41. Bölüm

❄️Karargah

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Oy verip yorum yapmayı ve beni takip etmeyi unutmayın çiçeklerim. Hepinize keyifli okumalar.

Silva

Duyduğum şeyi sindirmek için zaman ihtiyacım vardı. Hayır, zamana ihtiyacım yoktu. Önümde sonsuzluk da olsa ben Valeria’nın söylediklerini idrak edemezdim. Bilinçsizce şakağımdan aşağı dökülen zaman zaman neden bu renkte diye düşündüğüm bir tutam saçıma baktım. Alışık olmadık bir renkti saçta beyaz. Çevremdeki insanların çoğu zaman saçımla ilgili tuhaf bakışlarına maruz kalsam da hep sevmiştim saçlarımı. Kimse sevmemişti ama ben sevmiştim. Belki rengi alışılmadıktı ama ben güzel buluyor ve seviyordum. Öyle ki kesmeye bile kıyamıyordum. Şimdi ise saçımın öylesine bu renge sahip olmadığı söyleniyordu.

“Mümkün değil.” dedim tek solukta. Belki beyaz alışılmadık bir renkti ama koruyucu olduğuma da işaret etmesi mümkün değildi. Ben sıradan insanlardan doğan sıradan bir insandım. Hatta bu dünyaya bile ait değildim. Hal böyleyken koruyucu olmam imkansızdı. Valeria’nın da dediği gibi en fazla benziyor olabilirdim. İkimizin arasına ağır bir sessizlik çökerken Valeria dikkatle sanki beni hayatında ilk defa görüyormuş gibi uzun uzun inceledi. Gözleri saçlarımda fazlasıyla oyalandı. Oradan gözlerime indi. Adeta içlerinde bir şeyler arıyormuş gibi bakıyordu. Ne yazık ki umduğunu bulmasına imkân yoktu. “Neden olmasın?” diyerek karşılık verdiğinde sesini daha da alçaltmıştı. Bilinçsizce ben de ona uyarak sesimi alçalttığımda artık kimsenin bizi duymadığına kesinlikle emindim.

“Neden olmayacağını sen de gayet iyi biliyorsun Valeria.” Kaşları hafiften çatılırken bakışlarını benden çekip önündeki yola dikti. Gözleri bir noktada takılı kalırken düşüncelerine dalıp gittiği barizdi. Ne düşündüğünü kestiremiyordum. Zaten kafamın içi bir anda karman çorman olmuştu. “Başka bir dünyadan geldin.” dedi bana dönüp ve zaten bildiğimiz gerçekleri sanki altından başka şeyler çıkarabilecekmiş gibi sıralamaya devam etti. “Normal insanlardan dünyaya gelen normal bir insansın.” Onaylamak için başımı salladığımda kıstığı gözleri şüpheci bir tavırla üzerimde gezinmeye başladı. “Ailenin gerçek ailen olduğundan emin misin?” “Ne?” deyiverdim bir anlık şaşkınlıkla. Gözlerim büyürken Valeria’nın giderek uçuklaşan tahminlerinin beynimi patlatmasına ramak kalmıştı. “Olamaz mı? Belki senin gerçek ailen değillerdir.” Düşüncelerimi bir düzene koymak için derin bir soluk aldım ve Valeria’ya döndüm.

“Diyelim ki öz ailem değiller -ki öyleler- öyle olmasa bile ben bu dünyadan bile değilim. Koruyucu olmam imkânsız.” Gayet makul olan açıklamalarıma Valeria burun kıvırdığında şaşkınlıkla gözlerim büyüdü. Kabul bu dünyaya geldiğimden beri asla inanamayacağım birçok şeyle karşılaşmıştım ama bu kadarı da mümkün olamazdı. Her şeyi geçtim ailemin ne kadar istemesem de öz ailem olduğuna emindim. Şayet ben öz çocukları olmasam bunu diğer bütün hakaretlerinin yanında acımasızca yüzüme vururlardı ve beni kapı dışarı ederlerdi. Gerçi kapı dışarı etmektense acı çektiğimi görmekten zevk alacakları gibi iğrenç bir gerçek de vardı. Onlarla geçirdiğim onca yılda yediğim dayakların haddi hesabı yoktu. Kaç kez odama ve bodruma kilitlendiğimi bir noktadan sonra sayamaz olmuştum. Gözlerimin önünde ağzımı sulandıran yemekleri yerken bana bir kuru ekmek dahi vermediklerini hiç istemesem de hatırlıyordum. Geçmişte o kadar çok ağlamıştım ki gözlerimin bozulmamış olmasına hayret ediyordum.

Bana olan bu tavırlarını hiçbir zaman anlayamamıştım. Çocukken sevgiye muhtaçlığımdan hep bir neden bulmaya çalışmış, belki de hatalı olanın ben olduğumu düşünmüştüm ama hayır, hatalı olan ben değildim. Bunu zamanla anlamış ve bir noktadan sonra sevgilerini istememeye, yaptıkları karşısında hissizleşmeye başlamıştım çünkü hatalı olan da kötü olan da hiçbir zaman ben olmamıştım. Ailem sıfatına sahip olan o insanlar kötüydü, yaptıklarının tek açıklaması da buydu. Bir baba kendi kızına “senden bu kadar nefret etmeseydim bedenini kullanabilirdim.” diyebilir miydi? Hatırladıkça bile midem çalkalanıyordu. Zaten iplerin koptuğu an da o an olmuştu. Öylesine nefret ve korkuyla dolmuştum ki odamdan kaptığım bir kalemi o anki hislerimin yönlendirmesiyle o adama saplamıştım. Herhangi bir yerini isabet almadığımdan kalem omzuna saplanmıştı. Yine de o kadar çok kan akmıştı ki ellerim ve giysilerim bile kana bulanmıştı. Sonrasında başlattığım yangının aç alevleri ise iki kişiyi esareti altına almıştı. “Belki de Wienor’da doğdun ama bir şekilde geldiğin dünyaya gittin. Dünyalar arasında geçit açmak o kadar da imkânsız değil Silva.” Valeria’nın sesiyle irkilerek kendime geldim. Bir saniye ne dediğini düşünmem gerekti. Evet, mümkün olabilirdi, tabi sıradan insanlardan dünyaya gelen sıradan bir insan olmasaydım. “Mümkün değil Valeria. Ailemin öz ailem olduğuna eminim. Saçlarım beyaz diye koruyucu olacak değilim ya. Belki de sadece bir tesadüftür.” Mantıklı konuşuyor olmama rağmen Valeria hiç de ikna olmuş görünmüyordu.

“Tesadüf dediğin bir kere olur Silva. Hadi saçların tesadüf, peki ya gözlerine ne demeli?” Buna verebilecek bir cevabım yoktu. Valeria gözlerimin bir anlığına mora döndüğünü söylüyordu ama aynaya baktığımda her zamanki renginde olduğunu görmüştüm. “Bilmiyorum, belki de ışıktan dolayı yanlış görmüşsündür.” Valeria’yı ikna edemediğim gibi kararlılığım da yok olup gitmiştim. Şimdi konuşurken de düşünürken de şüpheye düşüyordum. Valeria’nınkıler ise haklı olduğu ortaya çıkmak üzereymiş gibi gözleri ışıldıyordu. “Yanlış görmediğime eminim Silva. Konseyin sana nasıl baktığını da mı görmedin?” dediğinde duraksadım. Zihnimde tapınağın avlusunda olanları canlandırdığımda bir anlığına Vala ve Aşin’in ifadelerinin değiştiğini anımsadım. Şüphenin davetsiz bir konuk olarak girdiği gözlerimi Valeria’ya çevirdim. Başını usulca aşağı yukarı sallarken çehresinde kendinden emin bir ifade zuhur etmişti. “Gerçekten olabilir mi?” dediğimde şüphe artık içimde ev sahibi olmuştu.

“Bir ihtimal ama bana o kadar da imkânsız görünmüyor. Hatırlasana enerjinin ne olduğunu anlayamamıştım çünkü daha önce hiçbir koruyucunun enerjisini görmemiştim.” Valeria’nın bahsettiği anıyı hatırladığımda başımı salladım. “O halde koruyucum ya da değilim. Bundan nasıl emin olacağız? Ki ben olmadığımı düşünüyorum.” Uzunca bir süre düşündü. Anlaşılan o ki elinde sadece tahmini vardı. Bunu doğrulamanın bir yolu olup olmadığını bilmiyordu. Geçen zamanla birlikte kendinden emin olan ifadesi de usul usul siliniyordu. “Eğer gerçekten koruyucuysan içindeki güç muhakkak açığa çıkacaktır, belki de çıkmıştır.” Başımı olumsuz manada salladım. “Yani emin olmanın bir yolu yok.” Silinip giden kararlı ifadesinin yerine hayal kırıklığı ve umutsuzluk karışımı bir ifade oturmuştu. Sanırım koruyucu olmam konusunda epey heveslenmişti.

“Tuhaf bir şeyler yaşamadığına emin misin? Belki kendinden bile haberin yoktur.” “Bu konuda neden bu kadar ısrar ediyorsun Valeria?” dedim anlayışlı bir ses tonuyla. Gözlerini bir saniyeliğine sıkıca yumup açarken derin bir soluk verdi. “Çünkü eğer koruyucuysan Tanrı Zahel’i kurtarman dudaklarının arasından çıkacak birkaç söze bakar.” Yerimde kaskatı kesildim. Altımdaki at hareket ediyor olmasaydı bir heykel gibi görüneceğime neredeyse emindim. Valeria koruyuculara benziyorsun dediğinde kafam o kadar karışmıştı ki meselenin bu boyutu aklımın ucundan bile geçmemişti. Şimdi Valeria’nın neden bu kadar ısrar ettiğini anlıyordum. Önümüzde hiçbir çıkış yolu yokken o çıkış yolu ben olabilirdim, bir savaşa doğru adım adım ilerlerken zaferle dönmemizi sağlayan silah ben olabilirdim. Kalbim kapıldığım hayallerin etkisiyle daha da hızlı çarpmaya başladı. Can vermek üzere olan umutlarım yeniden dirilirken birden fazla ışık aynı anda yandı.

İşler şimdi tersine dönmüştü. Ben heyecan ve umutla gülümserken Valeria karamsar bir ifadeyle bana bakıyordu. Onun umutlarını sözlerimle öldüren bendim ve şimdi aynı umutlar içimde canlanmış, kendi söylediklerimi unutuvermiştim. Koruyucu olmam imkânsız gibiydi. Gülüşüm solarken “bir düşün Silva. Belki de gücün açığa çıkmıştır. Hiç anlam veremediğin şeyler yaşamadın mı?” diyen Valeria hem umut hem umutsuzluk doluydu. Sadece birkaç dakika öncesine kadar koruyucu olmamın imkansız olduğunu söyleyip üzerinde kafa yormamıştım ama şimdi işler öyle bir değişmişti ki Valeria’yı haklı çıkarabilecek her şeyi düşünüyordum. Sandığımdan da uzun bir süre düşünürken kulaklarımıza yalnızca atların toynaklarından çıkan sesler çalınıyordu. Biraz önümüzde ilerleyen Nolan ve Nowa aralarında duyamadığım bir şeyler konuşurken gerimizdeki muhafızlardan da bir uğultu yükseliyordu.

Bir anda Valeria’ya döndüğümde gözlerim irileşmiş kalbim daha hızlı çarpmaya başlamıştı. Kuruyan dudaklarımı ıslatırken bir anda zihnimden dökülmek isteyen anılarımı teker teker kelimelere dökmeye çalıştım. “Zahel’e zehirli içecek götürdüğüm için zindana kapatıldığım zaman bileklerimdeki prangalar yok yere parçalanmıştı.” Valeria’ın sönen umutları yeniden canlanırken gözleri merakla parladı. “Nasıl oldu?” dediğinde eski anıları bir anlığına da olsa hatırlamak canımı sıktı. “Emin değilim. Kırılma sesini işittiğimde bazı anılar yüzünden kendimi kötü hissediyordum.” “Duyguların gücünü yönlendirmiş olabilir.” diyerek çıkarımda bulundu. “Sadece bu değil.” dediğimde gözlerindeki umut ışığı biraz daha büyüdü. “Aeros beni kaçırdığı zaman elinden kurtulmuştum ama beni meydanda kıstırıp etrafımı sardılar. Kapana kısıldığımı düşündüm anda bir ses kılıcımı savurmamı söyledi. Ben de savurdum ve dönüp baktığımda tüm muhafızlar yere serilmişti.”

“Gerçekten, gerçekten de koruyucu olabilirsin Silva.” Valeria’nın yüzündeki umut ve heyecan görülmeye değerdi. Ne yazık ki tüm bunlar olmasına rağmen gerçekten bir koruyucu olup olmadığım muammaydı. Her ne kadar biz bu yaşananları koruyucu olmama yormak istesek de durum bambaşka da olabilirdi. Ortada kesin bir şeyler yokken umut etmek oldukça tehlikeli görünüyordu. Bu yüzden maskeli adam yani Azel tarafından kaçırıldığımda olanları anlatmadım. Valeria’nın daha fazla umutlanması ve işin sonunda umutlarının mahvolmasını istemiyordum. Sadece o değil kendim için de yapmalıydım bunu. Emin olmadığım bir konuda umut edip hayaller kurmamalı gerçekçi davranmalıydım. Aksi halde umutlarım elimde patlayıp beni yok edebilirdi.

“Bundan emin olmanın bir yolunu bulmadan umutlanmasak iyi olur Valeria. Tüm bunların başka bir açıklaması da olabilir. Bu ihtimali göz ardı edemeyiz.” Valeria’nın heyecanı sözlerimle birlikte solsa da haklı olduğum kanısına varmış olacak ki onayla başını salladı ve yeniden o kararlı ifadesine büründü. Zihnimin bir köşesinde söylediklerim dönüp durdu. Normal bir aileden gelen normal bir insan olduğumu söylüyordum ama bu yaşadıklarım normal birinin yaşayacağı türden şeyler değildi. Koruyucu olmamla ilgisi olup olmadığını bilmesem de bir nedeni olduğuna emindim. Birkaç kez duyduğum o sesin bir kaynağı, benimle konuşmasının bir nedeni olmalıydı.

“O zaman her şeyden önce emin olmanın bir yolunu bulmalıyız. Keşke yaşayan tek koruyucu olmasaydın.” deyip umutsuz bir soluk verdiğinde biraz önce yaşadığım dejavu hissinin nedenini anladım. Gözlerim irileşirken Valeria suratıma ne oldu dercesine bakıyordu. “Yaşayan tek koruyucu olmayabilirim.” dedim sesime de yansıyan şaşkınlıkla. Nasıl unutabilmiştim ki? Valeria’nın bahsettiği beyaz saçlar ve mor gözlere daha önce başka birinde rastlamıştım ben. “Ben biriyle tanıştım. Onu da beyaz saçları ve mor gözleri vardı.” Valeria daha önce rastlamadığım bir şaşkınlık ve merakla suratıma baktı. “Nerde, ne zaman tanıştın? Nasıl biriydi? Koruyucu olduğuna emin misin? Güçlerini kullandığına şahit oldun mu? Sana bir şeyler söyledi mi?” “Valeria.” Valeria nihayet birbiri ardına sorular yağdırmayı durduğunda uzun bir soluk aldı. “Kurak Topraklarda tanıştım.” dediğimde kaşları çatıldı. Sanki en olmadık yeri söylemişim gibi bir ifadeyle baktı.

“Kurak Topraklar mı? Ne işi varmış orda? Adı neymiş?” Valeria’nın daha fazla soru sormasına müsaade etmeden tek tek anlatmaya koyuldum. “Öncelikle adı Kael Vellora ve…” cümlemin devamını getirmeden önce omuzumun üzerinden geriden bize eşlik eden Aeros’a baktım. Baktığımı hissetmiş olacak ki tehlikeyle kıstığı gözleri anında gözlerimi buldu. Gözlerimi devirip yeniden Valeria’ya döndüm. “Aeros tarafından oraya sürgün edilmiş.” Valeria dünyanın en saçma şeyini söylemişim gibi yüzünü buruştururken “sürgün mü edilmiş?” dedi. “Evet, istemeden bir olaya karışmış.” “Yalan söylemediğine emin misin?” Afallayarak yüzüne baktım. Umutları büyür sandığım Valeria’nın yüzünden şüphe akıyordu. “Neden yalan söylesin ki?” “Birincisi tanrılar koruyucuları sürgün etmek şöyle dursun sözlerinin üzerine söz edemezler. İkincisi bu Kael koruyucu olsaydı mühürden kolaylıkla geçip Kurak Topraklardan çıkardı.”

Şöyle bir durup düşündüğümde Valeria’da neden umut ışıklarının yanmadığını anladım. Haklıydı, Kael bir koruyucu olsaydı kolaylıkla Kurak Topraklardan çıkabilirdi. “Ben… bilmiyorum ama koruyuculara benziyor mu dersen bal gibi benziyor. Saçları beyazdı ve gözleri de mordu. Üstelik benim gibi bir anlığına da mor değildi.” Sanmıyorum Silva.” derken başını da olumsuz manada salladı. Benim koruyucu olduğuma inanmak istiyordu ama Kael’ın koruyucu olabileceğine inanmıyordu. Mantıklı düşününce Kael’ın koruyucu olma ihtimali benden daha yüksekti. Görünüşü zaten koruyuculara uyuyordu ve ihtiyatlı bir kişiliği vardı, tam da bir koruyucudan bekleneceği gibi. Ayrıca gücü olduğuna da şahit olmuştum. Bana büyücü olduğu söylenmişti ama bu doğru olmayabilirdi. “Onunla konuşmak istiyorum.” dedim heyecanla. “Delirdin mi? Savaşı bırakıp Kurak Topraklara mı gideceksin?” “Portal açamaz mısın?” dediğimde kaşları çatıldı. “Silva mührü unuttun herhalde. Portal açtım ve gittin diyelim geri nasıl çıkacaksın? Bu sefer Tanrı Zahel de yok.”

İşittiklerimle ağzım açık kaldı. Bir an o kadar heyecanlanmıştım ki önümdeki sinir bozucu engelleri unutuvermiştim. Kael’ın yanına gitmem mümkün değildi ama bir şekilde onunla konuşmak istiyordum. Koruyucu olmasa bile bilge birine benziyordu ve bana yardımı da dokunmuştu. Belki yine yardım edebilirdi. Elim boynumdaki kolyeye gitti. Kael’dan onu aldığım günden beri hiç çıkarmamıştım. Anlam veremediğim şekilde varlığı huzur veriyordu. “Yine de onunla konuşmamın bir yolu yok mu?” “Vardığımızda bir mektup yazabilirsin. Kuzgunlarla gönderebiliriz.” Başımı onayla sallarken içimi saran heyecan gülümseme neden oldu. Zihnimde Kael’e ne yazacağımı düşünürken neden bu kadar heyecanlandığıma anlam veremiyordum. Sanki bir günlüğüne tanıştığım biriyle değil de uzun zamandır tanıdığım biriyle konuşacakmışım gibi hissediyordum.

“Bence fazla umutlanma Silva. O adamın koruyucu olduğunu hiç sanmıyorum.” Valeria’nın sözleri alaycı bir tavırla gülümsememe neden oldu. Önce ben onu koruyucu olmadığıma inandırmaya çalışmıştım şimdi de o beni Kael’ın koruyucu olmadığına inandırmaya çalışıyordu. Benim koruyucu olmam konusunda bu denli umutlu olmasının nedeni bana güveniyor olmasındandı. Kael ise bir yabancıydı ve koruyucu olsa bile bize yardım edip etmeyeceği meçhuldü. Üstelik haklı olsa bile Zahel tanrıları öldürmüştü. Bunun bir koruyucu tarafından nasıl sonuçlandırılacağını kestirmek mümkün değildi. “Bu mesele şimdilik aramızda kalsın Valeria. Boş yere kimseyi ümitlendirmeyelim.” Valeria onaylarken aramıza bir başkasının sesi girdi. “Ya başım şişti. Ne çeneniz varmış be? Ne konuştunuz bu kadar?”

“Sen bizimi dinliyorsunuz?” diyen Valeria gözlerini sırıtarak bize bakan Nowa’ya dikmişti. “Arkamda konuşuyordunuz. Haliyle duydum kalpsiz büyücü.” “Biz bile birbirimizi zor duyuyorduk. Sen nasıl duydun?” Açığının yakalandığını fark eden Nowa göz devirdi. “Tamam, bir şey duymadım ama ne konuşuyordunuz? Anlatın bakalım merak ettim.” Valeria ile göz göze geldik ve cevap veren o oldu. “Silva Kurak Topraklarda tanıştığı bir adamla konuşmak istiyormuş.” Valeria’nın cevabının ardından Nowa direkt bana doğru döndü. Tek eliyle yuları tutmaya devam ederken ellerine beline yerleştirip hesap sorar bir edayla “sebep?” dedi. Ne diyeceğimi bilmediğimden topu bana atan Valeria’ya kaçamak bir bakış atsam da omuzlarını silkip benim uygun bir şeyler bulmamı ima etti. Şüpheci tavrı ve kıstığı gözleriyle bana bakmaya devam eden Nowa’ya döndüğümde ne cevap vereceğimi düşünürken yanaklarımın içini kemirdim. “Kael vardı ya hani?” dediğimde Nowa tek kaşını havaya kaldırıp sorgularcasına “Kael?” dedi. Elbette adını bilmiyordu.

“Kurak Topraklarda beyaz saçlı, mor gözlü bir adam vardı ya hani.” “Eeee?” diyerek devam etmemi beklerken hiç de tatmin olmuşa benzemiyordu. “Ordayken bana çok yardım etmişti. O yüzden bir mektup yazmak istiyorum.” “O ruh suratlı herife ne diye yazacaksın ki?” Beklemediğim sözleri suratımda çarpık bir ifade oluşmasına neden oldu. Dudaklarım gülümseyip gülümsememek arasında arafta kalırken kaşlarım büküldü. Kael’a ruh suratlı mı demişti az önce? “Ruh suratlı mı?” dedim onun sorusunu tamamen es geçerek. “Teni soluk, saçları da beyaz tam bir ruha benziyor.” Bu sözler üzerine Valeria imalı bir tavırla beni süzüp sırıtmamak için dudaklarını birbirine bastırdı. Tek kaşımı kaldırıp gözlerimi Nowa’ya dikerken “benim de tenim soluk, benim de saçım beyaz?” Nowa başını omzuna doğru yatırıp alınmış bir ifadeyle suratıma baktı. “Sen kendini bir haydutla bir mi tutuyorsun tanrıçam.” dedi ve devam etti. “Hem bak tanrıçam diyorum, sen benim tanrıçam oluyorsun.” Dalgaya alarak söylediklerine karşılık öyle mi der gibi gözlerimi kıstım.

“Herkese bir lakap takmasan olmaz değil mi?” diyen Valeria’ya Nowa başını olumsuz manada sallayarak ve dilini damağına vurarak yanıt verdi. “Sana ve kulakların bol sabır diliyorum Silva.” dedikten sonra atının dizginlerini çekiştirip önümüze geçti. Nowa arkasından ona bakıp ardından bana döndüğünde “bana çenesi düşük falan demeye çalıştı bu?” dedi. Dudaklarımı birbirine bastırırken omuzlarımı silktim. “Ben konuşmayanların da yerine konuşuyorum ondan çenem düşüktür belki de.” Bu sefer alaycı görünmeye çalışmasına rağmen aslında sözlerinin altında yatan gerçekler olduğunu hissetmiştim. Muhtemelen Jieli’nin sessizliğine dem vuruyordu. Nowa yola çıkmadan önce Jieli’yle arasında geçen konuşma hiç yaşanmamış gibi davranmaya çabalıyordu. Ne var ki zaman zaman gözlerinin dalıp gittiğine birçok kez şahit olmuştum. “İyi misin?” dedim sadece onun duyabileceği bir tonda. Bazen insanların sadece bunu duymaya ihtiyacı olabiliyordu. Bazen sadece dinleyerek insanlara yardım edebiliyordunuz. Konuşmak, anlatmak rahatlatıyordu insanı.

Bana doğru döndüğünde gözlerindeki hüznü gizlemeye çalışmıyordu artık. Bu konuda onu dinleyen başkaları var mıydı bilmiyorum ama bana anlatmak konusunda tereddüt etmiyor, rahatça içindekileri dökebiliyordu. Bana olan bu güveni paha biçilemezdi. Zorda kaldığımda Nowa’nın yanımda olacağını biliyordum, aynı şekilde zorda kaldığında o da benim onun yanında olacağımı biliyordu. Soruma cevap vermek yerine tek eliyle cebine uzandı. Çıkardığı şeyi avucuna alıp gün yüzüne çıkardığında ayrılmadan önce Jieli’nin verdiği paket olduğunu gördüm. İçinde ne olduğunu ancak tahmin edebilirdim. “Cevizli kek.” Bir pakete bir Nowa’ya baktım ve tek kelime edemedim. Jieli’nin paketi verirken söylediklerini düşündüm. “Seviyorum diye yapmış ama o artık yemiyormuş. Bu ne demek biliyor musun?” Sustum, gerçekten ne demek olduğundan emin değildim ve emin olsam da cevap verebileceğimi sanmıyordum. Zaten Nowa da bir yanıt vermemi beklemedi. Gözleri elindeki pakete takılı kalmış halde konuşmaya devam etti. Sadece gözlerini esir alan hüzün artık sesini de esareti altına almıştı.

“Sen beni seviyorsun ama ben artık seni sevmiyorum ya da zaten hiç sevmedim demek.” Hüzün benim de çehreme konuk olurken tuttuğum yuları sıktım. Şu durumda elimden bir şey gelmiyordu ve bu korkunç hissettiriyordu. “Ne var biliyor musun?” Gözlerini paketten ayırıp bana çevirdi. O an gözlerinin dolmak üzere olduğunu gördüm. Karşılıksız bir aşk aşkın belki de en azap verici haliydi. Nowa’nın aşkının karşılıksız olduğuna asla inanmıyordum ama aralarındaki ilişki giderek karmaşık bir hal alıyordu. Jieli’nin son söyledikleri hala kulaklarımda çınlıyordu. “Cevizli kekten nefret ederim. Sırf Jieli seviyor diye yiyorum ve o da sevdiğimi sanıyor.” Gerçekler her zaman can yakmak zorunda mıydı? Yüzüme çarpan bir gerçek tam şu anda göğsümü sızlatıyordu. Nowa için Nowa’yla beraber üzülüyor, dudaklarından sıyrılan gerçeklerin ağırlığı altında eziliyordum. Mutfağa girmekten nefret eden Nowa Jieli’ye kek yapmak için mutfağa giriyordu, cevizli kekten nefret eden Nowa sırf Jieli seviyor diye cevizli kek yiyordu. Sevgisi saf ve masum olduğu kadar fedakardı da. Yine de henüz çözemediğim sebeplerden bir türlü karşılık bulamıyordu.

“Şimdi bana bunu son olsun diyerek verdi. Ne sanıyor onu sevmekten vazgeçeceğimi mi? Ben bu keki verirken söylediklerini bile sevdim Silva. Belki seni artık sevmiyorum demek istedi ve bu biraz da olsa beni sevdiği manasına geliyor değil mi?” Umutla gözlerimin içine bakarken boğazıma oturan yumru acıdan doğmuştu. Göğsümün ortasındaki sızı artarken sertçe yutkundum. Ne demek gerekiyordu? Jieli’nin hala Nowa’yı sevdiğini biliyordum ama şu durum Nowa’yı buna ikna etmek sağlıklı olur muydu? Babası Jieli’yi tehdit ediyordu. Bu durumda Nowa’yı Jieli’nin onu sevdiğine ikna etsem bile sonunda hayal kırıklığı yaşaması muhtemeldi. Önce bu tehdit meseli neymiş onu çözmem gerekiyordu. “Belki başka birini seversin.” dedim sorusunu cevapsız bırakarak. Bakışlarını hızla bana kaydırdığında başını olumsuz manada salladı. “Asla.” diyerek tek kelimeyle yanıt verdi. Yanıtı o kadar keskindi ki gerçekten kalbinde Jieli’den başkasına yer olamayacağına ikna olmuştum. Zaten amacım başkasını seveceğini söylemek değil sadece dikkatini dağıtmaktı.

“İnsan kalbi olmadan sevemez ve ben kalbimi Jieli’ye vereli uzun zaman oldu.” Sözleri dudaklarımın hüzünlü bir gülümsemeyle kıvrılmasına neden olsa da hızlıca kendimi toparlayıp alaycı bir tavır takındım. Nowa’yı bu melankolik ruh halinden bir süreliğine de olsa kurtarmam gerekiyordu. “Belli mi olur belki karşına beyaz saçlı, mor gözlü, ruh suratlı biri çıkar.” Nowa bana öyle bir ifadeyle baktı ki sanki birazdan kusacak gibiydi. “Sen keçileri kaçırdın herhalde. O ruh suratlıyı bana mı yamamaya çalışıyorsun?” Söyledikleri karşısında içimden kahkaha atmak geçse de dudaklarımı birbirine bastırıp sırıtmakla yetindim. Alaycı tavrımı korumaya devam ederken “aa neden öyle diyorsun? Kael çok yakışıklı, aklı başında, iyi kalpli ve ihtiyatlı biri. Bence çok güzel bir çift olursunuz.” dediğimde diğer tarafa dönüp yalandan kusar gibi yaptıktan sonra tekrar bana dönüp tek kaşını havaya kaldırdı. “Birincisi ruh suratlılar ilgi alanıma girmiyor, ikincisi kadınlardan hoşlanıyorum ve üçüncüsü o ruh suratlıya dizdiğin methiyeleri Zahel’e yetiştireceğimden emin olabilirsin.”

Bu sefer kahkahamı bastıramadım ve gülüşüm Nowa’ya da bulaşmış olacak ki o da gülmeye başladı. “Ben tavsiyemde ısrarcıyım. Bence Kael’la çok tatlı bir çift olursunuz.” “Öyle mi?” dedi sinsi bir ifade takınarak. İnat edip başımı olumu manada salladım. “Eh maden öyle biz de seni Roan’a verelim.” Gözlerim önce şaşkınlıkla büyüdü ardından tehditvari bir tavırla kısıldı. “Bak ben de bunu Zahel’e yetiştireceğim.” “Ya bu atışma nasıl benim elimde patladı ya?” diyerek söylenirken elini saçlarının arasından geçirdi. Yüzüne masum bir gülümseme yerleştirip “gel anlaşalım. Ben senin dediklerini söylemeyeceğim sen de benim.” dediğinde bir süre düşünür gibi elimi çeneme yerleştirdim. “Hem zaten sadece şakaydı. Seni Roan’a vermek mi? Elimden gelse o şerefini sıktiğimi bir kaşık suda boğacağım.” Sonlara doğru memnuniyetsizce kaşları çatılmıştı. Sırıtarak ona döndüğümde “kabul söylemeyeceğim ama ben çok ciddiydim. Bunu bir düşün. Kael’la aranızı yapabilirim.” dedim.

“Yoksa tanrıçalığın yanında ek iş olarak çöpçatanlığa mı başladın?” “Hayır canım sadece seni ve Kael’ı evli, mutlu, çocuklu olarak görmek istiyorum.” Ben kendi söylediğime gülerken Nowa tiksintiyle yüzünü buruşturdu. “Tamam bu kadar yeter. Başlarım şimdi Kael’ına da evlisine de mutlusuna da çocuklusuna da.” Sırıtmaya devam ederken ağzıma fermuar çekiyormuşum gibi yapıp sustum. Neyse ki amacıma ulaşmıştım. Durup durup söylediklerim yüzünden suratını ekşitse de kafası dağılmıştı. Birkaç dakika sessiz kalırken ben hala sırıtışımı bastırmaya çabalıyordum, Nowa ise bana gözlerini devirip duruyordu. İçimi kemirip duran meraka yenik düşüp “baban nasıl biri?” diye sorduğumda bunu beklemediğini ifadesinden açıkça belli eden Nowa sorgularcasına suratıma baktı. “Neden sordun?” “Merak ettim. Babanın bahsi bazen geçiyor ama nasıl biri olduğunu hiç bilmiyorum.”

Bir süre sessiz kaldı. Önündeki yolu seyrederken düşünceli bir hale büründü. Vereceği cevabı o kadar merak ediyordum ki… Kafamda canlanan Nowa’nın babası huysuz, memnuniyetsiz, çekilmez herifin tekiydi. “Aslında sert ve disiplinli bir adam.” diyerek anlatmaya başladığında daha şimdiden zihnimdeki adamla gerçeğinin benzediğini görmek canımı sıktı. “Tabi bu uzun yıllar muhafız olarak görev yapmasından da kaynaklanıyor. Korumacı biri, sevgisini açık açık belli etmez ama değer verdiği insanların daima arkasına durur. Dağ gibi bir adam diyebilirim bence.” Anlaşılan yanılmıştım. Nowa’nın babası sandığım gibi kötü biri değildi ama Jieli’yi tehdit ettiği gibi bir gerçek de vardı ortada ve ben ne düşüneceğimi kestiremiyordum. “Babanın senin için ordu kökenli bir eş istediğini duydum.” “Ne?” dedi Nowa abartılı bir şaşkınlıkla. “Nereden duydun? Bu saray halkı da fazla dedikoducu olmaya başladı.”

Sırıtmaktan kendimi alamadım. Millete dedikoducu diyen Nowa’nın ağzında bakla ıslanmıyordu. “Duydum işte. Söyle sen doğru mu?” “Doğru ama bu konuda o kadar da baskı yapmıyor. Arzusu bu yönde olmasına rağmen eşim olarak seçtiğim kadını içtenlikle kabul eder.” İşler daha da karışmıştı işte. Babasının muhafız bir eş istediğini ve bu konuda baskıcı olduğunu sandığımdan Jieli’yi istemediğini düşünmüştüm ama anlaşılan durum bu da değildi. Peki nasıl bir şey söz konusuydu ki Nowa’nın babası Jieli’yi tehdit etmişti? Tabi neyle tehdit ettiği sorusunu da es geçemiyordum. Nowa yeniden düşüncelere dalacakmış gibi olduğunda “o halde Kael’la evlenmen için ortada hiçbir engel yok.” diyerek dikkatini dağıtmaya çalıştım. Sabır dilenir gibi uzun bir soluk alan Nowa “yahu bu Kael beni Nowa’yla evlendir diye sana para mı teklif etti? Ne bu Kael muhabbeti? Bak eğer benden hoşlanmışsa falan mektubunda ona söyle Ragaz’la bile evlenirim ama onunla asla.”

Esaslı bir kahkaha patlattığımda önümüzden giden Nolan ve Valeria dönüp kısa bir an bize baktı. İfademi düzeltmeye uğraşırken başımı sorun olmadığını belirtmek için salladım. “Adı neydi bu arada babanın? Kael merak ediyordu mektupta söyleyeyim” “Ona ne lan babamın adından!” Sözde ben Nowa’yı güldürecektim ama gülmekten karnına ağrılar giren ben olmuştum. Neyse ki güldüremesem bile kafasını dağıtmayı mükemmel şekilde başarmıştım. “Tamam tamam, ona söylemeyeceğim ama ben merak ettim.” “Öyle olsun bakalım. Adı Fenir Rosth.” Anladığımı belirtmek için başımı sallarken kendimi tutamayıp “bu durumda Kael’ın müstakbel eşinin babası Fenir Rosth oluyor yani.” dedim.

Kıstığı gözlerini üzerime diken Nowa “sen benimle derdin ne tanrıçam? Bu Kael mıdır nedir onu evlendirmeye çok meraklıysan git kalpsiz büyücüyle evlendir. Hem onun başı da boş, benimki bağlı. Tamam karşı konulmaz biriyim ama bu kadarı da fazla. Uzak durun benden.” Valeria sanki onun hakkında konuştuğumuzu hissetmiş gibi kıstığı gözleriyle dönüp bize baktı. Ne olduğunu çözemeyince ise yeniden önüne döndü. “Tamam, bu sefer gerçekten sustum.” Bana pek de inanmamış gözlerle bakarken sırıtmaya devam etsem de gerçekten konuyu kapattım. Tabi başka bir zaman yeniden gündeme getireceğimden Nowa’nın haberi yoktu.

❄️❄️❄️

Uzun yolculuğun ardından nihayet karargâh alanına vardığımızda at sırtında durmaktan her yerim tutulmuştu. Gelişimizle birlikte nöbet tutan muhafızlar hariç diğerleri etrafımızı çevrelerken hepsi tek dizlerinin üzerine çöktü. Derin bir soluk alıp “kalkabilirsiniz.” dediğimde hepsi doğruldu. Aralarından sıyrılarak karşımıza geçen Ragaz “herkes görevinin başına dönsün.” diyerek emir verdiğinde etrafımızı çevreleyen muhafızlar yanımızdan ayrıldı. Ragaz’ın yanında durmaya devam eden adama kısaca baktığımda Nowa’ya benzerliği dikkatimi çekti. Demek Fenir Rosth bu adamdı. “Hoş geldiniz tanrıçam.” diyerek kısaca eğilip doğrulduktan sonra Nowa’ya gözlerini kaydırıp belli belirsiz gülümsedi. “Çadıra geçip konuşalım.” diyen Ragaz’ın yönlendirmesiyle birlikte yürümeye başladığımızda dikkatlice etrafı inceledim.

Geniş bir alana konaklama, tıbbı işlemler ve birçok farklı amaçla çadırlar kurulmuştu. Çadırların çevrelediği boşlukta üç büyük ateş yakılmıştı ve üzerlerinde kocaman kazanlar duruyordu. Birçok muhafız karargâhın farklı noktalarında nöbet tutarken geri kalanlar da diğer işlerle ilgileniryor ya da sakin geçen bu kısacık zamanda dinlenip kendilerini toparlamaya uğraşıyorlardı. Ragaz’ın yönlendirdiği çadıra girdiğimizde bizi üzerinde onlarca kağıt yığılı olan koca bir masa ve etrafına dizilmiş sandalyeler karşıladı. Anlaşılan o ki savaşa yönelik tüm planlamaları burada yapacaktık. Masanın etrafına toplandığımızda Ragaz hepimizi kısaca süzdükten sonra beklediğimiz gibi mevcut durumu anlatmaya başladı. “Bugün sabah elçiler aracılığıyla kısa süreli bir ateşkes yapma kararı aldık. Ateşkes yarın sabaha kadar sürecek. Bu sırada toparlanıp nasıl bir yol izleyeceğimize karar vermemiz gerekiyor.”

“Karşımızda tam olarak kimler var?” diye sordum ciddiyetle. Bizim ordumuzun büyük bölümü eğitimli askerlerden oluşuyordu ama karşı tarafın ordusunu insanların oluşturmadığını biliyordum. Sadece tam olarak nelerle karşı karşıya olduğumuza dair henüz net bir fikrim yoktu. “Gasadular, tolutlar, şeytanlar, cadılar ve az sayıda insanla karşı karşıyayız.” “Cadılar mı?” dedim merakla. Diğer yaratıkları duymuş hatta karşı karşıya kalmış olmama rağmen cadıları ilk kez duyuyordum ve diğerlerinin ifadesine bakılırsa ilk kez duyan sadece bendim. Tabi bu dünyaya ait olmadığım göz önüne alınırsa bu oldukça normaldi. Öte yandan ordularında insanların da olması fazlasıyla canımı sıkmıştı. İnsanların Zahel’e olan bu yersiz düşmanlıkları katlanılacak cinsten değildi.

Cadılar konusundaki açıklamayı Valeria üstlendi ve Ragaz’dan sözü devralarak bana doğru döndü. “Cadılar biz büyücülerin uzaktan akrabası oluyor. Büyü onların içinde yer alıyor ve hiçbir aracı olmadan istedikleri gibi şekillendirebiliyorlar. Biz büyücüler melez doğumlarla ortaya çıktık ve ne yazık ki büyüyü birtakım araçlarla kullanabiliyoruz. Uzun zaman önce cadılar diyarın iyiliği ve güzelliği için uğraşırdı ama aralarındaki bazı kötü niyetli olanlar diğerlerini avlamaya başladı. Zamanla geriye karanlık cadılar dediğimiz cadılar kaldı.”

Umduğum kadar iyi ilerlemeyen hikâye canımı sıktığından uzun bir soluk aldım. Ragaz konuşmayı yeniden ele alıp “sayıca bizden azlar ama bizim gibi değiller. Yaralansalar bile ölmedikleri sürece durmayan yaratıklarla karşı karşıyayız. Bu da bizi dezavantajlı bir konuma sokuyor. Aralarında en tehlikelileri de cadılar. Yaptıkları büyüler karşısında nerdeyse hiç şansımız olmadı. Ayrıca tek bir dokunuşları ölümcül olabiliyor. Bu yüzden onlara yaklaşamıyoruz.” Edindiğim bilgileri kafamda tartıp düşünürken içimde garip bir huzursuzluk oluştu. Sanki çok da mantıklı olmayan bazı şeyler vardı. Ragaz masanın üzerine büyükçe bir harita açıp parmağıyla bir noktayı işaret etti ve “burası bizim karargâhı kurduğumuz bölge.” dedi. Parmağını bizim karargahımızın kurulu olduğu bölgenin güneyine doğru kaydırıp karargahımızdan biraz uzakta başka bir noktayı işaret etti. “Ateşkese kadar çatışmanın sürdüğü nokta burası. Engebeli ve ağaçlık bir alan olduğundan iki tarafa da zorluk çıkarsa da en büyük zorluğu bize çıkarıyor.”

Ve parmağını yeniden güneye doğru oynatıp çatışma alanının gerisinde bir noktayı işaret etti. “Karargahlarının da burada olduğunu düşünüyoruz. Savaş şimdilik İakabos Nehrinin ötesinde gerçekleşiyor. Nehrin ötesinde yerleşim fazla olmadığında bu bizim lehimize ama olur da nehrin diğer tarafında kadar ilerlemeyi başarırlarsa işler bizim için daha zorlaşır. Sivil halkı korumaya çalışırken savaş vermek çok zor olacaktır.” Gelirken büyükçe bir nehri geçtiğimizi hatırlıyordum ama onun İakabos Nehri olduğunu düşünmemiştim. Festival günü İakabos nehrinin kıyısında dilek dilemiştim ve gelirken gördüğüm nehir oraya fazlaca uzaktı. “Sanırım nehir farklı kollara ayrılıyor.” dedim tahminimi doğrulamak için. Zira dilek dilediğim nehir ve gelirken geçtiğimiz nehrin aynı olmasının başka açıklaması olamazdı. “Nehir diyarımızın kuzeybatısından başlayıp farklı kollara ayrılıyor ve Kurak Toprakların belli bir kısmına kadar ulaşıyor.”

Nowa’ya anladığımı belirtmek için başımı salladığımda Ragaz anlatmaya kaldığı yerden devam etti. “Ne yazık ki yer altı kapısı biz ulaştığımızda çoktan düşmüştü. Yer altı iki kısımdan oluşuyor. Ana giriş Zahel’in gücüyle ayakta dursa da iç kapılar diyarın kendi gücüyle korunuyor. İç bölgede olmayan yaratıklar Azel tarafından alındı.” Bu kadar detaya benim için girdiğini biliyordum. Tüm bunlar konusunda en az bilgiye sahip olan bendim. Yine de Ragaz sanki herkese anlatıyormuş gibi ciddiyetle tek tek anlatıyordu. Tekrar haritaya eğildiğinde nehrin hemen diğer tarafında batıda bir noktayı işaret etti. İşaret ettiği yerde bir köprü sembolü vardı. “Diğer ruhlar köprüsü burada yer alıyor. Eğer nehri geçip köprüye ulaşır ve köprüyü yok etmeye kalkarlarsa bu diyar için felaket olur. Ölen ruhlar öteki dünyaya geçemeyeceği için kargaşa çıkar.” Yanımdaki Nowa’ya doğru eğilip alçak bir sesle “tek köprü olduğunu sanıyordum.” dedim. “Öteki dünyaya iki geçit açılıyor. Tam nedenini bilmesem de birinin cennete diğerinin cehenneme açıldığını varsayıyorum.” Başımı salladım ve Ragaz’ı dinlemeye devam ettim.

“İlk çatışmanın gerçekleştiği bölgenin güneyinde Hendor dağları var. Karargahlarına sadece birkaç kilometre uzaklıkta. İlk çatışmada dağlara kadar ilerlememiz ne yazık ki mümkün olmadı ama eğer dağlara ulaşabilirsek yukarıdan gerçekleştireceğimiz bir saldırı oldukça etkili olabilir.” Yanımdan sıyrılıp bir adım öne çıkan Nolan “Doğru ama saldırı yeterince etkili olmazsa ve yakın temasa geçmek zorunda kalırsak dağlarda gerçekleşecek bir çatışma bizim aleyhimize sonuçlanabilir.” diyerek Ragaz’ın planındaki olası riskleri gözler önüne serdi. “Haklısınız Su Tanrısı. Bu alıp alamayacağımıza karar vermemiz gereken bir risk olabilir.” “Bana kalırsa..” diyerek öne çıkan Fenir Rosth oldu. Meraklı gözlerim onu bulurken kulak kesilmiş söyleyeceklerini duymayı bekliyordum.

“Hazır ateşkes varken gizlice karargahlarını yaklaşıp orayı havaya uçurmalıyız. Hepsinden kurtulamasak da sayıca azalmalarını sağlayabiliriz.” “Ateşkes süresinde böyle bir şey yapmak doğru mu?” diye soran çoğumuz gibi sessizce anlatılanları dinleyen Dalinar’dı. Konuşmasıyla birlikte onun varlığını fark eden Nowa gözlerini devirip varlığından hiç de hoşlanmadığını her zamanki gibi belli etti. Fenir Rosth yılların deneyimine sahip bir asker olarak ciddiyetli tavrıyla Dalinar’a döndü. “Ateşkes düşman askerler arasında olur. Bizim karşımızdakiler canavar.” Son kelimesi içimde bir yerleri cızırdatsa da en azından şimdilik çok fazla düşünmemeye çalıştım. Dalinar aldığı yanıta karşılık başını salladı ve “yine de bu da fazlasıyla riskli bir yol. Karargahlarına dair bilgimiz yok. Gizlice yaklaşmak mümkün olur mu bilemeyiz.” diyerek Fenir’in planındaki açıkları ve olası riskleri gözler önüne serdi. “İki planda da ciddi riskler var.” diyerek öne çıktım.

Ne yapacağımızdan ziyade şu anki durumla ilgili kafama takılan sorular vardı. “Ne yapacağımıza karar vermeden önce neden ateşkes sağlandığını söyleyebilir misiniz?” Herkesin gözleri sorgulayıcı bir ifadeyle bana çevrildi. Sorum kulağa saçma geliyor olabilirdi ama sormamın da makul bir nedeni vardı. “Karşımızdakiler ölmedikleri sürece durmak bilmeyen yaratıklar. Bu durumda Azel’in ateşkese ihtiyaç duymaması gerekirdi. Bence ateşkesi neden kabul ettiğini de düşünmeliyiz.” Gayet mantıklı olan tezimi dinleyen herkes düşünceli bir hale büründü. “Belki o da plan yapıyordur. Şiddetli bir savaş olmadan amacına ulaşmanın yolunu arıyor olabilir.” Dalinar’ın tahmini makul olabilirdi tabi karşımızdakiler bizim gibi sıradan insanlar olsaydı. “Azel’in ordusu canavarlardan oluşuyor. O sebeple savaşın şiddetli olup olmaması onun için bir şey ifade etmiyordur.” “Çok haklısın Küçük Hanım.” İşittiğimiz ses hepimizi şaşkına çevirirken aynı anda arkamızı döndük. İyi insan lafının üstüne geliyor demek isterdim ama karışmadı adam ne yazık ki iyi biri değildi. “İti an çomağı hazırla.” diyen Nowa adeta iç sesim haline gelmişti.

 

Bölüm : 22.03.2025 21:24 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...