(Önce Işık Festivali Part1'i okuyun lütfen.)
Bebeklerim selam. Biliyorsunuz bir önceki bölümde bir oy sınırımız vardı. Sınır geçebileceğimizi ummuştum ama öyle olmadı. Ben de inisiyatifi ele alıp bu hafta bölüm atmaya karar verdim. Ayrıca oy sınırının da birazcık yüksek olduğuna kanaat getirdim. O yüzden oy sınırını 100'e çekiyorum. Bu hafta paylaştığım iki bölüme 100'er oy gelirse yeni bölüm gelecek. Lütfen oy vermekten çekinmeyin ve sizin desteğinizin beni motive eden temel şey olduğunu unutmayın. Hepinize kocaman öpücükler ve keyifli okumalar. 😘
OY SINIRI: 100
Silva
Görüşüm netleşirken başıma iğneler saplanıyor gibiydi ve Ölüm Tanrısı bana pek de hoş bir ifadeyle bakmıyordu. Neler olduğuna, buraya nasıl geldiğime dair hiçbir fikrim yoktu. Hatırladığım son şey Zahel’le olan konuşmamızdı. Sonra… sonra kızların yanına dönmüştüm. Kahretsin sanırım sarhoş olmuştum. Başımın ağrısı devam ederken Zahel’i kaçamak bakışlarla süzdüm. Umarım fazla saçmalamamışımdır. Hiç sanmıyorum. Kahretsin! Kesin fena halde saçmaladım.
Bakışlarım Zahel’in ceketindeki ıslaklığı bulduğundan yanaklarımın içini dişledim. Hayır, üzerine kusmuş falan olamazdım değil mi? “Şey…” Ne diyeceğimi bile bilmiyordum. “Ben… ben ne yaptım?” Elinde tuttuğu mendili kenarda duran bardağın yanına bıraktıktan sonra aramızdaki mesafeyi kapatıp elini bana doğru uzattı. Beklenmedik hareketi vücudumun heyecan ve beklentiyle kasılmasına neden olurken parmak uçlarıyla düşen askımı yakaladı. “Soyunmaya çalıştın.” Askıyı düzelttiğinde gözlerim fal taşı misali açılmış yanaklarım resmen sobaya dönmüştü.
“Ve benden soyunmamı istedin.” dedikten sonra ceketinin açılan düğmelerini iliklemeye koyuldu. Kahretsin! Onları ben mi açmıştım? Ne yapacağımı bilmeyerek olduğum yerde kıvranırken “gel hadi. Sana bir şey göstereceğim.” dediğinde daha fazla yerin dibine batmamak için peşine takıldım. Meydana ulaştığımızda onun yarım adım arkasında hala yanan yanaklarımı serinletmeye çabalıyordum.
İğne atsan düşmeyecek halde olan insan kalabalığı Zahel’i gördüğünde yol verdiğinden yürüyüşümüz sıkıntılı geçmese de etrafta koşuşturan birkaç çocuk bir ara Zahel’e çarpmıştı. Nedense Zahel’i gördüklerinde korkacaklarını sanmıştım. Lakin öyle olmamıştı. Çocuklar şakıyarak Zahel’in etrafını kuşattığında onlarla aynı hizaya gelebilmek için çömelmiş kısa bir süre sohbet ettikten sonra cebinden çıkardığı ufak bir keseyi çocuklara vermişti. Çocuklar sevinç içinde koşarak uzaklaşırken arkalarından Zahel onlara bakarak gülümsemiş onlar gözden kaybolana dek aynı ifadeyle izlemeye devam etmişti. O çocukları izlerken ben de onu izlemekten kendimi alamamıştım. Gördüğüm manzara öyle güzeldi ki içim sıcacık olmuştu.
Nihayet önünde bağdaş kurmuş vaziyette insanların oturduğu bir sahnenin önüne geldiğimizde en öne doğru ilerledik. Yan yana oturan insanların tam ortasında boş bir minder duruyordu. Zahel başıyla oturmamı işaret ettiğinde neden burada olduğumuzu hala anlamamış olsam da mindere yerleşip herkes gibi bağdaş kurdum. Beklediğimi aksine Zahel de benimle oturmamış, sahnen arakasına doğru ilerleyip gözden kaybolmuştu. Sadece bir dakika sonra önümüzdeki sahnenin kırmızı perdeleri iki yana doğru kayarak açıldığında bizi sahnenin tamamını kaplayan beyaz bir perde karşıladı.
“Bu hikâye insanlar tarafından dışlanan bir canavarın hikayesi.” Sahne tarafından gelen ancak kime ait olduğunu göremediğimiz ses etraftaki herkesi susturup tüm bakışların sahneye toplanmasını sağladı. Önümüzdeki beyaz perdeye bir ışık yansırken üzerinde gölgeler belirmeye başladı. Önce yüksek bir dağ ardından ağaçlar, güneş ve bulutlar teker teker sahnedeki yerini aldı. Gölgelerle oluşturulan manzarayla omuzlarımın gevşediğini dudaklarımın kıvrıldığını hissettim.
Gölge oyunlarına bayılırdım. Zahel bunu biliyor muydu? Yoksa sadece bir tesadüf müydü?
Ağaçların arasında başka bir gölge daha belirdi. Bu az önceki sesin bahsettiği canavardı. İnsana benzemiyordu. Boyu fazlaca uzun, boynuzları olan kocaman bir yaratıktı. Bu karakterin gölgesini oynatanın Zahel olduğunu anladığımda gülümsemem donuk bir hal aldı. Sahnenin arkasına geçmişti, gösteride bizzat o da yer alıyordu ve canavar karakterini seçmişti. Az önceki ses yeninden yükseldi ve hikâyeyi anlatmaya başladı.
“Bir zamanlar bilinmeyen bir diyarda yaşayan bir canavar varmış.” dediğinde sahneden ufak bir kükreme sesi yükseldi. Kime ait olduğunu bilmesem de ses Zahel’e ait değildi. “Bu canavar büyük bir dağın başında yalnız başına yaşarmış.” Bu sefer dağın gölgesi sahneden büyüdü ve canavar da tam tepesine yerleşti. “Canavar öyle büyük, öyle korkunçmuş ki tüm insanlar ondan korkarmış.” Sahnede dağdan koşarak uzaklaşan birkaç insan figürü belirdi. “Korku beraberinde nefreti de getirmiş ve tüm insanlar canavara karşı cephe almış, onu öldürmeye karar vermişler. Oysaki canavarın onlara hiçbir zararı dokunmamıştı.” Ellerinde silahlar olan bir grup insan canavarın dağına doğru savaş nidaları eşliğinde koşuyordu.
Dağın eteklerinde bir çarpışma yaşanıyordu ve insanlar canavarın tüm yaptıklarına rağmen ölmemiş olduğunu görünce kaçıp gidiyordu. Canavar bir başına yaralı halde kaderine terk edilmişti. Sahnede dönen görüntü boğazıma bir yumrunun oturmasına neden oldu. “Neyse ki karanlığın içinde aydınlık, kötülüğün içinde iyilik daima olurdu. Tüm o insanların arasından bir kız çıkageldi ve canavara elini uzattı.” Sesin anlattıkları sahnede canlanırken gülümsedim. “Herkes ondan korkuyorken canavar da bu kız için korktu. Kız canavara yardım etti, yaralarını tek tek sardı. Uyurken geceleri başında bekledi.” Sahnede beliren kızın figürünü kimin oynattığını bilmiyordum ve pek mantıklı olmasa da bu beni kızdırıyordu.
Zahel’in yanında olan kişi ben olmak istiyordum. Ayrıca nedense içimden bir ses canavar karakterinin bizzat Zahel tarafından yaratıldığını söylüyordu. O karakter Zahel’se kız da ben olmalıydım. Sahnede dönen görüntüleri bir süre kaşlarımı çatarak seyretsem de fazla abarttığım kanısına varıp yeniden hikâyeye odaklandım. “Zaman su misali akıp giderken canavar bu kıza âşık olduğunu fark etmemişti bile. Kız ise başından beri canavarı seviyordu. Lakin her hikâye mutlu sonla bitmez, sonsuza denk mutlu yaşanmazdı.” İşittiklerim içimi bir anda karartı. Bu hikâyenin mutsuz sonla bitmesini istemiyordum.
“Kızın canavarı sakladığını ve onu sevdiğini öğrenen insanlar bir gece ansızın saldırdı.” Sahnede yine aynı silahlı insanlar belirdi. Karşılarında canavar ve onun arkasında duran kız vardı. İnsanlar hiç düşünmeden onlara saldırdığında yumruklarımı sıktım. “İnsanlar bu sefer de canavarı öldürmeyi başaramadı ama kızı öldürdüler. Kız kanlar içinde yatarken oracıkta can verdi. Sevdiğini kaybetmenin acısına dayanamayan canavar onu yeniden yaşatmak istedi ve onun hayatına karşılık oradaki tüm insanları öldürdü.” Uzun bir sessizlik oluşurken sahnedeki tüm insanlar artık yerdeydi ve hepsi ölüydü. Canavar sevdiği kadının cansız bedenini kucağında tutuyordu.
Perdeye vuran ışık usul usul azalırken hikâyeyi anlatan ses yeniden yükseldi. “Canavarın yaptığı sevdiğini kurtarmaya yetti mi kimse bilmiyor? Canavar ise yaptığından pişmanlık duyup duymaması gerektiğini bilmiyor çünkü o kız onu tanıyordu. Adının aksine bir canavar olmadığını, kimseciklere zararı dokunmadığını haksızlığa uğradığını biliyordu. Şimdi ise canavar ona yöneltilen bütün suçlamaları haklı çıkarmış kızın inancını yerle bir etmişti. O geri dönse bile artık canavara aynı gözle bakabilir miydi?”
Kırmızı perdeler açıldığı gibi kapandığında seyircilerden alkış sesleri yükselmeye başladı. Hikâyenin sonundan pek memnun kalmasam da ben de alkışlara eşlik ettim. Zahel sahnenin arkasından çıktığında ayaklanıp yanına gittim. “Sonunu sevmedim.” dediğimde gülümsedi. “Sonunda ne olduğunu bilmiyorsun, kimse bilmiyor.” Haklıydı hikâye tam anlamıyla sonlanmış sayılmazdı. “Yine de üzücü bir hikayeydi.” “Her hikâye mutlu sonla bitmez Ay Işığı.” Kollarımı kavuşturup kaşlarımı çatarken “mutsuz sonla biten hikayeleri sevmem.” diyerek direttim. “Ben de sevmem ama bu gerçekleri değiştirmez.”
Bu konuşma içimde garip bir huzursuzluk yarattığından konuyu değiştirmeye karar verdim. Mutluluk zaten peşime hiç takılmamışken bir de mutsuz sonlu hikâyelerden bahsetmek istemiyordum. Özellikle de böylesine özel bir günde. “Neden buraya geldik?” dedim imalı bir tavırla. “Gölge gösterilerini seviyorsun.” Yüzümde istemsiz bir gülümseme belirirken onaylamak için başımı salladım. “Ve sen de beni bu gösteriyi izlemeye getirdin. Üstelik gösteride sen de yer aldın.” “Evet.” Her şey bir yana Zahel’in gölge gösterilerini sevdiğimi nerden bildiği bile bilmiyordum. Ama şu anda önemli olan bu değildi. Neyi sevdiğimi biliyordu ve sevdiğim şeyi benim için kendisi bizzat yapmıştı.
“Teşekkür…” “Etme.” “Nihayet! Kaç saattir seni arıyorum haberin var mı?” Nowa söylene söylene yanımıza geldiğinde bakışları önce beni buldu. “Tanrıçam izin verirseniz pek kıymetli eşinizi biraz ödünç alabilir miyim?” Garip bir hal alan ifademle ona bakarken Zahel “ne oldu?” dediğinde ikimiz de ona döndük. “Babam adalardan dönmüş. Konuşmak istersin belki dedim.” “Tamam.” dedikten sonra bana döndü. “Birazdan dönerim.” Başımla onayladığımda ikisi kalabalıkta kayboldu. Onların gidişinden birkaç dakika sonra kızlar yanıma geldiğinde fener almak üzere tezgâhlara doğru yürümeye başladık.
“Ben o kadar hassas olabileceğini tahmin etmemiştim.” “Önemli değil. İyiyim zaten.” derken içini rahatlatmak için gülümsedim. “Ee ben sarhoşken siz nerelerdeydiniz?” “Ben Işık ve Karanlığın efsanesini dinlemeye gittim.” Valeria’ya merakla bakarken “o efsaneyi zaten bilmiyor musun?” “Biliyorum ama efsanenin diyarda ne kadar fazla versiyonu olduğuna inanamazsın. Fırsat buldukça hepsini dinlemekte fayda. Belli mi olur gün gelir bu bilgiler işimize yarar.” Valeria’ya takdir ve hayranlık dolu bir ifadeyle bakarken “sen çok bilge bir büyücüsün.” dedim. “Abartma.” Hafifçe omuzuma vurduğunda ikimiz de kıkırdadık.
“Jieli sen ne yaptın?” Dalgın görünen Jieli sorumla birlikte hızlıca bize doğru döndü. “Ben mi? Şey ben… güzel bir tiyatro gösterisi vardı onu izledim.” Nedense içimden bir ses başka bir şeyin olduğu söylüyordu. Yine de bunu şu an irdelememeye karar verdim. Jieli’yi zorlayıp gecesini kötü geçirmesine neden olmak istemiyordum. “Valeria sen de mi alacaksın?” dedim dilek fenerlerinin dizili olduğu bir tezgâhın önünde dururken. “Evet. Şu yeşillerden alabilir miyim?” Jieli’yle ben ağzımız açık ona bakarken o satıcıdan aldığı yeşil feneri incelemekle meşguldü. “Boşuna soru sormayın. Zamanı gelirse kim olduğunu söylerim.” diyerek tek kelime etmemize dahi izin vermediğinde omuzlarımızı silkip ağzımıza fermuar çektik. Daha önceki seferde alamadığımız fenerleri şimdi alıyorduk.
“Ben de yeşillerden istiyorum.” Satıcı yeşil renkteki fenerlerden birini de Jieli’ye verdiğinde meraklı gözlerim ona çevrildi. “Neden yeşil?” “Nowa yeşil seviyor.” dedi hayran hayran elinde tuttuğu fenere bakarken. Sonra ne dediğini fark etmiş olacak ki kocaman olmuş gözlerle bana döndü. “Şey… yani… ben şey demek istemiştim.” “Bir şey demek istemedin. Sadece sevdiğin adamdan bahsediyordun.” Rahatlamış bir ifadeyle gülümseyen Jieli bakışlarını tekrar fenere yöneltti. Bu Nowa’dan her daim Efendi Nowa diye bahseden Jieli’nin sadece adını kullandığı ikinci seferdi.
“O halde senin sevdiğin kişi de mi yeşil seviyor?” Valeria başıyla onayladığında şüphe dolu gözlerimle önce solumdaki Valeria’ya ardından sağımdaki Jieli’ye ve tekrar Valeria’ya baktım. Ne düşündüğümü anlamış olacak ki gözleri kocaman açıldı. “Çok yanlış şeyler düşünüyorsun Silva. O şapşal tavuğa bir tek Jeli âşık olabilir.” Ben aldığım cevaba gülmeden edemezken Jieli Valeria’ya onaylamaz bakışlar atıyordu. Omuzlarını silken Valeria “Kusura bakma Jeli.” dedi. Kıkırdamamak için dudaklarımı sıkıca birbirine bastırırken gözlerimi tezgahtaki fenerlerde gezdirdim. Mor ve siyah renklerin hâkim olduğu bir feneri gördüğümde parmağımla işaret edip “bunu istiyorum.” dedim.
Hepimiz fenerlerimizi alıp ödemesini yaptığımız esnada kalabalık bir nebze olsun azalmıştı. Muhtemelen insanların çoğu dilek fenerlerini yakmak üzere İakabos Nehri’nin kenarına gitmişti. “Hadi gidelim. Nerdeyse gece yarısı olacak” “Siz gidin ben Zahel’i bulacağım.” Kızlar birbirlerine kısa bir bakış atıp başıyla onayladılar ve yanımdan ayrıldılar. Onlar gözden kaybolurken peşimizi bırakmayan iki muhafıza doğru yaklaştım. “Zahel’in nerde oldu olduğunu biliyor musunuz?” “Maalesef bilmiyoruz tanrıçam.” Herkesin bana tanrıça ya da hanımefendi demesine hala alışamadığımdan bir an garipsesem de anladığımı belirtmek için başımı salladım.
Yazar
“Ee?” Jieli kendisine soru sorarcasına bakan Valeria’ya döndü. İakabos Nehri’nin sesi kulaklarına çalınırken Valeria kollarını katlamış, tek kaşını kaldırmış vaziyette Jieli’ye bakıyordu. “Bu sene de mi feneri yalnız yakacaksın?” Jieli her yıl feneri yalnız başına yakıyordu ve yine yalnız başına yakmak üzere nehrin kenarına gelmişti. “Öyle olacağını biliyorsun Val.” “Biliyorum, bilmez miyim? Bilmek istediğim ne zaman feneri Nowa’yla yakacağın.” Valeria ikisinin de birbirini seviyor olmalarına rağmen konuşmamalarını bir türlü anlayamıyordu. İkisinin güzel bir çift olacağını biliyordu ve onların bu suskunluğu bazen Valeria’nın canını sıkıyordu.
“Öyle bir şeyin gerçek olup olmayacağını bile bilmiyorum.” Jieli’nin karamsar tavrına karşılık Valeria sıkıntılı bir soluk alırken gözlerini devirdi. “Gidip konuşmazsan bilemezsin tabi.” “Konuşamam Val ve nedenini biliyorsun.” Valeria bıkkın bir tavırla “evet, tabi. Nowa’nın da aynı şeyleri hissedip hissetmediğini bilmiyorsun.” dedi. İşaret parmağını Jieli’nin şakağına bastırıp “o tavuğun seni sevdiğini tüm Wienor biliyor bir sen bilmiyorsun zaten.” Jieli nehre doğru döndüğünde kafasında hala o konuşmalar yankılanıyordu. “Tek nedeni bu değil.” “Onu da biliyorum. Babasıyla arasının bozulmasına neden olmak istemiyorsun.” Jieli başıyla onayladıktan sonra tekrar Valeria’ya döndü.
“Sen olsan ne yapardın?” Beklemediği soru Valeria’yı afallattığından bir süre ne diyeceğini bilemeyerek sessiz kaldı. “Eğer sevildiğimden eminsem hiçbir şey bana engel olamaz.” “Ben yapamam.” Jieli tekrar nehri izlemeye dönerken başı önüne düşmüştü. “Babasını bir şekilde ikna edebileceğimizi biliyorsun Jieli.” Evet, biliyordu. Şayet kısa bir süre önce hiç ummadığı biriyle yaptığı beklenmedik konuşma kafasında yankılanıp durmasaydı Valeria’ya katılabilirdi ama sessiz kaldı.
“Madem öyle ben de sizden umudu kesiyorum.” Valeria sitemkâr bir tavırla Jieli’ye bakıyordu. “Ne umudu?” diyen Jieli’nin Valeria’nın kafasında neler döndüğünü bilmediği aşikardı. “Teyze olma umdu tabi ki. Bu gidişle siz bebek yapmayı geçtim konuşmayı bile beceremeyeceksiniz. Tanrı Zahel ve Silva sizden daha çok umut vaat ediyor.” Bu sözler bir anda Jieli’nin kıpkırmızı kesilmesine neden olurken Valeria onu utandırmaktan keyif alırcasına gülümsüyordu. “Ooo…” Valeria Jieli’nin arkasındaki bir noktaya bakarken meraklanan Jieli de o tarafa döndü. “İyi tavuk lafının üzerine gelir mi desek? Yoksa…” “Val!” Valeria gözlerini devirerek “hem gidip konuşma hem o gelip seninle konuşmasın hem de toz kondurma.”
Elinde tuttuğu yeşil fenerle nehrin kıyısına yaklaşan Nowa hüzünlü bir gülümsemeyle içini çekti. Tutuğu fenere bakarken Jieli’nin ondan kaçırdığı yeşil gözleri canlandı kafasında. Nowa herhangi bir renge özel olarak ilgi duymamıştı hiçbir zaman. Lakin Jieli kalbine girdiği günden beri yeşil onun için bir anda dünyanın en güzel rengi olup çıkmıştı. Herkes Nowa’nın yeşili sevdiğini sanıyordu, oysa o yeşili değil Jieli’nin gözlerinin yeşilini seviyordu bir tek. “Nowa!” duyduğu sese karşılık ağzının içinden birkaç küfür savuran baş muhafız arkasını döndü.
“Sen İakabos’un yolunu bilir miydin? Yoksa aşık mı oldun?” Ragaz her zamanki katı ifadesiyle ona bakarken kendinden emin bir sesle “ben âşık olmam.” dedi. “Yalnız ona sen değil kalbin karar veriyor.” Ragaz katı ifadesinden ödün vermeyerek “benim kalbim sadece kan pompalamaya yarıyor. Kimseyi sevmesine izini yok.” dediğinde Nowa gözlerini devirdi. Bazen gerçekten de Ragaz’ın kalbinin kan pompalamaktan başka bir şey yapmadığına dair şüpheye düşse de gerçeğin öyle olmadığını biliyordu. Elini rahat bir tavırla Ragaz’ın omzuna attığında “bir gün birini seveceksin ve ben o gün bu lafları sana tek tek yutturacağım.”
Ragaz Nowa’nın kolundan kurtulup kaşlarını çatarak ona baktı. “Öyle bir şey olmayacak. Sevgi zayıflıktır ve benim zayıflıktan hoşlanmadığımı bilirsin.” Nowa abartı bir tavırla ağzını açarken başını sağa sola salladı. “Cık…cık…cık çok yanılıyorsun. Sevgi zayıflık değildir, sevgi güçtür.” “Madem öyle bu güç neden sana gidip Jieli’yle konuşacak cesareti vermiyor?” Soruya verecek bir cevabı olmayan Nowa’nın suratı şekilden şekle girerken “ulan sokarım böyle işe. Valeria’yla ağız birliği falan mı yaptınız?” “Fener mi yakıyorsun ne yapıyorsan yap. Hemen geri dön.” Suratına yeniden alaycı bir gülümseme yerleştiren Nowa “bensiz işleri halledemediğini kabul ediyorsun yani?” “Hayır aksine işleri sensiz daha iyi hallediyorum ama emrimiz altındaki muhafızlara doğru örnek olmak zorundayız. İşini çabuk bitir ve dön.”
Nowa gözlerini devirirken gördüğü kişi gözlerinin fal taşına dönmesine neden oldu. “Bu fırlamanın ne işi var burada?” Ragaz dönüp Nowa’nın baktığı yere baktığında epeyce ötedeki Dalinar’ı gördü. “Fener yakacaktır. Gereksiz şeylerle uğraşan biri daha.” Nowa yumruklarını sıkarken Ragaz’a dönüp “muhafızlara doğru örnek olmamız lazımmış. Madem öyle bu fırlama ne geziyor burada?” “O bugün izinli?” “Ne izni? Kim izin vermiş?” “Ben verdim.” dediğinde Nowa’nın hoşnutsuzluğu daha da artmıştı. “Muhafızların izin günleri olduğunu bilmiyormuşsun gibi davranma.” Nowa bir Dalinar’a bir Ragaz’a bakarken dişlerinin arasından “o izinli ama ben işimi çabuk halletmeliyim öyle mi?” “Sen baş muhafızsın. İşini bitirip geri dön ve ondan uzak dur.”
Nowa Ragaz’ın uyarısına pek de aldırış etmezken Ragaz ağır adımlarla uzaklaştı. Dalinar Jieli ve Valeria’nın yanına gittiğinde öfkeden köpüren baş muhafız dişlerini sıka sıka yürümeye başladı. “Dalinar!” Beklenmedik ve yüksek çıkan ses muhafızı ürkütürken arkasını dönüp baş selamı verdi. “Efendim.” “Ne işin var burada?” Şu an Ragaz onları izliyor olmasaydı Nowa Dalinar’a sağlam birkaç yumruk geçirebilirdi. “Efendim ben fener yakacaktım.” “Öyle mi?” deyip kollarını kavuşturan Nowa hoşnutsuzluğunu gizlemeyerek muhafızı süzdü. “Dilek feneri yakmak sadece Ölüm Diyarına özgü bir gelenek. Sen buralı bile değilsin.” “Haklısınız efendim ama artık burada yaşadığım için diyarın geleneklerine uyum sağlamaya çalışıyorum.”
Muhafızın hazır cevaplılığı Nowa’nın siniri daha da bozarken Valeria da konuşmaya dahil oldu. “Dalinar çok doğru yapıyor değil mi Nowa?” Nowa Valeria’ya ters bir bakış atsa da Valeria pek de umursamadı. “Ama işte fener almaya gittiğinde hiç kalmadığını öğrenmiş. O da şimdi Jieli’ye fenerini birlikte yakıp yakamayacaklarını soruyordu.” İşittikleri karşısında kan beynine sıçrayan baş muhafız kendine güç bela hâkim oluyordu. Kendi fenerini bir hışımla muhafızın eline tutuşturduğunda “al sana fener! Git yakıyor musun ne yapıyorsan yap!” Muhafız şaşkınlıkla ona bakarken “ama efendim siz?” dediğinde Nowa kimseni beklemediği bir şey yaptı.
“Ben Jieli’yle birlikte fener yakacağım.” dedi ve yanındaki kadının elini sıkıca kavradı. Muhafız başka bir şey demeden oradan uzaklaşırken Valeria ve Jieli şok olmuş vaziyette Nowa’ya bakıyordu. Baş muhafız bir an sonra ne yaptığının farkına vardığında bu sefer geri çekilmemeye karar verdi. “Feneri birlikte yakabiliriz değil mi?” Jieli’nin kalbi göğüs kafesini zorlarken onayla başını salladı. Hoş bir gülümse ikisinin de çehresinde belirirken tutuşan ellerinden yayılan sıcaklık içlerini ısıtıyordu. “Tek elle feneri yakabilecek misiniz bari?” Jieli elini çekmeye yeltense de Nowa izin vermeyip onları izleyen Valeria’ya döndü. Aslında başka bir şey söyleyecekti ama gördüğü şey gözlerinin fal taşına dönmesine neden oldu. “Yoksa sen…” Valeria telaşla elindeki feneri arkasına sakladığında “tek kelime etme.” dese de Nowa muzip bir sırıtışla ona bakıyordu. “Demek biri kalpsiz büyücümüzü büyülemiş?”
Gözlerini deviren Valeria’nın neredeyse kaçar adımlarla oradan uzaklaşmasından sonra yalnız kalan Nowa ve Jieli hala el eleydiler. “Feneri yakalım mı?” Jieli’nin sesi her zamankinden bile az çıkarken heyecanı her halinden belli oluyordu. Kalbi göğsünü öyle bir dövüyordu ki Nowa’nın sesini duyacağından endişe ediyordu. Nowa da en az Jieli kadar heyecanlı olsa da bu sefer epeyce kararlıydı. Feneri yaktılar ve gökyüzüne bırakmak üzere tutarken gözlerini kapatıp dileklerini dilediler. Feneri gökyüzündeki diğer fenerlerin yanına gitmek üzere bırakıp gözlerini açtıklarında birbirlerine baktılar.
Birbirlerine bakarken ikisi için de zaman durmuştu. Onlar için geri kalan dünya yok olmuştu. Hızla çarpan kalplerinin sesi birbirine karışırken ikisi de bu anın biraz daha sürmesini dilediler. Ama sonra bir ses duyuldu, onları birbirinden koparan bir ses. Önce Nowa başını çevirdi sesin geldiği tarafa. Ardından Jieli istemeye istemeye Nowa’nın baktığı yere çevirdi bakışlarını. “Baba.” dedi Nowa. Onu burada görmeyi beklemediğinden şaşırmış, şaşkınlığı sesine de yansımıştı. Jieli kafası karışmış bir halde dururken arkasını dönmeye yeltendi. Zira kendini hiç bulmak istemediği bir durumun tam ortasında bulmuştu. Lakin umduğu gibi sessizce gidemedi.
Jieli’yi kolundan yakalayan Nowa hızlı bir hamleyle onu kendine doğru çektiğinde narin bedeni kendi bedeniyle buluştu. Gitmesini istemiyordu. Yanakları kıpkırmızı kesilen Jieli şok olmuş vaziyette Nowa’ya bakarken kalbi artık daha hızlı atıyordu. Öyle ki kalbi sadece göğsünün altında değil de tüm vücudunda çarpıyor gibiydi. Rüyalarını süsleyen yeşil gözlere hasretle bakan Nowa kendinden bile beklemediği bir şey yaptı ve dudaklarıyla Jieli’nin dudaklarını örttü. Göğü süsleyen fenerlerin altında ve aralarına girmek üzere hazırlanan engele inat birbirlerini öptüler. Zira bu onların ilk ve son öpücüğü olabilirdi.
Jieli ellerini Nowa’nın göğsüne yaslayıp onu ittiğinde Nowa için her şey kırılan bir cam misali dağıldı. Afallamış gözlerle Jieli’ye bakarken hiç hissetmediği kadar kırılmış hissetti. “Bunu neden yaptın?” Nowa inanamıyormuş gibi Jieli’ye bakarken yumruklarını sıkıyordu. Bunca zaman Jieli’nin de ona karşı aynı şeyleri hissettiğini sanıyordu. Bazı anlar bunun gerçek olmadığını düşünse de aksine inanmakta diretiyordu. O Jieli’ye baktığında Jieli ona bakmazdı, Nowa ona dair her şeyi bilirken Jieli’nin onunla ilgili hiçbir şey bilmediğini düşünüp dururdu. Yine de her zaman aksini kuvvetle hissetmişti. Bu gün ise tam şu anda ne kadar yanlış yaptığının farkına varıyordu. Rüyalarını süsleyen kadın onu istememişti, onu kendinden uzaklaştırmıştı.
Baş muhafızın ilk defa gözleri dolarken dişlerini sıkıyor kendine kızıyordu. Elleriyle her şeyi mahvetmişti. Jieli’nin de onu sevdiği umuduyla sonsuza dek yaşayabilirdi. Lakin onu istemediği gerçeğiyle bir an bile nefes alamazdı. “Gerçekten bilmiyor musun? Görmüyor musun?” Sesi yüksek çıksa da kırgınlığı bariz şekilde belli oluyordu. “Seni…” “Hayır!” diyerek çıkıştı Jieli keskin bir tavırla. “Bunu bir daha sakın yapma. Yanlış bir izlenim verdiysem özür dilerim. Lütfen bunu bir kez daha tekrarlamayın.” Jieli’nin güçlükle söylediği ve sonlara doğru tamamen resmiyete bürünen sözleri konuşmaktan hiç bıkmayan baş muhafızın dudaklarını birbirine mühürledi. Arkasını dönüp giderken ardında bir enkaz bıraktığını biliyordu. Attığı her adım canı yakıyordu ama duramazdı.
Geride kalan Nowa ilk defa Jieli’ye bir adım atmak istemişti. Lakin nereden bilebilirdi attığı o adımın aralarındaki mesafeyi olduğundan daha da büyüteceğini. Dolan gözünden süzülüp toğrağa düşen bir damla beraberinde Nowa’nın tüm hayallerini de toprağa gömdü. Sora gülümsedi, başını kaldırıp gökyüzünde süzülen fenerleri seyrederken gülümsedi. Az önce sevdiği kadınla bıraktığı feneri izlerken “ne istediğimi biliyorsun.” diye fısıldadı.
Silva
Kalabalık giderek azalıyordu ve ben Zahel’i hala bulamamış, üstelik umudumu da yitirmiştim. Sıkıntılı bir soluk verirken birkaç metre geriden beni takip eden muhafızların eşliğinde İakabos Nehri’nin yolu tuttum. Nehrin kıyısına vardığımda etrafta kimsenin kalmadığını gökyüzünde yüzlerce fenerin uçtuğunu gördüm. Görüntünün güzelliği karşısında yüzümde bir tebessüm belirirken bir kibritle kendi fenerimi yaktım. Dilek tutup feneri bırakmak üzere havaya kaldırdığımda birinin elleri ellerimi örtü. Kapattığım gözlerimi aralayıp başımı çevirdiğimde gördüğüm yüzü hoş bir gülümsemeyle dudaklarımın kıvrılmasını sağladı.
“Gelmeyeceksin sanmıştım.” “Yanlışmışsın.” Yanılmak insanı bu kadar mutlu eder miydi bilmiyorum ama beni etmişti. Göz ucuyla baktığımda az önce muhafızların durduğu yerde koca bir boşluk olduğunu gördüm. Anlaşılan Zahel onları göndermişti. Bu içimi rahatlattı. Zira onunla yalnız olmak istiyordum. “Bırakalım mı?” Onayla başımı salladığımda gözlerimi kapattık ve bir dilek tuttuk. Ardından gözlerimizi açtığımızda feneri bırakıp yavaş yavaş yükselmesini seyrettik.
“Ne diledin?” Bakışlarımı yükselen fenerden ayırıp Zahel’e döndüm. “Söylersem dileğim gerçekleşmez.” “Ben gerçekleştiririm.” dedi daha önce şahit olmadığım bir kararlılıkla. Ne diyeceğimi bilemediğimden öylece kalakaldım. “Dile Ay Işığı, iste, emret. Ben de senin için her şeyi mümkün kılayım.” Sözleri bu sefer sadece kalbime değil tüm bedenime, ruhuma, benliğime nüfuz etti. Deliye dönen kalbim göğsümü döverken heyecandan parmak uçlarımın karıncalandığını hissettim. Sertçe yutkundum ve cevap vermek üzere dudaklarımı araladım.
“Bu geceyi benimle geçirmeni istiyorum ve bunu ben istiyorum. Mühür olsun ya da olmasın seni istiyorum Zahel.”
❄️❄️❄️
Ne istediğimi söyledikten sonra Zahel herhangi bir cevap vermemiş hatta tek kelime dahi etmemişti. Beraber saraya dönmüştük ve şimdi de kütüphanenin devasa kapısının önünde duruyorduk. Bu sessizlik içimi kemirip dururken her geçen saniye de merakım daha da artıyordu. Yine de sessiz kalıyordum. Sanki ağzımı açıp tek kelime edersem bütün büyü bozulacak gibi bir his vardı içimde. Ben neden burada olduğumuzu sorgularken Zahel’in açtığı kapıdan içeri girdik ve tavana kadar uzanan rafların arasında yürümeye devam ettik. Girdiğimiz anda burnuma dolan kitap kokusu içimi huzurla doldururken yürüdüğümüz yolun tandık geldiğini fark ettim.
Tam da tahmin ettiğim rafın önüne geldiğimizde durduk. Bu şu havada uçan, yerinden kımıldamayan kitabın olduğu gizli odanın girişiydi. “Sen zaten o odaya girdin değil mi?” Beklemediğim bir anda bozulan sessizlik irkilmeme neden olurken Zahel’e doğru döndüm. “Girmemem mi gerekiyordu?” dedim tereddütle. Şayet girmemem gereken bir yere girdiysem Zahel’in bana kızacağından endişe ediyordum ama beklediğim gibi olmadı. Zahel’in dudağının kenarı yukarı doğru kıvrılırken “aksine burası sana ait.” Şaşkınlık gözlerimin büyümesine neden olurken Zahel rafa yaklaştı ve dokunduğu anda odanın kapısı aynen hatırladığım şekilde açıldı.
Raf önce içe doğru gömülüp ardından yana doğru kaydığında Zahel’in uzattığı avucuna elimi yerleştirdim ve içeri girdik. Hareketi algılayan bir sensör misali alev alan meşaleler odayı aydınlattığında kitabın aynen hatırladığım şekilde taş platformun üzerinde durduğunu gördüm. Oraya doğru yaklaştık ve platformun önüne geldiğimizde durduk. Zahel elimi bırakıp karşıma geçtiğinde platform ikimizin arasında kalmış oldu. “Bu kitabın ne olduğunu biliyor musun?” Başımı olumsuz anlamda salladım.
“Bu Kehanet Kitabı.” dediğinde bakışlarımı platformun üzerinde duran kitaba kaydırdım. Kenarlarındaki mor renkteki taşlar, üzerindeki sayısız kabartma ve tam ortasındaki kar kristali şeklinde olan sembolle kitap tam da anılarımdaki gibi duruyordu karşımda. “Kehanet kitabı gelecekte yaşanacak büyük olaylara dair kehanette bulunur ve kapağı sadece bir kehanette bulunacağı zaman kendiliğinden açılır. Kehanet okuduğunda ise kapanır.” Gözlerim fal taşına dönerken bir kez daha kehanet kitabına baktım ve onu bulduğum gün açıldığını ve içinde yazanları hatırladım. Bilmeceyi andıran o sözler kehanet olabilir miydi?
“Şu ana kadar kaç kehanette bulundu?” dedim büyük bir merakla. “Hiç. En azından benim elime geçtiğinden beri hiç kehanette bulunmadı.” Eline geçme kısmı kafamda soru işaretleri oluştururken diğer her şeyi daha sonrasına bırakmaya karar verdim. “Neden buradayız?” “Bu kitap artık senin Ay Işığı.” İnanamayan gözlerle ona bakarken şoka uğramama neden olan o cümle döküldü dudaklarından. “Bu benim sana doğum günü hediyem.” Ağzım şaşkınlıktan açık kalırken ne dediğini tekrar tekrar düşündüm. Doğum günü, doğum günü.
Evet, gece yarısını geçmiştik ve artık eylülün ilk günündeydik. Yani benim doğum günümde. Şaşkınlığım daha da arttı öyle ki resmen donup kaldım. Ben bile kendi doğum günümü tamamen unutmuşken o nasıl biliyordu, nerden biliyordu? Birkaç kez bir şeyler söylemek için dudaklarımı araladım ama her defasında başarısız oldum. Sonunda dilimin tutulduğuna karar verip yaklaştım ve kollarımı boynuna doladım. Kolları belimi sıkıca sardığında zaman tam şu an dursun istedim, dursun ve biz bu anda kalalım, birbirimizden ayrılmayalım.
Zahel belki farkında değildi ama bu yaptığı benim için çok değerliydi. Şu yaşıma kadar kimse kutlamamıştı doğum günümü, kimse sevinmemişti doğduğum için ama işte tam burada Ölüm Tanrısı seviniyor doğumumu kutluyordu. Dakikalarca birbirimize sarılmış halde öylece beklerken istemeye istemeye geri çekildiğimde mutluluktan dolan gözlerimle ona baktım. Uzandı ve elinin tersiyle dolan gözlerimi silip avcunu yanağıma yerleştirdi. “Ağlama Ay Işığı. Ağlarsan göz yaşlarına sebep olan her şeyi yakarım.” Başımı onayla sallayıp yüzüme kocaman bir gülümseme yerleştirdim.
“Teşekkür ederim.” dedim neşe dolu bir sesle. “Etme.” dediğinde gülümsedim. “Yani şimdi bu kitap benim oldu.” Onayla başını salladı. “Ama anladığım kadarıyla odadan çıkaramam.” Yine başıyla onayladı. Parmaklarımı kehanet kitabı olduğunu öğrendiğim kitabın sert kapağında gezdirirken “dileğim ne olacak?” dedim. Hemen alamadığım cevap gerilmeme neden olurken yeniden ona kaydırdım bakışlarımı. Kirpiklerinin arasındaki gözleri loş ışıkta parıldıyordu. “Ya pişman olursan?” dediğinde gözlerindeki tereddüdü gördüm. Beni istiyordu, beni benim onu istediğim kadar isteyip istemediğini bilemesem de beni istediğini gözlerine görebiliyordum. Anlamadığım tereddüdünün nedeniydi
“Olmam.” dediğimde sesim umduğumdan da kararlı çıkmıştı. Yirmi iki yılımı bir cehennemde geçirdikten sonra kendimi bulduğum bu yer, arasında olduğum bu insanlar bana kaderin cömert bir hediyesiydi. En azından durum benim nezdimde böyleydi. Zaten bundandı bu dünyaya ve bu insanlara nerdeyse hiç sorgulamadan kabullenmem. Masal dinlemeyen, hayalleri gülümseyebilmek olan birinden başka dünyaların varlığına inanmasını bekleyemezdin. Ben inanmamıştım, yaşadığım dünyadan başka bir dünya olduğuna hiç inanamamıştım. Masallar, kitaplar benim gözümde hepsi uydurmadan ibaretti. Ama bir gün hayatımı alması için gittiğim uçurum bana bambaşka bir hayatın kapılarını aralamıştı.
Kendimi varlığına inanmadığım bir dünyada bulduğumda tüm tabularım yıkılmıştı, onları kendi isteğimle teker teker ben yıkmıştım. Çünkü buna muhtaçtım. Yeni bir hayata o kadar muhtaçtım ki düştüğüm bu yeri hiç sorgulamadan kabullenmiştim ve Zahel benim bu kabullenişimin en güzel hediyesiydi. O nefesimi kesmek istediğim noktaya geldiğimde nefesim olmuştu, yaralı kalbime merhem olmuştu, hayatım olmuştu, hayata tutunma sebebim olmuştu ve ben onunla ilgili tek bir şeyden bile pişmanlık duymayacaktım.
“Ya seni pişman edersem.” Kaşlarım çatıldı, yüreğime bir korku düştü. Lakin büyümesine izin vermedim. “Sen bilmiyorsun Zahel, belki de hiç bilemeyeceksin ama hiçbir kuvvet beni pişman hissettiremez, sen bile.” “Yanılıyorsun.” dedi başını usulca iki yana sallarken. “Benimle olduğun için pişman olacaksın. Seni pişman edeceğim.” Bakıldığında bir tehdit gibi duran bu sözler onun dudakların pişmanlıkla çıkmıştı. Pişman olacağıma öyle emin görünüyordu ki, daha ben pişman olmadan bu pişmanlığı sesine yansıtıyordu. Gözlerinde gördüğüm keder ve pişmanlık nefesimi keserken “seninle olmazsam daha çok pişman olurum Zahel.” Duraksadım, kafamda onu gördüğüm ilk anı en ince ayrıntısına kadar canlandırırken devam ettim.
“Seni gördüğüm ilk an ne hissettiğimi biliyor musun?” sessiz kaldı ve ben bu sessizliği hayır olarak algılayıp devam ettim. “Ben eksiktim, yarımdım ve seni gördüğüm o an tamamlandığımı hissettim. Asırlardır beklediğim insanı bulmuşum gibi hissettim. Şimdi sen geçmiş karşıma benimle olduğun için pişman olacaksın diyorsun.” Soluklanmak için bir saniyeliğine duraksadım. “Belki haklısın, belki de değilsin. Ben mutlu sonu da mutsuz sonu da seninle yaşamayı seçiyorum. Şimdi sen seç. Mührü unut, olacakları unut ve seçim yap.” Loş ışıkta parlayan gözleri koyulaştı, yüz hatları gerildi ve sertçe yutkundu.
“Benim için bir seçenek yok Ay Işığı. Ben daima seninle oldum ama eğer seçme şansım olsaydı yine seni seçerdim.” Bu sözler içimde anlamını çözemediğim bir şeyler uyandırdı. Tıpkı dilin ucuna gelen ama bir türlü söylenemeyen bir kelime gibiydi. Kalbim işittiklerimin etkisiyle göğüs kafesimi döverken Zahel “o halde…” deyip attığı tek adımla aramızdaki mesafeyi alaşağı etti ve bir anda kendimi kucağında buldum. “Bu geceyi ikimiz için de unutulmaz kılacağım.”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
30.7k Okunma |
4.15k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |