36. Bölüm

❄️Ay Işığı Tapınağı

Ceylan Keskin
anksiyeteliyazar

Ben geldimmm yeni bir bölümle. Oy verip yorum yapmayı ve beni takip etmeyi unutmayın bebeklerim.

Silva

Bazen bir anda karanlığın ortasına düşersiniz. Çaresizlik bir halat olur dolanır boynuna. Ne nefes alabilir ne de nefes almak için çabalayabilirsin. Donup kalır parmağının ucunu dahi kıpırdatamazsın. Düştüğün o karanlık somutlaşıp üzerine üzerine gelirken boğulduğunu hissedersin. Tam olarak böyle hissediyordum. Etrafımdaki insanların yüzlerine çaresizce bakarken beynim ışık hızında çalışsa da ne yapacağımı bilmiyordum. Beklenmedik şekilde üzerime binen sorumluluklar omuzlarımı ağrıtıyordu. En çok da ortadaki onca sorunu nasıl çözeceğimi bilmemek kemiriyordu ruhumu. Evim olduğunu hissettiğim dünyayı, insanları koruyamamaktan korkuyordum. Ve hepsinden öte sevdiğim adam için korkuyordum. Onca belirsizliğin içinde çözümü olan tek bir şey bile yoktu.

Tam karşımda duran Su Tanrısı diğerlerine kısa bir bakış attıktan sonra bakışlarını üzerime sabitlemişti. Onun bu gelişi hepimiz için beklenmedik olduğundan şüpheci gözlerle birbirimize bakıyor nasıl bir tepki vereceğimizi çözmeye çalışıyorduk. Ragaz çoktan kılıcını çekmek üzere uygun bir pozisyona geçmiş bakışlarını ben ve Nolan arasında gezdiriyordu. Kılıcını çekmesi için Nolan’ın ters bir hareket yapmasını ya da benim emir vermemi bekliyordu. Ragaz’ın benden emir alacağı fikri oldukça yeni ve garipti. Soğuk ve mesafeli bir kişiliği olduğundan onunla aramızın beklediğim kadar samimi olmayacağını ve tanrıça dahi olsam benden emir almayacağını düşünmüştüm. Benim Ragaz’ı yanılttığım gibi o da beni yanıltıyordu.

Bize nazaran kızlar daha ılımlı bir tavır takınmıştı. Zira aşağıda olanlardan haberleri yoktu. Nolan bizi kastederek zavallılar demişti. Omuzlarımı dikleştirirken kaşlarımı çatmaktan kendimi alamadım. Onun hakkında yanılmış olmak istemiyordum. Lakin aşağıda söylediklerini de kendi kulaklarımla duymuştum. “Lütfen kapıyı çalmadan girdiğim için beni maruz görün,” Gerilim yüklü sessizliği bozan Nolan bir adım atarak bana yaklaşmak istediği esnada Ragaz önüme geçip ilerlemesine engel oldu. En azından kılıcını çekmemiş ortalık bir anda karışmamıştı. “Neden geldiniz?” dedim tüm ciddiyetimle. Sesim tahmin ettiğimden de soğuk çıkarken Nolan’ın ifadesi hayal kırıklığına uğramış gibi bir hal aldı. Oysa asıl hayal kırıklığına uğrayan bizdik. “Yardım etmek istiyorum,” dediğinde kızlara kısa bir bakış attım.

Neler olduğunu anlamadıkları ifadelerinden belliydi. Valeria ne oluyor der gibi bir ifadeyle bana bakarken “sorun yok Ragaz,” dediğimde Ragaz birkaç saniye tereddüt etse de eski yerine geri döndü. Yine de her ihtimale karşın kılıcını çekmek üzere aldığı pozisyonu bozmadı. Nolan atamadığı birkaç adımı da atarak aramızda uygun bir mesafe kaldığında durdu. Yüzünde alışık olduğum yumuşak ifadeyi gördüğümde aşağıda bize zavallı diyen adamla karşımda duranın aynı kişi olduğuna inanamadım. “Neden yardım etmek isteyesiniz ki?” Nolan ne kadar iyi biri olursa olsun sonuçta Zahel onun babasını öldürmüştü. Ayrıca aşağıda söylediklerini de düşününce yardım teklifi oldukça şüpheli görünüyordu. Soruma karşılık hafifçe tebessüm etti.

“Ondan önce lütfen aşağıda söylediklerim için kusuruma bakmayın,” dediğinde donuk bir ifadeyle ona bakmaya devam ettim. Dostunun, babasını öldüren kişi olduğunu öğrendikten sonra iyi bir ruh halinde olmasını elbette ki beklemiyordum. Lakin bu yüzden bize hakaret etmesi doğru olmadığı gibi basit bir özürle de affedilmezdi. Düşüncelerimi dile getirmek üzere dudaklarımı araladığımda Nolan konuşmasını sürdürüp susmama neden oldu. “Kızgın olabilirsiniz ancak o an Aeros’u sakinleştirmek adına bunu yaptığımı bilmelisiniz. Araya girmesem ya da onun tarafını tutuyormuşum gibi görünmesem olay bir anda büyüyebilirdi ve inanın bana bu işten siz zararlı çıkardınız.” Açıklaması kafamın bir anda karışmasına neden oldu. Bize hakaret ederek yardım etmişti, peki ya şimdi söyledikleri? Bizi zayıf mı görüyordu anlayamıyordum. Sözleri kulağa öyle gelse de yüzündeki ifade tam aksini söylüyordu. “Bunu sizi küçümsediğimden söylemiyorum ama gerçekçi olacak olursak o an Aeros’a karşı şansınız yok denecek kadar azdı.”

Gerçekçi olacak olursak Nolan gerçekten de haklıydı. Araya girmediği takdirde neler olurdu kim bilir. Yine de söylediği laf canımı sıksa da amacının bize yardımcı olmak olduğunu düşününce biraz da olsa rahatlayabiliyordum. “Anlıyorum. Yine de sorum hala geçerli bize neden yardım edesin ki?” Nolan konuşmak üzere ağzını açmıştı ki bakışları bir anda arakama kaydı. İfadesi şaşırmış bir hal alırken kaşları hayretle çatılmıştı. Gözleri aşağıdan yukarı doğru usul usul çıkarken neye baktığını görmek için merakla arkamı dönüm. Nolan’ın ifadesi diğerlerinin de dikkatini çekmiş olacak ki onlar da bakışlarını aynı yöne çevirmişlerdi. Nowa savaş haberini verebilmek adına dikkatimizi çekmek için masaya çıkmıştı ve hala masanın üzerinde dikiliyordu. Kollarını göğsünün altında kavuşturmuş, çattığı kaşları, şüpheci ve ciddiyet dolu ifadesiyle Nolan’ı süzüyordu.

Hepimiz başımızı kaldırmış istifini bozmayan baş muhafıza bakarken o bu durumun hiç farkında değildi. “Öhö, öhö.” Nolan yalancı bir öksürükle Nowa için herhangi bir yorumda bulunmadan bakışlarını yeninden bana çevirdi. “Suikastçıya karşı herhangi bir kin beslemediğimi sana zaten söylemiştim,” diyerek konuşmaya başlayan Nolan’ın yüzü bana dönük olsa da gözleri Zahel’in çalışma masasının üzerinden ona bakan Nowa’ya kayıp duruyordu. Onu dinlerken benim gözlerim de istemsizce oraya kayıyordu. O kargaşanın içinde Nowa’nın masanın üzerinde oluşu düşüneceğimiz son şey bile değildi ama şimdi Su Tanrısı yardım teklifiyle buraya gelmişken durumun ne kadar tuhaf göründüğünü ancak fark edebiliyorduk. Nolan muhtemelen hiçbirimizi utandırmamak adına hiçbir yorum yapmazken biz de o burada olduğu için bir şey diyemiyorduk ve Nowa’nın da aklı başına gelip de inecek gibi durmuyordu.

