Keyifli okumalar bebeklerim. Oy verip bol yorum yapmayı ve beni takip etmeyi unutmayın. Seviliyorsunuzz😘😘
Silva
Zahel’in kapıyı çekip gidişinin üzerinden uzun zaman geçmişti. Kurumak bilmeyen gözlerimden ardı ardına yaşlar süzülürken dizlerimin üzerine çökmüş vaziyette öylece duruyordum. Yanağımdan kayan tuzlu damlalar mermer zeminle her buluştuğunda ortaya çıkan tiz ses kulaklarıma çalınıyordu. Kesik kesik aldığım soluklarım göğsümün hızla yükselip alçalmasına neden olurken kulağımı bir gıcırtı sesi doldursa da başımı çevirip bakacak halde değildim. Suratıma yapışıp kalan beyaz tutamlarım göz yaşlarımla ıslanıyordu. Aynı pozisyonda durmaktan dizlerim sızlamaya başlamıştı. Yine de hiçbir şey Zahel’in söyledikleri kadar yakmıyordu canımı. Git demişti, gözlerimin içine baka baka gitmemi istemişti. Öl dese ve beni kendi elleriyle öldürse bu kadar yanmazdı canım.
Birinin adım sesleri odada yankılanırken ellerim titriyordu, üşüyordum. Gelen kişi tam karşıma geçtiğinde görüş açıma ayakları girdi. Başımı kaldırıp bakmak istesem de yapamadım. Gelen kişi de benim gibi dizlerinin üzerine çöktüğünde ruhsuz gözlerle yüzüne baktım. Nihayet yüzünü gördüğümde bir an afalladım. Burada olmasını beklediğim son kişi bile değildi Ragaz. Bana baktı, ağlamaktan şişmiş gözlerime, titreyen ellerime, yüzüme yapışıp kalan beyaz tutamlarıma. Bir an ne yapacağımı bilemedim. Karşısında ağlamak o böyle güçlü dururken zayıf hissettirdi. Titreyen ellerimle gözyaşlarımı silerken ağlamamak için kendimi sıktığım anda harelerinde gördüğüm anlayışlı ifade beni gafil avladı. İlk defa bir kayaya değil de bir insana bakıyormuşum gibi hissetim. “Benim yanımdayken ağlayabilirsin, gülebilirsin. Seni yargılamadığım gibi korurum da.” Bu sözlerden sonra daha fazla dayanamayarak başımı göğsüne yaslayıp hıçkıra hıçkıra ağladım.
Ragaz bu hareketimi beklemiyor olacak ki göğsü bir anlığına kasıldı. Yine de beni itmedi, aksine eliyle başımı okşadı. Birine sarılmaya ne kadar ihtiyacım oluğunu o an fark ettim. Ragaz gelmese belki de günlerce bu halde bu odada kalabilirdim. Dakikalar birbirini kovaladı, ben ağladım Ragaz başımı okşadı ve ben sakinleşene dek bekledi. Nihayet geri çekildiğimde elimin tersiyle yanaklarımı kurulayıp ona baktım. Gömleğinin göğüs kısmı göz yaşlarımdan sırılsıklam olsa da bir şey demedi. “Z… zahel…” yutkundum, dolan gözlerimi hızlıca silerken dişlerimi birbirine bastırdım. “Ölüm Tanrısı benden ne istedi biliyor musun?” Sesimin ağlamaklı çıkmasına ne yaparsam yapayım engel olamıyordum işte.
“Biliyorum.” Şaşkınlıkta ona baktım. Demek Zahel Ragaz’a söylemişti. Gerçi beni onunla göndereceğini düşünecek olursak bilmemesi tuhaf olurdu. “Ve sana kalman için yardım edebilirim.” İrileşen gözlerimle ona bakarken donup kalmıştım. İşte bu Ragaz’ı gelişinden de beklenmedikti. Şaşkınlığımı atmam epeyce vaktimi aldı. Sonunda biraz olsun kendimi toparlayabildiğimde merak ve umut dolu gözlerle ona baktım. Gitmek gibi bir niyetim yoktu. Bu diyar benim evimdi ve ben bu diyarın tanrıçasıydım. Zahel istedi diye evimden gidecek değildim. “Nasıl?” Ragaz cevap vermedi. Onun yerine ayağa kalktı ve elini uzattı. Her hareketiyle beni şaşırtmaya devam eden baş muhafızın avucuna yerleştirdim elimi. Nasırlı eli elimi kavradığında ayağa kalkmama ve masaya oturmama yardım etti.
Oturmadan önce cebinden çıkarıp uzattığı mendili tereddütle aldım. Zira hala rüya görüp görmediğimden emin değildim. Yanımdaki kişinin herkes olmasını bekleyebilirdim lakin Ragaz olması fazlasıyla şaşırtıcıydı. Masanın diğer ucundaki sandalyeye yerleştiğinde sandalye Ragaz’ın koca cüssesi altında adeta kayboldu. “Daha iyi misin?” Onayla başımı sallarken saçlarımı düzeltip verdiği mendille gözlerimi sildim. “Nasıl yardım edeceksin?” diyerek sorumu bir kez daha tekrarladım. Ragaz onda görmeye aşina olduğum kararlı bir ifade takınırken kaşları her zamanki gibi çatıktı. “Zahel’in seni bu kadar erken göndermeye çalışmasının bir sebebi var.” Pek düşünecek halde değildim. Yine de düşünmeye ve sebebinin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Elbette ki anlayamadım.
“Işık Konseyinin senin varlığından haberdar olmasını istemiyor.” Boş gözlerle ona baktım. Işık Konseyiyle benim ne alakam olduğunu anlayamıyordum. Ragaz anlayışla ve tane tane her şeyi açıklarken sabırla onu dinlemeye devam ettim. “Eğer konsey senin varlığından haberdar olur ve Zahel’in seni gönderdiğini öğrenirse hiç iyi şeyler olmaz.” “Ama…” dedim kaşlarım bükülürken. “Konsey zaten bilmiyor mu? Şey… tutulma oldu ya hani.” Yanaklarım tüm olanlara rağmen bana ihanet etmek istercesine kızarırken Ragaz herhangi bir tepki göstermeden cevap verdi. “Konsey bir tanrıçanın ortaya çıktığını biliyor ama ateş tanrıçası mı ölüm tanrıçası mı olduğunu henüz bilmiyor.” “Bu neyi değiştirir ki?” “Çok şeyi değiştirir Silva. Şimdi beni iyi dinle çünkü aynı şeyleri tekrar etmekten hiç hoşlanmam.” derken bundan gerçekten hoşlanmadığını belirtmek istercesine yüzünü buruşturdu.
Uzun bir solukla ciğerlerimi doldururken kendimi tamamen karşımdaki baş muhafıza odakladım. Bana yardım etmek istiyordu, gitmemi engellemek istiyordu, bana umut veriyordu ve ben yine bir kumar oynuyordum. Ragaz’ın verdiği umuda yatırıyordum bahsimi. Şayet Ragaz burada kalmamı sağlayabilirse istediğimi elde etmiş olurdum, diğer türlü ise Zahel’in de benden istediği gibi bu diyarı ve herkesi terk edip giderdim. Bir risk alıyordum, hem de tüm cesaretimle ve bu cesaretim beni bile şaşırtıyordu. Daha önce kendimi bu kadar kararlı ve kendimden emin hissettiğimi hatırlamıyordum.
Gözlerim pür dikkat Ragaz’a odaklanırken zihnimin bir köşesinde bana neden yardım ettiğine dair sorular yatsa da onları şimdilik görmezden geldim. Zira bir nedeni vardıysa da benim için fark etmezdi. Yardımı karşılığında benden beklediği bir şeyler mi var? Öyle olsun, bana yardım ettiği sürece ona istediği her şeyi sunmaya hazırdım. Mesele artık sadece Zahel’e olan sevgim değildi, mesele benim dünyamdı, değer verdiğim insanlardı, halkımdı. Evet, henüz diyardaki insanları doğru dürüst tanımaya fırsatım olmamıştı lakin ben diyara kalpten bağlı olduğumu hissediyordum.
Fark etmemiştim ama ben bu dünyaya karşı kendimi nedensizce sorumlu hissetmiştim hep. Sonra Zahel’in eşi olduğum gerçeği ortaya çıkmış ve ben nedensiz sorumluluk hissiyatımı buna yormuştum, hala da buna yoruyordum. Yine de yerine oturmayan bir şeyler vardı. Sanki hissettiğim bu duygu sadece bundan ibaret değildi, sanki daha fazlası vardı ama ben anlayamıyordum, göremiyordum. Elbet bir gün anlayacaktım ancak o güne dek beklemeyecektim. Ölüm Diyarının tanrıçası olarak burada kalacaktım, asıl evimde ve değer verdiğim insanları bırakmayacaktım. Tabi buna Ölüm Tanrısı dahil değildi. Onu hala sevmeme rağmen o kadar kızgın ve kırgındım ki kalbime inat onu görmek istemiyordum.
“Konsey tanrı ve tanrıçaların eşleri ortaya çıktığında onlara ve bir teklif sunuyor Silva. Eğer kabul ederlerse onlara konsey işaretini veriyorlar ve eşleri ile aynı konumda görüyorlar. Kabul etmezlerse de tanrı ya da tanrıçaların soyunu devam ettirmek için seçilmiş kişiler olarak muamele ediyorlar.” Bu bilginin benim durumla ne ilgisi olduğunu çözemezken diğer yandan da konseye olan negatif hislerim giderek artıyordu. Su Tanrısının anlattıklarından sonra bu duyduklarım konseyin o kadar da iyi niyetli olmadığını düşündürüyordu bana. Zira bu işaret meselesi saçmalıktan başka bir şey değildi. Düzeni sağlamakla görevli olduklarını ve kutsal sayıldıklarını bilsem de onlara karşı hiç var olmamış olan saygım giderek azalıyordu.
“Konsey yarın gelip seni gördüğünde bu teklifi sana da yapacaklardır. Kabul ettiğin takdirde Konsey sana saygıyla yaklaşacak. Hatta Zahel’e bile göstermedikleri saygıyı sana gösterecekler.” Kafam karışmaya devam ederken bu durum yüzüme de yansıyor kaşlarım merakla bükülüyordu. “Anlamıyorum. Neden bana daha fazla saygı göstersinler ki?” Baş muhafız geriye yaslanırken omuzları düştü. Masanı üzerinde duran parmakları ritmik hareketlerle masayı döverken çıkardığı ses odada yankılanıyordu. Sıkıntılı bir soluk verirken pek de hoş şeyler düşünmediği aşikardı. “Konsey senin de tahmin edebileceğin gibi Zahel’den pek hazzetmiyor. Zahel diğer tanrılar gibi değil. Diğerleri kurallara ve konseye bağlıyken Zahel gerekli gördüğünde her kuralı çiğnemekten ve Konseye karşı gelmekten çekinmiyor. Onun bu kural tanımazlığı nedendir bilinmez Konseye rahatsızlık veriyor. Sözde Zahel’in bu fevri ve vurdumduymaz tavırları diyarın düzeni için tehlike arz ediyormuş.”
Konuşurken dişlerini sıkan ve tiksintiyle yüzünü buruşturan Ragaz’ın gözleri arkamdaki duvara sabitlenmiş olsa da duvarı gördüğünü sanmıyordum. Zihninde cereyan eden sahneler vardı gözlerinin önünde ve her ne görüyorsa bu onu sinirlendirmiş olacak ki masada ritim tutan eli yumruk halini almıştı.
“Senin işareti kabul etmen demek Zahel’in aksine Konseye bağlılık göstermen demek. Konsey senin aracılığınla Zahel’in iplerini elinde tutmayı başarabilir.” dediğinde içimde hayal kırıklığı ve öfke peyda oldu. Ne yani Zahel sırf konsey onu kontrol etmek için beni kullanamasın diye mi gitmemi istiyordu? Üstelik Konseyin teklifini kabul edip etmeyeceğim bile meçhulken. Kabul etmezdim ki, Zahel gelip Ragaz yerine bana tüm bunları açıklayan kişi olsaydı kabul etmezdim. Konseyin bana nasıl bir gözle baktığı da zerre umurumda olmazdı. Zahel bunu biliyordu değil mi, kabul etmeyeceğimi bilecek kadar beni tanıyordu. Yoksa tanımıyor muydu? Anlaşılan o ki tanımıyordu ve bu yüzden beni göndermeyi seçmişti.
“Mesele bu değil.” Ragaz’ın sesi düşüncelerimden sıyrılmamı sağlarken bir süredir dikkatle beni izlediğini fark ettim. “Zahel’in seni göndermek istemesinin nedeni bu entrika saçmalıkları değil. Şayet sen kabul eder ve Konseyin işaretini alırsan işaret aracılığıyla Konsey seni istediği an bulur. Sadece bu diyarda değil Silva, evrenin neresinde olursa olsun seni bulurlar. Zahel seni hangi sebepten göndermek istiyor bilemem ama kimsenin sana ulaşmasını istemediği kesin.” Ragaz’ın açıklamayasıyla az önceki düşüncelerimde yanıldığımı öğrenmek içimi rahatlasa da hala neden gitmek zorunda olduğumu anlayamıyordum. “Yani Zahel’in neden beni göndermek istediğini bilmiyoruz ama dönmemem için elinden gelen her şeyi yaptığı ortada.” Zehir misali dudaklarımdan dökülen sözcükler boğazıma bir yumru misali oturdu. Gözlerim bir kez daha ve inatla dolarken dişlerimi ve yumruklarımı sıktım. Ölüm Tanrısı gitmemi ve hiçbir şekilde dönmememi istiyordu.
“Öyle ama gidişin tabi ki sorunsuz olmayacak.” Bir kez daha ve merakla bakışlarımı Ragaz’a kaydırdım. Düşen omuzlarını alışık olduğum şekilde dikleştirirken birbirine geçirdiği parmaklarını masaya yerleştirdi. “Konsey Zahel’in seni gönderdiğini öğrenirse bunu cezasız bırakmaz. Onun mührünü kazımak isteyeceklerdir.”
Şok içinde Ragaz’a bakakaldım. Dudaklarım şaşkınlıkla aralanırken korka korka sordum. “Mü… mühür yok edilebiliyor mu?” Zahel’e çok kızgın olsam da onu sevdiğimi inkâr edemezdim ve mührün yok olmasına dayanamazdım. Zahel’in gitmemi söylemesine inat birbirimiz için yaratıldığımızı simgeleyen mührün de yok olmasına dayanamazdım. “Hayır, mühür bağı yok edilemez ama bedenlerinizde taşıdığınız sembolleri kazınabilir. Zahel’in mührünün kazınmasını isteyeceğini hiç sanmam. Bu yüzden seni konsey gelmeden göndermek istiyor. Böylelikle konsey hangi tanrıçanın ortaya çıktığını ve gönderildiğini bilmeyecek.” “Zahel inkâr etse bile diğer tanrılar gerçeği söyleyecektir. Sonuçta onlar beni tanıyorlar.”
Ragaz takındığı ifadesini korumaya devam ederken “haklısın ama sana dair ellerinde bir kanıt olmadığından hepsi boş sözden ibaret olacak.” dedi. “Kanıtları olmayabilir ama konsey dörde karşı bir tanrının sözüne mi inanacak.” “Dört değil.” dedi Ragaz ve arkasına yaslanıp devam etti. “Nolan’ın Zahel’in tarafını tutacağına emin olabilirsin.” “Yine de durum ikiye karşı üç.” dediğimde umudum sönmeye başlamıştı. Zaten gülmeyen yüzüm daha da kederli bir ifadeye büründü. “Silas da Zahel’in tarafını tutar. Gönüllü olarak değil tabi, Zahel’den korktuğu için. Ayrıca her şey bir yana konsey de Zahel’den çekiniyor. Sağlam bir dayanakları olmadan mührünü kazırlarsa Ölüm Tanrısının onlara misliyle karşılı vereceğini biliyorlar. Kısaca sadece birilerinin sözüne dayanarak böyle bir şey yapmaya kalkışmaları zor. Ancak kendi gözleriyle görürlerse bunu yapabilirler.”
Ragaz’ın anlattıklarını idrak edip kendimi toparlamam epey vaktim aldı. Bu sırada sessizce beni izleyen baş muhafız sabırla bekledi. Anlaşılan baş muhafızımız sabretme konusunda oldukça iyiydi. “Yani…” dedim he şeyi bir kez daha kafamdan geçirirken. “Zahel hem konseyin vereceği işareti almama engel olmaya çalışıyor hem de mührünün kazınmasına engel olmak istiyor. Konsey tanrıçalardan birinin ortaya çıktığını biliyor ama hangisi olduğunu henüz bilmiyor. Tanrıça ortada olmayınca konsey okları Zahel ve Roan’a yöneltecek ama net bir şey bilmediklerinden bir şey yapamayacaklar.” “Doğru. Şimdi asıl meseleye gelelim.” dediğinde hala öğrendiklerimi idrak etmekle meşgul olsam da can kulağıyla Ragaz’ı dinlemeye koyuldum. “Plan basit. Sen ve ben yarın sabah Valeria’nın açtığı portaldan geçip gideceğiz.” Kaşlarım şüpheyle çatıldı. İlk saniye için Ragaz’ın ciddi ciddi gitmemizi söylediğini sansam da buz dağının görünmeyen yüzü olduğunun da farkında olarak sessizce dinlemeye devam ettim.
“Portal sarayın altındaki zindanlara açılacak. Zahel gittiğimizi sanırken biz orada olacağız.” “Ya Zahel bir işler çevirdiğimizi anlarsa?” dedim şüpheyle. Sonuçta kandırmaya çalıştığımız kişi sıradan biri değildi. “Sanamam. Yarın toplantı yüzünden yoğun olacaktır. Tabi yine de riske girmememiz gerek. Bunun için her şeyin onun istediği şekilde ilerlemesini sağlayacağız. Burada da sen devreye giriyorsun. Yarın sabaha dek gerçekten de gidecekmişsin gibi davranman gerekiyor. Ben gelmemiş olsaydım sabaha kadar nasıl davranırdın bunu düşün ve ona göre davran.” Oluşan birkaç saniyelik sessizlikte şayet Ragaz gelmese ve bu konuşmayı yapmasaydık neler yapardım diye düşündüm.
“Muhtemelen uzunca bir süre ağlamaya devam ederdim. Sonra öfkem ve inadım kederime baskın gelir gitmemek için yollar aramaya koyulur Zahel’le kavga ederdim.” Ragaz bunları duymayı beklemiyor olacak ki ondan beklemediğim şekilde afallamış bir ifadeyle bana baktı. “Sabaha dek ağlayıp mızmızlanırsın sanmıştım.” “Gözünde öyle biri miyim?” çenemi dikleştirdim. Sözleri guruma dokunmuştu ve şimdi kendimi savunmam gerektiği hissiyle dolup taşıyordum. Zayıf değildim, belki bunu şimdiye dek gösterememiştim ama zayıf değildim işte. Sadece alışıktım. Susmaya, geride durmaya, her işe karışmamaya. Gerçek şu ki ben buna alıştırılmıştım farkında olmadan.
“Lafı dolandırmaktan hoşlanmadığımı anlamış olmasın. Soruna da gelecek olursak evet. Tamamen zayıf ve zavallı biri değilsin ama yeterince güçlü olduğunu da düşünmüyorum. Mantığıyla değil duygularıyla hareket eden birisin. Zahel’e olan sevgin de ortadayken bu olanlardan sonra kendine gelemezsin sanmıştım. Aslına bakarsan bu konuşmayı yapabilmek için saatlerce beklerim sanmıştım. Ağlayıp durursun ve ben de teselli etmeyi bilmediğimden sabrımı sonuna dek kullanırım diye düşünmüştüm.” Açık sözlülüğü karşısında nutkum tutulurken gururum iyice kırılmıştı. Belki azıcık, sadece azıcık saatlerce ağlayabileceğim konusunda haklı olabilirdi ama sandığı kadar zayıf ve beceriksiz değildim.
“Aslına bakarsan ben de senin göğsünde taş taşıyan biri olduğunu sanıyordum. Karşımda herkesi görmeyi bekliyordum ama seni asla. Özellikle de yardım edeceğim dediğinde nasıl şaşırdığımı bilemezsin. Taştan oyulmuş bir heykeli andıran birinden insani şeyleri duymak şaşırtıcı doğrusu.” Ragaz ifadesini bozmazken gözleri takdir dolu bir ifadeyle parladı ya da ben kafayı sıyırıyordum. Ettiğim sözlerden dolayı beni takdir etmesi hiç de mantıklı değildi. “Anlaşılan insanları nasıl vuracağını biliyormuşsun.” dediğinde ciddi ciddi kafayı sıyırdığımı düşünmeye başladım. O sözleri söylerken Ragaz’ı etkileyebileceğime hiç ihtimal vermemiştim. Şimdi ise bana onu vurduğumu söylüyordu. Cidden onu vurmuş muydum? Peki bu tam olarak ne anlama geliyordu? Canını mı yakmıştı sözlerim?
Söylediklerime tamamen katılmıyordum. Ragaz cidden taştan bir heykeli andırmasına karşın kalpsiz biri değildi, her ne kadar bunu belli etmese de. O halde sözlerim gerçekten de Ragaz’da bir etki yaratmıştı. Bunun iyi mi yoksa kötü mü etki ettiğini çözemezken kötü olmamasını umdum. Gururumu korumak adına bir an kendimi kaybederek söylediklerimle onu incitmek istemedim. “Bu iyi bir gözlemci olduğun anlamına gelir ve bu da iyi bir özellik. Tabi bunu sadece düşmanlarına karşı kullandığın sürece.” Kafayı sıyırmamıştım. Ragaz gerçekten de beni takdir ediyordu. “Söylediklerimin tamamı doğru değildi.” dedim pişmanlıkla. Bana kızmasını ya da karşılık vermesini beklerken onun tam aksine beni takdir etmesi içimi suçlulukla doldurmuştu.
“Böyle şeylerin önemi yok. Gereksiz şeyleri kafana takma ve özür dilemeyi de azalt. Sen diyarın tanrıçası ve Zahel’in eşisin. Bırak onlar özür dilesin.” Bu konuda onunla fikirlerim çatışmasına rağmen yorum yapmadım. Lakin Zahel’in eşi dediği noktaya takıldım. “Sadece tanrıçayım.” diyerek onu düzelttiğimde bıkkın bir tavırla gözlerini devirdi. “Aranız elbet düzelir.” dediğinde itiraz etmek istesem de konuşmasını sürdürüp konuşmama engel oldu. “Asıl konudan sapıyoruz. Şimdi yarına kadar aslında davranacağının aksi yönde davran. Kısaca benim beklediğim şekilde. Öbür türlü şüphe uyandırabiliriz. Valeria portalı açtığında zindanlara gideceğiz. Nowa bizden önce orayı muhafızlardan arındırmış olacak.” “Ya Zahel portalda bir numara olduğunu anlarsa? Hem neden zindanlara gidiyoruz?” Uzun, bıkkın bir soluk alan baş muhafız bu kadar çok soru sormamı beklemiyordu anlaşılan ama umursamadım. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlamak istiyordum ki en ufak bir aksilik çıkmasın.
“Portalların nereye açıldığını yalnızca büyücüler bilebilir. Zindanlara gitme sebebimiz ise sarayın diğer kısımlarında birileri tarafından görülme riskimizin olması. Saray dışına da zamandan dolayı çıkamayız. Konseyin tam olarak ne zaman geleceği ve ne zaman gideceği belirsizken saray dışında olma riskini göze alamayız.” Anlattıkları gayet makul olsa da hala zindanlara gitme konusunda isteksizdim. Zira oraya dair anılarım hiç de hoş değildi. Zahel’i zehirlediğimi sanarak suçluluk duygusuyla kavrulurken o zindanlar bana geçmişimi hatırlatarak işkence etmişti. “Benim odama gitsek? Hem oraya kimse gelmez.” “Olmaz.” Ragaz’ın çıkışına ve yanıtına karşılık suratım düştü. “Biz portaldan geçtiğimiz an Zahel’in gideceği ilk yer odan olacak.” Yerimde kaskatı kesildim.
Soluğum boğazımda takılı kalırken yumruklarımı sıktım. “Sanmıyorum.” dediğimde Ragaz bana doğru eğildi. “Yine de bu, ihtimaller dahilindeyken bu riski alamayız. O yüzden zindana gideceğiz. Konsey gelene dek orada bekleyeceğiz ve onlar geldiğinde biz de yukarı çıkacağız. Neden geldiklerini bilmediğimden sana işaret için teklif yaparlar mı emin değilim ancak seni görmeleri bile yeter. O andan itibaren Zahel seni göndererek Konseyin mührünü kazıması riskini göze alamaz.” Riskli olsa da plan gayet iyi görünüyordu ve Ragaz sabırla sorularımı yanıtladığından kafamda her şey netti, tek bir şey dışında. Ragaz beklentiyle suratıma bakarken sorup sormama konusunda karasız kaldığım soru gerginlikle dudaklarımdan döküldü. “Neden yardım ediyorsun?”
Geriye doğru yaslandı ve birkaç saniye boyunca ciddiyetle suratımı inceledikten sonra nihayet dudaklarını araladı. “Aramızın…” duraksadı. Sanki sonrası için uygun bir kelime arıyor gibiydi. “İyi olduğunu sanıyordum.” Nedense bu sözler Ragaz’ın ağzına pek yakışmıyor gibiydi. Daha doğrusu ondan böyle şeyler duymaya alışık olmadığımdan bir an yadırgamıştım. “İyi. Yani bence iyi. Sence?” “Ben zaten aramızdaki sorunları çözdüğümüzü düşünüyordum. Madem aramız iyi neden bunu soruyorsun? Çıkarım olduğunu mu düşünüyorsun?” Sözleri kulağa suçlayıcı gibi gelmese de kendimi suçlu gibi hissediyordum. Sanki karanlık bir odada üzerime bir ışık doğrultulmuş vaziyette sorgulanıyordum.
“Hayır.” Ragaz karşısında kendimi bir kez daha suçlu hissediyordum. Belki onunla diğerleri kadar samimi değildim ama iyi biri olduğunu ve sevdiklerine değer verdiğini biliyordum. Değer verdiği insanlar arasında benim de olduğumu düşünüyordum. Yine de yüzeysel olan samimiyetimiz beni bunu sormaya itmişti işte. Ne yapayım? Taştan bir heykeli sorgulamadan edemiyordu insan. “Bak işte orda yanılıyorsun.” dediğinde donup kaldım. Ona neden yardım ettiğini sorarken bile gerçekten bir çıkarı olduğunu düşünmemiştim. O ise birkaç kelimeyle yanıldığımı göstermişti. “Zahel’in derdi ne bilmem ama seni gönderme kararının onu mahvedeceğini biliyorum. Onunla benim geçmişimiz çok eskiye dayanıyor. Benim için önemli olan birinin kendi kendi mahvetmesini öylece durup izleyecek değilim.” Bu da bir çıkardı. Lakin çıkar kelimesine yakışmayacak türden bir çıkardı. Fazla masum ve iyi niyetliydi.
“Tabi tek edenim Zahel değil. Diğerleri de senin gidişine alışamayacaktır.” Nedense sesinin tonundan diğerleri gibi onun da gitmemi istemediğini sezdim. Şayet öyleyse bile Ragaz bunu dillendirmeyecek kadar duygularını bastıran biriydi. “En başından beri…” duraksadığında ifadesinden uzun uzun bir şeyleri düşündüğü anlaşılıyordu. Umarım yardım etmekten vazgeçmeyi falan düşünmüyordur. “En başından beri gitmeni hep istedim çünkü sana hiç güvenmiyordum. Bir anda ortaya çıkan bir yabancıydın ve derdinin ne olduğu belli değildi. Uzun bir süre seni sürekli izledim. Her an birimize zarar vereceğinden emindim ama sen beni yanılttın. Şimdi sana güveniyor ve inanıyorum. Diyarımız için iyi bir tanrıça ve Zahel için de uygun bir eş olacaksın. Onun dengi bir eş olacağına da hiç inanmamıştım ama sen bu konuda da beni yanılttın.” Anlattıklarında samimi olduğunu hissetsem de kafamdaki soruları sormadan rahat edemeyecektim.
“Anlıyorum ama bana yardım etmek bir nevi Zahel’e ihanet etmek anlamına geliyor. Hem güvenini kazanacak hiçbir şey yapmadım.” Başını olumsuz anlamda salladı. Bakışları bir süre raflardaki kavanozlarda oyalandıktan sonra beni buldu. “Aslında çok şey yaptın. Anbar Köyü’nde Zahel’i zehirlenmekten kurtardın.” dediğinde Ragaz ve Zahel’in nasıl bir geçmişi olduğunu düşünmeden edemedim. Nowa, Ragaz ve Zahel. Üçü birbirine canlarını verecek kadar değer veriyordu. Lakin Ragaz’ın Zahel’i koruma çabası başka bir seviyedeydi. Herkesten ve her şeyden çok onu düşünüyor, ona değer veriyordu. Belki şimdi değil ama elbet bir gün Ragaz’ın geçmişini ve Zahel’le nasıl tanıştığını öğrenecektim.
“O olay tamamen şanstan ibaretti. Ayrıca çaylarımızı değiştiren de zaten Zahel’di. Hem ben zehirlenmiş olsam da sonuç olarak o da zarar gördü.” Yanıtıma karşılık Ragaz olumsuz anlamda başını salladı. Söylediklerimde haklıydım ancak o bana katılmıyordu. “Şayet sen olmasaydın da biz o köye gidecektik Silva ve sen olmadığı için o çayı Zahel içecekti. Zahel o zaman seni kurtarmayı kendi seçti ve sadece zayıf düştü ama sen olmasaydın ve o zehirli şeyi Zahel içseydi neler olurdu kestiremiyorum. Eğer buna şans diyeceksek evet şanslıydık, o gün orada olduğun için şanslıydık.” Baş muhafızın her zaman ki duygusuz ve umursamaz ses tonuyla anlattıkları bende şok edici bir etki yaratmıştı. O olayı hiç bu açıdan düşünmediğim gibi Ragaz’ın da böyle düşünebileceğine hiç ihtimal vermemiştim.
“O gün sadece Zahel’i de değil hepimizi kurtardın. İçeride kalman gerektiği halde dışarı çıktın. Tecrübesizliğine rağmen o yaratıklarla savaştın ve bize kurulan tuzağı ifşa ettin. Eğer cesaret edip dışarı çıkmasaydın o köy hepimize mezar olabilirdi.” “Kim olsa…” diyerek başladığım cümleyi Ragaz keskin ve kaba bir tavırla böldü. “Kim olsa aynı şeyi yapmazdı. Yerinde başkası olsa içeride beklemeyi geçtim o köye gelmek bile istemezdi.” Bu söylediğinden sonra sustum. Daha fazla bir şey söylemez sanıyordum ama Ragaz anlatmaya devam etti. “Yalan yok orada gösterdiğin cesarete rağmen zehirden kurtulduğun anda koşarak saraydan kaçarsın sanmıştım ama kaçmadın. Başkası olsa arkasına bile bakmazdı. Sonra Roan’ın sana yaptığı o teklif var tabi.”
Bunları dişlerinin arasından ve tükürürcesine söylerken yüzü de hoşnutsuz bir ifadeyle buruşmuştu. Nowa ve Ragaz Roan’a olan sevgilerini göstermekten hiç çekinmiyordu anlaşılan. Bu düşünce içimde kıkırdama isteği uyandırsa hem olayın ciddiyetinden hem de karşımda oturan kişi Ragaz olduğun kendimi tuttum. Zihnimin raflarına şöyle bir göz atarken Roan’ın toplantı için geldiği zaman bana Ateş Diyarına gitmeyi teklif ettiğini anımsadım. Ragaz’ın buna neden değindiğini ise çözemedim. “Roan kansızı o zaman seni gözüne kestirmişti. Tüm yaşadıklarından ve Zahel’i seviyorken onun bir başkasına mühürlü olduğunu öğrendikten sonra Roan’ın teklifini kabul edebilir ve Ateş Diyarında kalmayı seçip rahat bir hayat sürebilirdin. Yine de onunla gitmedin.”
“Bu… bunu nerden biliyorsun?” Her şeyden önce o zamanlar Zahel’i sevdiğimi Ragaz’ın nerden bildiğini merak etmiştim. “Nowa.” diyerek tek kelimeyle sorumu yanıtladığında geveze baş muhafız gözlerimi devirmeme neden oldu. Sandığımdan daha dedikoducuydu sanırım. “Roan’la gitmeyi düşünmemiş olsam da aslında o zamanlar gitmeyi planlıyordum. Nowa bunu söylemedi mi?” “Söyledi ama ikisi aynı şey değil. Sen bizim diyarımıza geldin ve biz seni koruyup kolladık, seni evimize aldık. Buna rağmen Roan’la gitseydin benim nezdimde bu ihanet olurdu.” Anladığımı belirtmek istercesine başımı sallarken acaba o zamanlar gerçekten Roan’la gitseydim Ragaz hakkımda tam olarak ne hissederdi diye düşündüm. Muhtemelen baş düşmanı olurdum.
“Bir de Aeros’un suikastçı meselesi yüzünden seni kaçırması var tabi. Onun elinden kolaylıkla kurtulabilirdin Silva. Suikastçının bizden biri olduğunu söyleyip hem paçayı kurtarır hem de Hava Diyarı için saygın biri olurdun. Aeros’un da Zahel’den hoşlanmadığını anlamışsındır. Suçu ona yıktığın takdirde Aeros’u aklının alamayacağı kadar memnun eder ve karşılığını da fazlasıyla alırdın.” Dehşet dolu gözlerle Ragaz’a baktım. Tüm bu söyledikleri akıl almazdı. Düşünmeyi geçtim aklımın kilometrelerce ötesinden bile geçmezdi bu düşünceler. Yine de şöyle bir düşünüce Ragaz haklıydı, şayet dediğini yapmış olsaydım sadece kurtulmakla kalmaz hayatımın geri kalanını refah içinde geçirebilirdim ama elbette böyle bir şeyi ne olursa olsun yapmazdım. “Bu korkunç!” dedim üzerimdeki şokun etkisinden kurtulmaya çalışarak. “Böyle bir şeyi düşünmedim bile.”
“Zaten bu yüzden sana güveniyorum. Bu dediklerimi gerçekten yapmayı geçtim sadece düşünmüş bile olsaydın emin ol bunu anlardım ve şu anda sana güvendiğimi söylüyor olmazdım. Kısaca kalmanı sağlayacağım ve bunu Zaehel’e rağmen yapacağım. Zahel’i her konuda desteklesem de diyarımızın tanrıçasını göndermeye çalışmak yanlış bir karar hem diyar için hem de bizim için.” Omuzlarımı dikleştirirken gülümsedim. Şu andan itibaren Ragaz’a karşı olan bütün ön yargım yıkılmıştı. Belki sert bir yapısı vardı ama o da en az diğerleri kadar iyi niyetli ve korumacıydı. Artık değer verdiği insanlar arasında benim de olduğuma emindim.
“O halde işe koyulsak iyi olur.” dediğimde ayağa kalktı. Ben de onunla birlikte kalktım. “Bir süre daha bekleyip odadan öyle çık. Mümkünse ağla ve kötü görünmeye çalış. Güneş doğduğunda odana gelip seni alacağım.” Onayladığımda heybetli cüssesi kapının yolunu tuttu. Çıkmak üzere kapının kolunu kavradığında durup bana doğru döndü. “Yarından sonra Zahel’le aranız nasıl olur bilmem. Zaten bu gönül meselesi saçmalıklarıyla da pek ilgilenmiyorum ama şunu unutma artık gerçek anlamda tanrıça olacaksın ve üzerine sorumluklar binecek. Bu süreçte çok insan tanıyacaksın. Duyguların ön planda olduğundan herkese çok çabuk güvenebilirsin. İnsanlara bu kadar kolay güvenme. Zihninde hiç şüphe kalmadığında zihninde neden hiç şüphe kalmadığını sorgula.”
Bu onun son sözleri oldu ve gidişiyle darmaduman olduğum bu odada yalnız kaldım. Zahel’le olan konuşmamızın anıları gözlerimin önünde oynarken bir kez daha gözlerim doldu. Ragaz rol gereği ağlamamı istemişti ama buna gerek kalmamıştı. Canım o kadar yanıyordu ki ağlamamak elimde değildi. Bir yandan da içimdeki öfke cayır cayır yanıyordu. Zahel’e olan sevgime rağmen bu yaptığı nahif sevgime hiç yakışmayacak şekilde içimde bir öfke ateşi yakmıştı. Bundan sonra yapma dediği her şeyi yapacak, damarına basmak için uğraşacaktım. Zahel Sideras yaralı kalbimde kendi için bir mezar kazmış ve oraya gömülmüştü. Bundan sonra derdim Ölüm Tanrısıylaydı.
Belki kaderim lanetliydi. Bu yüzden kimse tarafından sevilmiyor, kimseyi sevemiyordum. Sanki acı için doğmuştum, yıkım için, kıyamet için.
❄️❄️❄️
Yaklaşık bir saat daha Valeria’nın odasında bekledikten sonra dışarı çıktım. Odada olduğum her dakika göz yaşlarımı akıtmış kaynağı kurusun diye çabalamıştım ve başarısız olmuştum. Ağladıkça öfkeleniyor öfkelendikçe daha çok ağlıyordum. Bir saat boyunca bu kısır döngüye sıkışmış halde o odada bekledikten sonra daha fazla dayanamayacağımı düşünerek çıkmıştım. Ragaz’ın istediği gibi berbat göründüğüme emindim ve bunu anlamak için aynaya bakmama bile gerek yoktu.
Şimdi bahçede dolaşıyor berbat görünen halime rağmen dik durmaya çabalıyordum. Bir zamanlar üzerinde güllerin durduğu ama sonradan sökülen ve boş kalan toprağın olduğu yere geldiğimi fark ettiğimde düşüncelerimden sıyrılıp etrafıma odaklandım ve karşılaştığım görüntü şaşıp kalmama neden oldu. Sökülen güllerin olduğu toprakta şimdi papatyalar duruyordu ve belli belirsiz beyaz bir ışık saçıyordu etrafına. Taç yapraklarının etrafını çevreleyen beyaz ışık halkası o kadar zayıftı ki zar zor fark ediliyordu. Yüzüme yapışan saçlarımı düzeltirken beni bu berbat halimde kaç çalışanın gördüğünü düşünmemeye çalıştım.
Yavaşça eğilip bağdaş kurarak papatyaların karşısına oturdum. Usulca uzanıp dokunduğum papatyalardan yayılan hoş koku burnuma dolarken her şeye rağmen buruk bir tebessüm oluştu yüzümde. Kurak Topraklarda kopardığım her bir papatya için yerine yenisini dikeceğimi söylemiştim ama ne yazık ki bunu yapmaya hiç fırsatım olmamıştı. Yine de kader kopardığım papatyalardan daha fazlasının dikilmesini sağlamıştı. Papatyaların kokusunu uzun uzun içime çekerken ertelediğim papatya dikme işini en kısa sürede halletmeye karar verdim. Ben yapınca da bu kadar güzel görünürler miydi bilmiyordum lakin ben de bu minik papatya tarlasına benzeyen bir şey ortaya koymak istiyordum.
“Hanımım!” “Silva!” İşittiğim sesler sessizliğimi bölerken irkilerek başımı kaldırdım. Valeria ve Jieli telaşlı adımlarla yanıma gelirken ruhsuz gözlerle onları izledim. Karşıma geçtiklerinde hiç düşünmeden bağdaş kurup oturdular ve endişeli gözlerini üzerimde gezindirdiler. Yüz ifadelerinden berbat göründüğüme emin oldum. Muhtemelen gözlerim kıpkırmızı olmuş yanaklarımın rengi gitmiş dudaklarım çatlamıştı. “Hanımım çok üzgünüm. Ben… ben Efendi Zahel’e engel olamadım.” “Önemli değil. Kendini suçlama.” dedim ruhsuz bir sesle. “Tanrı Zahel’in neden böyle bir şey yaptığını hala anlamıyorum.” diyerek sitem eden Valeria düşünceli bir ifadeyle bana bakıyordu. Benzer bir ifade Jieli’nin de suratında yer etmişti.
Ragaz muhtemelen planımız için Valeria’yı bilgilendirdiğinden kızlar da az çok neler olduğunu biliyor yine de tüm bunların altında yatan nedeni bulamıyorlardı. “Nedeni umurumda değil, artık değil.” Kızlar şaşkın ve çaresiz bir halde suratıma bakarken “bir açıklama yapabilirdi. Neden gitmemi istediğini söyleyebilirdi ama susmayı seçti. Madem öyle ben de bu işin nedenini kendi düşüncelerime yoracağım ve bundan sonra yapacağı hiçbir açıklama umurumda olmayacak.” diyerek düşüncelerimi dile getirdim. Birbirlerine baktılar. Gözlerindeki ifade umutsuzdu ve benim için üzülüyorlardı. Tüm bunların olmasını benim gibi onlar da istemiyordu. “Her şeyi anladım ama kafama takılan bir nokta var.” Jieli’yle birlikte meraklı bakışlarımız Valeria’yı bulurken o kaşlarını çatmış bir şeyler düşünüyordu.
“Tanrı Zahel’in kesin bir nedeni vardır ama neden seni geldiğin dünyaya göndermek istiyor? Üstelik belirsiz bir zaman için. Mühür ne olacak? Tanrı Zahel bağınız ikinize en çok da kendine zarar vereceğini biliyor. Seni ya da kendini nasıl düşünmez?” Sorusu kendine göre mantıklı olsa da Zahel tüm bunların farkında olarak istemişti gitmemi. Beni de kendini de düşünmüyordu. “Dediğine göre mührün etkisine dayanabilirmiş.” dedim hoşnutsuz ses tonumla. “Zaten beni umursasaydı gitmemi istemezdi.” “Bilmiyorum hanımım. Sanki… farkına varamadığımız bir şeyler var gibi. Efendi Zahel birçok kez kendini riske atıp sizin hayatınızı kurtarmışken şimdi bu yaptığı fazla tuhaf.”
Valeria Jieli’ye katıldığını belirtmek istercesine başını salladığında “dediğim gibi artık hiçbir şey umurumda değil. Burada kalacağım çünkü burası benim diyarım ve diyara karşı sorumluluklarım var.” diyerek konuyu daha fazla uzatmak istemediğimi belirttim. Özellikle de şu an yaram henüz tazeyken konuyu daha fazla deşmek istemiyordum. Bir yanım umutsuzca Zahel’i aklamak için önüme tonla ihtimal sunmaya devam etse de canım o kadar yanıyordu ki Zahel’i affetmeyi düşünemiyordum bile. Şu andan itibaren ben Ölüm Tanrıçası Silva olacak Ölüm Tanrısı Zahel Sideras’ın eşi ise olmayacaktım.
Söylediklerimden sonra kızlar diyecek bir şey bulamamış olacak ki bir süre sessiz kaldılar. “Papatyalar.” diyerek sessizliği bozan Valeria gözlerimizin yanı başında oturduğumuz papatyaları bulmasını sağladı. Belli belirsiz bir tebessüm dudaklarımın kıvrılmasına sağlarken “evet, çok güzeller ve ışık yayıyorlar.” diyerek yakınımdaki bir papatyanın ışık saçan taç yaprağına dokunmak üzere elimi kaldırdığımda işittiğim sözler elimin havada donup kalmasına neden oldu. “Çünkü onları Tanrı Zahel dikti.” Usulca ona doğru döndüğümde papatyalara bakıyor ve gülümsüyordu. Beni ne kadar şaşırttığının farkında değildi henüz. “N… ne?” Bana doğru döndüğünde yüzünde şüpheci bir ifade vardı. Şaşkınlığım onu şaşırtmış gibiydi. “Bilmiyor muydun?” dediğinde olumsuz anlamda başımı sallarken bir gözüm papatyalara kayıp duruyordu. “Ateş Tanrısının toplantı için geldiği gün Tanrı Zahel buradaki tüm gülleri söktürdü. Sanırım nedenini tahmin edebilirsin.”
Hayır edemiyordum. Başımı olumsuz anlamda salladığımda Valeria ciddi misin der gibi bir ifadeyle suratıma bakarken gözlerini devirdi. “Kendini mi kandırıyorsun? Yoksa cidden bilmiyor musun?” Ne kastettiğini anlamadığım için başımı bir kez daha olumsuz manada salladım. “Çenesi düşük Nowa tavuğu anlatmıştı; o gün Roan sana buradan bir gül koparıp vermiş ve sen de o gülle onların yanına gitmişsin.” Valeria’nın sözleriyle hafızam tetiklenirken o güne dair anılarım gözlerimin önüne serildi. Evet, o gün Roan buradan bana bir gül vermişti ve ben o gülle akşam yemeği için masaya gelmiştim. Yine de bunun tam olarak papatyalarla alakasını anlayamadım.
Tüm bunları düşünürken Valeria’nın Nowa’dan bahsetmesiyle birlikte Jieli’nin suratında oluşan ifade de dikkatimden kaçmamıştı. İsmi geçtiği an yüzü düşmüş gözleri dolacak gibi olmuştu. Bakışlarını özenle kaçırırken gözlerine oturan kederli ifadeyi görmemek mümkün değildi. “Doğru ama ne alakası var hala anlamadım.” Kollarının göğsünde birleştirip kıstığı gözlerini üzerime dikerken tek kaşını havaya kaldırdı. “Kıskançlık.” dedi ve konuşmaya devam etti. “Büyü güçlerim üzerine bahse girerim ki Tanrı Zahel seni kıskandı ve bu yüzden buradaki gülleri söktürdü. Kısa süre sonra da bu papatyaları dikti zaten. Tahminim en sevdiğin çiçeğin papatya olduğu yönünde. Haklı mıyım?” İmalı bir gülümsemeyle bakan ve cevap vermemi bekleyen büyücüye başımı salladım. En sevdiğim çiçeğin papatya olduğu doğruydu. Peki Zahel papatya sevdiğimi bildiği için mi dikmişti bunları? Ve gerçekten beni kıskanmış mıydı?
“Bir dakika.” dedim merak ve şaşkınlık karışımı bir ifadeyle. “Dikti dedin. Kendi mi…” Valeria sözümü tamamlama dahi fırsat vermeden başıyla onayladı. “Kendi dikti. Neden ışık yaydıklarını sanıyordun ki? Biliyorsun çoğu çiçek gibi papatyalar da ölür. Ölüm kaçınılmazdır ancak Tanrı Zahel gücünü kullanıp bu papatyaların ömrünü uzattı. Alınan hayatlardan sorumlu olan biri için hayat bahşetmek epey zordur.” Duyduklarımı idrak etmek için uğraşırken gözlerim ışık yayan papatyaları buldu. Tüm olanlardan sonra bu duyduklarıma inanabilmek epey güçtü. Uzun uzun baktım papatyalara ve uzun bir sessizlik oluştu. Artık papatyalara dokunamıyordum. Elim bir türlü gitmiyordu ama onlara bakarken artık sadece güzel olduklarını da düşünemiyordum. Bana Zahe’i hatırlatıyorlardı ve bu canımı sıkıyordu. Bana git diyen adamı bu kadar çok düşünememeliydim değil mi? Ama olmuyordu işte. Hem git diyordu hem de baktığım her yerde onu görmeme neden oluyordu.
“Nowa’yı gördünüz mü? Ragaz onunla da konuşacaktı.” dediğim anda kızların arkasında beliren silüet “iyi insan lafının üstüne geliyor.” dememe neden oldu. İkisi de arkasını dönüp bize doğru yaklaşan baş muhafıza baktıklarında Jieli müthiş bir hızla ayağa kalktı. “Biraz işlerim vardı ben gideyim.” Cevap dahi vermemize fırsat vermeyen Jieli Nowa da dahil hiçbirimizin suratına bakmadan gözden kayboldu. Valeria ve ben şaşkınlıktan kaşlarımızı çatmış vaziyette birbirimize bakarken “bu da neydi şimdi?” diyen Valeria’ya omuz silkmekle yetindim. Bir tuhaflık olduğu barizdi lakin ne olduğunu bir türlü çözemiyordum. “Ben peşinden gideceğim.” Valeria ayağa kalktığında Nowa’ya hoşnutsuz bir tavırla gözlerini devirip Jieli’nin peşinden gitti. Muhtemelen o da benim gibi Nowa’nın bir haltlar yediğini düşünüyordu.
Yanı başıma gelen baş muhafız bağdaş kurarak tam karşıma oturduğunda kaşlarımı çatmış onu izliyordum. Alışık olduğumun aksine yüzündeki gülümsemesi yoktu. Donuk bir ifadeyle bana bakıyordu. “Ragaz’la konuştum…” “Tamam öyleyse bir de benimle konuşmana gerek yok. Zaten kızlarla yeterince konuştum. Şimdi ben değil sen anlat.” Zaten az çok bildiği şeyleri tekrar anlatmak ve beni teselli etmeye çalışmasını istemiyordum. Teselli ihtiyacım yoktu, mükemmel olmasa da kendimi fena hissetmiyordum. Nowa ve Jieli’nin bu halleriyse beni epey endişelendiriyordu. “Ne anlatmam gerekiyor?” diyen Nowa’nın anlamıyor ayaklarına yattığını biliyordum. Gayet de Jieli ve ondan bahsettiğimi anlamıştı ama anlatmaya çok da istekli olmasa gerek ki cevap vermiyordu. Onu zorlamayı istemesem de nedense bu meselenin sandığımdan daha büyük olduğunu ve birileri el atmadığı takdirde uzayıp gideceğini hissediyordum. Zaten bu diyardan gitme ihtimalim varken en azından gitmeden önce iyi bir şeyler yapmak istiyordum.
“Anlamıyor gibi yapma Nowa. Bugün ikinizde de bir tuhaflık var, hiç keyfiniz yok. Ortalıkta ceset gibi dolaşıyorsunuz. Anlat hadi ne yaptın?” Nowa’nın ifadesi daha da karadı. Gözlerini boşluğa dikerken dişlerini sıktı ama bunu öfkeden mi yoksa kendini sıktığından mı yaptığını çözemedim. “Hiçbir şey yapmadım.” Aldığım cevaptan sonra bir şey yapmadıysa onları bu hale getirenin ne olduğunu düşünmeye başladıysam da bir sonuca varamadı. “O zaman neden böylesiniz? Suskunluğunuz artık sabrınızı mı taşırdı? Nowa hislerini Jieli’ye açmak için sence de geç kalmıyor musun? Ya onu kaybedersen? Neydi adı? Ah Dalinar o…” “Silva…” Ani çıkışıyla hızla sıraladığım soruların arkası bir anda kesilirken şoke olmuş halde ona baktım. Dişlerini ve yumruklarını sıkarken sanki nefes alamıyormuş gibi havayı uzun uzun içine çekti.
“Şu fırlamadan bahsedip durma! Yoksa gidip geberteceğim!” Bir süre karşımdaki kişinin Ragaz olup olmadığını sorguladım. Nowa’dan böyle ani bir çıkış beklemediğim gibi bu kadar öfkelenebileceğini de bilmiyordum. Sanki Ragaz’la Nowa bugün karakterlerini değiştirmişti. “Her şeyin farkındayım. O fırlamanın Jieli’ye karşı hisleri olduğunu biliyorum ve onun gözlerini oymadan uykuya daldığım her gece kendime şaşıyorum.” Öfkeden köpüren baş muhafızın dudaklarından dökülen her sözcükte şaşkınlığım katlanarak aratıyordu. Fırlama dediği Dalinar’dan bahsetmek onu sandığım çok daha fazla kızdırıyordu. Öfkesinin sebebinin kıskançlık olduğunu anlamamak için kör olmak gerekirdi. Öte yandan Jieli’den bahsederken Jiel’im diyen Nowa’nın bu sefer sahiplenici olmayan sözleri dikkatimi çekmişti. “Ee o zaman neden Jieli’yle konuşmuyorsun?” “Çünkü…” deyip duraksadı. Sanki söyleyeceklerini söylemek istemiyor ya da söyleyemiyor gibiydi. “Çünkü o bana karşı aynı şeyleri hissetmiyor.”
Gözlerimi devirmeden edemedim. “Yine mi aynı şey? Ben duymaktan bıktım siz aynı şeyleri tekrarlamaktan bıkmadınız mı?” Nihayet Nowa gözlerini bana çevirdiğinde dudağının kenarı yukarı doğru kıvrıldı lakin bu onun alışık olduğumuz gülüşlerinden değildi. Sinirleri bozulan birinin gülümsemesini andırıyordu. “Eskiden hislerimi söylemeye cesaret edemediğim için bunu söylüyordum ama artık emin olduğum için söylüyorum.” Donup kaldım. Söylediklerinden çıkardığım anlam hiç hoşuma gitmediği gibi inanılır da gelmiyordu kulağa. “Nowa neler oldu düzgünce anlatır mısın?” Gözlerini sıkı sıkı yumup bir süre sessiz kaldı. Sonra bana baktı ve anlatmaya başladı. “Dün onunla birlikte dilek feneri yaktık ve onu öptüm.”
Şok olmuş bir halde kalakaldım. Böyle bir şeyi ciddi ciddi yapabileceğine hiç ihtimal vermemiştim. Yüzüm bir gülümsemeyle aydınlansa da farkındalık usul usul gülüşümü soldurdu. İkisi birbirini seviyordu ve Nowa nihayet hislerini ifade etmişti. Öyleyse bu halleri neydi böyle? “Sonra ne oldu biliyor musun?” Duraksadı ve güçlükle yutkundu. Hafiften kızaran gözleri ağlamamak için kendini sıktığını ele veriyordu. “Beni itti. Beni itti ve yanlış bir izlenim verdiysem özür dilerim dedi.” Ağzımı açıp tek kelime edemedim. Ben Nowa’nın bir şeyler yaptığını sanırken bu denli yanılabileceğime zerre ihtimal vermemiştim. Jieli gerçekten bunları söylemiş miydi? Onun da Nowa’yı sevdiğini bilmesem bu sözlerine belki inanabilirdim lakin o da Nowa’yı seviyordu ve bu söylediklerinin tek bir mantıklı yanı bile yoktu. “Sen de şaşırdın değil mi? Ben de şaşırdım. Bu yaşadığımı yaşamamak için hislerimin karşılıklı olmadığını söyleyip durmama rağmen içten içe aslında bunun doğru olmadığını düşünmüştüm. Jieli dün gece yanıldığımı açık açık söyledi. Aptalın tekiyim işte. Onun her hareketini kendi hislerime göre yordum. Bana da herkese davrandığı gibi davrandığını bir türlü kabullenemedim, kabullenmek istemedim.”
Ben Zahel’den Nowa ise Jieli’den bir darbe yemişti ve ikimiz de bunun nedenini bilmiyorduk. Jieli’nin böyle bir şey yapmış olmasını aklım bir türlü almıyordu. “Jieli de seni seviyor Nowa. Bunu yapmasının mutlaka bir nedeni vardır?” desem de ikna olmamış gözlerle bana baktı. “Zahel’inki gibi bir neden mi?” Cevap veremedim. Zahel’in yaptığı bana ne hissettirdiyse Jieli’nın yaptığı da Nowa’ya benzer şeyler hissettiriyordu. Gözleri dolan baş muhafız ıslak gözlerine inat onda eğreti duran gülümsemesini silmiyordu. “Dün geceye kadar her şey daha güzelmiş de ben fark edememişim. Onun da beni sevdiği umuduyla yaşıyordum, mutluydum ama şimdi beni sevmediğini biliyorum ve yaşıyormuşum gibi hissetmiyorum.” Bu sözler kalbimi sızlattı. Zira ben de tam olarak böyle hissediyordum.
“Peki, şimdi ne olacak?” dedim. Zira sarf ettiğim hiçbir sözün Nowa’nın daha iyi hissetmesini sağlayamayacağını kendimden biliyordum. Hiçbir teselli Jieli’nin onda açtığı yarayı sarmaya da acısını dindirmeye de yetmezdi. “Bilmiyorum.” derken yutkundu. “Ben hala benim, her şey eskisi gibi ama artık hiçbir şey güzel değil.” Karşımdaki adama ne diyeceğimi bilmiyordum. Onu bu halde görebileceğimi de hiç sanmıyordum ama işte muhakkak gülecek ve herkesi güldürecek bir şeyler bulan baş muhafız karşımda kalbi kırılmış ve ağlamamak için kendini sıkar halde duruyordu. Hüznüne rağmen çehresinde yine bir gülümseyiş olsa da bunun Nowa’nın gülümsemesi olmadığı açıktı. Gerçek değildi, mutluluktan kaynaklı değildi.
Eli kıyafetinin cebine gittiğinde merakla onu izledim. Avucunda tuttuğu küçük kesenin ağzını açtığında içinde kuruyemiş olduğunu gördüm. “Jieli çok sever.” dedi gözlerini keseden ayırmayarak. “Olur da canı çeker diye sürekli yanımda taşıyorum.” Duyduklarım içimi sızlattı. Nowa’nın bu masumane sevgisi öyle güzeldi ki… “Dünden beri bu keseden kurtulmaya çalışıyorum. Atmak istiyorum ama yapamıyorum işte. Sanki… sanki benim bir parçam olmuş gibi, vazgeçmek çok zor. Kolumu kesmem gerekse bu kadar zorlanmazdım.” Boğazım düğümlendi. Söyleyecek uygun bir şeyler arasam da bulamadım.
“Acaba… acaba…” Her ne söyleyecekse bir türlü dili dönmüyor zaten sıktığı yumruklarını daha da sıkıyordu. “Beni değil de… Dalinar’ı seviyor…” “Hayır.” diyerek araya girip sözünü kestim. “Bunu ondan duyman daha doğru olurdu ama Jieli bir başkasını değil seni seviyor, sadece seni. Yaptığının elbet bir açıklaması vardı Nowa. Sadece birbirinize biraz zaman ver olur mu ve bir gün ikiniz güzel bir çift olduğunuzda bu söylediklerimi hatırla.” “Aynı şeyleri ben de sana söylesem inanır mıydın?” dediğinde Nowa’nın bu inatçılığı ve kendi durumlarını bizimkiyle kıyaslaması sinirimi bozdu. “İkisi aynı şey değil. Kıyaslama yapıp durma ve bana inanmayı dene.” Çıkışımla birlikte Nowa teslim olurcasına ellerini kaldırdı. “Peki, kıyas yapmak yok ama inanmak… işte bu pek mümkün değil.” “Günü geldiğinde sana bu konuşmamızı hatırlatacağım.”
Öyle olsun der gibi bir ifadeyle bakan Nowa hızla kendini toparlayıp aşina olduğum haline büründüğünde ruh halinin bu hızlı değişimine inanamadım. “Teşekkür ederim.” “Ne için?” derken gerçekten neye teşekkür ettiğini anlamamıştım. “Konuşmaya ihtiyacım vardı ve senden başka kimse beni dinlemezdi. Zahel desen onda bir haller var, Ragaz böyle şeylerden hiç hazzetmiyor zaten. Yani beni dinlediğin için teşekkür ederim tanrıçam.” İçindeki yıkıma rağmen beni gülümsetmeyi başaran baş muhafız da benimle birlikte gülümsese de acısını içinde yaşadığını biliyordum. “Heyecanlı mısın?” dediğinde şüpheci gözlerimle onu süzdüm. “Ne için?” “Tabi ki baş muhafızın oyunu için. Zahel bir şey anlayacak diye ödüm kopuyor. Konsey gittikten sonra kesin bizi ara öğün olarak şeytanlarına verecek.” “Öyle bir şey yapmasına müsaade etmeyeceğim.” derken yine öfkelendiğimi hissediyordum.
“Sakin ol, sadece dalga geçiyorum. Tabi ceza alırız ama ne yapar kestiremiyorum. Bak bana mutfağa girme cezası falan verirse cezayı benim yerime sen çekersin şimdiden söyleyeyim.” Gülerek onu başımla onayladığımda “ha şöyle ya. Dünden beri melankoliğim zaten. Daha fazla somurtkan yüz kaldıramam. Ragaz’ın somurtması hepimize yeter de artar.” diyerek bir kez daha gülmemizi sağladı ve ayağa kalkıp elini uzattı. “Gidelim artık. Malum kandırmamız gereken bir tanrı var.”
Eveet ilk kitabın finalinden önceki son bölümümüzdü. Neler düşünüyorsunuz?
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
30.7k Okunma |
4.15k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |