Selam çiçeklerim. Bu bölüm ne yazık ki fazla gecikti. Bayram ve vizelerim yüzünden atamadım. Kusuruma bakmazsınız diye umuyorum 👉👈🥺 Hepinize keyifli okumalar. Yorum yapıp beğenmeyi ve beni takip etmeyi unutmayın lütfennnn
Silva
Zahel’in kardeşi olduğunu öğrenene dek maskeli adam olarak bildiğimiz Azel bulunduğumuz çadırın içindeydi. Yüzünde yine kimliğini gizlemek için taktığı o maske vardı. Ne var ki artık hepimiz onun aslında kim olduğunu da derdinin ne olduğunu da biliyorduk. Zahel’den intikam almak istiyordu. Onun sırrını Konseye vererek idam ihtimalinin yolunu açmış yine de yeterli gelmemiş olacak ki diyara da savaş açmıştı. Amacının ne olduğunu kestiremiyordum. Zahel’in sahip olduğu ve aslında onun olması gerektiğini düşünen konumu mu istiyordu yoksa Zahel’in yıllarca uğraşıp güçlükle ayağa kaldırdığı diyarını yok etmek mi istiyordu?
Bana kalırsa diyarı yok etmek asıl amacıydı ve bu amaca ulaştığında da hep arzu ettiği o konuma kavuşacağını düşünüyordu. Mümkün olan her yolla Zahel’in canını yakmak istiyordu. Olası idamı gerçekleşmeden uğruna çokça ter döktüğü diyarının yok olduğunu öğrenmesini istiyordu. En çok da beni öldürmeyi istiyordu. Daha önce yaptığı her şey Zahel’i test etmek içindi. Bana değer verip vermediğini anlamaya çalışmıştı ve değer verdiği kanısına varmış olacak ki ölümümle abisinin daha da çok canını yakmak istiyordu.
Çadırın dışında bekleyen ve karargâhta nöbet tutan muhafızları nasıl atlattığını bilmiyordum lakin çadırın içindeki üç muhafız içeri adım attığı anda kılıçlarını çekip ona doğrultmuşlardı bile. Ne var ki bu Azel’i korkutmaya yetmemiş, aksine alaycı gülümsemesi çehresine konuk olmuştu. Muhafızlar dikkat kesilmiş vereceğimiz emirleri bekliyordu. Tanrıça olarak tek bir sözüm şu anda Azel’in ölümüne yol açabilirdi. Tabi bunun bu denli kolay olacağını sanmıyordum. Onca çabadan sonra Azel’in önlemini almadan buraya gelmesi hiç de olası değildi. Yine de ayağıma gelen fırsatı tepecek değildim. “Muhafızlar!” derken çenemi dikleştirip sesimin gür çıkmasına özen gösterdim. Kılıçlarını Azel’e doğru hareket ettiren muhafızlar bir sonraki emrimi beklerken herkesin yüzünde memnuniyetsiz bir ifade vardı. Bir tek Nowa farklı bakıyordu. Seslenişimle birlikte Azel’e diktiği gözlerini anlam veremediğim bir telaşla bana çevirmişti. Yüzüme bakarken başını usulca iki yana sallıyordu ama ne demek istediğini anlamıyordum.
Olası ölüm emrine alaycı gülüşüyle karşılık veren Azel dikkatimin Nowa’dan ona kaymasına neden olduğunda öfkeden çenemin seğirdiğini hissettim. “Öldürün!” Sesim çadırın içinde çınlarken aynı anda Nowa’nın sesi de duyuldu. “Durun!” Söylediği şeyin yarattığı şaşkınlıkla hepimiz ona doğru dönerken o Azel’e ve öldürmeleri emrini verdiğim muhafızlara bakıyordu. Emrime karşılık aksi yönde verdiği emir şoke olmama neden olurken muhafızlar öne atılmıştı bile. Sonuç olarak Nowa baş muhafız da olsa tanrıçaları olarak muhafızlar benim emirlerime öncelik veriyorlardı. Ortada duran Dalinar karnını hedef alarak kılıcını savurduysa da beklediğim gibi beklenmedik bir şey oldu. Ayaklarımızın dibine doğru savrulan Dalinar neye uğradığını şaşırırken gram şaşkınlık yaşamıyordum. Azel’in tedbirli olduğunu zaten biliyordum. Diğer iki muhafız da harekete geçmeye çalıştılar ancak Dalinar’la aynı kaderi paylaştılar. Çadırın sağ ve sol taraflarına savruldukları esnada tüm bunları yapan kişi nihayet ortaya çıktı. Azel’in tam yanında genç bir adam duruyordu.
Koyu teni ve kahverengi gözleri olan genç biriydi. Boyu Azel’den kısaydı ve onun kadar cesur durmuyordu. Dik duruşu ve kendinden emin bir ifadesi olsa da gözleri hızla çadırın içinde dolanıyordu. Muhafızların başına gelenden anladığım kadarıyla o bir büyücüydü ya da cadı. Her iki ihtimal de hiç hoşuma gitmemişti. Karargâha bu kadar kolay girmelerinin nedeni şimdi anlaşılıyordu. “Demek aranızda anlaşmazlık var.” Bakışlarını Nowa ve benim üzerimde gezdiren Azel iğneleyici bir gülüş sergiledi. Yumruğumu sıkarken Nowa’yla gözlerimiz buluştu. Benim gözlerimde soru işaretleri kol gezinirken onunkinde başka bir şeyler vardı. Kaçırdığı bakışlarını neye yoracağımı bilmiyordum. Emin olduğum tek şey Azel’in ölmesini istemediğiydi. Nedenini ise sadece tahmin edebilirdim. “Ne cesaretle buraya gelirsin?!” diyerek çıkışan Ragaz oldu. Bu sırada ayağa kalkan muhafızlar yeniden Azel ve yanındaki adamın etrafını sarmıştı.
“Neden gelmeyeyim ki? Yoksa hala bilmiyor musunuz burası abimin kıymetli eşinin karargâhı.” dediğinde yüzümü buruşturmadan edemedim. “Senin o dilini keserim!” diyerek çıkışan Nowa parmağını Azel’e doğrultmuştu. Sesinden ve ifadesinin normal biri olsa ürkerdi ama Azel nahoş bir kahkaha attı. “Ölmemi istemiyorsun ama dilimi kesmeye niyetlisin.” “İçeri nasıl girdin?” dediğimde Nowa sarf etmek için hazır olduğu sözlerini yutmak zorunda kaldı. Bir adım öne çıkarak Azel’in tam karşısına dikildiğimde Ragaz da tam yanıma geçti. Tehditvari gözlerini Azel’e dikse de duruşu yanındayım diyordu. “Ah demek kim olduğumu zaten öğrendiniz, ne hoş. Buraya nasıl girdiğimin pek de bir önemi yok Küçük Hanım ama büyücü dostumdan yardım aldığımı söyleyebilirim.” “Ne istiyorsun?” Aldığım cevabın ardından anında sorduğum soruya karşılık gözlerini devirdi. İçimden tam şu an onu boğazlamak geçse de ciddiyetimi korudum. “Ne kadar sıkıcı sorular bunlar Küçük Hanım. Halbuki seninle bir fincan çay eşliğinde sohbet ederiz diye umuyordum. Tabi senin fincanında zehir olurdu.”
Nowa “senin ben var ya…” diyerek ağzına gelen bütün küfürleri savururken, öfkeden titreyen ve Azel’in üzerine yürümeye niyetlenen Ragaz’ı kolumu önüne uzatarak durdurdum. Başını çevirip bana attığı kısa bakışın ardından dişlerini sıkarak olduğu yerde beklemeye devam etti. “Ne istiyorsun dedim.” Önce alaycı bir kahkaha patlatan Azel gözlerini teker teker hepimizin üzerinde gezdirirken “sizi istiyorum.” dedi ve bakışları benim üzerimde durdu. “En çok da seni istiyorum Küçük Hanım.” “Ee ama ben bunun gelmişini geçmişini…” diyerek başlayan Nowa’yı kolundan yakalayıp yerinde kalmasını sağladım. “Bu ruh hastası ne söylüyor duymuyor musun Silva?” “Duyuyorum ama şu an bir şey yapmayacağımızı da biliyorum. Boş yere kendini yorma da yerinde dur.” Elini hırsla saçlarına daldırırken Azel’e memnuniyetsiz ifadesiyle bakmayı sürdürdü.
“İstediğin ölmemizse daha çok beklersin.” “Ah hiç sanmıyorum Küçük Hanım. Bu tecrübesizliğinle beni alt edebileceğine gerçekten inanıyor musun?” Kabul etmek istemesem de haklıydı. Savaşa dair hiç tecrübem yoktu ve bilgimin de yeterli olup olmadığından emin değildim. “Kendi tecrübeme güvendiğimi de nereden çıkardın?” Tecrübesiz olabilirdim ama bunu düşmanıma açık açık yansıtacak da değildim. “Yani onlara güveniyorsun?” dedi yanımdaki dostlarıma kısa bir bakış atarken. “Onlara ve kendime güveniyorum. Sense sadece kendine güveniyorsun değil mi? Çünkü güvenebileceğin kimse yok.” “Evet, ben sadece kendime güvenirim. Doğru olan da bu.” dese de bir anlığına gözlerinde oluşan karaltıyı fark etmiştim. “Ateşkesi neden kabul ettin?” dedim söylediklerini görmezden gelerek. “Hızlı zaferler yeterince tatmin edici olmaz Küçük Hanım.” dedi ve alaycı tavrının yanına eklenen kinle konuşmaya devam etti. “Diyar yavaş yavaş yok olsun istiyorum. Sizler birer birer ölün istiyorum ki sevgili abim her birinin acısını teker teker yaşasın. Her acısına bir yenisi daha eklensin.”
“Ben bu herifi gebertirim.” diyerek üzerine yürüyen Nowa’ya engel olamadım. Ölüm emrini verdiğimde beni durdurmak istemişti. Şimdi ise kendi üzerine yürüyordu. Muhafızların arasından sıyrılıp kaldırdığı yumruğu hızla Azel’e salladığında görünmez bir duvara çarpmış gibi geriye savruldu. Yerde kıvranarak ve küfürler ederek ayağa kalkarken Azel’in yanındaki adamın kendisiyle gurur duyan ifadesiyle karşılaştım. Büyülü bir duvar ya da kalkan yaratmıştı ve bu Azel’e dokunmayacağımız manasına geliyordu. “Ne diyordun küçük muhafız?” Nowa dişlerini sıkarak doğrulurken “soktuğumun büyücüsünün ardına sığınma da sana kim büyük kim küçük göstereyim şerefsiz herif!” diyerek Azel’e meydan okusa da Azel gülmekle yetindi. “Adil bir dövüş istediğimi de nereden çıkardın?” Suratından silinmek bilmeyen alaycı gülüşü ve kendini beğenmiş ifadesi hepimizin sinirleriyle oynuyordu.
Ragaz aşina olduğum dondurucu ifadesini korusa da gerilen yüz hatlarından dişlerini sıktığını anlayabiliyordum. Valeria pür dikkat olanları seyretse de gözleri çoğunlukla Azel’in yanında duran büyücünün üzerinde geziniyordu. Sanırım gücünün boyutlarını ve neler yapabileceğini çözmeye çalışıyordu. Hepimizden sakin görünen Fenir ise kıstığı gözleri ile beklenmedik anda karşımıza çıkan düşmanımızı süzüyordu. “Tabi istemezsin. Karşımda bir dakika bile dayanamayacağının sen de farkındasın.” diyen Nowa burnundan soluyordu. “Bir gün sana yanıldığını kanıtlamayı çok isterdim küçük muhafız ama o gün gelmeden ölmen gerekiyor ki amacıma ulaşabileyim.” Nowa ve Azel karşılıklı atışmaya devam ederken yanıma yaklaşan Nolan dikkat çekmemeye çalışarak kulağıma doğru eğildi.
“Onu burada tutabilirim ancak bunu şu anda yapmak hükmettiği yaratıkların başıboş kalmasına neden olur.” Gasaduları tamamen Azel’in kontrol ettiğini biliyordum ve tolutları da büyük ölçüde kontrol ediyor olmalıydı. Şeytanları ve özellikle de cadıları ise nasıl kendi safına kattığını bilmiyordum. Tahminim bir anlaşma yaptığı yönündeydi ancak burada asıl mesele Azel’in ordusunun büyük bir kısmını oluşturan gasadu ve tolutlardı. Onların başıboş kaldığını düşünemiyordum. En azından mevcut durumda Azel’in isteği doğrultusunda belli bir yönde ilerliyorlardı. Kontrolsüz kaldıkları anda diyarın dört bir yanına dağılmaları muhtemeldi ve böyle bir senaryoda her yere yetişmek imkansızdı. “Bir şey yapma.” diyerek sessizce fısıldadım. Azel’in bu beklenmedik gelişi eşsiz bir fırsat gibi görünse de beraberinde getirdiği fazlaca risk de vardı ve bu riskleri almak hiç de karlı görünmüyordu. “Doğru bir karar Silva.” Nolan takdir eden ifadesiyle bana bakarken zihnimde zuhur eden başka bir amaç için dikkat çekmemeye çalışarak birkaç adım geri gidip masanın ucunda duran tabağa uzandım ve hedeflediğim şeyi avucuma aldım.
