Selam çiçeklerim. Farkındayım bölüm birkaç saatçik gecikti. Kusura bakmayın lütfen. Hepinize keyifli okumalar.
Silva
Valeria karşımda eğilmeye devam ederken yaşadığım ufak çaplı şaşkınlıktan ne yapacağımı kestiremiyordum. Benden daha fazla şoke olan varsa onlar da Nowa, Ragaz ve Azel üçlüsüydü. Yumuşak bir hareketle Valeria’nın omuzlarından tutup doğrulmasını sağladım. İyi gibi görünse de yaralanmıştı böyle hareketler yapması hiç iyi olmazdı. “Koruyucu mu? Ne Koruyucusu lan?” diyerek şaşkınca mırıldanan Nowa’ydı. Üçü birbirine durumu çözmeye çalışan bakışlar atsalar da hala idrak edebilmiş değillerdi. Valeria yumuşak bakışlarını benden çekip üçlünün üzerinde gezdirdi. Her birine çattığı kaşlarının altından sert bir bakış atarken “eğilsenize!” diyerek çıkıştı. Tabi üçü de hala durumu idrak edemediklerinden bu çıkışana karşılık bakışları ben ve Valeria arasında gidip gelmeye başladı. Yanımda dizlerinin üzerinde oturan Azel deve kuşu misali başını uzatıp yüzümü incelemeye başladı. İfadesi sanki yeni bir canlı türü keşfetmiş de ne olduğunu anlamaya çalışıyormuş gibiydi.
“Şişt Ragaz ne diyor bu Kalpsiz Büyücü sen anladın mı bir şey?” diye soran Nowa’ya Ragaz omuzlarını silkerek karşılık verdi. Suratını suratıma haddinden fazla yaklaştıran Azel yaratık görmüş gibi bakmaya devam ederken yüzümü buruşturup ensesine bir tane vurdum. “Ağzıma gireceksin herhalde?” diyerek homurdansam da dediklerime aldırış etmedi. İrisleri uzun uzun gözlerimde sonra da kaşlarımın ortasındaki işarette oyalandı. Nihayet bir şeyleri idrak edebilmiş olacak ki kaşları şaşkınlıkla havalanırken ağzı kelimenin tam anlamıyla çık kaldı. Açık kalan ağzını eliyle örterken gözleri kocaman olmuş yuvalarından fırlayacak gibiydi. İşaret parmağını ürkekçe bana doğru uzatırken “sen-sen.” diye kekelemeye başladı. “Yok gevezenin ebesi.” dediğinde nerdeyse kahkaha atacaktım. “Lan suratsız ebemi karıştırma senin sülaleni…” diyen Nowa daha devamını getiremeden Azel hızlıca lafını böldü. Çatık kaşlarını Nowa’ya çevirirken “lan geveze sülalemde abim de var diyorum. Karıştırıp durma sülalemi. Abime söyleyeceğim zaten bu dediklerini.” diyerek bir kez daha soyunu savunmuş oldu.
“Abime söyleyeceğim ne lan? Çocuk musun sen?” dedi Nowa hoşnutsuz bir ifadeye bürünürken. Gözlerini devirmekle yetinen Azel şaşkın bakışlarını yeninden bana çevirirken gözlerimi devirmeden edemedim. Bu ikisinin atışmaları son bulacak gibi değildi. “Yengecim güçlü kuvvetli olduğunu anlamıştım da Koruyucu olmak nedir yahu?” Boş bir ifadeyle suratına baktım. Bu dediklerine bir cevap vermem gerekip gerekmediğini bile anlamamıştım. Valeria öne doğru uzanıp bir anda eliyle ensesine geçirdiğinde Azel aynı yerden ikinci kez darbe almış olmasına rağmen sanki Valeria vurmamış da öpmüş gibi dudakları memnuniyetle kıvrıldı. “Karşında Koruyucu var Azel Sideras. Saygılı ol.” derken sesine ciddi bir uyarı vardı. Varlığımı anında yok sayıp adeta erimiş bir ifadeyle Valeria’ya dönen Azel’in yüzünde resmen güller açıyordu. Hoş bir gülümsemeyle ona bakarken elini ensesine attı. “Sen nasıl istersen Kızıl. İste kölen olayım.”
Valeria bana anlamamış gözlerle baktı. Tabi Azel’in hislerinden haberdar olmadığı için bu tavırları ona tuhaf geliyordu. Gerçi haberi olsa bile tavrının çok farklı olacağını sanmıyordum. “Lan dur.” diyen sesi duyduğumda omzunun üzerinden ikiliye baktım. Nowa Ragaz’ı omzunda tutuyordu ve Ragaz adeta burnundan soluyordu. Gözlerim Nowa’yı bulduğunda işimiz iş diyen bir ifadesi vardı. “Kıymetli yengecim.” Gözlerimi devirerek ona döndüğümde alışık olduğumun aksine gayet ciddi bir ifadeyle karşılaştım. Sakin tavırlarla ayağa kalktıktan sonra tek dizinin üzerine çöküp başını eğdi ve “Kutsal Koruyucu selamlıyorum.” dedikten sonra duruşunu düzeltti. Ardından kıstığı gözlerini karşısında dikilen ikiliye dikti. “Koruyucuyu selamlayacak mısınız yoksa size zorla diz çöktürmem mi gerekecek? Bunu zevkle yaparım.” İkisi de onun dediklerini görmezden gelip bize doğru yaklaştı. “Biri bize ne halt döndüğünü söyleyecek mi artık? Kafayı yemek üzereyiz de.” Valeria onay istercesine bana baktıktan sonra zafer dolu bir ifade takınıp ikiliye döndü. Koruyucu oluşumdan en çok o memnun olmuştu ve bu her halinden belli oluyordu.
“Silva yaşayan son Koruyucu. Gözlerine ve alnındaki işarete dikkat ederseniz ne demek istediğimi anlarsınız.” dedi gayet kendinden emin bir tonla. İkisi de bakışlarını suratıma çevirdi. Gözlerimi ve alnımı uzun uzun incelerken yüzlerinin şaşkınlıktan aldığı hali seyrediyordum. Nowa şaşkınlıkla “yok suratsızın ebesi.” diye söylendiğinde Azel hoşnutsuz homurtular çıkarırken ben sırıtmaktan alamamıştım kendimi. “Koruyucu?” diye sorgulayan bir ifadeyle bize bakıyordu Nowa. “Hani şu bildiğimiz Koruyucu? Soyları tükenmiş olan? Hani denge ve…” “Evet, Tavuk bildiğimiz Koruyucu işte.” Gözleri nerdeyse yuvalarını terk edecek kadar büyüyen Nowa hala inanamayan gözlerle bana bakıyordu. Hallerini anlamak zor değildi. Sonuçta yüzyıllardır yok olduğu sanılan Koruyuculardan birini karşılarında görüyorlardı. Üstelik bu durum bana bile sürpriz olmuşken onların şaşkına dönmesi gayet normaldi.
Duygularını hızla kontrol altına ilk alan tabi ki Ragaz oldu. Azel’in yaptığı gibi beni selamlayıp doğrulduktan sonra aynısını Nowa’nın yapması için böğrünü dürttü. Gerçi fazlaca sert vurmuş olmalı ki iniltisi çadırı doldurdu. Nihayet kendine gelen Nowa da benzer selamlamayı tamamladığında şaşkınlıkları yerini meraka bırakmıştı. “Bittiyse biriniz bana dışarıdaki durum hakkında bilgi versin?” dediğimde işin ciddiyet kısmını Ragaz üstlendi. “Yaratıklar kamp alanımıza girdiler. Zorlansak da onları tutmayı başarıyoruz. Su Tanrısı da aşağı yukarı bizimle aynı zamanda uyandı ve Toprak Tanrısına destek vermek için gitti. Yaratıkları idare ediyor olsak da genel durum bizim aleyhimize ilerliyor.”
“İlerliyordu.” diyen Azel özellikle du’ya vurgu yapmıştı. “Yengem Koruyucu çıktığına göre karşımızda hiç şansları yok.” derken dereyi görmeden paçaları sıvamış gibi bir hali vardı. Koruyucu olmasına Koruyucumdum da gücümü kontrol edemiyordum. Şu durumda beni kontrol edeceğini söyleyen kutsal yanıma bel bağlamış durumdaydık. “İnanamıyorum.” diye mırıldandı Nowa. “Şimdi sen bayağı bayağı Koruyucusun ha.” “Öyleyim.” dedim kendimden emin bir gülümseme takınarak. “Tabi sen ne sandın geveze? O benim yengem sonuçta.” Nowa dişlerini sıktığında bir kez daha kavgaya ya da laf dalaşına tutuşacaklarını anlamamak için aptal olmak gerekirdi. Hızlıca doğrulup “konuşmayı bırakın da dışarı çıkın. Ordunun desteğinize ihtiyacı var.” “Haklısın tanrıçam. Komutanları olmadan en mükemmel hallerinde olamazlar.” dediğinde guru dolu ve imalı gözleri Azel’deydi. “Çok da böbürlenme geveze muhafız. Yengem yokluğunuzda komutayı Dalinar diye bir muhafıza devretmiş. Üstelik çok da iyi bir performans sergilediğini kendi gözlerimle gördüm.” Nowa’nın irileşen gözleri anına beni buldu. Yüzünde inanmaz bir ifade vardı. “Yerime o fırlamayı mı koydun tanrıçam?” diyen sesi hoşnutsuzdu. Gözlerimi sıkıca yumup derin bir soluk alırken bu ikisinin kafasını kırmamak için kendimi çok zor tutuyordum.
“Kimseyi kimsenin yerine koydum yok. Şimdi hepiniz dışarı.” diyerek bağırdığımda artık sabrım kalmamıştı. Ragaz görevine yakışan tavrıyla başını sallayıp koşarak adımlarla çadırda çıktığında Nowa da “bunu konuyu sonra konuşacağız.” deyip peşinden gitti. İkilin arkasından sırıtarak bakan ve tepemizde dikilmeye devam eden Azel’e ters bir bakış attım. “Sen ne bekliyorsun davetiye mi dayak mı?” dediğimde işaret parmağıyla kendini işaret ederek “ben de mi?” dedi. “Ne demek ben de mi? Başımıza bu derdi sen sarmadın mı? Git şimdi onları oyla.” dedim. Sesim itiraza yer vermeyecek kadar otoriterdi. İtiraz etmeyen ya da yine cıvıklık yapmayan Azel Valeria ile aynı hizaya gelmek için çömelip yumuşak bir ifade takındı. “Daha iyi misin Kızıl?” derken sesi şefkat doluydu. Onun bu tavrına anlam vermeyen Valeria tuhaf bir ifade takınsa da “iyiyim.” dedi. Azel gerçekten iyi olduğundan emin olmak ister gibi onu bir süre daha süzdükten sonra ikna olmuş olacak ki çadırdan çıktı. Valeria ile baş başa kaldığımızda içeri gelen çatışma sesi bile gülümsemesine gölge düşüremiyordu.
“Haklıymışım gördün mü?” dedi bilmiş tavrıyla gülümserken. Başımı sallayıp onayladım. “Hadi seni iyileştirelim.” “Ne? Nasıl yani?” Meraklı gözlerle bana bakarken uzanıp nazikçe yüzüstü yatmasını sağladım. Geçmiş hayatımda pasif bir Koruyucu olsam da yaraları iyileştirebilecek kadar gücümü kontrol edebiliyordum. Şimdi de bunu nasıl yaptığımı hatırladığıma göre yeninden deneyebilirdim. Kıyafetini dikkatlice yukarı sıyırıp sargılarını açtığımda karşılaştığım manzara hiç de hoş değildi. Pençe darbesiyle açılmış birden fazla derin yara vardı. Valeria ilaçla uyuşturulduğundan olsa gerek ki hissetmesi gerekenden daha az acı çekiyordu. Şifacılar yaralar konusunda mevcut durum da göz önüne alınınca iyi bir iş çıkarmış olsalar da bu haliyle çok fazla duramazdı. Koruyucu olmamın avantajlarından yararlanmanın vakti gelmişti. Ellerimi dikkatlice temas etmeyecek şekilde yaraların üzerine getirdim. Gözlerimi kapattığımda içimdeki güce odaklanmaya çalıştım. Bir nabız gibi atan mor güç küresi gözlerimin önünde belirdiğinde işin zor kısmına gelmiş oldum. Şimdi oradan yeterli gücü alıp şifaya çevirmem gerekiyordu.
Dakikalarımı gücüme uzanmak için harcasam da bu hatırladığım kadar kolay değildi. Bir türlü odaklanamıyordum. “Önemli değil Silva. Böyle iyiyim.” dediğinde “hayır, yapabilirim.” diyerek karşı çıktım. Beni kurtarmak için bu hale gelmişken doğru dürüst çabalamadan öylece vazgeçecek değildim. Uzun bir soluk çekip ciğerlerimi tamamen havayla doldurdum ve gözlerimi küreye diktim. Ben ona uzanmaya çalıştıkça o benden kaçıyor gibiydi. Bunu nasıl çözeceğimi henüz bulabilmiş değildim. İnatla küreyi kovalamayı, ellerimi ona doğru uzatmayı denesem de nafileydi. Resmen kaçan kovalanır oynuyorduk. Kendi gücüm benden kaçıyordu ve ben de onu yakalamayı beceremiyordum. “Silva.” diyen Valeria bu sefer beni durdurmayı başardı. Doğrulup oturduğunda anlayışlı bir ifade takınsa da kendimi kötü hissediyordum. Hayatımı kurtarmıştı. Onu iyileştirecek gücüm vardı ama beceremiyordum. Bu utanç vericiydi. Elimi avucun arasına aldığında parmak uçlarıma yayılan sıcaklığı içimi ısıttı.
“Kendini zorlama ve suçlu da hissetme. Hatay yaptım ve telafi etmeye çalıştım. Daha yeni Koruyucu olduğunu öğrendin. Her şey hemen gerçekleşmez. Bazen hayat verecekleri için uygun zamanın gelmesini bekler.” Hayal kırıklığıyla öne düştü bakışlarım. Sadece yaralarını iyileştirmek istemiştim. Geçmişte yapabiliyorken şimdi yapamıyor oluşum canımı sıkıyordu. Üstelik ölümden döndürecek derecede bir şifa sağlamaya da çalışmıyordum ki. Ölümcül olmayan birkaç yarayı iyileştirmekti niyetim. Geçmişte doğru dürüst bir Koruyucu olmamama rağmen şifa sağlayabiliyorken şimdi yapamıyor oluşum can sıkıcıydı. Geçen onca zamanda hiçbir şey kazanamamıştım. Resmen boş bir kaptım ve kendimi doldurmayı beceremiyordum. Ne geçmişte ne de şimdi. Koruyucu olmamam iyi hoştu ama ya yine beceremezsem? Aynı şey olsun istemiyordum. Geçmişteki gibi pasif kalmak istemiyordum. Denge ve düzeni sağlamak benim görevimken kendi gücüme söz geçiremiyor olmak can sıkıcı derecede ironikti. “Uygun zamanı bekleyecek zamanım yok. Gücüm benden kaçıyor ve benim bir şekilde onu yakalamam gerekiyor. Sözde bir Koruyucu olamam.” dedim pek de canlı olmayan sesimle.
“O halde belki de peşinden koşmayı bırakmalısın.” dediğinde başımı kaldırdım. Merakla yüzüne bakarken bilge biriymiş gibi bir ifadeye bürünmüştü. Gerçi Valeria bilge sayılabilecek kadar bilgiliydi. Büyücü olmak beraberinde bilgili olmayı da gerektirse de Valeria olması gerekenden de çok şey biliyordu. Öğrenmeyi sevdiği odasını dolduran kitaplardan, belgelerden ve yazılardan anlaşılabiliyordu. Saraydaki kütüphaneyi avucunun içi gibi bilmesini saymıyordum bile. “Kovaladığın kendi gücün Silva. Sana ait ve senin bir parçan. Gücünü kovalamak yerine dur ve onu kendine çek. Senin olan senden kaçamaz.” Sözleri kafamda bir yerlere otururken “tekrar deneyelim”. dedim hevesle. Yeniden önümde yüzüstü uzandığında gözlerimi kapatıp içimdeki güce odaklandım. Mor küre tüm ihtişamıyla karşımda duruyordu ve ona uzanmaya yeltendiğim anda kaçacağı barizdi. Sadece durdum, durdum ve gücümü kendime çekmeye odaklandım. Havada asılı duran kürenin bana doğru yavaşça süzüldüğünü hayal ettim. Gücümün damalarıma nüfuz ettiğinde bedenime yaydığı sıcaklığı hayal ettim.
Ve başardım. Küre yavaşça bana doğru gelirken dudaklarım zaferle kıvrılmıştı. Göğsümün hizasında duran küre ağır çekimde göğsümden içeri nüfuz etmeye başladı. Bedenime yayılan sıcaklık tüm hücrelerimi ele geçirirken nihayetinde ulaştığım gücümün kontrol etmeyi başardığım ufak kısmını şifaya dönüştürmeye odakladım kendi. Parmaklarımdan sızan gücümün Valeria’nın yaraları için şifaya dönüşmesini sağladım. Ürkekçe göz kapaklarım araladığımda parmaklarımı arasından yavaşça sızan mor renkteki gücümü gördüm. Cılız bir ışıkla parlayan enerjim parmak uçlarımdan Val’in bedenine doğru nüfuz ederken yaraları yavaşça kapanmaya başladı. Başarının sağladığı motivasyonla kendimi en uç noktalarıma kadar zorladım. On dakikadan fazla süren çabam sonucunda yaraları ciddi ölçüde iyileşmişti ve ben de ter içinde kalmıştım. İlk anda gücümü şifaya dönüştürmek kolay gibi gelse de birkaç dakikanın ardından ciddi şekilde zorlanmaya başlamıştım. Şifa vermek kesinlikle hatırladığımdan daha zormuş. İşim bittiğinde ben de bitmiştim.
Kendimi popomun üzerine bıraktığımda bomboş kalan ciğerlerimi doldurmaya ve yüzümde biriken terleri silmeye başladım. Artık daha canlı görünen Valeria hızlıca doğrulup üzerini düzelttikten sonra gülümseyerek “başardın.” dedi. Karşılığında güç bela gülümseyebildim. Konuşmaya pek mecalim yoktu. Kontrol etmeye ve şekillendirmeye çalıştığım devasa bir güçtü ve ben deneyimsiz sayılırdım. Bu kadarını başarmış ve hala hayatta olmam büyük başarıydı. Biraz dinlenmeyi hak etmiştim. Zaten kendimi toparlamadan dışarı çıkmam söz konusu olamazdı. Kutsal yanım bu vaziyette kontrolü ele alırsa işin sonunda bedenim patlayabilirdi. Bizimkiler bir süre daha bensiz idare etmek zorundaydı. Valeria bir şey söylemek üzere dudaklarını araladığı esnada ansızın gürültülü kanat çırpışları eşliğinde içeri giren kuzgun bize durumu idrak etme fırsatı tanımdan omuzuma kondu. Birbirimize ve kuzguna bakarken ikimiz de şaşkındık. Valeria zaten baştan bu konuda pek istekli olmadığından hala durumu idrak edemese de ben çoktan anlamıştım. Sanırım Kael mesajımı almış ve cevap göndermişti.
Tam tahmin ettiğim gibi kuzgunun bacağında asılı duran ruloyu dikkatlice elime aldım. Kâğıdı açarken kalbim bir anda daha hızlı çarpmaya başladı. Kael’ın cevabı biraz geç kalmıştı. Koruyucu olduğumu öğrenmiştim ama yine de heyecanımı engelleyemiyordum. “Kael’dan.” dedim Valeria’yı daha fazla merakta bırakmamak için. “Ona çok ihtiyacımız kalmadı.” dediğinde hoşnutsuz bir ifade takınmamıştı. Daha önce tavrının sebebi Kurak Topraklar ’da olan birine duyduğu güvensizlikten kaynaklanıyordu. Koruyucu olmam meselesini o yerdeki birine danışma fikri ona pek sıcak gelmemişti ama şimdi işler değişmiş, Koruyuculuğum kesinleşmişti. Bakışlarımı saman sarsı kâğıda çevirdiğimde karşılaştığım ilk cümle Sevgili Silva oldu. Vakit kaybetmeyip hızlıca okumaya devam ettim.
Her şeyden önce sormayı istediğim sensin. Yazdıkların beni çok endişelendirdi. Umarım iyisindir ve kendine dikkat ediyorsundur. Lütfen sana bir şey olmasına izin verme. Bana gelecek olursak ben bıraktığın gibiyim. Benim için endişelenme. Bana yaralanma demişsin ve bir savaşın ortasında olan sensin. Asıl sen yaralanma. Asıl merak ettiğin meseleye gelecek olursak tahmininde haklısın ve nihayet gerçekte kim olduğunu öğrenmene çok sevindim. Çok uzun süredir zaten seni bekliyordum Silva. Biraz daha beklemek benim için sorun olmaz. Tekrar karşılaşacağımız günü iple çekiyordum. Bahsettiğin Nowa’yla tanışmayı da çok isterim. Daha sana anlatmak istediğim çok şey var ama bunu sonraki karşılaşmamıza saklıyorum. Kendine çok iyi bak Silva.
Sevgiler Kael Vellora
Okumayı bitirdiğimde kâğıdı Valeria’ya uzattım. O da okuduğunda suratlarımızda rahatlamanın getirdiği bir tebessüm oluştu. Dışarda savaş hala devam ediyor olsa bile biz çoktan kazanmıştık. Üstelik kaybetmek üzereyken kazanmıştık. Tüm o yaratıkları ve cadıları yok etmeyi dört gözle bekliyordum. Ayrıca karşılarına çıktığımda Aşin’in moraran suratını görmek şu an en büyük hayalimdi. Bir süre daha devam eden savaşın sesleri eşliğinde çadırda oturmaya devam ettik. Valeria dinlenmeye devam edecekti ve ben de birazdan çıkıp kutsal yanımın ipleri ele almasına izin verecektim. Bu kaos fazla bile sürmüştü. Parmaklarımı ve boynumu kütlettikten sonra ayağa kalkıp kapüşonumun pelerini başıma geçirdim. “Sen dinlenmeye devam et Val. Bu iş bitince yeteneklerine ihtiyacımız olacak.” dediğimde başıyla onayladı. İdam bu akşam olduğundan Karkarum’a atlarla gitmek gibi bir lüksümüz yoktu. Bu da Valeria’nın açacağı portallara ihtiyacımız olduğu anlamına geliyordu.
Çadırdan dışarı adım attığımda devam eden savaş gözlerimin önüne serildi. Yaratıklar nerdeyse buraya kadar ulaşmayı başarmıştı. Etraftan yaratıkların birbirine karışan iğrenç kanlarının kokusu yükseliyordu. Saldırı gece başlamıştı ve öğlen olmasına rağmen hala aynı şiddetiyle devam ediyordu. Muhafızlar müthiş bir performansla karşı koymaya devam ediyordu. Zaten onların çabası olmasaydı şimdiye çoktan düşmüş olurduk. Yine de bu işi bir an önce bitirmemiz gerekiyordu. Geçen her saniye artık çok daha önemliydi. Kendimden emin adımlarla ilerlerken kutsal yanımın içimde harekete geçmeye başladığını şimdiden hissedebiliyordum. Val’i tedavi etmek için kullanmaya çalıştığım gücüm şimdi damarlarımda ev sahibi gibi geziniyordu. Kaşlarımın ortasındaki işaretim yavaş yavaş ısınmaya başladığında eş zamanlı olarak etrafımı gücüm sarmalamaya başladı. Mor renkte bir sisi andıran enerjim benimle senkronize şekilde hareket ederken çatışmanın derinliklerine doğru ilerlemeye devam ediyordum.
Etrafımı saran sis yaratıkların bana yaklaşmasın önlerken aynı zamanda muhafızların da dikkatini çekiyordu. Bir anlığına dönüp bana bakan muhafızların yüzlerinde oluşan kafa karışıklığı ve merakı görebiliyordum. Yine de dikkatlerinin dağılmasına müsaade etmeyecek kadar profesyonel şekilde hareket ediyor bir an baktıktan sonra tekrar dönüp bakmıyorlardı. Kamp alanımızın sınır noktasına ulaştığımda artık savaş çemberinin tam ortasında duruyordum. Attığım son adımla birlikte kendi rızamla bedenimin kontrolünü kutsal yanıma bırakmış ne gibi marifetler sergileyeceğini merakla bekliyordum. Yaklaşık bir dakika olduğum yerde beklerken duyularımın keskinleştiğini fark ettim. Etrafıma dönen karmaşaya rağmen kimlerin nerde olduğunu az çok sezebiliyordum. Cadıların kendine özgü bir enerji yaydıklarını fark ettim, tıpkı etrafımızı çevreleyen diğer yaratıklar gibi. Bulunduğum noktada onları göremiyordum lakin yaydıkları enerjiden yakında olduklarını anlayabiliyordum. Enerjileri karanlık ve balçık gibiydi.
Tanrıların da kendine has olan o enerjilerini hissediyordum. Özellikle şu anda Silas ve Nolan’ın yaydığı enerji çok kuvvetliydi. Nolan’dan yayılan enerji hırçın bir okyanus gibiydi. Silas’ınki ise kaya misali sertti. Farklı konumlarda olduğumuz için onlar da görüş açımda değillerdi ancak varlıkları nerdeyse elle tutulur cinstendi. Derin bir soluk alırken havadaki mide bulandıran kokuyu da solumak zorunda kalsam da umursamadım. Kollarımı ağır hareketlerle iki yanıma doğru doğru açıp parmaklarımı mümkün olduğunca gergin tutmaya çalıştım. Ne yaptığımı ve ne yapacağımı ben de kestiremiyordum. Kendi bedenimde üçüncü göz gibiydim. İlk an hiçbir şey olmadı lakin sonraki saniye içimdeki o muazzam gücün damarlarımdaki sert akışını hissettim. Sahip olduğum yıkıcı güç tüm hücrelerime acımasızca akın ederken ısınmaya başlıyordum. İşaretimden yayılan ısı giderek artarken bedenim kasılmaya başladı. Gergin tuttuğum parmak uçlarım titremeye başladığında etrafımı saran enerjim de genişlemeye başladı. Parmaklarımın arasında sıyrılan gücüm etrafımı sararak genişlerken bu işin sandığım kadar kolay olmadığını idrak etmeye başladım.
Gözlerimden kayan ıslaklığın göz yaşı olmasını umsam da kan olduğunu biliyordum. Gücüm uyanırken de bedenim çok zorlanmıştı ve şimdi de zorlanıyordu. Bu yoğun güce alışık olmayan bedenim için tüm bunlar fazlaydı. Yine de ne başka çarem vardı ne de şu noktadan sonra bunu durdurabilirdim. Kutsal yanım işini bitirmeden bedenimin kontrolünü bana vermeyecekti. Yanaklarımdan kayan ıslaklıklar zeminle buluşurken dişlerimi sıkarak direnmeye çabalıyordum. Her bir uzvumda hissettiğim yanma giderek artıyordu. Yoğunluğu giderek artan gücüm saçlarımı dalgalandırmaya başladığı esnada zeminle bağlantımın kesildiğini ancak idrak edebildim. Başımı eğip bakmak istediysem de kontrol bende olmadığından yapamadım. Yine de gözlerimin önündeki manzaranın giderek değişmesinden havalandığımı anlayabiliyordum. Uçuyordum. Hayır, bu daha çok süzülmek ya da yükselmek gibi bir şeydi. Gücüm dışa doğru akmaya devam ederken yerden epeyce yükselmiştim. Başımı eğip baktığımda aşağıda çatışmanın hala devam ettiğini gördüm.
“Dengeyi ve düzeni tehdit edenlere karşı denge ve düzenin Koruyucusu olarak yükümlülüğümü yerine getiriyorum.” Dudaklarımdan dökülenlerin ardından bir çığlık attım. Bu hem bir savaş çığlığı hem de acının yansımasıydı. Bedenimi saran yoğun enerjinin birden patlamasıyla attığım çığlığın ardından birden fazla haykırış karıştı sesime. Ufak tefek vücudumdan çıkan gücüm önce etrafımda küçük bir top gibiydi ama sonraki an genişleyerek müthiş bir hızda ilerlemeye başladı. Bulunduğumuz alanı çembere alacak kadar genişlerken çıkardığı patlama sesi giderek büyüyordu. Her şey sadece birkaç saniye içinde olmuştu. Gücüm bedenimden çıkarak tüm alana yayılırken geçtiği yerdeki tüm yaratıkları kıyıma uğrattı. Neyse ki sadece onlara yönelik olan saldırım muhafızlara zarar vermedi. Tabi patlama benzeri etkiden dolayı bir yerele savrulmuşlardı ama yaratıklarla kıyaslanınca durumları kesinlikle iyiydi.
Şimdi ayaklarımın altındaki zeminde yüzlerce yaratığın cesedi vardı. Birkaç dakika önce kulaklarımı dolduran savaş sesleri bir anda bıçak gibi kesilmiş etraf kasvetli bir sessizliğe bürünmüştü. Muhafızlar inleyerek düştükleri yerden kalkarken hepsi meraklı gözlerle etrafı süzüyor neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Kafa karışıklıkları yüzlerinden okunuyordu. Ayaklarım toprak zeminle buluştuğu anda yere yığıldım. Kontrolu aniden bırakan kutsal yanım özgürlüğümü yeninden vermiş olsa da bedenim perte çıkmış gibiydi. Yığıldığım yerde öylece yatarken kalkmak için girişimde bulunmuyordum bile. Burada her şey bitmişti. Yani birkaç dakika yatsam sorun olmazdı. Gözlerimi yumdum ve ölüden farksız hale gelen bedenimin kendi toparlamasına müsaade ettim. Öylesine bitkin hissediyordum ki yanaklarımda biriken kandan gözyaşlarımın yarattığı rahatsızlığı bile gidermeye çalışmıyordum. Tüm uzuvlarım sızlıyordu ve birazcık dinlenemeye ihtiyacım vardı.
Sessizlik yerini yeniden boğuk bir gürültüye bıraktığında yaklaşan ayak seslerini işittim. Birileri başımda toplanmıştı. Sıcak nefesleri tenime çarpıyordu. “Yengecim.” diyen telaşlı ses Azel’e aitti. “Onu hemen götürmeliyiz.” Bunu diyen de Ragaz olmuştu. Muhtemelen Nowa da buradaydı. Oyalanmadan bedenimin zeminle bağlantısını kestiklerinde kendimi birinin güçlü kollarında bulsam da kim olduğuna bakamayacak kadar yorgundum. Sarsıntıyla geçen birkaç dakikanın ardından sırtım yumuşak zeminle buluştuğunda yatağa yatırıldığımı anladım. “Ne oldu?” diye sordu Valeria. Sesi diğerlerininki gibi endişeliydi. “Gücünü kullanıp yaratıkları temizledi ama ne olduğundan emin değiliz. Belki sadece yorgun düşmüştür.” “Biraz dinlensin ben onunla ilgilenirim. Siz gidip kalan işleri halledin.” Onaylayan birkaç mırıltının ardından etrafa sessizlik çöktü. Tek ses Valeria’nın düzenli nefes sesleriydi. Yanıma oturduğunu ağırlığıyla çöken yataktan anladım. Ürpermeme neden olan soğuk bir şeyi yanağıma sürtmeye başladığında ne olduğunu anlayamadan bilincim kapandı.
❄️❄️❄️
Bir anda sanki onlarca kat ağırlamış olan gözkapaklarımı güçlükle aralayabildim. Puslu bakışlarımın düzelmesi için dakikalarca beklemek zorunda kaldım. Her yerim tutulmuştu ve inanılmaz yorgun hissediyordum. Ayağa kalkabilmek için kendime biraz süre tanıdım. Ağrılarıma rağmen yataktan kalktığımda içeri elinde büyükçe bir tepsiyle Valeria girdi. “Uyanmışsın harika. Ben de sana yiyecek bir şeyler getirmiştim.” Gülümseyerek yanıma otururken tepsiyi ikimizi arasına yatağa bıraktı. Şöyle bir göz gezdirdiğim tepsideki yemekler normal şartlarda bile iştah kabartıcıyken uzun süredir aç olduğum için bana dünyanın en güzel yemekleri gibi görünüyordu. “Çok teşekkür ederim Valeria. Cidden çok açım.” deyip önce boğazımdaki kuruluğu gidermek için bardaktaki sudan birkaç yudum aldım. Ağzıma birkaç parça ekmek atıp sıcak çorbayı yudumlarken “neler oldu?” dedim. Bayılmadan önce işin en meşakkatli kısmını halletmiş, savaştığımız yaratıklardan kurtulmamızı sağlamıştım. Yani en azından öyle olduğunu umuyordum. Bayıldığımda ise neler olduğundan bihaberdim.
“Sayende yaratıklardan da cadıların çoğundan da kurtulduk. Birkaçı kaçmış ama artık bizim için sorun teşkil edemezler. Bizim Tavukla Ragaz toparlanma emri verdi. Muhafızlar çoktan toparlanmaya başladı. Yaralılarla ve kaybettiklerimizle de ilgileniyorlar. Senin şu Azel de yenge yenge deyip ortalıkta geziyor. Şimdi de çadırın önünde ama muhafızlara emir verdim. İçeri almıyorlar.” Anladığımı belirtmek için başımı salladım. Toparlanıp bir an önce eve dönmeyi çok istiyordum ama daha yapacaklarım bitmemişti. Hızlıca tepsideki her şeyi silip süpürdükten sonra ancak kendime gelebildim. Val tepsiyi de alıp yanımdan ayrıldıktan sonra hızlıca bir duş alıp üzerimi değiştirdim. Omzuma lacivert pelerinimi de bağladıktan sonra çadırın diğer kısmında beni bekleyenlerin yanına çıktım. Valeria ve Ragaz sakin sakin beklerken, iki karşı cepheye konuşlanmış olan Azel ve Nowa birbirlerine laf atıp duruyorlardı. Bu ikisinin didişmesi asla bitmeyecek gibiydi. Varlığımı fark etmeleriyle birlikte susalar da birbirlerine ölümcül bakışlar atmayı kesmediler. Azel bu üçlüyü aşıp nasıl içeri girdi bilmiyordum. Yanıma geldiğinde beni baştan aşağı iyice süzdü.
“İyisin değil mi yengecim?” “İyiyim merak etme. Daha sana yengelik yapacağım.” deyip imalı bir bakış attım. Ne olursa olsun iyi bir dayağı hak ediyordu. Eliyle ensesini ovuştururken mahcup bir tavır takındı. “Ee madem iyisin benim de dışarda biraz işlerim vardı.” diyerek ağzının içinde bir şeyler gevelemeye başladı. Sırtını dönüp birkaç adım atmıştı ki kıyafetinin yakasından yakalayıp geriye doğru çektim. “Ya kedi mi tutuyorsun yengecim? Bu nedir ya?” Alaycı sözlerini görmezden geldim. “Hiçbir yere gitmiyorsun. Seninle gideceğimiz bir yer var.” “Nereye?” diyen karşımdaki dörtlü olmuştu. Hepsi merak ve şaşkınlık karşımı bir ifadeyle suratıma bakıyordu. Tabi Nowa’da biraz hoşnutsuzluk da vardı. Sorularını şimdilik pas geçip Val’e döndüm. “Portal açacak kadar iyi durumda mısın?” “Portal değil portallar bile açabilirim.” diyerek hevesle şakıdığında gülümsedim. Bu iyiydi. Benim zaten portallara ihtiyacım olacaktı. “Önce Kurak Topraklara küçük bir ziyaret yapacağım. Sonra da tapınağa gideceğiz.” Hepsi resmen kaskatı kesilmiş, suratıma delirmişim gibi bakıyorlardı. “Kurak Topraklardan bahsediyoruz.” diyen uyarıcı ve endişeli ses Ragaz’a aitti.
“Sen aklını kaçırdın herhalde tanrıçam.” “Sen benim yengeme, koskoca Koruyucu ve Ölüm Tanrıçası olan yengeme deli demeye mi getiriyorsun? Hadsiz geveze!” Nowa sabır dilenerek dişlerini sıkarken şaşkın gözlerimi Azel’den ayıramıyordum. Çenesini kaldırmış sırıtarak geveze dediği Nowa’ya iğneleyici ifadesiyle bakıyordu. Şayet Nowa söylemeseydi aynı cümleleri onun bana kuracağından adım kadar emindim ama Nowa söyleyince dünyanın en büyük suçu olup çıkmıştı. Bu Azel beni cidden delirtecekti. Hayır, dediklerine gülsem mi sinirlenmesem mi anlam veremiyordum ki. Kendi dengesizliğini etrafındakilere de bulaştırıyordu. “Lan suratsız sen bizim düşmanımız değil miydin? Sıktir git düşmanlığa devam et.” dedi hoşnutsuzlukla. Birbirlerini bir kaşık -çay kaşığı- suda boğacak gibiydiler. Azel bana dönüp “görüyorsun değil mi yengecim koynunuzda yılan beslemişsiniz. Hem de geveze bir yılan. Baksana kardeşi kardeşe düşman etmek istiyor.” dedi. Nowa homurdanarak birkaç küfür savururken gülmeden edemedim. Nowa’nın dediği olacak gibiydi. Bu ikisi el birliğiyle beni çıldırtacaktı.
“Valeria Kurak Topraklara portal açar mısın?” Hızlıca portalı için hazırlıklara koyulan Valeria’yı seyrettim. “Koruyucu olduğum için oradan dönmekte sorun yaşamayacağız.” dedim tam da bunu sormak üzere arkamda hazır bekleyen üçlüye. “Nolan ve Silas ne durumda?” “Açıkçası merak içindeler herkes gibi. Bir anda ortaya çıkan gücün kaynağını anlamaya çalışıyorlar. Şu anda hepsi kendi çadırında dinlenip toparlanıyor.” “Ya Bay Fenir? Uyandı değil mi?” “Uyandı. Olanlar kafasını karıştırdığından ona üstün körü bir açıklama da yaptık.” Yani şu anda her şey yolunda gibiydi. Çözmemiz gereken tek mesele yaklaşan idamdı. Valeria portal hazırlıklarını bitirdiğinde Nowa ve Ragaz’a dönüp “fazla oyalanmayacağız. O esnada kalan işlerle ilgilenin.” dedim. Valeria gerekli sözcükleri fısıldayarak geçidin oluşmasını sağlamaya başladı. Dudaklarından sıyrılan her bir sözcükle giderek genişleyen portal nihayet içinden geçebileceğimiz boyuta eriştiğinde ilk giren “ben sizin için önden gidip etrafı kolaçan edeyim.” diyen Azel oldu. Onun peşinden ben de portaldan geçtim. En son Valeria da geçtiğinde kendimizi ağaçlık alanda bulduk. Neyse ki Valeria portalı aşina olduğum bir noktaya açmayı başarabilmişti.
Azel kendi etrafında dönerek etrafı inlerken benim gözlerim ilk gelişimde Narisa’nın beni götürdüğü kulübeye giden yolu arıyordu. Koskoca yerde Kael’ı nerde bulacağımı bilmediğimden ilk olarak bildiğim bir yerden başlamak mantıklı geliyordu. Koskoca Kurak Toprakları düşününce onu bulmak zor olabilir gibiydi. Bu yüzden önce kulübeye gitmeye karar verdim. Gerçi en son bıraktığımda Zahel orayı bir harabeye çevirmişti. “Beni takip edin.” dedim merakla etraflarını süzen ikiliye. “Vay canına Kurak toprakları hiç böyle hayal etmemiştim.” “Değil mi?” dedim Val’in düşüncelerine katıldığımı belirtmek için. Bir yer adıyla ancak bu kadar ters düşebilirdi sanırım. “Çöl gibi bir yer hayal etmiştim.” “Neyse ki çöl değil.” diyerek güldüm. Buranın bir çöl olduğunu hayal bile edemiyordum. Kavurucu güneşin altında aç susuz vaziyette Kael’ı aramak hiç de akıl karı olmazdı. Neyse ki Kurak Toprakları alabildiğine yeşillik ve ormanlardan oluşuyordu. Tabi adının hakkını veren bazı ufak bölgeleri de yok değildi.
“Daha gelmedik mi?” diyen bıkkın ses Azel’e aitti. Durduğumda onlar da benimle birlikte durdu. “Hem burada ne işimiz olduğunu söylemedin.” Cevap vermek yerine doğru yolda olduğumuzdan emin olmak adına etrafı incelmeye başladım. Burası ilk geldiğimde geçtiğim yerlerdi ama yine de kesin olarak emin olmaya uğraşıyordum. “Kael’ı almaya geldik.” diye cevap verdi Valeria bıkkın tavrıyla. Yüzünü ekşiten Azel “Kael mı? O kim be? Şu anda gidip abimi kurtarıyor olmamız gerekmez miydi? Ne işimiz var burada? Hem bize ne el alemin Kael’ından.” Bir çırpıda sıraladığı soruları hayretle dinliyordum. Ne çok konuşuyordu böyle. Tek kaşımı imayla havaya kaldırırken bir elimi de belime yerleştirip “ne kadar gevezesin.” dedim. Bana dediğime inanamıyormuş gibi bir ifadeyle baktı. “Ben mi gevezeyim?” diye sordu alınmış bir tavırla kendini işaret ederken. “Evet, sen.” “Ayıp ediyorsun be yengecim. Bir geveze varsa o da senin şu pabucumun baş muhafızı.” diyerek yüzünü ekşitti. Nowa’ya olan hayranlığı gözlerimi dolduruyordu. Hiç de akıllıca olmayan sohbetimizi dinleyen Valeria meraklı bir ifadeyle kaşlarını çatmış Azel’e bakarken “Nowa’dan mı bahsediyorsun?” diye sordu.
Valeria kendisiyle konuştuğu için anında keyiflenen Azel gizleyemediği heyecanını sesine de yansıtarak “evet.” dedi. “Haksız mıyım? O geveze çok konuşmuyor mu?” derken resmen dedikodu havasına bürünmüştü. “O Tavuğun geveze olduğu da oluyor ama illa bir adı olacaksa bu anca tavuk olur.” diyen Valeria da en Azel kadar dedikodu havasına bürünmüştü. Ben durmuş onları hayretle seyrederken onlar Nowa’yı çekiştiriyordu. “Tavuk ne alaka?” diye sordu Azel merakla. Valeria’nın yüzüne keyifli bir gülümseme yerleşirken “malum tavuklar korkaktır. Sen bilmezsin ama Nowa’nın da tavuktan farkı yok. Ödlek herif.” dedi. İfadesinden eline geçse Nowa’ya sağlam birkaç yumruk atmak istediği açıkça okunuyordu. Jieli ve Nowa’nın duyguları konusundaki bu tereddütleri Valeria’yı çileden çıkarıyordu. Nowa’yla ilgili kendisiyle benzer düşüncede birini bulan Azel üstüne bir de bu kişi Valeria olunca keyiften dört köşe olmuş haldeydi. Yüzündeki sırıtış silinecek gibi değildi. “O halde adı Geveze Tavuk olsun Kızıl.” Valeria ona ters bir bakış atıp “olsun ama bana kızıl deyip durma.” dedi. Uyarısını görmezden gelen Azel “bunun için söz veremem Kızıl.” dediğinde Valeria gözlerini devirdi ve nihayet birbirlerine ne kadar yakın durduklarını fark ettiğinde bir adım geri çekilip aralarına mesafe koydu.
Bir süre Valeria’yı ve aralarını koyduğu mesafeyi süzen Azel nihayet bana döndüğünde ters ifademle karşılaşsa da umursamayıp “el insaf yengecim. Azıcık dinlenelim.” diye söylendi. Mızmızlanmasına karşılık ters bir bakış atsam da bana mısın demedi. “Bakma öyle ters ters korkuyorum, yorgunum ve açım.” demesine karşılık sadece gözlerimi devirip yürümeye devam ettim. “Bu yüzsüz ilk kez haklı Silva. Seni bilmem ama benim bacaklarım ağrıdı en azından on dakika mola versek iyi olur.” Pek istekli olmasam da başımla onayladığımda yakındaki ağaçların dibine oturduk. Işıldayan gözlerle Valeria’ya bakan Azel “aynı fikirlere sahip olmamıza çok sevindim.” dedi. Sesi resmen aynı hislere de sahip olalım der gibi geliyordu ya da ben Valeria’ya olan ilgisini bildiğimden öyle algılıyordum. Yaklaşık on dakika dinledikten sonra yeniden yola koyulduk. Kulübeye giden yol sandığımdan biraz daha uzun sürse de en azından hafızam beni yanıltmamıştı. Kaybolmamış ya da yaratıklarla karşılaşmamıştık. Kendimi şanslı sayıyordum. Sonunda kulübe görüş açımıza girdiğinde “şükürler olsun burası mı?” diye sordu Azel.
Başımla onaylayıp gözlerimi hızlıca etrafta gezdirmeye başladım. Aradığım beyaz uzun saçlar ve bir çift mor gözdü, tıpkı benimkiler gibi. Nihayet görüş açıma girdiğinde bir anlığına kalbim atmayı bıraktı. Dejavu hissiyle dolup taştım. Kael onu ilk gördüğüm yerde ilk gördüğüm haliyle oturuyordu. Yine o ağacın dibinde tek dizini kendine çekmişti ve gözleri kapalıydı. İlk sefer Narisa cadısıyla ve pek de istekli olmayarak gittiğim yere şimdi heyecanlı adımlarla adeta koşarak gidiyordum. “Silva bekle.” “Yengecim bir dursaydın. Herif belki de tehlikeli.” İkisine de aldırış etmeyip koşar adım ilerlemeye devam ettim. Kalbimi sarsan mutluluğa da silemediğim gülümsemeye de engel olamıyordum. Nefes nefese Kael’ın tepesine dikildiğimde gözlerini açmasa da dudakları yukarı doğru kıvrıldı. “Kael.” dedim titreyen sesimle. “Seni hiç bulamayacağım sanmıştım.” dedi hala hatırladığım yumuşak ve şefkatli sesiyle. Gözlerini aralayıp yüzüme baktığında gülümsemesi biraz daha büyüdü. Yavaşça oturduğu yerden doğrulduğunda ne diyeceğimi bilmediğimden ilk o konuşsun diye bekledim.
Tek kelime etmedi ve kollarını etrafıma sarıp beni kendine bastırdı. Beklenmedik hareketi bir an afallama neden olsa da ben de ona sarıldım. Benim tutuşum onunkine nazaran daha yumuşaktı. Kulağıma doğru “seni özledim kardeşim.” dediğinde şaşkınlıktan nerdeyse küçük dilimi yutacaktım. Dudaklarımdan istemsizce dökülen “ne?” sorusu bile şaşkınlığımı başlı başına ele veriyordu. Konuyu açıklığa kavuşturamadan dibimizde biten Azel omzundan yakaladığı Kael’ı kaba bir hareketle geri çektiğinde kollarım boşlukta asılı kaldı. “Sen kime sarıldığını sanıyorsun lan?!” demesiyle Kael’ın suratına yumruğu indirmesi bir oldu. Ben daha Kael’ın söylediklerinin şaşkınlığını atlatamamışken bir de bununla resmen şoka girmiştim. “Ona dokunan ellerini kırarım lan senin!” diyerek bir yumruk daha indirmeye hazırlanan Azel’i omzundan yakaladım. Geriye doğru itip ikisinin arasına girdiğimde kızgın ifademin hedefinde Azel vardı. “Ne oluyor Silva?!” diyen Azel arkamdaki Kael’a ölümcül ifadesiyle bakmaya devam ediyordu. “Herif sana sarıldı anasını satayım. Bırak da ona yengeme sarılmak neymiş göstereyim!” “Dur durduğun yerde beni çıldırtma.” desem de başka bir şey söylemek için ağzını araladı. “Azel sus dedim.” diyerek laflarını ağzına tıktım.
Dönüp yüzüne iki yumruk yiyen Kael’a baktım. Suratında belli belirsiz morluklar oluşma başlamasına rağmen hiç canı yanıyor gibi görünmüyordu. Ya gerçekten yanmıyordu ya da acısını perdelemeyi iyi biliyordu. “İyi misin?” diye sordum yüzünü incelerken. Canı yanıyor gibi görünmemesine rağmen sanki benim canım yanıyor gibi yüzüm kasılıyordu. “İyiyim.” diyerek gülümseyip avucunu yanağıma yerleştirdi. Endişeli gözlerle bana bakarken “asıl sen iyi misin?” diye sordu. “O iyi hem de gayet iyi ama sen birazdan hiç iyi olmayacaksın.” diyen Azel’i Valeria yerinde tutuyordu. Bıraksa bir kez daha Kael’ın üstüne atlayacağı su götürmezdi. Hiç durup bir dinleyeyim demiyordu. Derin bir soluk alıp bir tane de ben Azel’e vurmamak için kendimi sıkarak ona döndüm. “Azel.” dedim uyarır bir tonla. Kale’a kötücül ifadesiyle bakmaya devam etti. “Kızıl’a beni bırakmasını söyleyeceksen buyur yengecim.” dedi. Hala Kael’ın üzerine atlama derdindeydi. Onun bu kadar sahiplenici çıkacağını hiç düşünmemiştim. Üstelik katır gibi de inatçıydı. “Azel Sideras.” diyerek düşünceli bir sesle mırıldandı arkamdaki Kael. “Sen bana kısaca ecelim de diyebilirsin Ruh Suratlı.” diyerek karşılık verdiğinde resmen ağzım açık kaldı.
İnadından vazgeçmediği için kızsam mı Kael’a dediğinin şokunu mu yaşasam kestiremiyordum. Hayır birbirlerine olan sevgilerini bilmesem Azel’in Ruh Suratlı lakabını Nowa’dan öğrendiğini düşünecektim. Çarpık bir hal alan suratımda kahkaha atacakmışım gibi bir ifade vardı. Resmen duygu karmaşası yaşıyordum. “Öncelikle.” diyerek konuşmaya başlayan Kael bir adım öne çıkarak tam yanımda durdu. Sesi de ifadesi de oldukça soğukkanlıydı ve hedefinde Azel vardı. Kael Azel’in aksine oldukça sakin görünüyordu. Ağırbaşlıydı ve Azel gibi anlayıp dinlemeden atağa geçmiyordu. Ondan Azel’i azıcık eğitmesini mi isteseydim acaba? İnanılmaz cazip olan bu fikri daha sonra Kael’a sunmak için aklımın bir köşesine yazdım. “Konuştuğun kişin kim olduğunu bilmelisin.” dedi küçük bir çocuğa öğüt verir gibi. Bir an ikisi arasında gözlerimi gezdirirken hangisinin daha büyük olduğunu düşündüm. Hal ve hareketlerinden Kael’ın daha olgun olduğunu çıkarsam da elbette emin olamıyordum. “Abimim eşine dokunuyorsan kim olduğuna bakmam! Zaten derdim konuşmak da değil!” “O halde izin ver de istemiyor olsan da sana kim olduğumu söyleyeyim.” Azel hiç de meraklı değildi. Yüzünü buruşturmuş Kael’a bakıyordu. Ne söylerse söylesin onun için değişen bir şey olmayacakmış gibi inatçıydı ifadesi.
“Ben Kael Vellora. Yengenin…” duraksayıp bakışlarını bana çevirirken kolunu omzuma yerleştirip beni kendine çekti. Bu hareketi Azel’in küplere binmesine neden olsa da sonraki saniye duyduklarıyla adeta yerine çivilenip kaldı. “Yani Silva’nın ikiz kardeşiyim.”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
30.7k Okunma |
4.15k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |