44. Bölüm

❄️Bir Yolu Var

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Hepinize keyifli okumalar çiçeklerim.

Silva

Boğazıma dayanan metalin soğukluğuyla ürperdim. Yerimde öylece kalırken kendime kızdım. Resmen ava giderken avlanmıştım. Öfkeden gözüm öyle bir dönmüştü ki bulmaya geldiğim Azel’in sinsice bana yaklaştığını fark edememiştim bile. Hatamın farkına varsam bile tenimi kesmek için an kollayan metal çoktan geç kaldığımı söylüyordu. Zaman bazı hataları affetmiyordu işte. “Hatamı telafi etmeye geldim.” dedim dilimin ucuna dek gelen nefretle. Kulağımın dibinde tiz bir kahkaha atan Azel “küçük avım kendi ayaklarıyla ayaklarıma kadar geldi demek.” dedi. Benim sözlerim onu etkilemiyordu lakin onun söyledikleri beni çileden çıkarıyordu. Haklı olması ise katlanamadığım bir gerçekti. Kendi ayaklarımla eline düşmüştüm. Oysa amacım onu elime geçirip hıncımı alana dek canını yakmaktı.

“Halbuki sana ulaşmak için koskoca bir orduyu geçmem gerekir sanmıştım. Kendi ayaklarınla bana geleceğine hiç ihtimal vermemiştim.” Dedikleri yumruğumu ve dişlerimi sıkmama neden oluyordu. En çok da kendime öfkeliydim, böyle bir hata yaptığıma inanamıyordum. Sağ alimdeki hançeri haddinden fazla kuvvet uygulayarak sıkarken kurtulmanın yollarını arıyordum. Bir şekilde Azel’in elinden kurtulmalı ve ona kim av kim avcı göstermeliydim. Azel’in hala fark etmediği hançerim şimdilik en büyük avantajımdı. Önüne siper ettiği bedenimin arkasından hareket ettiği anda hançerimi ona saplayabilirdim. Sadece birazcık sağa doğru kayması gerekiyordu.

“Beni bu kadar çabuk mu özledin Küçük Hanım?” Dudaklarından dökülen her bir kelime kanın beynime sıçramasına neden oluyordu. Her an kendimi kaybedip üzerine atlamaya çalışabilir ve kendimi öldürtebilirdim. “Cehennemin dibine git!” dedim sıktığım dişlerimin arasından ve Azel bir kez daha güldü. Elbette avucuna düşmüş olmam onu keyiflendiriyordu. “Zaten oradan geldim Küçük Hanım. Sevgili abimin beni hapsettiği cehennemden geldim.” Başta alaycı çıkan sesi sonlara doğru kızgın bir hal almıştı. Zahel’in Azel’i yeraltına sürgün ettiğini biliyordum. Anlaşılan o ki Azel buna epeyce bilenmişti. Şöyle bir düşününce canavarların hapsedildiği bir yere sürgün edilmenin ne denli tehlikeli olabileceğini ve kötü hissettirebileceğini tahmin ediyordum lakin Azel hak etmişti. Zahel’i öldürmeye kalkışmış, Yara’nın kızını ise öldürmüşken hayatına öylece devam edebileceğini sandıysa çok yanılmıştı.

“Orda olmayı hak etmiştin. Nasıl çıkabildin aklım almıyor.” Azel’in yer altından nasıl çıkabildiğini hala çözebilmiş değildim. Bildiğim kadarıyla o yerin kapılarını Zahel’in gücü tutuyordu. Azel’in kapıyı sıradan bir kapıymış gibi koçbaşıyla kırıp çıkması mümkün değildi. Ya Zahel çıkmasına müsaade etmişti ya da bilmediğim başka şeyler vardı. Sözlerim Azel’i kızdırmış olacak ki boğazıma dayadığı hançerin baskısını arttırdı. “Ben orada olmayı hak etmedim ama sen ölmeyi hak ettin.” dediğinde elimi daha çabuk tutmam gerektiğini fark ettim. Hançerimin ucunu geriye doğru çevirirken amacım rasgele savurmak ve bacağına saplanmasını ummaktı lakin işler umduğum gibi gitmedim. “Cık, cık, cık. Bence o hançeri bırakmalısın.” Alaycı sesi iliklerime kadar ürpermeme neden oldu. Hançeri fark etmişti ya da en başından beri elimde olduğunu biliyordu. Dediğini yapmadım. Sapını daha sıkı kavradığım hançerimi savurmaya yeltendiğimde sol eli bileğimi yakaladığı.

“Seni motive etmeme izin ver Küçük Hanım.” derken bileğimi öyle bir kuvvetle sıkıyordu ki kan gitmeyen elimin mosmor kesildiğine emindim. Acıyla dişlerimi birbirine bastırırken dudaklarını kulağıma yaklaştırıp “beni öldürmek istiyorsun değil mi? Onun için yaşaman gerekiyor. Şimdi hançeri bırak.” dedi. Tenime çarpan sıcak nefesi yüzümü buruşturmama neden olmuştu. Kabul etmek istemesem de söylediklerinde haklılık payı vardı. Nefesini kesmek için nefes almam gerekiyordu. Parmaklarımı usulca gevşetip hançeri bıraktığımda ayaklarımın dibine düşen hançere bir tekme savurdu. Sıktığı kolumu bırakırken “şimdi bana dön.” dedi. Canını yakmaya geldiğim adamın dediklerini yapacak duruma düşmek kanıma dokunuyordu. Hiç hareket etmeden öylece bekledim.

Uzaktan halan devam eden savaşın ürpertici sesleri kulaklarıma çalınıyordu. Canavarların kükremeye benzer haykırışlarını duymak içimi ürpertirken ara sıra muhafızlardan yükselen çığlıklar içimi parçalıyordu ve ben hepsinin sorumlusu olan adam esir düşmüştüm. “Sana dönmeni söyledim. Bunu zorla yapmamı istemezsin değil mi?” dediklerini yapmayı kendime yediremediğim için kıpırdamadan durmaya devam ettim. Öfkeden sıktığım yumruklarım parmaklarımı kırma raddesine gelmişti lakin umursamıyordum. Tek düşünebildiğim avcımı nasıl avım haline getirebileceğimdi. Öfkeyle solduğu nefesleri enseme çarpan Azel “zor da kullanabilirim Küçük Hanım. Bana dönmeni sağlamak için ellerimi teninde gezdirmekten çekinmem.” dediğinde sertçe yutkundum. Tehdit tınıları içeren sesiyle fısıltıya söyledikleri öfkeden kaynayan kanımı dondurmaya yetmişti.

Bana dokunabileceği düşüncesi midemi ağzıma getirirken usulca arkamı döndüm. Döndüğüm anda omzumdan itip bedenimin ağaca yaslanmasına neden olan Azel fırsat dahi vermeden hançeri boğazıma geri yasladı. Sol eli önce sağ bileğimi ardından da sol bileğimi kavradığında ne olduğunu idrak edemiyordum bile. Hançeri bir anlığına çekip tek eliyle kavradığı bileklerimi başımın üzerinden ağaca yaslayıp yeninden hançeri boğazıma dayadığında şaşkınlıkla suratına baktım. Görmeyi beklediğim şey metal bir maskeydi lakin gördüğüm Zahel’in kardeşiydi. Uzun saçları omuzlarının hizasına geliyordu. Siyah gözlerinde zafer dolu bir pırıltı, dolgun dudaklarında keyifli bir gülümseme vardı. Belirgin yüz hatlarına bakınca bile onun Zahel’in kardeşi olduğunu anlayabiliyordum. Yüzünün neye benzediğini hiç düşünmemiştim ama Zahel’e bu kadar benziyor olabileceğini de tahmin etmemiştim.

Uzun saçları ve kulak hizasından başlayıp çenesine kadar uzanan yara izi dışında abisine fazlasıyla benziyordu. Bu denli benzeyip birbirlerine fazlaca düşkünlerken bu hale nasıl geldiklerini anlayamıyordum. Abisinin canı yandığı için kendi canını yakan çocuk büyümüş abisini idam ipine yollayan kişi olmuştu. “Hatanın farkına vardın değil mi?” dediğinde bir anlığın daldığım düşüncelerimden sıyrılıp gözlerine baktım. Alaycı ifadesiyle yüzüme bakan Azel “sevgili abimden çok benden etkilendin değil mi?” dediğinde kaşlarım çatıldı. “Kardeş katilleriyle işim olmaz!” diye çıkıştım sıktığım dişlerimin arasından. Başını sağ omzuna doğru yatırıp kıstığı gözlerini gözlerime diktiğinde dudaklarından alaycı bir gülüş sıyrıldı. “Sevgili abimle ne işin var o halde?” “O seni öldürmedi.” diyerek direkt savunmaya geçtim. Kendisi karşımdaydı, yaşıyordu. Üstelik Zahel’i idama yolladığı için hiç pişman görünmüyordu ama Zahel’i suçluyordu.

“Sen onu öldürdün ama o seni öldürmedi.” dediğimde beklenmedik bir ciddiyete bürünüp “nefes alan herkes yaşamaz Küçük Hanım.” dedi. Şayet koşullar ve Azel başka olsaydı bu sözlerinden sonra vicdanım onun için ağlayabilirdi. Nefes alıp da yaşayamamanın ne demek olduğunu bildiğimden Azel’i anlayabilirdim ama ne vicdanım sızlıyor ne de onu anlamak istiyordum. Yeraltında ne yaşadığını bilmiyordum ama oraya kendi hataları yüzünden düştüğünü biliyordum. İnsanların dolduruşuna gelmeyip küçüklüğünde olduğu gibi abisinin yanında olsaydı onca yılını yeraltında geçirmek zorunda kalmazdı. Belki haklıyım belki de Azel haklı lakin sonuç olarak şimdi buradayız. Azel bize bir savaş açıp Zahel’i idam ipine yollamışken ona karşı merhametli olamıyordum. Vicdanım sızlamıyor değildi ama bunu eylemlerime yansıtmıyordum.

“Gerçekten haklı olduğuna mı inanıyorsun?” dedim alaya alarak. Tenime yasladığı hançeri tehditvari bir hareketle boynuma kaydırıp yüzünü yüzüme yaklaştırdığında kin dolu sesiyle “haklı olan tek kişi benim Küçük Hanım. Sevgili abimin benden aldığı her şeyi alıp onu da değer verdiği herkesle birlikte hükmettiği ölüler diyarına yollayacağım.” dediğinde öfkem bir kez daha alevlenmişti. Aynı kin dolu sesle “Ve ben de ne olursa olsun Zahel’i kurtarıp seni ölüler diyarına yollayacağım.” dedim. Zahel’i nasıl kurtaracağımı bilmiyordum ve hissettiğim çaresizlik beni tüketiyordu ama böyle bitmesine ne olursa olsun izin vermeyecektim. Gerekirse tapınağı kendi ellerimle yıkar Zahel’i yine de kurtarırdım. Dolduruşa gelen bir kardeşin sevdiğim adamı idam ipine yollamasına müsaade etmeye niyetim yoktu.

“Sevgili abime bu kadar aşık mısın Küçük Hanım?” Meraktan sormadığı barizdi. Kendince alay edip sinirlerimi bozmaya uğraşıyordu. Dudaklarımı birbirine bastırıp sessizliğimi korurken memnuniyetsiz ifademle suratına bakmayı sürdürdüm. “Çok yazık. Uğruna çabaladığın adamın seni göndermek istediğini duydum.” Öfkeden çattığım kaşlarım şaşkınlıkla bükülerken susup kaldım. Bir kez daha suratıma çarpılan gerçeklerin yaşattığı afallamayla kalakaldım. Ağzımı açıp bir şeyler söylemek istediysem de yapamadım. Azel’in bunu nerden bildiğini bile düşünemiyordum. Bir sızı göğsümde baş gösterip tüm uzuvlarıma yayılırken boğazıma oturan yumruyu geçirebilmek için yutkundum. Sebebi ne olursa olsun Zahel’in beni cehennemime yollamak istediği gerçeği ruhumu yaralıyordu.

“Sana yaptığım teklif hala geçerli Küçük Hanım.” dediğinde çehreme oturan kırgınlığı hızla silip dik dik Azel’e bakmaya devam ettim. “Son nefesini ellerimde verirken de yap bu teklifi.” Tehdidimi zerre kaale almayan Azel gülmekle yetindi. Gerçekten onu alt edebileceğime inanmıyordu. Gerçi şu durumda onun yerinde ben olsam ben de aynı şekilde düşünebilirdim. Ellerimi eliyle hapsedip boğazıma bir hançer yaslamışken tehditlerimi görmezden gelmesi mantıksız değildi. Yine de düşmanını hafife almamak gerekirdi. İnsan yendim sanırken yenilebiliyor. “Sevgili abimin kadını olmakta ısrar ediyorsan onunla aynı kaderi de yaşamaya mahkumsun Küçük Hanım.” İşte şimdi ikimiz de birbirimize nefretle bakıyorduk. Suratından alaycı ifadesi silinen Azel kin dolu gözlerle bana bakıyor boğazıma dayadığı hançerin baskısını saniye saniye arttırıyordu.

“Zahel’in kardeşi olmayı hak etmiyorsun.” dediğimde bir anlığına afallasa da hızlıca kendini toparlayıp ifadesini düzeltti. “Ben hak etmiyorum öyle mi?!” diye sordu sıktığı dişlerinin arasından. Aklından her ne geçiyorsa alaycı Azel gitmiş yerine tıpkı benim gibi öfke dolu bir Azel gelmişti. “Tanrı olmak benim hakkımdı. Babamın oğlu olan bendim. O bunu benden çaldı!” Artık sesi yüksek çıkıyor hiddeti kelimelerine yansıyordu. “Tanrı olmak senin hakkın olsaydı olurdun.” dedim ben de onun gibi sesimi yükselterek. Tiksinti dolu bir ifadeyle onu süzerken “babanın oğlu olduğunu ise görebiliyorum.” dedim. Bir anlığına kaskatı kesilen Azel sertçe yutkunurken dikkat kesilmiş gözlerime bakıyordu. Gözlerime mi bakıyordu, gözlerimde gördüğü yansımasına mı kestiremiyordum. Ne var ki toparlanması çok sürmedi ve ben bu dalgınlığından faydalanma şansını kaçırdım. Ne hissettiğini çözmeye fazlaca odaklandığımdan kurtulma şansımı kendi ellerimle tepmiş oldum.

“O tanrı olma hakkımı benden alırken ben yıllarca yanında sığıntı gibi yaşadım. Beni canavarların arasına hapsetti. Orda ne halde olduğumu merak bile etmedi. Yıllarım o canavarların arasında geçerken neler yaşadım biliyor musun ki sen?!” “Zahel seni neden oraya göndermek zorunda kaldı?” Bağıran Azel’in sesi kesildi. Herhangi bir cevap vermeyip öfkeyle yüzünü buruşturdu. Haksızdı, hatalıydı ama kabullenmiyordu. Abisine öyle bir bilenmişti ki gözü hiçbir şey görmüyordu. “Beni bir cehenneme sürgün edip kendi burada refah sürdü. Benden çaldığı ve bana yaşattığı her şey için ondan intikamımı alacağım.” Öylesine nefret dolu konuşuyordu ki tüylerim ürperiyordu. Zahel’in anılarında gördüğüm Azel’le karşımda duran adamın aynı kişi olduğuna inanmakta güçlük çekiyordum. “Önce senden başlayacağım Silva. Zahel Sideras önce kadının ölüm haberiyle yıkılacak.” Hançeri ağır bir hareketle boynumda kaydırdığında tenimde hissettiğim müthiş yanma hissiyle dişlerimi sıktım.

Ilık bir sıvı boynumdan aşağı doğru süzülürken “canavarın teksin.” diye çıkıştım. Hançeri hareket ettirmeyi kesen Azel “asıl canavar Zahel’den başkası değil.” dedi bağırarak. “Amacına ulaşamayacaksın.” “Hala elimden kurtulabileceğini mi sanıyorsun?” Hayır, mesel bu değildi. En berbat ihtimalde hepimiz burada ölsek bile Zahel’in bundan haberi olmayacaktı. Ölüm haberimizin Karkaruma’a ulaşması zaman alacaktı ve Zahel tüm bunları öğrenmeden… hayır, bunu düşünmek bile istemiyordum. Ne yapıp edip onu kurtaracaktım. “Öldür beni. Zahel’in bundan haberi olmayacak.” dediğimde ciddiyetim karşısında kaşlarını çatan Azel’in gözlerinde merak ışıltıları belirmişti. Bense nefret ve öfkeyle dolup taşıyordum. “Ne saçmalıyorsun?” diyerek çıkıştığında “yoksa haberin yok mu?” dedim. Gerçekten haberinin olup olmadığını anlayamıyordum. “Ne saçmalıyorsun?” diyerek kendini tekrarladığında sabrının son noktalarına gelmiş gibi bir hali vardı.

“Konsey Zahel’in idamına karar verdi. Üç gün sonra idam edilecek.” Sözlerim Azel üzerinde adeta bomba etkisi yaratmıştı. Bütün öfkesi ve nefreti bir anda silinip yerini donuk bir ifadeye bırakırken boğazıma bastırdığı hançer gevşemişti. Şaşkınlıkla suratına bakarken ne hissettiğini anlayamıyordum. Neden şaşırmıştı ki? İstediği Zahel’in ölmesiyken bu hali neydi? “Nasıl olur?” dedi şaşkınlıkla araladığı dudaklarının arasından. Duyduklarını idrak edememiş, gerçek dünyadan kopmuş gibi bir hali vardı. Gözleri boş bakıyor, çenesi titriyordu. Bu hali kaçırma lüksümün olmadığı ikinci fırsatı adeta gümüş tepside ellerime sunuyordu. Tüm kuvvetimle kendimi sağa doğru attığımda Azel’in elinden kurtulmuş olsam da tenimde yaslı olan hançerin boğazımı keseceğini hiç hesaba katmamıştım. Boynumu hançerin altında kaydırdığımda tenimde açılan yara acı dolu bir çığlık atmama neden oldu.

Devam eden savaşın gürültüsü çığlımı bastırsa da sesimin epey yüksek çıktığını biliyordum Elimi kanayan yarama bastırırken Azel şaşkınlıkla karşısındaki boşluğa bakıyordu. Kurtulduğumu idrak edememişti ve etmesine fırsat vermeye de niyetim yoktu. Yaramı umursamayıp üzerine doğru atıldım. Böğrüne geçirdiğim tekmeye hazırlıksız yakalanan Azel sırtüstü yere yığıldığında çevik bir hareketle üzerine çıkıp belimdeki hançerlerden birini çektim. Hançerimi boğazına dayadığımda avcım avım olmuştu. Şaşkınlığını ancak üzerinden atabilen Azel’in çehresine öfkeli ve çaresiz bir ifade oturmuştu. Aynı zamanda gözlerinde pişmanlık emareleri de vardı lakin bunlar görmek istemiyordum. “Senin yüzünden!” diyerek suratına doğru bağırdım. “Senin yüzünden ölecek!” Tek kelime etmedi. Dalga geçmedi, alaycı bir karşılık vermedi. Düştüğü durumu kabullenmişçesine boş gözlerle yüzüme baktı.

“Onun kardeşi olmayı hak etmiyorsun! Belki de hayattaki en büyük şansızlığı senin onun kardeşi olman!” diyerek tüm nefretimi kusmaya başladım. Hançerimi yasladığım boynundan benimki gibi kan süzülmeye başlamıştı ama o bunu fark etmiyor ya da umursamıyordu. “Sen onu öldürmeye kalktın, Yara’nın kızını öldürdün, onu Konseyin ellerine teslim edip uğruna çabaladığı diyarını savaşa boğdun. Peki o ne yaptı biliyor musun?!” Bir cevap vermedi ve sessizliği öfkemi daha da harladı. Yüzüne doğru bağırıyor olmama rağmen tepki vermeyen Azel transa girmiş gibiydi. Bomboş gözlerle bakmak dışında bir şey yapmıyordu. “Kardeşi bize savaş açıp her birimizi öldürmeyi amaçlarken kardeşimi öldürmeyin dedi.” Altımda kaskatı duran Azel’in titrediğini hissettim. Yutkunduğunda hançere yaptığı baskı yarasının büyümesine, daha fazla kanamasına neden oldu.

Hançeri sol elime alıp yumruk yaptığım sağ elimi hiç düşünmeden suratına geçirdiğimde başı yana doğru döndü. “Pişman mı oldun yoksa?!” diye bağırırken bir kez daha yumruğumu suratına geçirdim. Karşılık verebilecek olmasına rağmen başını düştüğü yerden bile kaldırmayan Azel darbelerim karşısında hareketsizce bekledi. Karşılık vermiyor olması umurumda bile değildi. Yumruğumu tekrar, tekrar suratına indirirken bütün öfkemi akıtmaya çabalıyordum. Burnundan kanlar süzülen ve dudağı patlayan Azel tepkisiz kaldıkça sakinleşmek yerine daha da öfkeleniyor yumruklarımı peşi sıra suratına geçiriyordum. Elimin altınaydı. Sevdiğim adamı idama yollayan kişi elimin altındaydı ve istediğim takdirde onu öldürmem hiç zor değildi lakin yapmadım. Tüm yaptıklarına rağmen kardeşinin yaşamasını isteyen Zahel’in sesi kulaklarımda yankılanırken nasıl kıyardım küçük kardeşine.

Öte yandan Azel’in kötü olmadığını da biliyordum. Başta ailesi olmak üzere herkesin dolduruşuna gelmiş, aklı karışmıştı. Bu yaptıklarını meşru kılmıyordu ama onu anlayabiliyordum. Abisini kendi elleriyle Konseye teslim etmiş olmasına rağmen idam haberini duyduğunda dolan gözlerini kendi gözlerimle görmüştüm. Hançerimi usulca geri çektiğimde amacım onu bağlayıp karargâha götürmekti ama işler planladığım gibi ilerlemedim. Nerden geldiğini göremediğim bir ok omuzuma saplandığında acı bir çığlık atıp ayaklandım. Azel’in beni yasladığı ağacı kendime siper edip okun geldiği yöne baktığımda Azel’le birlikte karargaha gelen büyücüyle gözlerimiz kesişti. Tuttuğu yayına yeniden bir ok yerleştirirken gövdemi ağacın arkasına gizledim. Omuzumdaki oku dikkatlice kavrayıp kırdıktan sonra parçasını yere fırlattım. Birkaç saniye sonra başımı uzatıp baktığımda artık ne o büyücü ne de Azel vardı.

Bu sefer aptallık etmeyip dikkatlice ağacın arkasından çıktığımda biraz ilerden gelen adım seslerini işittim. Her ihtimale karşı ağacı kendime siper ederken uzaktan Ragaz ve Nowa’nın silüeti belirdiğinde rahat bir soluk verip açığa çıktım. Varlığımı fark eden ikili ellerindeki kılıçla koşarak yanımda geldiğinde telaşlı gözlerle beni süzmeye başladı. Daha ilk anda boğazımdaki yarayı ve omuzumdaki oku fark ettiklerinde ikisinin de kaşları çatıldı. “Berbat görünüyorsun.” Nowa’nın açık sözlülüğüne karşılık memnuniyetsizce gözlerimi devirdim. Ragaz cebinden çıkardığı bir mendili katlayıp bana uzattığında alıp dikkatlice yarama bastırdım. En azından kanamasını yavaşlatabilirdi. “Hemen bir şifacıya gitmemiz gerekiyor.” diyen Ragaz olmuştu. “Sana yanımdan ayrılma demiştim kaçık. Laf dinlesen olmaz mı?” Bana kaçık diyen Nowa’ya ters bir bakış attım. “Neler oldu?” Ragaz’a doğru döndüğümde artık ne hissedeceğimi kestiremiyordum.

Öfkeli olduğum su götürmez bir gerçek olmasına rağmen Azel belasıyla ne yapacağımı bilemiyordum. Pişman mıydı değil miydi anlayamıyordum. Bu işin nereye varacağı hakkında zerre fikrim yoktu. Azel’i öldürmeyi gerçekten istemsem de Zahel’in idamı gerçekleşirse ne yaparım bilmiyorum. “Azel’i kıstırdım ama elimden kaçmayı başardı.” Daha fazla bir şey demedim. Zaten söyleyebileceğim başka bir şey de yoktu. “Canavarlara kahvaltı olmadan gitsek mi?” Nowa ve Ragaz’la birlikte ağaçların arasında yürümeye başladığımızda güneşin doğmak üzere olduğunu fark ettim. Toz pembeye bürünen gökyüzü göz alıcı görünüyordu lakin bir savaş onlarca güzelliği gölgeliyordu. “İyisin değil mi? Başka bir şeyin yok?” “İyiyim.” demekle yetindim. Laf anlatacak ne keyfim ne de halim vardı. Mendili bastırdığım boynumdaki sızı yavaş yavaş tüm uzuvlarıma yayılırken yaklaşan bir gürültüyü duymamızla olduğumuz yerde durduk.

Birkaç saniye sonra ormanın derinliklerine doğru kaçıp giden yaratıkları görmek hepimizi afallattı. Yüzlerce gasadu ve tolutun geldikleri yöne doğru koşarken çıkardıkları tok gürültü tüm ormanda yankılanıyordu. Üçümüz neler olduğunu anlamayan gözlerle birbirimize bakarken “geri mi çekiliyorlar?” diyen Nowa’nın şaşkınlığı sesine de yansımıştı. “Öyle görünüyor.” Ragaz bir şeyleri çözmeye çalışıyor gibi ormanın derinliklerinde kaybolmaya devam eden yaratıkların arkasından bakarken “neden?” diye soran Nowa’ya verebileceğim birkaç cevap olsa da sessiz kaldım. Beni allak bullak eden soyut fikirlerimle onarın da kafasını karıştırmak istemiyordum. Başımızda yeterince dert varken bundan sonra neler olacağı Azel Sideras’a bağlıydı.

“Ee ne olacak şimdi?” “Toparlanıp karargâha döneceğiz.” Meydana ulaştığımızda muhafızların yaralılarla ve ölenlerle ilgilendiğini gördüm. Doğan güneş savaşın yarattığı hengameyi apaçık gözler önüne sermişti. Sağda solda yanan otlar, yüzlerce gasadu cesedi ve kan her yerdeydi. “Bu durumda ben kazandım.” diyen Nowa’nın neyi kazandığını bilmiyordum. Merak etsem de soracak halde değildim. Ragaz Nowa’nın kazanmasından memnun olmadığını yüz ifadesiyle belli ederken “benden sağlam bir dayak yemek istemiyorsan adam akıllı bir şeyler iste.” dedi. İkilinin anlamlandıramadığım konuşmaları kafamı daha çok karıştırırken bir an önce buradan gitmek için adımlarımı hızlandırdım. Güneşin doğmasına birkaç saat vardı ve o zamana karargâha dönmüş olurduk.

❄️❄️❄️

Kulağıma çalınan bir hışırtıya gözlerimi araladığımda çadırın puslu tavanıyla karşılaştım. Görüşümün düzelmesini beklerken yutkunup ağzımdaki kuruluğu gidermeye çalışsam da işe yaramadığı gibi keskin bir sızı da boğazımdan tüm vücuduma yayıldı. Elim istemsizce boğazıma gittiğinde parmaklarımın ucunda hissettiğim yumuşak doku acımın nedenini anlamamı sağladı. Azel’in kestiği boynumu ve ok saplanan omzumu şifacılar tedavi edip sarmış sonrasında ne kadar istemesem de uyumam için beni göndermişlerdi. Yatağa girdiğimde ancak fark edebilmiştim ne denli yorgun olduğumu. Ağrımayan kemiğim sızlamayan tek bir uzvum bile yoktu. Kuruyan boğazım yüzünden dudaklarımdan acı verici bir öksürük döküldüğünde yanı başımda birinin bardağa doldurduğu suyun sesi kulağıma ilişti.

Suyun sesi susuzluğumu daha fazla hissetmeme neden olurken birinin yanıma oturduğunu yatağın hafifçe çökmesinden anladım. Muhtemelen Valeria’ydı. Halsizlikten dönüp ona bakmıyordum bile. Zaten görüşüm de hala düzelmemişti. Dudaklarıma uzatılan bardaktan güçlükle birkaç yudum aldıktan sonra “teşekkür ederim.” diye mırıldandım. Başımı yeniden yastığa koyup gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Çabucak kendimi toparlayıp neler olduğunu öğrenmem ve ne yapabileceğimizi düşünmem gerekiyordu. “Ne yapacağız Valeria?” dediğimde cılız çıkan sesim çaresizlik doluydu. Gözlerimi diktiğim tavanı öylece seyrederken Valeria’dan bir cevap gelmedi. Öyle bir duruma düşmüştük ki kimse ne yapacağımızı bilmiyordu.

“İnsan abisini idam ipine yollar mı?” dediğimde yanımda huzursuz bir kıpırtı hissetsem de Valeria sessizliğini korumaya devam etti. “Ona söyledim.” diye mırıldandım. Gördüklerimi ve düşündüklerimi biriyle paylaşmaya ihtiyacım ardı. “Duyunca şaşırdı. Pişmanmış gibi baktı gözleri ya da çok iyi rol yapıyordu.” dediğimde gözlerim dolmak üzereydi. Derin bir soluk alıp yaşları geri yollarken başımı sağa doğru çevirip Valeria’nın yüzüne baktım. Onun da benim gibi düşünüp düşünmediğini bilmek istiyordum. Gözlerim yanı başımda oturan bedenle buluştuğunda çevik bir hareketle yastığımın altına yerleştirdiğim hançeri kaptım. Doğrulmak üzereydim ki en az benim kadar hızlı davranan Azel ağırlığını üzerime verip hançeri tutan bileğimi yakaladı. Boşta kalan eliyle de ağzımı kapattığında çatık kaşlarla ona bakmaya başladım.

Canına susamış olmalıydı. Başka türlü buraya gelmesinin bir açıklaması olamazdı. Bileğime uyguladığı baskıyı arttırıp hançerin parmaklarımın arasından çıkmasını sağladığında kurtulmak için altında debelenip dursam da iri cüssesi yüzünden hareket edemiyordum. “Sessiz ol.” derken cidden dediğini yapacağımı düşünmüyordu değil mi? Eli ağzımı kapatmasına rağmen var gücümle bağırmaya çalıştım ama sadece boğuk iniltiler çıkarabildim. Göz ucuyla perdenin olduğu tarafa bakıp kimsenin gelmediğine emin olduktan sonra bakışlarını yeninden yüzüme çevirdi. “Sadece konuşmak istiyorum tamam mı? Sessiz ol.” Söyleyeceklerini ne merak ediyor ne de dinlemek istiyordum. Daha çok kıvrandım. Gövdesini üzerimden atmak için tekme atmayı denedim ama kıpırdanmaktan öteye geçemedim. Kapalı olan ağzıma rağmen çıkarabildiğim kadar ses çıkarmaya çalıştım.

“İki dakika dur yerinde. Konuşmak istiyorum diyorum. Nesini anlamıyorsun?” Anlamıyordum, anlamak da istemiyordum. O sakin olmamı söyledikçe altında daha çok kıpırdanmaya başladım. “Sonunda uyandın mı?” diyen ses perdeyi çekip bir anda içeri adım attığında üzerimdeki Azel ağzının içinde birkaç küfür savurdu. Beklemediği bir manzarayla karşılaşan Nowa ise şoke olmuş ifadesini üzerinden attıktan sonra bir hışımla kılıcını çekip üzerimize doğru gelmeye çalıştı. Ne yazık ki en az onun kadar çevik olan Azel yatağın üzerine düşürdüğüm hançeri yakalayıp kaba bir hareketle otur pozisyona gelmemi sağladıktan sonra hançeri boğazıma dayadı. Aynı şeyi yine yaşıyor olmak homurdanmama neden oldu. Nowa attığı bir adımdan sonra istemese de yerinde kalmak zorunda kaldı. Kaşları öfkeyle çatılırken kılıcının tehditvari biçimde tutsa da bir şey yapamıyordu.

“Seninle karşılaşmayız diye umuyordum Küçük Muhafız.” diyen Azel’in sesi alaycıydı. Nowa Azel’in sözlerini umursamayıp omzunun üzerinden içeriye doğru sesledi. “Ragaz hemen buraya gel.” Perdeye doğru birkaç kişinin adım sesleri yaklaşırken “sadece konuşmak istemiştim. Şunu yapmasan olmaz mıydı?” diyen Azel’in omzumu kavrayan eli gerilmişti. Dışarıdan Ragaz’ın “yine ne var?” diyen sesini duyduğumda dudaklarım memnuniyetle kıvrıldı. Bu sefer Azel’i bırakmaya niyetim yoktu. Perde bir kez daha kenara doğru çekildiğinde görüş açıma Nolan ve Ragaz düştü. Hemen araklarındaki Valeria ne döndüğünü anlamaya çalışırcasına içeri bakınırken Ragaz ve Nolan’ın arasından beni gördüğünde gözleri şaşkınlıkla büyüdü. Ragaz hiç düşünmeden Nowa gibi kılıcını çekerken Nolan soğukkanlı tavrıyla beni ve arkamdaki Azel’i süzdü.

“Müsaade ederseniz yengemle konuşmaya geldim.” dediğinde bana yenge demesi üzerimde adeta şok etkisi yarattı. Yüzünü buruşturan Nowa “yok deve!” diyerek çıkıştığında “atları tercih ederim.” diyen Azel hiç endişeli görünmüyordu. Oysa burada yalnızdı ve etrafı çoktan sarılmıştı. Aklını kaçırdığına dair ciddi şüphelerim vardı. “Neden abimi kurtarmıyorsunuz?” dedi kulağıma doğru eğilip. Hepimiz şaşkına dönmüştük. Nowa Azel’e bir deliye bakar gibi bakarken diğerlerinin kafasının karıştığı yüz ifadelerinden anlaşılıyordu. “Onu idama yollayan sen değilmişsin gibi bizden hesap mı soruyorsun?” diyerek çıkıştım. Tüm bunlara sebep o değilmiş gibi çaresizliğimizin ortasında bize hesap soruyordu. “Silva’yı bırak Azel. Aksi halde hayal bile edemeyeceğin acıları tatmanı sağlarım.” Ragaz’ın buz gibi sesiyle savurduğu tehdidin odağı olmamama rağmen ben bile ürpermiştim ama Azel onu duymuyor yada duymak istemiyor gibiydi. Bir kez daha “abimi neden kurtarmıyorsunuz?” dediğinde sesi bu sefer fazlasıyla yüksek çıkmıştı.

“Suratsız piç! Ne yapalım?! Zindana tünel mi kazalım?! Tapınağı mı yıkalım?! Konseye savaş mı açalım?! İt herif!” Nowa’nın çıkışına karşılık Azel tek kelime etmedi. İfadesinde bir değişiklik olup olmadığını ise ne yazık ki göremiyordum. İki taraf birbirlerine düşmancıl bakışlar atarken bu işin nereye varacağını kestiremiyordum. “Onlara söylememişsin.” Herkesin gözleri Nolan’a döndüğünde ben de bakışlarımı ona çevirdim. İşte şimdi Azel beni meraklandırmayı başarmıştı. Nolan’ın bize söylemediği bir şeyler mi vardı? Soğukkanlılıkla Azel’e bakmaya devam eden Nolan’ın gözleri bir anlığına üzerime değdi. O anda içime düşen şüphenin göğsümde açtığı oyuk çok büyüktü. Nolan bizden neyi saklamıştı? Kafamda dönen yüzlerce tahmin vardı, içlerinden biri ise kurt misali içimi kemirip duruyordu. “Bir yolu var.” diyen Azel’in hala Nolan’a bakıp bakmadığını göremiyordum. Boğazıma dayadığı hançerin baskısını ise bilerek mi azaltıyordu emin olamıyordum. Azel yaptıklarıyla gözüme delirmiş biri gibi görünüyordu.

“Ne yolu lan şerefsiz?! Ne demek istiyorsun?” Hissettiğim benzer bir merakın Nowa’nın sesine yansıdığını işittim. Göz ucuyla bir Nolan’a bir Azel’e bakan Nowa’nın aklının karıştığı belliydi, diğer herkes gibi. “Ne biliyorsun?” diyen buz gibi ses Ragaz’a aitti. O bile meraklandığına göre hepimizin zihninden uçarı ihtimaller geçiyor demektir. “Sen abimin arkadaşı değil misin lan?!” Bu şiddetli çıkışın Nola’a olduğunu biliyordum. Ancak Azel’in öfkesine ve bir tanrıya sesini yükseltme cesareti göstermesine anlam veremiyordum. Nolan’a bu denli kızmasının nedeni ise içimi ürperten bir muammaydı. “Silva’yı bırak öyle konuşalım Azel.” diyen Nolan ılımlı bir tutum sergilese de Azel onu dinlemedi. Tutuşu gevşemişti. Bunun farkında mıydı bilmiyorum ama istesem şu an elinden kolaylıkla kurtulabilirdim. Beklemeyi seçtim.

Azel canımı tehdit ediyor gibi durmuyordu ve ne söyleyeceğini epey merak ediyordum. Özellikle Nolan’ın bize söylemediklerinin ne olduğunu duymak için can atıyordum. Ragaz ve Nowa’nın gerisinde duran Valeria’nın fark ettirememeye çalışarak adım adım gerilediğini gördüğümde gözlerimiz buluştu. Başımı Azel’in anlamayacağı bir yavaşlıkta sağa sola salladığımda kaşlarını çatsa da yerinde kaldı. Muhtemelen muhafızlara haber verip kurtulmamı ve Azel’in yakalanmasını sağalmaya çalışacaktı. Bilmediği şey düşmanımın eline kendi rızamla mahkûm olmamdı. İstediğim takdirde kolaylıkla kurtulabilirdim. “İdamı engelleyecek bir yol var.” İşittiklerimle kaskatı kesildim. Öyle ki nefes almayı bıraktığımı fark etmem uzun zamanımı aldı. Kaşımda duran Nowa, Ragaz ve Valeria şoke olmuş vaziyette Azel’e bakıyordu. Nolan’na bakamıyordum. Zahel’i kurtarmanın yolunu bildiği gerçeğiyle yüzleşmek istemiyordum.

Ben yapmadım ama Nowa’nın gözleri anında Nolan’a döndü. “Tanrı Nolan doğru mu bu?” Bakışlarımı usulca çevirdiğimde karşılaşmadığım şaşkınlık Nolan’ın bunu zaten bildiği gerçeğini üzerime tokat gibi indirdi. Bir yol olduğunu en başından beri biliyordu ama sessiz kalmıştı. İdam haberi geldiğinde bile sessizliğini korumuştu. Hissettiğim hayal kırıklığının bir tarifi yoktu. Ben de onu Zahel’in arkadaşı sanmıştım. Dört tanrının arasından bir tek ona güvenmiştim. O ise sessizliğini korumuştu. “Doğru.” Dudaklarından dökülen tek kelime içten içe onu aklama çabalarımızı tamamen yerle bir etti. Anında kaşları çatılan Nowa öfkeyle burnundan solurken ağzına gelenleri söylememek adına dudaklarını birbirine bastırıp gözlerini bir kez daha Azel’e çevirdi. “Nasıl engelleyeceğiz?” diye soran geride duran Valeria olmuştu.

Hissettiği heyecan ve umut dolu hali çehresinden okunurken Ragaz ve Nowa’nın arasından sıyrılıp öne çıktı. Azel’e sormuştu, Nolan’a değil. Bizden gizlediği gerçekleri ondan dinlemek yerine Zahel’i idama yollayan Azel’den dinlemeyi seçmiştik. Gerçek düşman kimdi? Zahel’i idam ipine yollamasına rağmen onu kurtarmanın yolunu bize söyleyen mi, yardım etmek için elinden geleni yaparken gerçekleri bizden gizleyen mi? “Vereceğim bu bilginin bir karşılığı olmalı.” Bunu kulağıma doğru eğilip fısıldayarak söylemişti. Bir an için sadece pişman olduğunu ve abisinin ölmesine müsaade etmeyeceğini sanmıştım. Ne kadar da yanılmıştım. “Ne istiyorsun?” “Basit bir şey.” dediğinde gözlerimi devirdim. Kendi diyarına savaş açıp abisini konseyin eline teslim eden kişi ne kadar basit bir şey isteyebilirdi ki?

“Buraya sana ya da diğerlerine zarar vermek için gelmedim. Tek istediğim abimi nasıl kurtaracağını sana söylemekti. Zarar görmeden buradan gitmek ve istediğimde gelebilmek istiyorum.” Ne konuştuğumuzu diğerleri tam olarak duymadığından öfke ve sabırsızlıkla bize bakıp duruyorlardı. “Ne zırvalayıp duruyorsun lan!” Azel öfkeden köpüren Nowa’nın söylediklerini duymazlıktan gelmeyi seçtiğinde “sorun yok.” dedim. Ardından başımı hafifçe sağa çevirip “silahsız geleceksin ve üstün aranacak.” dedim. Yanında kimseyi getiremeyeceği için Azel’in karargâha gelişinden bir sorun görmüyordum. Ayrıca gerçekten Zahel’i kurtaracak bir yol biliyorsa arzu ettiği her şeyi verebilirdim. “Anlaştık.” deyip kulağıma yanaştırdığı dudaklarını geri çekti ve kendinden emin bir sesle bildiklerini anlatmaya başladı.

“Bir tanrının idamı için oy çokluğu yeterli, idamı durdurmak içinse oy birliği gerekiyor. Roan ve Aeros abimin ölümüne dünden razı olduğu için konsey tanrılardan onay alma gereği duymamış olabilir ama eğer dört tanrıyı da ikna edebilirseniz Konsey abimi idam edemez.” Azel’in anlattıkları karmakarışık hislerin esiri olmamıza neden oldu. Birkaç dakika öncesine kadar Zahel’i kurtarmak için hiç umudumuz yokken şimdi umudumuz vardı lakin bu umut zordu. Zahel’in ölmesine dünden razı olan tanrıları aksi için nasıl ikna edecektik ki? “Bizden bunu nasıl saklarsın?” diyerek çıkışan Nowa Nolan’ın üzerine yürümeye kalktıysa da Ragaz ona engel oldu. Nowa sandığımdan da çok kızmış olmalıydı ki tanrı da olsa Nolan’ın üzerine yürümeye kalkışmıştı.

“Ragaz bıraksana! Duymuyor musun, bizden Zahel’i kurtarmanın yolunu saklamış!” Ragaz da öfkeli görünse de soğukkanlılığını ustaca koruyor üstüne Nowa’ya da hâkim olmaya uğraşıyordu. Birkaç dakika öncesine kadar herkes Azel’in üzerine yürümeye çalışırken şimdi Su Tanrısı hedef haline gelmişti. “Artık bana müsaade.” Ragaz’ın güçlükle zapt ettiği Nowa ürkütücü bir yavaşlıkla başını bize doğru çevirdiğinde nerdeyse gözlerinden ateş çıkacak gibiydi. “Nereye gittiğini sanıyorsun it herif?” diyerek şuursuzca bize doğru yürümeye kalksa da Ragaz bir kez daha ona engel oldu. Boğazıma dayadı hançeri usulca çeken Azel “küçük muhafıza söylesen iyi olur yengecim.” dediğinde gözlerimi bir saniyeliğine yumup sıkıntılı bir soluk aldım.

“Azel gitmekte özgür ve istediğinde zararsız olduğuna emin olduğumuz takdirde buraya gelebilir.” Sözlerim adeta bir bomba etkisi yarattı. Herkesin gözleri yuvalarından çıkacak derecede büyürken sorgulayan ifadeleriyle bana bakıyorlardı. “Gitmesine de istediğinde gelmesine de izin veremeyiz Silva. Bize karşı bilgi toplayabilir. Düşmanın içimize girmesine müsaade edemeyiz.” Ragaz’ın sözlerinde kabul etmek istemsem de haklılık payı vardı. Söz konusu Azel’di ve ona zerre güvenmiyordum. Tam ağzımı açmıştım ki Azel benden önce davrandı. “Geldiğimde başıma istediğiniz kadar muhafız dikmekte özgürsünüz. Şimdi gitmem gerekiyor ki ateşkes sağlayabileyim.” dediğinde bu sefer ben de şaşırmıştım. Bana ateşkes sağlayacağından söz etmemişti. “Senin sözüne mi güvenelim suratsız piç! Daha dün ateşkesi ihlal etmedin mi sen?” Nowa şüphe duymakta haklıydı. Ateşkes sağlamak isteyen adam daha dün ateşkesi ihlal etmişken ona nasıl güvenebilirdik?

“Beni öldürürseniz abime bunun hesabını veremezsiniz.” dediğinde Nowa “öldürmeyiz ama ağzını yüzünü dağıtabiliriz.” dedi öfkeyle. Benimse kafamdan geçen çok başka şeyler vardı. Azel bunları söylerken sesindeki inancı fark etmiştim. Bunca yaptığına rağmen abisinin onun ölmesine izin vermeyeceğine inanıyordu, ona güveniyordu. Öte yandan ormanda sevgili abim diyerek alay eden Azel şimdi abi derken bunu içtenlikle söylüyor gibiydi. Bir yanım Azel’in gerçekten pişman olduğunu fısıldayıp duruyordu. “Ragaz Azel’e çıkışa kadar eşlik eder misin?” Kararlılığımı gören Nowa memnuniyetsiz bir hale büründü. Neler hissettiğini anlayabiliyordum. Bilmediği şey bunun Azel’in son şansı olduğuydu. Şimdi gitmesine müsaade edecektim ama en ufak yanlışında Zahel’in ne istediği de umurumda olmaz, onu kendi ellerimle öldürürdüm.

“Emin misin?” “Evet.” Ragaz kılıcını kınına soktuğunda Nowa’ya ters bir bakış attı. Hiç de istekli olmayarak kılıcını kınına sokan Nowa bir hışımla perdeyi çekip gitti. Çadırdan çıkıp çıkmadığı hakkında fikrim olmasa da kararımın onu ne kadar öfkelendirdi açıktı. Sonunda beni canlı kalkan olarak kullanmayı bırakan Azel öne doğru çıkıp Ragaz’ın yanına gitmeden önce bana döndü. Hançerin sivri ucunu baş ve işaret parmağının arasına yerleştirip sapını bana doğru uzattı. “Güzel hançer yengecim.” Kaba bir hareketle hançeri alırken gözlerimi devirmeden edemedim. Bana yenge demesi hiç de hoşuma gitmiyordu. Azel’i kolundan kavrayan Ragaz onu yanımızdan uzaklaştırdığında Valeria ve Nolan’la yalnız kalmış oldum. Valeria ışıldayan gözlerle yanıma yaklaşıp “hemen tanrılarla konuşup onları ikna etmemiz gerekiyor.” dediğinde başımla onayladım. Benim de istediğim buydu ama nasıl yapabileceğimizi bilmiyordum.

“İçeri geçelim.” dediğimde Nolan’a ters bir bakış atıp perdenin diğer tarafına geçtim. Masanın bir ucuna geçtiğimde Nolan ve Valeria da peşimden geldi. Su Tanrısına çok ciddi sorularım olmasına rağmen sessiz kaldım. Vereceği cevapları Ragaz ve Nowa’nın da duyması gerekiyordu. Yaklaşık on dakika sonra Ragaz peşinden sürüklediği Nowa’yla birlikte içeri girdiğinde Nowa Azel’e ağzı dolusu küfürler ediyor, gitmesine izin verdiğim için bana sitem etmekten de geri durmuyordu. Masanın boşta kalan kenarında yerlerini aldıklarında Nowa karşısındaki Su Tanrısına hiç de dostane olmayan bakışlar atıyordu. Konuya ben girecektim ama Nowa benim yerime bodoslama dalmayı seçti. “Bir açıklamanız vardır herhalde.” dediğinde yakıcı bakışlarının hedefinde Su Tanrısı vardı. Nowa’nın aksine gayet sakin görünüyordu. Başka bir tanrı olsa Nowa’nın yaptıklarını saygısızlık olarak değerlendirebilir ve bizim açımızdan hiç de hoş olmayan sonuçlar doğabilirdi. Neyse ki Nolan ağırbaşlı ve anlayışlı bir tanrıydı.

“Zahel bir tek senden bir şey istemedi Nowa.” dediğinde tapınaktayken Zahel’in Nolan’a da bir şeyler söylediğini hatırladım. Merak etsem de ne konuştuklarını sormamıştım. Nowa çatmaya devam ettiği kaşları ve değişmeyen ifadesiyle Nolan’ın konuşmasını bekliyordu. Valeria ve Ragaz da merak dolu görünse de Nowa’ya kıyasla daha sakinlerdi. “Bunu sizden saklamamı o istedi.” “Siz de sakladınız öyle mi?” Bu sefer Nowa’ya fırsat tanımdan konuşan ben oldum. Nolan bana doğru döndüğünde ifadesinde pişmanlığa dair bir iz yoktu. Bu bilgiyi bizden sakladığı için suçluluk uymuyordu. “Diyarınıza bir savaş açıldı. Eğer ben size bunu söyleseydim tanrıları ikna etmekle uğraşacağınızdan savaş sizin aleyhinize sonuçlanacaktı. Zahel bunun olmasını istemedi. “Yakılıp yıkılan diyarımı güçlükle ayağa kaldırdım Nolan. Benim için onun yeninden yok edilmesine izin verme. Zaten ölü olan biri için diyarı feda etmeye değmez.” Aynen bunları söyledi.”

Zahel’in sözleri onun sesiyle kafamda yankılandığında boğazım düğümlendi. Öfke saçan Nowa’nın bile gözlerine hüzün çöreklenmişti. “En azından idam haberi geldiğinde bize bunu söyleyebilirdiniz.” Sitemkâr ses Valeria’ya aitti. “Söyleyecektim ama idam haberiyle eş zamanlı olarak ateşkes de ihlal edildi. Ya Zahel’e ya da diyara öncelik vermem gerekiyordu ve takdir edersiniz ki önceliği diyara verdim. Bunu size çatışmadan döndüğümüzde söylemeye karar verdim. Konuşmak için Silva’nın uyanmasını bekliyordum ama Azel benden önce davrandı.” Hoş olmayan bir sessizlik üzerimize çöktüğünde hepimiz kendi içimizde bir hesaplaşmaya girmiştik. Duyduklarımdan sonra Nolan’a olan öfkem yatışmıştı. Kendini değil de diyarını seçen Zahel’i ve Nolan’ı anlayabiliyordum. Tanrı olarak onlar için öncelik her zaman diyarları ve halkıydı lakin bizim için durum öyle değildi. Diyarı korumayı biz de istesek de bunun için Zahel’i feda edemezdik. Onlarla aramızdaki fark buydu.

“Ben tanrılarla görüşüp onları ikna etmeye çalışacağım.” diyerek gerilim yüklü sessizliği bozdum. “Herhalde Su Tanrısını ikna etmene gerek yoktur.” deyip bakışlarını benden Nolan’a çeviren Nowa “değil mi?” diyerek lafını tamamladı. Sakinleşmiş olmasına rağmen Nolan’a biraz da olsa kızgın gibiydi. “Arkadaşımın ölmesine izin vermem.” diyen Nolan dostane bir tavırla gülümsese de Nowa aynı şekilde karşılık vermedi. “Önce Toprak Tanrısıyla konuşacağım.” “Seninle geleyim.” Nowa önden çadırdan çıktığında ben de peşinden çıktım. Çadırın içindeyken saatin kaç olduğunu fark edememiştim ama tepemdeki güneşten öğle vaktini geçtiğimizi anlayabiliyordum. “Gitmesine neden izin verdi?” dedi sessizliği bozup. Sesinde hayal kırıklığı vardı. “Pişman.” dediğimde başını bana doğru çevirdi. Gözlerinde şüpheci bir ifade vardı. Haklıydı, pişman dememe rağmen ben de gerçekten pişman olup olmadığına emin olamıyordum.

“O şerefsiz mi pişman?” derken yüzünü buruşturdu. “Nowa siz bilmiyorsunuz ama Azel zamanında abisine çok düşkündü.” diyerek bildiklerimin ufak bir kısmını anlatmaya başladım. “Babası onu Zahel’i kırbaçlamaya zorladı. Abisine vurmadığı takdirde onu öldüreceğini söyledi. Abisi ölmesin diye bir kez vurdu ama devam etmedi. Kırbacı ikinci kez kaldırdığında babasına vurdu.” Nowa hayreteler içerisinde dudaklarımdan dökülenleri dinlerken çehresine sorgulayan bir ifade oturmuştu. Anlattığım Azel’le tanıdığı Azel’in aynı kişi olup olmadığını sorguluyordu. “İstemeyerek de olsa abisine vurduğu için kendini de kırbaçladı.” dediğimde Zahel’in anılarını hatırlamak sertçe yutkunmama neden oldu. “S-sen bunlar nerden biliyorsun?” diyen Nowa belli etmemeye çalışsa da sesi titremişti. “Nerden bildiğimin önemi yok Nowa. Sadece şunu bil anlattığım Azel’le bize cephe alan Azel aynı kişi. İdam haberini verdiğimde yüzünün aldığı hali gördüm. Risk alıp Zahel’i kurtarmanın yolu söylemek için buraya kadar geldi. Pişman olduğuna inanmak istiyorum.”

Söylediklerimden sonra sessizliğe bürünen Nowa kendi düşüncelerine dalıp gitmişti. Silas’ın olduğunu varsaydığım çadırın önüne geldiğimizde Nowa “içeride olmalı.” dedi. Tanrılar da bizimle geldiği için şimdi epey avantajlı olduğumuzu düşünüyordum. Başta bize ayak bağı olacaklarını düşünsem de son gelişmelerden sonra burada olmaları işime yaramıştı. Onlarla görüşmek için tek tek diyarlarına gitmeye kalksaydım bu epey uzun sürebilirdi. Çadırın girişine geldiğimizde Silas’la birlikte gelen muhafızlardan ikisinin girişte nöbet tuttuklarını gördüm. Yaklaşıp “Toprak Tanrısı ile görüşmek istiyorum.” dediğimde sağ taraftaki muhafız “lütfen bekleyin tanrıça.” deyip içeri girdi. Nowa’ya doğru döndüğümde bana tek kaşını kaldırmış sorgulayan bir ifadeyle baktığını gördüm. “Herhalde içeri yalnız girmeyi düşünmüyorsun?” dediğinde neye takıldığını anlamış oldum. Ne var ki Nowa’yla birlikte giremezdim. Tanrıların tutumunu şöyle bir düşününce Nowa’nın yanımda olmasından pek de memnun olacaklarını sanmıyordum. Beni bile kendilerine denk görmezken Nowa’ya hiç müsamaha göstermezlerdi.

“Yalnız girmem gerektiğini sen de biliyorsun Nowa. Sadece burada bekle olur mu? Tartışıp zaman kaybetmeyelim.” dediğimde bir süre kararsızca suratıma baktı. O esnada geri dönen muhafız çadırın girişini açıp “tanrı Silas sizi bekliyor tanrıça.” dediğinde Nowa’ya son kez bakıp girişe doğru ilerledim. Neyse ki Nowa inat edip de peşimden gelmemişti. İçeri girdiğimde tam karşıdaki masada oturmuş beni bekleyen Silas’ı gördüm. Oylanmadan masaya doğru ilerlediğimde ayağa kalkıp “sizi beklemiyordum tanrıça. Buyurun.” diyerek oturmam için işaret etti. Nezaketine karşılık gülümseyip sandalyeye yerleştiğimde o da kendi sandalyesine oturdu. İfadesinde düşmancıllık ya da sinsilik yoktu. Bu bir nebze de olsa rahatlamamı sağlasa da Toprak Tanrısının çıkarları doğrultusunda hareket ettiğinin bilincindeydim. Muhakkak benden bir şeyler talep edecekti.

“Sizinle konuşmak istediğim bir mesele vardı.” diyerek söze başladım. “Tabi konuşalım. Mesele neydi? “Zahel için verilen karardan haberdar olmuşsunuzdur.” Başını olumlu manada sallarken sırtını sandalyeye yaslayıp birbirine geçirdiği parmaklarını masanın üzerine yerleştirdi. “Konseyin bizimle görüşmeden bu kararı vermiş olmasından pek memnun olmasam da olaylar bu şekilde gelişti.” Sanki yardımı dokunabilirmiş gibi uzun bir soluk alıp direkt konuya girmeye karar verdim. Oylanacak ne sabrım ne de zamanım vardı. “İdam kararına karşı çıkmanızı istiyorum.” Bir çırpıda söylediklerimin ardından Silas uzun uzun yüzümü inceledi. Geçen her saniye gerginliğim hat safhaya çıkarken soluğumu tutmuş söyleyeceklerini bekliyordum.

Sessizlik fazlasıyla uzamaya başlamıştı ya da ben yaşadığım duygu karmaşasından öyle hissediyordum. Dudakları düz bir çizgi halinde olan Silas kendi düşüncelerine dalmış görünüyordu. Bunu iyiye mi kötüye mi yormam gerektiğini bilmiyordum. Nihayet masaya doğru yaklaşıp bakışlarını yeniden üzerime çevirdiğinde “elbette.” diyerek beni büyük bir şaşkınlığa uğrattı. Olumlu bir yanıt almayı arzulamama rağmen fazlasıyla umutsuzdum. Neyse ki benim ölü umutlarıma inat Silas olumlu bir yanıt vermişti. “Ama.” diyerek konuşmasına devam ettiğinde kıvrılmaya yüz tutan dudaklarım anında soldu. Bu işin bu kadar kolay olmayacağını zaten biliyordum. En azından kabul etmişti. Muhtemelen diğer ikisiyle işim daha zor olacaktı. “Karşılığında istediğim bir şey var. Takdir edersiniz ki babamı öldürmüş birinin idamına engel olacağım. Bunun bir karşılığı olmalı.” “Tabi anlıyorum. Ne istiyorsunuz?” Dudakları keyifli bir gülümsemeyle kıvrılan Toprak Tanrısının ifadesi içimi ürpertmeye yetmişti. Ne istediğini henüz duymamış olsam da kolay bir şey istemediği barizdi. Tek umudum elimden gelen bir şeyler istemesiydi. Dudaklarını aralayıp isteğini dile getirdiğinde kulaklarıma inanamadım. Şaşkınlıkta irileşen gözlerimle suratına bakarken duyduğum ismi idrak edemiyordum.

“Valeria Zelt’i istiyorum.”

Bölüm : 03.05.2025 22:12 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...