Sağ elim arkamda birkaç adım öne çıkarak Nowa’nın yanına ulaştığımda önce ona ardından Azel’e döndüm. “Gerçekten Azel ne amaçla buraya geldin?” Gözlerini üzerime çevirdiğinde yüzündeki alaycı gülümsemeyi korusa da yutkunduğunu fark ettim. Ve bu küçük detay kafamda onlarca ihtimalin dans etmesine yol açtı. “Hala geç değil Küçük Hanım benimle olabilirsin.” Kıstığım gözlerimi gözlerine dikerken Nowa’ya kısa bir bakış atıp sessiz kalmasını sağladım. “Ben tekrar etmekten hoşlanmıyorum ama anlaşılan o ki sen de tekrar etmeyince anlamıyorsun. Birincisi cevabım hala hayır ve ikincisi soruma cevap vermedin. Amacın ne?” “Dul bir tanrıça olmaya bu denli hevesliysen pekâlâ. Soruna gelecek olursak centilmen bir beyefendi olarak cevap vermem gerekiyor sanırım.”
“Bir taraflarımın centilmeni.” Nowa’nın homurdanmasına karşılık gözlerini deviren Azel onu umursamadan konuşmaya devam etti. “Düşündüğünüz gibi sinsi bir planla gelmedim. Tek amacım ne kadar çaresiz olduğunuzu kendi gözlerimle görmekti. Ve inanın bana yüzlerinize bakınca bile yeterince tatmin oldum.” Azel’in her bir sözüyle öfkesi katlanarak büyüyen Nowa yumruklarını öyle bir kuvvetle sıkıyordu ki biraz daha zorlasa parmaklarını kırabilirdi. Olası bir başarısız saldırı girişimini önlemek için Nowa’nın önüne geçtiğimde “o halde bir de ben senin yüzüne bakayım Azel Sideras.” dedim ve o daha ne olduğunu anlayamadan arkamdaki elimi açığa çıkarıp avucumda tuttuğum meyveyi ona doğru fırlattım. Refleks olarak havada yakaladığı meyveyi sağ eliyle tutan Azel bir anlığına elindeki portakala bakakaldı. O bir anda kim ne düşündü bilmiyordum ama Azel’in neler düşündüğünü tahmin edebiliyordum.
Silinen gülüşünü ve bozulan ifadesini hızla düzelten Azel “bana meyve mi ikram ediyorsun Küçük Hanım? Düşmanına?” dedi imalı bir tonlamayla. Gerçekte şu an ne hissettiğini ben tahmin edebiliyor olsam da diğerleri bir şey anlamadığı ve cidden düşmanımıza meyve ikram ediyormuşum gibi göründüğüm için bana sorgulayan ifadeleriyle bakıyordu. “Buna pek de ikram denemez Azel ama bir tadına baksana. Yoksa portakal sevmez misin?” Gülüşü silinip yerini memnuniyetsiz bir ifadeye bırakırken “oysa sevgili abimin sır küpü olduğunu sanırdım.” dedi. “Portakalla abinin ne ilgisi var anlayamadım doğrusu.” dedim bilmezlikten gelerek. “Bana abimin portakalın ne anlama geldiğini anlatmadığını söyleyemezsin.” “Seni temin ederim Azel Zahel’in ağzından bir kez bile portakal kelimesi çıkmadı.” dediğimde şüpheci gözlerle beni süzse de umduğu şeyi bulamamış olacak ki gözlerini devirdi.
“Yani bunun öylesine bir ikram olduğunu söylüyorsun.” “Dedim ya ikram demek pek de doğru olmaz. Belki de zehirli bir portakaladır.” Azel böyle bir şeye ihtimal vermiyormuş gibi meydan okurcasına yavaş yavaş portakalı soymaya başladı. Asılında mantıklı düşününce Azel’in gelişi beklenmedik olduğundan zehirli bir meyve hazırlamış da olamazdık. Anlaşılan o ki Azel buna güveniyordu. Portakalı tamamen soyup bir dilimi kopardıktan sonra ağzına götürse de yemedi. Portakal dilimini tutan eli havada bir süre asılı kalırken dikkat kesilmiş onu izliyordum. Portakalı hırsla çadırının bir köşesine fırlatıp yumruklarını sıktığında zafer kazanmışçasına gülümsedim. “Düşmanın, hayatını bağışlayacak bile olsa kabul etme derler.” diyerek attığı portakala kılıf bulmaya çalışsa da beni ikna edememişti. “Düşmanına zaaflarını gösterme derler Azel.” İfadesi tehlikeli bir hal alan Azel yumruklarını sıkarken kıstığı gözleriyle tek tek hepimizi süzdü. “Canınızı bağışlamam için yalvardığınızda tekrar görüşeceğiz.”
Bu sözlerin ardından yanındaki büyücüyle beraber çıkışa yöneldiler. “Engel olmayacak mıyız? Valeria?” Nowa önce bana ardından Valeria’ya baktı. “Geldiğinden beri deniyorum ama yanındaki adam benden daha güçlü. Ördüğü duvarları delemedim.” “Yani bu kansız elini kolunu sallayarak gidecek öyle mi?” Nowa hırsla çadırın içinde volta atarken Azel çoktan gözden kaybolmuştu. Ardında bıraktığı boşluğa ve kenara fırlatıp attığı portakala öylece bakarken gözlerimi sıkıca yumdum. Açtığımda Valeria ve Fenir’e dönüp “her istediğinde karargâha girmesini önlememiz gerekiyor.” dedim. Düşmanın her istediğinde karargâha girebilmesi felaketten başka bir şey değildi. “Tanrıçam büyücüler ve cadılar için bir çözüm var ancak Azel Sideras için ne yazık ki yok.”
“Nasıl olmaz?” diyerek benden önce davranan Nowa oldu. Fenir oğluna kısa bir bakış atıp “tanrıçam tanrıça olduğunuz için sizin kanınızla karargâhı korumaya alabiliriz. Böylelikle açılan portallardan kimse geçemez anacak Azel Sideras tanrı kanı taşıdığı için portallardan geçebilir.” diyerek en makul çözümü açıkladı. “Yani en azından ardına sığındığı güçler yanında olmayacak.” Fenir beni başıyla onayladığında “tamam yapalım.” dedim. “Valeria detayları sen benden daha iyi biliyorsundur.” Valeria Fenir’i başıyla onayladıktan sonra yanıma yaklaşıp “gidelim.” dediğinde birlikte çadırın arka tarafına doğru ilerledik. Valeria önümüzdeki perdeyi usulca kenara çekip çadırın diğer yarısına girmemizi sağladığında karşımızdaki yatağa geçip oturdum. “Ben malzemeleri getireceğim.” Tam çıkmak üzereyken “Val!” diyerek durmasını sağladım. Bana doğru döndüğünde “gitmeden bana bir kağıtla mürekkep getirebilir misin?” dedim.
“Doğru ya şu kurak topraklardaki çocuğa yazacaktın.” derken gözlerini devirmeden duramamıştı. Kael’a karşı fazla ön yargılıydı, bense tam aksine onu kendime çok yakın hissediyordum. Garip bir şekilde hem tanıdık hem de yabancı gibiydi. Onu düşünmek göğsümde bir yerleri ağrıtıyordu. Birlikte sadece iki gün geçirmiştik ama yüz hatlarını ezbere biliyordum. Böyle hissetmek, yüz hatlarını ezbere bilmek daha önce hiç hissetmediğim bir şeyler hissettiriyordu lakin bir türlü adını koyamıyordum. “Al bakalım.” Elinde kâğıt ve mürekkeple dönen Valeria düşüncelerimden sıyrılmamı sağladı. Kâğıdı ve mürekkebi sağ tarafımdaki ahşap masaya bıraktıktan sonra büyü için gerekli malzemeleri almak üzere yanımdan ayrıldı. Yataktan kalkıp masaya geçtiğimde bir süre önümdeki boş kâğıda bakarak perdenin ardından gelen sesleri dinledim. Ragaz, Nowa ve Fenir strateji ve savunma planları üzerinde çalışıyordu. Nowa’nın birkaç dakikada bir Azel’e ettiği küfürler kulaklarıma çalınıyordu. Nihayet ne yazacağıma karar verdiğimde ince uçlu fırçayı mürekkebe batırdım ve yazmaya başladım.
Sevgili Kael
Nasılsın? Umarım iyisindir. Ben pek iyi değilim. Zahel konsey tarafından tutuklandı ve kendimizi bir savaşın ortasında bulduk. Neden diye soracaksın ama sorma. Sadece şunu bil benim gözümde Zahel suçsuz. Kısaca burada işler berbat bir hal aldı. Orası da eğer bıraktığım gibiyse berbat bir yer. Orada hala nasıl yaşıyorsun? Gerçekten iyisin değil mi? Yaralanmıyorsun? Eğer yaralanırsan beni iyileştirdiğin gibi kendini de iyileştir. Yapmıyorsan bana söyle hemen gelirim.
Bir an elim duraksadı. Yazdıklarımı şöyle bir okuyunca gözüme hiç de resmi bir yazışma gibi gelmedi. Öyle ki resmi bir yazışma ile uzaktan yakından alakası yoktu. Sanki iki günlüğüne tanıdığım bir yabancıya değil de eski bir dostuma yazar gibi yazmıştım. Tekrar, tekrar ve tekrar yazdıklarımı okurken silip silmeyeceğimi düşündüm. En sonunda göğsümde bir yerleri ağrıtan o his silmeme engel oldu ve yazmaya devam ettim.
Asıl yazma amacımdan epey uzaklaştığımı fark ettim kusura bakma. Sana sormak istediğim önemli bir mesele var. Koruyucular hakkında neler bildiğini öğrenmek istiyorum. Bana saçlarımın rengini ve gözlerimin seninkiler gibi olmasını isteyip istemeyeceğimi sormuştun. Bunun Koruyucularla bir ilgisi var mı? Muhtemelen ne demek istediğimi anlamışsındır ama risk almamak adına açık açık dile getirmiyorum. Bu konu benim için çok önemli Kael. Küçük bir umuda bel bağlamak istemiyorum ama eğer tahminim gerçekse bunu öğrenmem gerekiyor. Ayrıca eğer haklıysam seni de oradan çıkaracağım. Suçlu olduğuna inanmıyorum, orada yaşamayı hak ettiğini de düşünmüyorum. Şimdiden hayal kurmak istemiyorum ama eğer seni oradan çıkarabilirsem benimle birlikte yaşayabilirsin. Tabi istersen. Özellikle Nowa’yla tanışmanı çok istiyorum, bence çok iyi anlaşırsınız. Ona seni anlattım. “Beni bir an önce onunla tanıştırmalısın” dedi. İnan bana doğru söylüyorum ve bunu yazarken kesinlikle sırıtmıyorum.
Kendimi kıkırdarken bulduğumda yine dalıp gittiğimi fark ettim. Yine ve yine mektubum resmi olmaktan uzaklaşmıştı. Gülümsememi silip ciddi bir ifade takınmaya çalışırken daha fazla uzatmadan mektubumu tamamladım.
Senden gelecek cevabı merakla bekliyorum. Kendine iyi bak. Sevgiler Silva Sideras.
Mürekkebi kuruyan mektubu rulo haline getirip masanın çekmecesinden aldığım hasır iple bağladım. Tam işimi bitirdiğim esnada içeri giren Valeria “kendimi vampir gibi hissetmem normal mi?” diyerek getirdiği kovayı ayaklarımın dibine bıraktı. “Vampirler de gerçek değil mi?” dedim heyecandan yoksun bir sesle. Onca şey gördükten sonra hayal ürünü sandığım şeylerin gerçek olduğunu duymak beni şaşırtmıyordu artık. “Tabi ki gerçek ama Wienor’da yoklar.” “Şimdi ne yapacağız?” Sesim bu defa gerçekten meraklı çıkmıştı. Büyü için kanımın gerektiğini bilsem de miktarına dair bir fikrim yoktu ve Valeria önüme bir kova bırakmıştı. Cidden vampir gibi tüm kanımı alacaktı sanırım. Sağ elinde tuttuğu hançeri ikimizin ortasında havaya kaldırdığında yüzümü buruşturdum. “Kanım bana da lazım biliyorsun değil mi?”
Sinsi bir edayla gülümseyen Valeria başını onayla sallarken “kovanın yarısını doldursan yeter.” dediğinde bir kovaya bir ona bir de elinde tuttuğu hançere baktım. “Vampir olmadığına emin misin?” Başını aşağı yukarı sallarken ikimiz de kıkırdadık o sırada içeri bir şifacı ve elinde tepsiyle genç bir kadın girdi. Genç kadın tepsiyi masaya bırakıp ayrılırken şifacı beklemeye başladı. “Tanrıça olduğundan güçlüsün bir şey olmayacak ama ne olur ne olmaz diye ufak bir büyü yapacağım. Tepsidekileri yiyeceksin ve biraz da uyuyacaksın. Hazır mısın?” Başımı salladığımda sol avucumu tutup kovanın üzerine gelecek şekilde havada tuttuktan sonra hançeri avucuma yasladı. Sonraki saniye derin ve keskin bir sızı sol elimden tüm vücuduma yayılırken gözlerimi sıkıca yumdum. Kulağıma Valeria’nın fısıldadığı büyü çalınırken dişlerimi sıkarak gözlerimi aralayıp avucumdan kovaya süzülen kana baktım.
Birbiri ardına düşen damlalar kovanın dibini kırmızıya boyarken Valeria’nın büyüsü pus misali etrafımda süzülüyordu. Avucumdaki acı dışında şimdilik kendimi iyi hissediyordum. Acıyı hissetmemeye ve kolum karıncalanmaya başlayana dek elimden kovaya kan akmaya devam etti. Kolumu da hissetmemeye başladığım noktada artık o kadar da çok kan akmıyordu. Elim ve kolumun görebildiğim kısımları bembeyaz kesilmişti. “Elini sarabilirsin.” Valeria’nın sözüyle birlikte yanımızda bekleyen şifacı hareketlendi. Yanında getirdiği çantadan gerekli malzemeleri çıkarıp çabucak elimi sardıktan sonra geri çekildi. Önümdeki kovaya şöyle bir baktığımda henüz çeyreğinin dolduğunu gördüm. “Yarısı dolacak demiştin.” “Evet, o yüzden diğer elini de uzat.”
Şok içinde ona bakarken o elimi uzatmamı bekliyordu. Halsizliğime rağmen diğer elimi de uzattığımda yine keskin ve derin bir acı tüm uzuvlarıma yayıldı. Elimden süzülen kan kovayı doldururken önce elimi sonra da kolumu hissetmemeye başladım. Nihayet kova yarısına kadar dolduğunda sağ elim de sarıldı ve özgür bırakıldım. “Yemeğini yiyebilecek misin?” Kollarımı kaldırıp parmaklarımı oynatırken “sanırım yiyebilirim.” “Tam o halde benim elimi çabuk tutmam gerekiyor. Yemeğini ye sonra da yat.” Valeria ayrılmak üzere hareketlendiğinde arkasından seslenip durmasını sağladım. “Mektubu gönderebilir misin?” derken başımla masada rulo halinde duran mektubu işaret ettim. Ruloyu eline alan Valeria “o çocuktan medet umma bence. Tekrar söylüyorum koruyucu olduğunu düşünmüyorum. Koskoca koruyucunun o yerde ne işi olur ki? Hiç mantıklı değil.” diyerek Kael hakkındaki düşüncelerini bir kez daha dile getirdi.
İçten içe onun da Kael’ın koruyucu olduğu ihtimaline inanmak istediğini biliyordum ama belirsiz bir umuda tutunmak istemiyordu. Benim koruyucu olduğumu düşünmesi bile yeterince riskliydi. “Koruyucu olduğunu iddia etmiyorum zaten. Sadece olabilir diyorum. Hem koruyucu değilse bile bilgili birine benziyor. Bize faydası dokunabilir.” “Sen öyle diyorsan.” dedi ve omuz silkip şifacıyla birlikte yanımdan ayrıldı. Yalnız kaldığımda kısmen hissettiğim elimle tepsidekileri yemeye başladım. Ağzıma attığım her lokmada enerjimin biraz daha yerine geldiğini hissetsem de üzerimde dayanılmaz bir yorgunluk vardı. Güçlükle gelen yemekleri bitirdiğimde masadan kalkıp kendimi yatağa bıraktım. Sırt üstü uzanmak hiç hissettirmediği kadar rahat hissettirirken gözlerim saniyeler içinde kapandı.
❄️❄️❄️
“Yeniden hoş geldin Silva Sideras.” Gözlerimi araladığımda karşılaştığım ışık gözlerimi kısmama neden oldu. Işığa alışmaya başladığımda tamamen açtığım gözlerimle etrafı süzdüm. Kendimi bir uçurumun kenarında bulduğumda hissettiğim dejavunun nedenini bilmek göğsümü sızlattı. Aşağıda dik kayalıklar ve öfkeyle akan bir nehir vardı. Önümde ise yemyeşil bir orman boylu boyunca uzanıyordu. Birkaç adım ötemde çimler yemyeşilken ayaklarımın dibindekiler sanki ölmüş gibi sararmış, yanmış gibi kapkara kesilmişti. Üzerimde beyaz bir elbise vardı, göğüs kısmı kızıla boyanmış. Parmak uçlarımla dokunduğumda kızıllığın sebebinin kan olduğunu anladım ama can yanmıyordu. Öyleyse bu kan nereden gelmişti?
Telaşla etrafımı süzerken elbisenin yakasını çekiştirip göğsüme baktım. Canım yanmıyordu ama kızıllığın sebebi kanayan bedenimdi. Göğsümün tam ortasında açık bir yara vardı. Kılıçla ya da geniş ağızlı bir hançerle açılmış gibi duruyordu. Oysa canım yanmıyor, kalbimin attığını hissediyordum. Rüya. Rüya görüyordum. Farkındalık içimi rahatlatırken ne yapacağımı bilmemek endişelenmeme neden oldu. Uyanmam gerekiyordu ama yapamıyordum. “Henüz uyanman için erken Silva Sideras.” Yine o sesti lakin artık korkmuyor ya da irkilmiyordum. “Kimsin sen? Benden ne istiyorsun?” Sesim defalarca yankılanıp tekrar ve tekrar kulağıma ulaşırken umduğum gibi bir cevap alamadım. Sorularım sessizlikle karşılık buldu. “Burayı hatırladın mı Silva?” Cevap vermek yerine soru soran ses sıkıntıyla iç çekmeme neden olurken hatırlamak için etrafımı incelesem de hiçbir şey hatırlamadım. Buraya daha önce gelmemiştim. Gelsem hatırlardım ama hatırlamıyordum. Gelsem en azından yabancılık hissetmezdim değil mi?
İçimde nükseden hisle boğazım düğümlendi. Hatırlamıyordum lakin yabancı da hissetmiyordum. Ve bu tanıdıklık hissi göğsümü ağrıtıyordu. Sebebi hançer yarası değildi, başka bir şeydi göğsümü sızlatan. Farkında olmadan dolan gözlerimdeki yaşlar yanağımdan aşağı doğru süzülürken parmak uçlarımla yanağıma dokunduğumda bozguna uğradım. Ağlıyordum ve neden ağladığımı bilmiyordum. Canım öyle bir yanıyordu ki sanki ateşin ortasına atılmış gibiydim. Fiziksel bir hasardan kaynaklı değildi bu acı, ruhum sancıyordu. Ruhumda nasıl olduğunu bile bilmediğim yaralar vardı ve göğsümdeki delikten daha çok acıtıyordu. Kıvranarak yere yığıldığımda içimden bağıra bağıra ağlamak geçiyordu. Sanki çok değerli bir parçamı benden söküp alıyorlardı. “Durdur şunu!” diye haykırdım boşluğa doğru. “Bunu ben değil sen başlattın Silva Sideras.”
Dediklerinin ne anlama geldiğini düşünecek halde bile değildim. Tek istediğim bu acının dinmesiydi. “Eğer arkandaki uçurumdan atlarsan acın son bulacak Silva Sideras. Karar vakti.” Başımı çevirip ardımdaki uçuruma baktığımda acının bir nebze de olsa hafiflediğini hissettim lakin bu sefer de koca bir hiçlik kapladı içimi. Uçurumdan atlamak acımı dindirse bile ruhum kocaman bir hiçlikle sarılıp sarmalanacak gibiydi. Oradan atlamak acıma son vermek ama aynı zamanda kaybetmek gibiydi. Önüme dönüp yumruk haline getirdiğim elimle yanmış çimleri döverken kıvranmaya devam ettim. “Atlarsan acıdan kurtulacaksın Silva Sideras.” Kaynağını bilmediğim bu sesin beni neden atlamaya teşvik ettiğini bilmiyordum lakin ona uymak istemiyordum. Belki canım yanıyordu ama hiçlik beni ölesiye korkutuyordu. “İstemiyorum.” dedim sıktığım dişlerimin arasından.
“Ya onun çektiği acı?” Hayretle başımı kaldırdığımda ormanın yeşil tarafında dizlerinin üzerine çökmüş olan Zahel’i gördüm. Bir an gülümsemek ona doğru elimi uzatmak istediysem de çıplak vücudundaki yaraları görmek tüm benliğime ağır bir darbe indirdi. Başı öne düşmüş vaziyetteydi, çıplak göğsü kanla kaplanmış saçları darmadağın olmuştu. Teni hatırladığımdan daha soluktu, sanki ölmek üzereymiş gibi. Ayağa kalmak istedim, yanına koşup yaralarını sarmak istedim ama yapamadım. Sanki ayaklarımda prangalar vardı. “Zahel!” diye haykırdıysam da beni duymadı. Başını öne eğik vaziyette güçlükle dizlerinin üzerinde duruyor her an yere yığılacak gibi görünüyordu. Tüm bunların bir rüyadan ibaret olduğunu bilsem de Zahel’i bu halde görmek beni mahvediyordu. Sadece gerçek hayat değil, rüyalar da can yakardı. Bir kez daha seslendim, bir kez daha ve bir kez daha ama beni duymadı. Yaşlar yanaklarımdan sicim gibi akarken acı içinde kıvranmaya devam ettim.
“Eğer atlarsan onu ve kendini acılardan kurtarabilirsin.” Başta kabul etmeye hiç yanaşmadığım bu fikir şimdi cazip geliyordu. Kurtulmak, en çok da onu kurtarmak istiyordum. Uyanmak istiyordum ama başaramıyordum. Uçurumdan atlamaksa yapmak istemediğim bir şeydi. Kendi kendime bunun bir rüya olduğunu tekrarlasam da hissettiğim acı ve gözlerimin önündeki Zahel öylesine gerçekti ki artık kendimi sorguluyordum. Gerçekten rüya mıydı tüm bunlar? “Atlarsan kurtulursunuz.” Bir kez daha arkamı döndüğümde biraz önceye nazaran daha cazip görünen uçuruma baktım. İçimdeki kurtulma dürtüsü kuvvetlenerek büyüyordu ama o hiçlik de olduğu yerde duruyordu. Kendimden çok Zahel için atlamak istiyordum ama yapamıyordum. İçim bir yandan da suçlulukla dolarken ayağa kalktım. Zahel’e doğru gidemiyordum ama uçuruma doğru gidebiliyordum.
Kenara geldiğimde “atla ve kurtulun.” diyen sese kulak asmamaya çalıştım. Sırılsıklam olan yanaklarımı elimin tersiyle kuruladıktan sonra “özür dilerim.” diye mırıldandım ve ormana doğru dönüp var gücümle koşmaya başladım. İkimizin de canı yanıyordu ama birlikte birbirimizi iyileştirebilirdik değil mi? Bir hiçlikle yaşamaktansa birlikte acı çekmek daha iyi değil mi? Bir yanım değil diye haykırıp suçluluk duygusuyla kavrulmama neden olsa da artık çok geçti. Ormanın yeşil kısmına ayak bastığım anda tüm acıma rağmen gülümsedim. Zahel’le aramızda kalan bir adımlık mesafeyi o bir adımı da atarak kapattığımda ona sarılmayı beklerken boşluğun içine düştüm. Kör edici bir beyazlık dört bir yanımı sararken mor bir ışık küresi tam karşımda belirdi.
“Yanlış kararından nihayet vazgeçtin Silva Sideras.” Bu ses neye ya da kime aitti bilmiyordum. Ansızın rüyalarıma girip hiç anlam veremediğim şeyler söyleyip gidiyordu. Yine anlam vermediğim bir şeyler söylemişti işte. “Sen koruyucu musun?” diye sordum Valeria ile olan konuşmamız zihnimde canlandığında. İçine düştüğümüz durumu göz önüne alınca koruyucu olmak ya da bir koruyucuyla tanışmak oldukça cazip gelse de umdum çok zayıftı. “Ölüm Tanrısı Zahel Siederas’a borçluyuz.” diyen ses afallamama neden oldu. Koruyucu olduğunu söylese bu denli şaşırmazdım. “Ne borcu? Neden borçlusun?” Gizleyemediğim kadar büyük bir merakla sorduğum sorulara yanıt alma olasılığım küçüktü ama yanıt alma isteğim çok büyüktü. “Ben değil biz borçluyuz Silva Sideras.” Yine bir şey anlamasam da sorgulamadım. Zira sorularıma cevap alamadığımın artık farkındaydım. “Artık gidebilirsin Silva Sideras.”
❄️❄️❄️
Gözlerimi açtığımda hızla doğruldum. Çadırda olduğumu idrak ettiğimde gözlerimi ovuşturup yatağın başlığına sırtımı verdim. Gözlerimi kapatıp rüya olduğundan şüphe duymaya başladığım rüyamı düşünmeye başladım. Sanki rüya değil de başka bir şey gibiydi ve konuştuğum o ses sinir bozucu derecede gizemliydi. Hiçbir soruma cevap vermediği gibi söylediklerinden de bir şey anlaşılmıyordu. Bir süre olduğum pozisyonda öylece bekledim. Zihnimde gördüğüm rüyanın sahneleri dans ederken göğsümün ortasında bir sancı nüksetti. Kıvrandıracak kadar şiddetli değildi ama varlığını hissettirecek derecede gerçekti. Nefes alıyordum ama soluduğum hava sanki ağırlaşmış gibi ciğerlerim yanıyordu. Başıma saplanan sebepsiz bir ağrı ve göğsümün ortasındaki o sızı… Sözcükler dilinin ucuna gelir de söyleyemezsin ya tam olarak öyle hissediyordum.
Zihnimin en ücra köşelerinde puslu görüntüler oynuyordu lakin göremiyordum, duyamıyordum. Bu tıpkı bulanık bir suyun dibini görmeye çalışmak gibiydi. Şekiller, renkler vardı ama net bir görüntü yoktu. Parmak uçlarımı şakaklarıma yerleştirip ovalamaya başladım sanki ağrısını dindirebilirmişim gibi. Nafile bir çaba olduğunun farkındaydım ama asıl amacım odaklanmaktı. Gözlerimi kapatıp parmaklarımı şakaklarımda hareket ettiremeye devam ederken bulanık suyun dibini görmeye odakladım kendimi. Göğsümde açılan yarayı anımsadım, kenarında durduğum uçurumu. Kafamın içinde iki farklı ses yankılanmaya başladı. Birer isim fısıldıyorlardı ama anlayamıyordum. Emin olduğum tek şey ise o isimlerin bana ya da tanıdığım birine ait olmadığıydı. Daha önce hiç duymadığım isimlerdi ya da belki hatırlamıyordum.
“Tanrıçam uyanmışsın.” Başımı sesin geldiği yöne çevirdiğimde perdeyi çekip içeri giren Nowa’yı gördüm. En son onu gördüğümdeki öfkeden köpüren halinden eser kalmamıştı. Şimdi yine neşeli haline bürünmüştü. “Ne zamandır uyuyorum?” “Birkaç saat oldu.” derken yaklaşıp yatağın ucuna oturdu. “Ellerin nasıl oldu. Uyurken kalpsiz büyücümüz daha hızlı iyileş diye bir şeyler fısıldamıştı.” Valeria’nın kalpsizliğine her defasında dem vuran Nowa yine gülümsememi sağlarken sarılı ellerime üstünkörü bir bakış atıp önce sol elimdeki sargıyı çözdüm. Gün yüzüne çıkan avucumda hançerle açılan kesiğin belli belirsiz izi dışında bir şey yoktu. Tanrıça olmanın sağladığı yarar ve Valeria sayesinde yaram normalden çok daha hızlı iyileşmişti. Diğer elimdeki sargıyı da çıkardığımda onun da iyileşmiş olduğunu görmek içimi rahatlattı. Henüz savaşa bile girmemişken yaralı olmak hiç de karlı olmazdı.
“İşe yaramış. Ellerim gayet iyi durumda. Siz ne yaptınız? Koruma duvarları örüldü mü?” “Evet, babamla Valeria kısa bir süre önce duvarı örmeyi bitirdiler.” Başımı belli belirsiz sallayıp anladığımı belirttim. En azından artık düşmanlarımız karargâha kafalarına estiğine göre giremeyecekti. Tabi Azel istisnaydı ama onun da bundan sonra tek başına buraya gelmeyi göze alacağını sanmıyordum. Yine de onu hiç tanımadığımı da göz önüne alınca ne yapacağını kestirmek zor olabilirdi. Üzerimdeki örtüyü kenara kaldırıp bacaklarımı yatağın kenarından sarkıttığımda göz ucuyla yerinde kıpırdanan Nowa’ya baktım. “Bir şey mi söyleyeceksin?” Bir şeyler söyleyeceği her halinden belliydi. Açık açık söylemediğine göre de pek de hoş şeyler dile getirmeyecekti.
“Şey… muhafızlar seni tanıyor ama yine de tanrıça olarak karşılarına çıkıp bir konuşma yapsan çok iyi olur.” Doğru bir noktaya parmak bassa da asıl söylemek istediğinin bu olduğunu sanmıyordum. Zira öyle olsaydı hala gözleri amaçsızca etrafı taramazdı. “Tamam ama asıl söylemek istediğin bu değil. Söyle hadi bir sorun mu var?” Pes etmiş gibi uzun bir soluk koyuverdikten sonra bana doğru döndü. Gözlerinde memnuniyetsizlik emareleri taşıyordu. Her ne söyleyecekse bu hem içini kemiriyordu hem de hiç memnun değildi. Stresli bir halde burun kemiğini ovuşturduktan sonra parmaklarını saçlarının arasına daldırdı. “Azel’i öldüremeyiz.” “Ne?” dediğimde tamamen hayrete düşmüştüm. “O Zahel’in kardeşi.” dediğinde şaşkınlıkla suratına baktım. Bunu söylemekten o da memnun değilmiş gibi görünüyordu ama söylüyordu da işte. Nowa düşmanının ölmesini istemediğini dile getiriyordu.
“Kan bağımız var diye düşmanlarımıza merhamet etmemiz gerektiğini mi düşünüyorsun?” Nowa’nı ne düşündüğünü de Azel’in ölmesini istememesinin nedenini de bilmiyordum lakin ölmesini ben de istemiyordum. Özellikle son konuşmamızdan sonra kafam sandığımdan da çok karışmıştı. Azel’in ne düşündüğünü ve hissettiğini sadece tahmin edebilirdim ve bu tahminlere göre hareket etmek hiç de mantıklı olmazdı. Yine de bir yanımı susturamıyor, söylediklerini duymazlıktan gelemiyordum. “Öyle bir şey değil. Aslında…” “Aslında ne?” diye sordum sabırsızlıkla. Sıkıntılı bir soluk verdikten sonra “tapınakta Zahel’le konuştuğumu hatırlıyorsun değil mi?” dediğinde başımı onayla salladım. “Benden kardeşini korumamı istedi. En azından hayatta tutmamı.” İşittiklerim karşısında öylece kalakaldım.
Nowa dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini bir saniyeliğine sıkıca yumdu. Açtığında ise konuşmaya pek de istekli olmadığını belli eden ses tonuyla devam etti. “Bize Azel’le yaşadıklarını anlattı ama aralarında tam olarak nasıl bir ilişki vardı bilmiyoruz ve sanıyorum ki ilişkileri fazlasıyla derin. Yaptığı onca şey ve kapımıza kadar getirdiği savaşa rağmen Zahel onun yaşamasını istiyor. Sanki onu idam ipine sürükleyen Azel değilmiş gibi.” Tüm bunları dişlerinin arasından tükürür gibi söyleyen Nowa’nın Zahel’in bu isteğinden hiç de hoşnut olmadığı aşikardı. “Suratına taktığı o maskeyi bir taraflarına sokmak istiyorum. Ağzını yüzünü dağıtmanın hayalini kuruyorum ama kocan geliyor bana kardeşimi koru diyor. Ben böyle işe sokayım. Ne halt edeceğiz?!”
Sandığımdan da uzun bir süre sesiz kaldım. Kafam zaten fazlasıyla doluyken şimdi bir de bunu öğrenmek saniyeler içinde pataklayacakmışım gibi hissetmeme neden oluyordu. Her şeyi düşünüyordum. Azel’in yaptıklarını, Zahel’le olan geçmişini ve kabul etmek istemesem de Zahel’i anlayabiliyordum. Bataklıkta açan bir çiçek bataklık için kıymetliydi, başkaları için kıymetli olmasa da. Zahel’in en yalnız ve en sancılı döneminde Azel yanında olmuştu. Sonradan Azel de Zahel’in acılarının kaynağından birine dönüşse de Zahel için o her zaman küçük kardeşi olarak kalacaktı. Azel’in kalbi kararmış zihni bulanmış olabilirdi ama aynı şey Zahel için geçerli değildi.
“Tamam.” dediğimde “Ne?” diyerek karşılık veren Nowa şaşkınlık izleri taşıyan ifadesiyle bana bakıyordu. “Madem Zahel ölmesini istemiyor biz de öldürmeyiz.” “Lafta söylemek kolay tabi. O herifle savaş halindeyiz ve savaşlarda ölümler kaçınılmazıdır. Onu öldürmeyelim diye uğraşırken savaşı kaybedebiliriz, biz yaşasın diye çabalarken o bizi kılıçtan geçirebilir. Fazla riskli bir çaba ve açıkçası Azel için değeceğini hiç sanmıyorum.” Nowa haklıydı ve çok doğru noktalara parmak basıyordu. Azel’i öldürmemeye çalışmak bizim için fazla riskliydi. Üstelik bu fikre o kadar sıcak da bakmıyordum. Her şeyi geçtim Zahel’i Konseyin eline vermesi onu boğazlamam için gayet makul bir sebepti. “Elimizden geleni yaparız ama Azel ölmek için savaşırsa da…” Cümlemin devamını getirmedim. Zaten ne demek istediğim açıktı ve Nowa da bunu anlamıştı. Azel’i elimizden geldiğince canlı yakalamaya çalışacaktık lakin şansını zorladığı takdirde onun için yapabileceğim bir şey yoktu.
Ve içimi dolduran suçluluk duygusu göğsümü ağrıtmaya başladığında yumruğumu sıktım. En kötü ihtimalde Zahel’in kardeşini öldürmek berbat hissettiriyordu. Onu sevip değer veren ilk insanı elinden alma düşüncesi midemin çalkalanmasına neden oluyordu. Berbat hissettireceğini bildiğim halde kendimi onun yerine koydum. Sevdiğim insanın elimden alınacağı düşüncesi bile içimi parçalıyordu. Zahel her şeyi yapabilirdi. Belki onu affedemezdim ama ölmesine de izin veremezdim. “Silva, Nowa hemen gelmeniz lazım.” diyerek içeri giren Ragaz ikimizin de dikkatini üzerine çektiğinde Nowa direkt ayağa kalktı. “Ne oldu?” derken Ragaz’ın peşinden gitti. Korkuyla çarpan kalbimi görmezden gelmeye çalışarak ben de peşlerinden çıktığımda herkesi masanın etrafına toplanmış vaziyette buldum.
Nolan da buradaydı ve herkesin yüzünde sıkıntılı ve insanı korkutan bir ifade vardı. “Neler oluyor?” dedim masanın kenarındaki yerimi alırken. O sırada dışarıdan gelen koşuşturma sesleri kulağımı çalınıyor göz ucuyla çadırın dışında neler olduğunu görmeye uğraşıyordum. “Tanrıçam Azel Sideras ateşkesi ihlal etti. Öncü birliklerimiz şu an saldırı altında.” Fenir’in yaptığı açıklama iyi bir haber duyacağıma dair tüm umutlarımı öldürürken çenemi dikleştirip kendimi toparladım. “Böyle bir ihlale karşı hazırlıklı olduğumuzu varsayıyorum.” dedim kendimden emin bir tonla. Onların deneyimi ve benim deneyimsizliğim göz önüne alındığında ben hazırlıklı olmak gerektiğini düşünüyorsam onların çoktan gerekli önlemleri almış olmaları gerekirdi.
“Elbette hazırlıklıyız ancak saldırının gece gerçekleştirilmesi bizi dezavantajlı konuma sokuyor. Acilen harekete geçip öncü birliklere katılmamız gerekiyor.” “O halde gerekli hazırlıkları yapıp yola çıkalım.” Konuşmanın sonlandığını düşünerek arkamı döndüğümde “Silva.” diyen Valeria’nın sesi yeniden onlara dönmeme neden oldu. “Başka bir şey mi var?” dedim merakla. Karşılığında aldığım uzun sessizlik ve yüzlerinde gördüğüm çaresiz ifade kalbimi tekletti. Söylenecek bir şeyler vardı ama hepsi gözlerini benden kaçırıyordu ve bu dolu misali zihnime çakılan ihtimallerin göğsümü ağrıtmasına neden oluyordu. “Konuşsanıza ne oldu?” Sesim sabırsız ve öfkeli çıkmıştı. Kalbim gerginlikle göğüs kafesimi yumruklarken onların bu sessizliği sancımı arttırıyordu. “Bir haber geldi.” diyerek konuşma cesaretini gösteren Nolan oldu.
Gözlerim anında onu bulurken ne söyleyeceğini anlamak için yüzünün her santimini inceledim. Dik dursa ve kendinden emin görünse de göz bebeklerinde kol gezen tereddüt endişemi biraz daha büyüttü. Kalbim yerinden fırlayacakmış gibi çarpıyordu, boğazıma dikenli bir tel sarılmıştı ve içim kulaklarımı kapatma dürtüsüyle dolup taşıyordu. Duymak istediğim kadar istemiyordum da. Kötü bir haberi kaldırabilir miydim bilmiyordum. Hele de o kötü haber tahmin ettiğim şeyse yıkılırdım. “Konuş artık Nolan!” Sabrım kalmamıştı, ne olduysa bir an önce duymak istiyordum. Masanın ortasında duran bir ruloya uzandığında gözlerimle her hareketini takip ettim. Rulo halindeki kâğıdı açıp bana doğru çevriğinde nihayet haberin ne olduğunu söyledi. “Karkarum’dan gelen habere göre Konsey Zahel’in idamı için tanrılardan onay almaktan vazgeçmiş. İdamı üç gün sonra gün batımında gerçekleştirecekler.” Ve o an tüm dünya başıma yıkıldı.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
30.7k Okunma |
4.15k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |