni durdurmadı.

Kandırılmış olduğum ve ihanete uğradığım gerçeğinin içimde yarattığı öfkeyle ardı ardına yumruklarımı suratına indirmeye devam ettim. Kaşı ve dudağı patlamıştı. Patlayan yerlerden sızan kan tüm suratına ve parmaklarıma bulaşmıştı. Aklımın öfkeme baskın gelmeye başladığı anda yumruklarımın ardı kesilse de yakasını bırakmadım. Bana engel olmuyordu. Yapabilirdi ama yapmıyordu. Kaşlarım çatılırken çamurlu suyu andıran zihnimde farklı ihtimaller dönüyor, ihtimaller suyu bulandırıyor ve ben hangisinin gerçek olduğunu çözemiyordum. Sertçe yakasını bıraktığımda sendeledi. Hala dinmeyen öfkemle acı çeken haline bakarken “konuş!” dedim. Yapmadım diyordu ve iyi bir açıklaması olsa iyi olurdu. Birkaç kez öksürürken ağzında birken kanı tükürdü. “Ben- ben.” dese de konuşamıyordu. Gözlerimi devirip ona doğru yanaştığımda kolunu omzuma atıp yürümesini sağladım. Şu ana dek bana ihanet ettiğine emindim ama şimdi o konuda da şüphelerim vardı. İhanet etmiş olsa böyle savunmasızca karşıma çıkmaz ben ona vururken karşılık vermeden durmazdı. Bu işte bir iş vardı ama çözemiyordum.

Güçbela çadıra girmeyi başardığımızda onu masanın etrafındaki sandalyelerinden birine bırakıp masadaki sürahiye uzandım. Uzattığım suyu içmesine yardım ettiğimde nefes nefeseydi. Bu halde konuşamayacağını bildiğimden hızlıca temiz bir bezi ıslatıp yaralarını silmeye başladım. Açan da bendim, sarmaya çalışan da. Azel kendisi dengesiz olduğu yetmiyormuş gibi beni de dengesizleştiriyordu. Yüzündeki yaraları hallettiğimde omzuna baktım. Bıçak ya da kılıç yarasına benzemiyordu. Parçalanan derisi fazlasıyla pürüzlüydü. Sanki bir hayvan pençelerini saplamış gibi duruyordu. Hızlıca çadırdan çıktığımda gördüğüm ilk muhafızı durdurup bir şifacı yollamasını söyledim. Yüzündeki yaralar mesele değildi ama omzunun acilen tedaviye ihtiyacı vardı. Yeniden içeri döndüğümde solukları biraz daha düzene girmişti. “Elin de ağırmış yengecim.” dediğinde durumun çok da kötü olmadığını anladım.

“Neler döndüğünü anlat yoksa şifacı yerine cellat çağırırım.” Sözlerime karşılık acıyla karışık güldü. “İhanet falan etmedim” dedi savunmaya geçerek. “Zehrimden arındım ve ihanet eden değil ihanet edilen taraf oldum.” dediğinde söylediklerinin tek kelimesini anlamamıştım. “Sanırım baştan başlasam iyi olur.” Ciddiyetle suratına bakıp her ne anlatacaksa pür dikkat dinlemeye koyuldum. “Yer altındayken abim bana gasadu ve tolutları kontrol etmemi sağlayacak bir taş gönderdi. Oradan kendi başıma çıkamayacağımı biliyordu ve o yaratılar her ne kadar zincir altında olsa da her ihtimale karşı bana o taşı yolladı ki kendimi koruyabileyim.” Söyledikleri bir kez daha bozguna uğramama neden oldu. Zahel Azel’i sürgün etmesine rağmen onu korumak için elinden geleni yapmıştı. Bir an gözlerim dolacak gibi olsa da kendimi sıktım.

“Taşı kullanarak gasadu ve tolutlara hükmedebiliyordum zaten ama yeterli gelmedi. Orda geçirdiğim süre boyunca cadıları ve şeytanları benimle olmaları için ikna etmeye çabaladım. Çoğu kabul etmese de kabul edenler oldu. Özellikle cadılar abimden nefret ettiği için bana katılmayı kabul etseler de çoğu boyunduruk altına girmek istemediğinden ve onları çıkaracağıma inanmadıklarından bana katılmadılar. Bir gün.” deyip bir an duraksadı. Kaşları çatılırken bir şeyleri çözmeye uğraşıyor gibiydi. “Nasıl oldu hala bilmiyorum ama bir gün yeraltının kapıları riskli derecede zayıfladı. İşte o zaman bana katılan cadılar ve diğer yaratıkların bir kısmını zincirlerinden kurtarıp yeraltından çıktım. Zaten kısa süre sonra da kapı eski gücüne kavuştu. Çıktıktan sonra ince ince planımı işlemeye başlamıştım. Bugüne kadar her şey planladığım gibi gitmişti ama işler bir anda karıştı.”

“Ne demeye çalışıyorsun?” dediğimde fazla sabrımın kalmadığı sesimden de belli oluyordu. Azel sıkıntılı bir soluk verirken yüzü acıdan kasılmıştı. Omzundaki yara kanamaya devam ediyordu ve şifacı henüz gelmiş değildi. “Fark etmişsindir saflarımda şeytanlar olmasına rağmen onlarla hiç karşı karşıya kalmadınız.” Başımı onaylar gibi salladım. Şeytanlar ve cadıları geride tutmasını farklı nedenlere yorsam da onlarla karşı karşıya gelmediğimiz doğruydu. “Neden bilmiyorum ama şeytanlar size karşı savaşmayı reddedip bizden ayrıldı.” dediğinde şaşkına dönmüştüm. Şeytanlar neden gitmişlerdi ki? Onlar ruhları çalıp, bedenleri parçalamaktan ve daha türlü vahşetten haz duyuyorlardı. Onların doğalarında vahşet varken savaştan kaçınmaları olacak iş değildi. “Cadılarsa bunca zaman ben onları kullandığımı sanırken beni kullanıyorlarmış. En büyük çekinceleri abim olduğundan ben abimi Konseye teslim edene dek bana sadık kaldılar ama sonra karşı çıkmaya başladılar. İlk ateşkeste durumdan hiç menün olmamışlardı ve son ateşkeste tamamen karşı karşıya gelmiştik. Giderken amacı onlar durdurmaktı ama beceremedim. Taşımı aldılar ve benim ordumu bana karşı kullandılar.”

Her şey yine çok eskilere, Azel’in nefret dolu olduğu zamanlara dayanıyordu. Olanlar için onu affettiğimden bu olanlardan onu sorumlu tutamazdım. Aksine ihanet etmediği için çok rahatlamıştım. “Seni onlar mı yaraladı?” dediğimde artık sesimde öfke yoktu. Başını salladığında başka bir şey demedim. O sırada içeri giren şifacı kısa bir selam verip Azel’in yarasıyla ilgilenmeye başladığında ben de arka tarafa geçip hazırlanmaya başladım. Silahlarım için kemerlerimi vücuduma bağlayıp tüm hançerlerimi tek tek kılıflarına yerleştirdim. En son kılıcımı da elime aldığımda hazırdım. Çıktığımda Azel’in omzu sarılmış ve ayaklanmıştı. Sandalyelerde uyuyan Nowa’ya yaklaşıp sürahideki suyu yüzüne boşalttım ama bana mısın demedi. “Etkisi geçene kadar uyanmazlar.” “Aman ne güzel.” diyerek homurdandığımda Nowa’yı orda bırakıp Azel’le çadırdan çıktım. “Bu halde savaşabileceğine emin misin?” “Unuttun mu ben abimin kardeşiyim. Dururum gayet iyi ve yaram da kısa sürede iyileşir.” Bir tanrının çocuğu olmanın avantajlarından biriydi bu.

“Yengecim.” deyip böğrümden dürttüğünde başıyla işaret ettiği yöne baktım. Bir bunlar eksikti zaten. “Neler oluyor tanrıça?” diyen Silas olmuştu. Bakışları önce beni bulsa da yanımdaki Azel’i fark ettiği anda Aeros’la ikisi şaşkına dönmüştü. “Düşmanı içinize mi alıyorsunuz?” diyen ses Aeros’a aitti. “Evet yengecim çok haklı.” dediğinde bükülen kaşlarımla ona bakıyordum. Bakışlarını benden çekip yeniden Aeros’a çevirdiğinde “onun burada ne işi var?” dedi. Zaten başımızda yeterince sorun vardı bir de o laf oyunlarıyla işleri iyice karıştırıyordu. Kızgın bakışlarını Azel’e diken Hava Tanrısı öldürecek gibi bakıyordu. “Siz beceremiyorsunuz onu kolaylıkla ortadan kaldırabilirim.” derken sesi gayet ciddi ve kin dolu geliyordu. Tabi, Zahel’in ölümünden aldığı zevk yetmemiş gibi bir de kardeşine saldıracaktı. Kaşlarım istemsiz olarak çatıldığında kıstığım gözlerimin hedefinde zerre hazzetmediğim Hava Tanrısı vardı. “Haddinizi bilin Tanrı Aeros. Karşınızda Azel Sideras var. Onunla olan dostluğumuz da düşmanlığımız da yalnızca Ölüm Diyarını ilgilendirir. Karışmak haddinize olmadığı gibi ona dokunmaya kalktığınız takdirde karşınızda beni ve diyarımı bulursunuz.”

Azel onu korumamdan menün olmuş olacak ki dudaklarının kenarı kıvrıldı. O beni Roan’a karşı korumuştu, ben de onu Aeros’a karşı koruyordum. Yüzü tiksintiyle buruşan Hava Tanrısı gözlerini üzerime dikti. “Tanrıça olmayı hak etmediğini bir kez daha kanıtlamış oldun. Düşmanını koruyorsun. Bunu da ancak senin gibi zayıf biri yapardı zaten.” “Aeros sırası değil.” diyerek konuşmayı sonlandıran Toprak Tanrısı oldu. Şayet vaktim olsa iki çift laf daha edebilirdim ama onunla oyalanacak vaktim yoktu. Muhafızlar etrafımızdan koşarak giderken Toprak Tanrısının bakışları yeniden bana döndü. “Neler oluyor tanrıça?” “Cadılar karargâh sınırına ulaşmışlar. Henüz içeri giremeseler de girmeleri an meselesi ve Azel’in bununla ilgisi yok.” Kaşları düşünür gibi çatıldığında bir saniye sessiz kaldıktan sonra “yardım edeceğim.” dedi. Kulaklarıma inanamadım. Bu çıkarcı tanrı bize yardım mı edecekti?

“Ne karşılığında?” dedim. En başta Azel’e karşı savaşırken bir çıkarı olmadığından yardımda bulunmamıştı. Çıkar gözeten biri olduğundan da bunu sormadan edememiştim. Akıl oyunlarıyla sonradan beni zor duruma sokmasını istemiyordum. “Anladığım kadarıyla Azel Sideras düşmanlığından vazgeçerken safındakilerin de ihanetine uğramış.” Durum az çok böyleydi. Toprak Tanrısı gerçekten de akıllı ve kurnaz bir adamdı. “Başta Azel’in derdi sadece abisiyleydi ama cadıların derdi tüm diyar. Eğer sizi alt etmeyi başarırlarsa sonraki hedefleri Hava ve Toprak Diyarı olur. Kendi diyarımı ve halkımı riske atamam.” Bizden bir talebi olmasa da yardımı kendi çıkarları doğrultusundaydı. Ölüm Diyarı Toprak Diyarı için tampon görevi görüyordu ve bizim düşmemiz demek Toprak Diyarının da riske girmesi demekti.

“Ayrıca size olan saygımdan da yardım edeceğim.” dediğinde bu sefer anlamamış gözlerle bakıyordum ona. “Sizden arkadaşınızı istedim ama siz benimle arkadaşınız için pazarlık yapmadınız. Üstelik böyle zor bir durumda olmanıza rağmen. Aksi olsaydı inanın size saygı duymazdım. Arkadaşınız gelip teklifimi kabul etti ama ben karşılığını vermediğim süre benim için çalışmak zorunda olmadığını bilin.” İfadesinde ciddiyet ve gözlerinde bahsettiği saygı vardı. Bakışlarını benden çekip Roan ve Aeros’a çevirdi. “Sizin de katılmanız gerek.” dediğinde Roan havada olan burnunu kırıştırdı. “Bana ulaşmadan önce ikinizi geçmesi gerek. O yüzden henüz risk altında değilim ve buna dahil olmayacağım.” Tabi ki dahil olmazdı. Aeros ve Roan hayrına bir parmaklarını bile oynatmazlardı. Özellikle son olanlardan sonra Roan ölse bize yardım etmezdi ve ben de ölsem ondan gelecek yardımı kabul etmezdim zaten.

“Ölüm Diyarı düşse de Hava Diyarı kendini savunabilir.” diyerek destek olmayacağını belirtti. Aksini söylese şaşırırdım zaten. İkisine arakasını dönüp gitmeden önce Roan gözlerini devirdi ve Aeros küçümseyici bir bakış attı. Gözden kaybolduklarında üçümüz kalmıştık. “Gidelim.” diyen Toprak Tanrısının peşine takıldık. Büyük ve hızlı adımlarla muhafızların koştuğu yöne doğru ilerliyorduk. Etrafta büyük bir kargaşa vardı ve nedendir bilinmez ayaklarımızın altındaki zemin sarsılıp duruyordu. Şimdilik karargâh sınırları içinde olmak güvenli olsa da bu durum uzun sürmeyecekti. “Anlat.” dedim yanımdaki Azel’e dönmeden. “Tam olarak ne bilmek istiyorsun yengecim?” “Kaç cadı ve şansımız ne?” dediğimde hala önüme bakıyor bir an önce düşmanımızla karşı karşıya gelmek istiyordum. İşler iyice karışmaya başlamıştı. Zahel’in idamı bu akşam gerçekleşecekti ve ben çaresizce Azel’in dediğini yapmayı planlarken ansızın gerçekleşen bu saldırı işleri içinden çıkılmaz bir hale sokmuştu. Kütükte otururken çaresizdim diyordum ya halt etmişim asıl şimdi çaresizdim.

“İki yüzden fazlalar ve şöyle söyleyeyim. Onların güç birliğin karşı tek tanrı ve benimle şansımız çok düşük. Yaratıkları işin içine katmıyorum bile.” “Sen mi?” dedim hızla aldığım soluklarımın arasından. Azel’in gücü olduğundan haberdar değildim. “Tanrı olmasam da bir tanrının kanını taşıyorum. Tabi ki benim de gücüm var.” Onaylayan mırıltılar çıkardığımda gitmeyi hedeflediğimiz yere varmıştık. Burada hiç çadır yoktu ama Valeria’nın kanımla yaptığı büyü burayı da etkisi altına alıyor olmalıydı ki karşımızdaki vahşet buraya giremiyordu. Yüzlerce muhafız gözlerimizin önündeki görünmez duvarın ardında gasadu ve tolutlara karşı savaşıyordu. Çatışmanın gerisindeki cadıları zar zor fark edebilmişti. Gördüğüm kadarıyla onlarcası buradaydı. Demek ki geri kalanı karargâhın diğer noktalarından saldırıyorlardı. Elleriyle anlam vermediğim hareketler yaparken gasadu ve tolutlar sayesinde muhafızlar onlara ulaşamıyordu ve her ne yapıyorlarsa zemin sarsılmaya devam ediyordu.

Sanırım kalkanı kırmaya çalışıyorlardı ve buna ramak kalmıştı. Sallantı giderek şiddetlenirken Azel çoktan kılıcıyla saldırı pozisyonu almıştı. Kıstığı gözleriyle olan biteni gözlemleyen Toprak Tanrısı bizden yana dönüp “sayıları daha fazla demiştin.” dediğinde Azel başıyla onayladı. “Bizi çember altına almış olmalılar. Burada sayıları az görünüyor. Sen burayla ilgilen Azel, ben diğer uca gidiyorum.” dediğinde onu onayladık. Hızla yanımızdan ayrılan Toprak Tanrısı koşturan muhafızları takip ederek saldırı altındaki karşı bölgeye doğru yol aldı. Arkadan ve önden kuşatılmıştık. Toprak Tanrısının sayıcı fazla olan tarafı seçmesi mantıklı olsa Azel’in gücünün boyutunu bilmediğimden endişeliydim. Karşımızda elliye yakın cadı vardı ve yaralı haliyle kaç tanesiyle baş edebilirdi kestirmek zordu. “Gidelim de şunlara bana ihanet etmek ne demekmiş gösterelim.” diyen Azel heyecanlı ifadesiyle bana doğru döndü. “Hazır mısın yengecim?” Kaşlarımı çatıp “şu belalardan bir kurtulalım asıl sana o zaman göstereceğim yengeciğini.” dedim. Gülmekle yetinip görünmez kalkana doğru ilerlediğinde ben de peşinden yürüdüm.

“Mümkünse arkamda dur.” dediğinde kendine fazlasıyla güveniyordu ve benim de ona güvenmemi istiyordu. Güvenmeye çalışıyordum ama şu durumda mesele güven değildi. Gücünün boyutlarını bilmediğimden beni korumaya uğraşırken zarar görmesini istemiyordum. Peşinden ilerlesem de beni korumasını gerektirecek durumlar yaratmaya niyetim yoktu. Zaten bu yaratıklara karşı bir deneyimim vardı. Asıl mesele cadılara ulaşmaktı. Karanlıkla bütünleşen bu yaratıklar onlara dokunan her canı anında alabiliyordu ve bu onları daha da güçlendiriyordu. Ellerinden çıkan her ölüm hem bir zafer hem de güçlerine güç katmak demekti. Kalkanın koruyucu alanından dışarı adım attığımız anda anında kulaklarım çınladı. Her yerden çığlık ve haykırışlar yükseliyordu. Yaratıkların kükreyiş ve hırıltılarıyla muhafızların bağırışları birbirine karışıyordu. Ceset sayısı her saniye artarken muhafızlar iyi iş çıkarsa da bu durum yaratıklara karşı böyleydi. Onların tamamını öldürsek bile cadılar karşısında ne yapacaktık?

Azel üzerine doğru gelen bir grup gasaduyu fark ettiğinde onlar yaklaşmadan kılıcını onlara doğru savurdu. Tamamı siyah bir güç dalgasıyla sarılan kılıçtan fışkıran enerji yaklaşan gasadulara çarptığında hepsi bir tarafa savruldu. Dudaklarının kenarı keyifle kıvrılan Azel beni şaşırtmayı başarmıştı. Sandığım gibi zayıf olmadığını kanıtlamıştı. İleriye doğru atıldığında ben de solumdaki bir tolutu gözüme kestirdim. Kılıcımı kavrayıp koşarken beni fark eden tolut hırıldayarak bana doğru koşmaya başladı. Aramızda bir metreden az mesafe kaldığında sol tarafa sıçrayıp kılıcımı ne olduğunu fark edemediğinden yanımdan geçen tolutun böğrüne sapladım. Acı içinde haykırarak dizlerinin üzerine yığılan yaratığın yeniden ayağa kalkmasını göze almadığım için arkasına geçip kılıcı bu kez de sırtına sapladım. Lav benzeri kanı vücudundan fışkıran yaratık oracıkta öldüğünde arkamdan gelen ayak seslerini işittim. Ne yazık ki öne doğru zıplasam da geç kalmıştım. Sırtımı sıyırıp geçen pençeler acıdan yüzümü buruşturmama neden olsa durup bekleyeceğim zamanım olmadığından arkamı dönüp üzerime gelen gasaduya baktım.

Uzun bacaklarıyla attığı hızlı adımlarla aramızda nerdeyse hiç mesafe kalmamıştı. Üzerime atıldığında hazırlıksız olduğumdan kaçamadım. Tek çare olarak kılıcımı önüme siper ettiğimde kaldırdığı pençesini kılıca indirmiş oldu. Uzun parmaklarından süzülen balçıksı kanı kılıcıma boyarken karına sert bir tekme attım. Yaratık geriye doğru sendelese de çok fazla uzaklaştıramamıştım. Kılıcımı hızla savurduğumda kolunu kılıcın önüne getiren yaratığın bir saniye sonra artık kolu yoktu. Dirseğinin devamı yaratıkla arama bir anda düştüğünde kulakları sağır eden bir çığlık atan yaratık acı içinde iki büklüm oldu. Bir kılıcıma bir de yerdeki biçimsiz kola bakarken adeta şoka girmiştim. Kuvvetli olduğumu da fena kılıç kullanmadığımı da biliyordum ama bu yaratığın kolu sırf etten oluşmuyordu ki. İnce, buruş buruş dersinin altında hiç de ince olmayan bir kemik vardı ve ben az önce tek bir kılıç darbesiyle hem etini hem kemiğini kesmiştim. Bu kadar güçlü değildim, olamazdım.

Kolundan olsa da canından olmayan yaratık şaşkınlığımdan faydalanıp yeniden üzerime atladığında bu sefer hiçbir şey yapamadım. Gasadunun ağzından dökülen salyaları suratımla buluştuğunda ancak kendime gelebildim. Kılıcım elimden düşmüştü ve bu şey beni parçalamak üzereydi. Elimi belime doğru uzatıp oradaki hançerimin sapını kavradım. Hançeri çekmemle gasadnun dişlerini omzuma geçirmesi bir oldu. Acı dolu çığlığımla eş zamanlı olarak hançeri gasadunun sırtına sapladım. Artık saldırmasa da hala ölmüş değildi. Üzerime yığılan dek hançeri defalarca bedenine sapladım. Cansız bedeni üzerime yığıldığında nefes almak için durmam gerekti. Omzum ve sırtım cayır cayır yanıyordu ve tek problem yaralı olmam değildi. Bu iğrenç şey zehirliydi de. Bunu Anbar Köyündeyken öğrenmiştim.

Yaratığı üzerimden attığımda güçlükle ayağa kalkabildim. “Silva.” diyen ses koşarak yanıma gelen Azel’e aitti. Üstü başı yaratıkların kanına bulanmıştı ve sargıdaki omzu yeniden kanmaya başlamıştı. “İyiyim.” dedim benimle fazla oylanmaması için. Keskin bakışları omuzumu bulduğunda “ısırılmışsın.” dedi. “O yaratıklar zehirli. Hemen geri dön.” dediğinde “Olmaz.” diyerek çıkıştım. “Yarlasın ve zehirlendin. Şifacıya görünmen lazım. Bu halde bir şey yapmazsın.” dese de ikna olmamıştım. Tedavi olmak gibi bir lüksüm yoktu. Kalkanın yok olması an meselesiydi ve öyle bir durumda tedavi olmam bir şeyi değiştirmezdi. Zaten acı dışında kendimi kötü hissetmiyordum. Zehirlendiğime dair bir emare yoktu. Azel’i ikna edemeyeceğimi bildiğimden koşar adım yanından uzaklaşırken “bana karışma da kendi işine bak.” dedim. Peşimden gelmemesini umuyordum ama koşarak ban yetişti. “Sana bir şey olursa abim beni kulaklarımdan tavana çiviler.” “Bir kez daha gitmemi söylersen kolundan olursun.” dediğimde sertçe yutkunmuştu. Evet, gasadunun kestiğim kolunu o da görmüş ama bir yorum yapmamıştı.

“Abime öküz derken sana haksızlık ettiğimi bilmiyordum yengecim. Bu kadar kuvvetli olduğunu bilseydim sana öküz derdim.” Alaycı sözlerine karşılık gözlerimi devirdiğimde o da ben de kendimize yeni birer hedef bulmuştuk bile. Azel birkaç metre ötesinde yaratıkların arasına daldığında tek hamlede on tanesini yere sermişti. Gücü sayesinde çok fazla yakın temasa girmesine gerek kalmadan yaratıkları haklayabiliyordu ama aynı durum etrafımızdaki yüzlerce muhafız için geçerli değildi. Yaralanmış olanları, birkaçı kalkanın güvenli kısımlarına taşırken savaşmaya devam edenler kan ter içinde kalmıştı. Birden fazla yaratıkla aynı anda savaşan muhafızlar iyi bir performans sergilese de uzun süre bu şekilde dayanamazdık. Yapılı bir muhafız üzerine atlayan toluta bir tekme attığında yaratık yere yığıldı. Nefes dahi almadan kılıcını yaratığın göğsüne saplandığında düşmanlarımızdan birinden daha kurtulmuş olduk.

Yapılı muhafızın biraz ilerisinde başka bir muhafız arkasından gelen tolutu son anda fark etmiş olsa da çevik bir hareketle yana atlayıp olası darbeden kurtuldu ve aynı çeviklikle mızrağını yaratığın sırtına sapladı. Çektiğinde yaratığın bedeni yere yığılırken zaman kaybetmeden diğer hedefine doğru ilerledi. Yeniden parmaklarımın arasında olan kılıcımla ilerlerken birkaç ötemdeki gasaduyu gözüme kestirdim. İki tolutla mücadele eden bir muhafıza arkadan yaklaşıyordu ve ben de ona arkadan yaklaşıyordum. Ciğerlerimi iyice temiz havayla doldurup koşmaya başladım. Yaratıkla aramda küçücük bir mesafe kaldığında pençelerini savursa da önce davranan ben olmuştum. Kılıcımı geri çekerken muhafız da kendi payına düşen yaratıkları haklamıştı. İkimiz de hiç duraksamadan ilerlemeye devam ettik. Geçen her dakikada karanlık biraz daha dağılıyordu. Lacivert gökyüzü yavaş yavaş kızıla dönerek güneşin doğacağını haber ediyordu.

Cadıların yaptığı büyü bir kez daha zeminin sallanmasına neden olduğunda bu seferki sarsıntı diğerlerinden büyüktü. Öyle ki zemine ayak basan herkes olduğu yerde durmak zorunda kalmıştı. Yaratıklar bile saldırmayı kesmiş sallanan zeminde ayakta durabilmeye çabalıyordu. Korku dolu gözlerimi anında arkama çevirdim. Düşmemek için çaba sarf ederken gözlerim görmediğim kalkandaydı. Kırılmak üzereydi. Kalbimin atışları şiddetlendi. Karargaha girmelerine müsaade edemezdik. Nolan, Nowa, Ragaz, Valeria ve Fenir orda savunmasızdı. Uyanıp uyanmadıklarını bilmiyordum ve şayet uyanmamışlarsa kalkan kırıldığı takdirde hayatları tehlikeye girerdi. Uyku tozu kullanmanın ne büyük aptallık olduğunu ancak idrak edebiliyordum. “Lütfen uyanmış olun.” diye mırıldandım kendi kendime.

Azalan sarsıntıyla birlikte savaş yeniden alevlendi. Eti kesen kılıçların sesi, yaratıkların hırıltıları, muhafızların bağırışları her yerdeydi. Azel gerisinde onlarca yaratığın cesedini bırakarak ilerlerken büyüyen öfkemle bulduğum ilk yaratığa saldırdım. Yaratık daha ne olduğunu anlamdan kılıcım gövdesine girdiğinde titreyerek yere yığıldı. Nefeslenmek için kısa bir an durmam gerekti. Ciğerlerim tamamen boşlamış gibi yanmamaya başlamıştı. Ter içinde kalmıştım ve üstüm yaratıkların kanıyla kaplanmıştı. Tabi bir de yaralı omzumdan ve sırtımdan süzülen kanlar vardı. Adrenalin yüzünden fark edememiştim ama omzum pek de iyi durumda değildi. Yaratığın dişlerini geçirdiği yerden süzülen kanlar bluzumu ıslatmıştı ve fena halde acıyordu. Neyse ki sol omzumu ısırmıştı. Aksi halde savaşmaya devam etmek gibi bir seçeneğim olmazdı. Zemin ara ara sallanmaya devam ederken soluklanmak için duraksadığım kısacık anda başka bir yaratık pençelerini üzerime savurdu. Anında geri zıplayıp darbeden kurtulsam da bir an gözlerim karardığı için sersemlemiştim.

Kendimi korumak için kılıcımı savursam da boşluğu kesmiştim. Darbemden kurtulan yaratık sol taraftan üzerime atladığında kaldırdığı pençesi kılıcımdan hızlıydı. Ben onun karnını kesmiştim ama o da pençelerini koluma geçirmeyi başarmıştı. Canım yansa da savunmasız kalma gibi bir lüksüm olmadığından karnını kestiğim yaratığa kılıcımı saplayıp yaşamadığından emin olduktan sonra bakışlarımı kolum çevirdim. Bluzumun artık sol kolu yoktu. Açıkta kalan tenimde üç açık yara vardı. Omzumun biraz altından dirseğime kadar inen yaralardan kan süzülüyordu. Omzum için bir şey yapmamıştım ama kolumu sarmam gerekiyordu. Acıdan dişlerimi sıkarak yaratıkların dikkatini çekmeyeceğim bir noktaya çekildim. Kılıcımı bırakıp belimden çıkardığım hançerimle canım yansa da bluzumun diğer kolunu kestim. Aldığım parçayla hızlıca yaralı kolumu sardığımda tükenmiş hissediyordum. Yaralanmasam daha uzun süre direnebilirdim ama yaralanmam hiç iyi olmamıştı. Yorgun hissediyordum ve en kötüsü bunun yaralanmamdan mı yoksa gasadu zehrinden mi olduğunu bilmiyordum.

Yaratıklar ve muhafızlar ölümüne bir savaş veriyordu ve bu savaş Azel’le olandan çok daha şiddetliydi. Azel belki de vicdanın bir yanını dinleyerek bütün vahşetiyle üzerimize saldırmamıştı lakin cadılar öyle değildi. Yaratıkları ölümüne üzerimize salmıştı. Birçok yer alev almaya başlamıştı. Geriden saldıran okçu birlikleri ilk anda olmasa da sonradan hazırladıkları ateşli oklarla yaratıkları avlamaya başlamıştı. Üzerimizden ıslık çalarak uçan okların çoğu hedefi vursa da bazıları yere çakılıp kalıyordu. Daha ne kadar dayanırdık bilmiyordum ama fazla dayanamayacağımız kesindi. Üstelik durum sadece gördüklerimle de sınırlı değildi. Arka taraftan saldıranlar da vardı ve onlarla da Silas ilgileniyordu. Birliklerimizin yarısı buradayken diğer yarısı Silas’ın yanındaydı. Bölünmüş olmak bizim açımızdan hiç yararlı olmasa da başka çaremiz yoktu.

Yaratıkların ve savaşın ötesinden duran cadıları buldu gözlerim. Bir araya gelmiş çözemediğim el hareketleriyle kalkanı kırmaya çabalıyorlardı. İlk baktığımda yüzlerinde keyifli bir gülümseme olsa da şimdi kaşlarını çatmışlardı. Öfkeli görünüyorlardı ve bunu hala kırmadıkları kalkana yoruyordum. Şöyle bir bakılınca aslında hepsi de fazlasıyla güzel görünen kadınlardı. Okuduğum kitaplarda cadılar hep çirkin, kamburu olan yaşlı ve koca burunlu kadınlar olarak tasvir edilirdi oysa ki ama gördüğüm cadıların normal üstü güzellikleri vardı. Dolgun kırmızı dudakları, çekici gözleri, pürüzsüz tenleri ve kıvrımlı vücutlarıyla şeytani bir güzelliği sahiptiler ve sorun da buydu. Güzelliklerinin altı çirkindi. Geçen her saniyeyle birlikte biçimli kaşları daha çok çatılırken sarsıntılar da şiddetleniyordu.

Oyalanmayı bırakıp yerimden ayrıldığımda bir kez daha ayaklarımın altındaki zemin sarsıldı. Bu seferki sarsıntı şimdiye dek olanlardan çok daha büyüktü. Ayakta durmakta zorlanıyordum. Zemin ayaklarımın altından çekilir gibi olurken kılıcım yere düşmüştü ve ben de düşmek üzereydim. Sarsıntının beraberinde çıkardığı büyük gürültü kulaklarımı çınlatırken birçok yaratık ve muhafız dengesini sağlayamayıp düşmüştü. Muhafızlar bir şekilde toparlanmayı başarsa da yaratıklar için aynı durum söz konusu değildi. Beşik gibi sallanırken kimse dengesini koruyamıyordu. Kalbim boğazımda atarken gözlerimi korkuyla arkama çevirdim ve çevirmemle kulaklarımı kapatmam bir oldu.

Bir patlamanın çıkardığı gür ses kapatmama rağmen kulaklarımın çınlamasına neden olurken yoktan ortaya çıkan sert rüzgar önüne gelen herkesi adeta kamçılayıp geçti. Bedenime çarpan rüzgârın etkisiyle dizlerimin üzerine düştüğümde düştüğüm yerden kalkanın olduğu noktaya bakıyordum. Başarmışlardı, kalkanı kırmayı başarmışlardı. Henüz hiçbir canavar oradan geçmese de kalkanın artık olmadığını biliyordum. Karargâhtaki herkes tehlikedeydi. Özellikle uyku tozu verdiğim arkadaşlarım büyük risk altındaydı. Dehşet içinde gözlerimi diktiğim noktadan alamıyordum. Sarsıntının ve rüzgarın etkisiyle yere yığılan herkes toparlanıp savaşmaya kaldığı yerden devam ederken üzerimdeki şoku atlatamıyordum. Ta ki birinin “Silva dikkat et.” diyen sesini duyana kadar. Başımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde karşımda bir tolut buldum. Keskin pençelerini havaya kaldırmış üzerime indirmeye hazırlanıyordu.

Ne yazık ki savunmasız bir anımdı ve kılıcım elimde değildi. Kolu hızla üzerime inerken aniden bir beden aramıza girdi. Kollarını etrafıma saran Valeria’yla göz göze geldiğimde gözlerim büyüdü ve tam o an acı içinde sarsıldı. Beni deşmek için savrulan pençeler Valeria’nın sırtını bulmuştu. Güçsüzce üzerime yığılan Valeria acıdan yüzünü buruşturmuştu. Çevik bir hareketle kılıcımı kapıp ayağa kalktığımda karşılık vermesine fırsat vermeden yaratığa sapladım. Çektiğimde yere yığılsa bile durmadım. Bedenini delik deşik ettiğimde hala rahatlamamıştım ama Valeria’nın yardıma ihtiyacı vardı. Sırtı kanlar içinde kalan kızı dizlerimin üzerine çektiğimde kalbim korkuyla göğsümü yumrukluyordu. “Valeria bana bak. İyi misin? İyisin değil mi?” Gözleri açıktı ama kasılan yüzünden canın yandığını anlayabiliyordum. “Ben-ben özür dilerim Silva.” dediğinden gözlerimden yaşlar süzüldü.

Hayır, bana bunu yapamazdı. “Affettim ya ben seni. Dileme özür. Dayan, sakın kendini bırakma. Gidersen affetmem.” Dedim ama beni dinlemedi. Güçlükle açık tuttuğu göz kapakları gri gözlerini gizlediğinde buz kestim.

 

Bölüm : 17.05.2025 19:16 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...