Valeria ve Ragaz aynı anda Nowa’ya doğru hamle yaptığında Valeria daha hızlı davranarak çok dikkat çekmemeye çalışarak yanımızdan geçip masaya yanaştı. Nowa’nın bacağını çimdiklediğinde gereksiz tepki gösterip çığlık atan baş muhafız Valeria’ya kötü bir bakış atarken “ne yapıyorsun ya kalpsiz büyücü?” diyerek çıkıştı. “İn aşağı,” derken yalandan gülümsüyor ve durumu fark ettirmemeye çabalıyordu. Ne yazık ki Nowa’nın tepkileri fark edilmeyecek gibi değildi. Nolan kısa bir an duraksayıp başını çevirdiği esnada nihayet durumu fark eden Nowa yüzündeki şaşkın ifade eşliğinde masadan inip hızlı adımlarla Ragaz’ın yanına gitti. “Dediğim gibi zaten suikastçıya karşı bir kin beslemiyordum. Aslında…” Duraksadığında okyanus mavisi gözlerini kaçırırken sertçe yutkundu. Her ne diyecekse bunun onu zorladığı belli oluyordu. İfadesi kederli bir hal alırken müsaade edip konuşmasını bekledim.

Diliyle kuruyan dudaklarını ıslatırken uzun bir soluk aldı. “Bunu söylediğim için korkunç biri olarak görünebilirim ama eski su tanrısının ölümü ben ve annem için bir kurtuluş oldu.” İşittiğim sözlerin ağırlığı göğsümü sızlattı. Yanlış bir izlenim vermemek adına ifademi korumaya çabalarken Nolan’ı bunları söylemeye itecek neler yaşadığını düşünmeden edemedim. Bir insan kendi babasının ölümüne sevinebilir miydi? Sevinmek belki fazlaydı. Lakin eski Su Tanrısının ölümü Nolan’ın kurtuluşu olmuş alamadığı solukları almaya başlamıştı. Kendi geçmişim yersizce zihnimin ücra köşelerinden gün yüzüne çıkarken bir kez daha alevler gözlerimin önüne yükseldi. Yıllarımın geçtiği dört duvarı beni dünyaya getiren insanlar içindeyken ateşe vermiştim. Onlara karşı içimde tek bir sevgi damlası olmasa da şayet o gün ölselerdi bunun vicdan azabıyla yaşayamazdım.

Nolan’ın nasıl hissettiğini tamamen olmasa da biraz anlayabiliyordum. Elbette eski Su Tanrısının ölümünü istemezdi ancak kader ölmesini sağlamıştı ve bu Nolan’ı rahatlatmıştı. Ondan kurtulduğu için rahatlamış hissediyor olmaktan suçluluk duyduğu yüzünden okunuyordu. Söylediği gibi korkunç biri olduğunu düşünmüyordum. Bana göre mutlu olduğu için suçluluk duyan biriydi. Mutluluğu önündeki tek engel babasıydı ve onun ölümüyle arzu ettiği mutluluğa ulaşabilmişti. Bunu hak ediyordu, hak ettiğini o da biliyordu ama mutluluğa ulaştığı yoldan hoşnut değildi. Hiçbir suçu olmamasına rağmen suçlu hissediyordu ve belki de daha fazlasını. “Yani diğerlerinin aksine Zahel’e yardım etmek istiyorum.” “Nasıl?” dediğimde yüzünde rahatlamış bir ifade oluştu.

Konuyu uzatmadığımız için rahatlamıştı. “Konsey senin onunla görüşmene müsaade etmez ve tapınağa gizlice girmeniz de mümkün değil ancak ben sana kefil olursam görüşmene izin verebilirler.” Konseyin bana neden izin vermeyeceği barizdi. Zahel’e karşı olan olumsuz tutumlarından eşi olarak elbette ben de nasibimi alıyordum. Öte yandan suikastçının eşi oluyordum ve uzaktan bakıldığında suç ortağı gibi görünme ihtimal azımsanamayacak kadar yüksekti. Tabi bir de konseyin nahoş tutumları da vardı. Tanrıça olmama rağmen onların sunduğu, gerçi bana henüz teklif etmemişlerdi, işarete sahip olmadığımdan bana hak ettiğimi muameleyi göstermeyeceklerdi. “İhtimalden bahsediyoruz,” dedim son sözüne dem vurarak. Onun eşliğinde de olsa görüşeceğimin kesinliği yoktu.

“Konseyle aramda herhangi bir sorun olmadı. Muhtemelen bu talebimden sonra onlar tarafından aynı şekilde muamele görmeyeceğim ancak izin vereceklerine neredeyse eminim.” Onayla başımı sallarken “peki,” diyerek teklifini kabul ettim ve bakışlarımı Ragaz’a kaydırdım. “Ben Valeria ve Nolan’la gideceğim. Siz de destek için yola çıkın.” “Nowa da sizinle gelsin,” dediğinde Ragaz’ın kimseye kolay kolay güvenmediğini bir kez daha anlamış oldum. Nolan’a saygıyla yaklaşmasına rağmen tedbiri elden bırakmak istemiyordu. “Gelebilir ancak içeri girmelerine izin vermezler. Valeria ve Nowa dışarıda beklemek zorunda kalır.” Nolan durumu izah ederken Nowa bir adım öne çıkıp “kesinlikle olmaz Silva. İçeri yalnız giremezsin,” dediğinde benim yerime Nolan cevap verdi. “Silva’yı korumak istemeni anlıyorum Nowa ama dediğim gibi konsey izin vermeyecektir. Ya sadece Silva gidecek ya da kimse gitmeyecek.” İkna olmuş gibi gözükmeyen Nowa bana onu desteklememi talep eden bir ifadeyle baksa da olumsuz anlamda başımı salladım. “Şimdilik başka seçeneğimiz yok.”

Pek istekli olmasa da durumu kabullenen Nowa “göster bakalım marifetlerini,” diyerek Valeria’ya baktı. Nowa’ya göz deviren Valeria yan taraftaki dolaba doğru yaklaştı. Ahşap kapıyı açıp içinden bir şeyler aldıktan sonra tekrar yanımıza döndü. Elinde resim yapmada kullanılan fırçalardan bir fırça ve küçük cam bir şişe tutuyordu. Anladığım kadarıyla şişenin içindeki mürekkepti. Mürekkebi anlayabiliyordum ancak Zahel’in odasına resim fırçası olması beklenmedikti. Neden burada olduğunu sorgulamadan edemedim. Başka birine mi aitti yoksa Zahel’in miydi? “Biraz açılın.” Herkes geri çekilirken Valeria fırçayı mürekkebe batırıp eğildi ve bir çember çizmeye başladı. Büyük çemberi tamamladıktan sonra içine ilkinden biraz daha küçük bir çember daha çizdi ve iki çemberin arasına ne olduğunu bilmediğim başka semboller ekledi.

Nihayet işini bitirdiğinde doğrulup mermer zemine çizdiklerinde bir hata olup olmadığını kontrol etti. Nasıl portal açtığına birkaç kez şahit olduğumdan artık her şeyi ezberlemiştim. Ellerini avuç içleri yere bakacak şekilde uzatan Valeria’nın dudaklarında anlamını bilmediğim. Lakin aşina olduğum büyü sözcükleri dökülmeye başladığında yerden bir ışık huzmesi yükselerek büyümeye başladı. Giderek büyüyen ve kendi içinde sarmal şekilde hareket eden portal son haline ulaştığında Valeria “hazır,” diyerek ellerini çekip bize döndü. Nolan geçmem için elini uzattığında hiç düşünmeden portala doğru yürüdüm. Son adımı atmadan önce Ragaz’a dönüp “dikkatli ol,” dedikten sonra portaldan geçtim. Bir adım daha atarak gözlerimi açtığımda kendimi ıssız bir ara sokakta buldum.

Sokağın iki yanında yüksek duvarlar ve taştan yapılma evler vardı. Birkaç metre boyunca uzanan sokağın sonundan kalabalığın gürültüsü geliyordu. Masmavi gökyüzü ve güneş tepemde göz kırparken arkamı döndüm. Sırayla Nolan, Nowa ve Valerian da portaldan çıktığında portalın kapanmasıyla bir çıkmaz sokakta olduğumuzu anladım. “Doğru yerde miyiz?” derken seslerin geldiği yöne doğru yürümeye başlamıştık. “Elbette. Karkarum’a hoş geldin Silva.” Çıkmaz sokaktan çıktığımızda merakla etrafımı incelemeye koyuldum. Etrafta kurulmuş çeşitli tezgahlar, satılanları inceleyen ve bir yerlere giden sayamayacağım kadar çok insan vardı. Birkaç çocuğun koşturduğunu gördüğümde hallerinden ebelemece oynadıklarına karar verirken önümden geçen bir atlı arabanın altında kalmaktan son anda kurtuldum. Arabanın sahibi kısaca özür dileyip yoluna devam ederken gülümsemeden edemedim.

İnsanlar gayet mutlu ve kendi hallerinde görünüyorlardı. Bir yerlere koşturuyor, bir şeyler satın alıyor, kendi hallerinde yaşıyorlardı. “Vay be buraya gelmeyeli uzun zaman olmuştu.” Nowa da benim gibi etrafı incelerken kalabalığın arasında ağır ağır ilerliyorduk. Yürüdükçe satıcı ve tezgâh sayısıyla beraber insan sayısı da artıyordu. “Ne kadar kalabalık,” “Wienor’un ortak ticaret merkezi olduğundan. Gördüğün insanların hepsi burada yaşamıyor. Çoğu başka yerlerden satış yapmak için gelen tüccarlar ve alıcılardan oluşuyor.” Açıklaması için Valeria’ya gülümserken Jieli’nin de bunu anlattığını anımsadım. Bir gün benimle buraya gelmek istediğini de söylemişti. Ben gelmiştim ama ne yazık ki Jieli yanımda değildi. Zaten geliş sebebim de turistik bir ziyaret olmaktan çok öteydi. Keşke Zahel burada tutulduğu için değil de Jieli ile birlikte gezmek için gelmiş olsaydım. Ne var ki dileklerimiz çoğu zaman gerçek olmuyor kader bizler için farklı planlar yapıyordu.

“Ah bakın şu Su Tanrısı değil mi?” “Evet, evet. Ona çok benziyor.” “Benzemiyor bu o.” Etrafımızdaki konuşmalar gürültüye rağmen kulağıma çalınırken bakışlarımızı Nolan’a kaydırdık. Yanında muhafızları olmadan öylece dışarı çıkmış olmasının ne kadar uygun olduğunu düşünürken etrafı saran insan kalabalığı bir anda sağ ve solda toplanıp başlarını öne eğdiler. “Su Tanrısına selam olsun.” Sesler giderek yükselirken insanlara çarpmamak adına dikkat ederek yürüdüğümüz yol bir anda boşaltılmıştı. Nolan bir adım öne çıktığında Nowa ve Valeria’ya döndüm. “Wienor halkına selam olsun.” Nolan da halkı selamladığında insanların yüzünde şaşkın bir ifade belirirken hepsi gülümseyerek Su Tanrısına bakıyordu. “Beklenmedik bir sebepten ötürü buradayım ancak bir sorunu olan varsa dinlemeye hazır olduğumu bilmenizi isterim. Bunun dışında kendi işlerinizle ilgilenmeye dönebilirsiniz.”

İnsanların teşekkürlerini sunduğu mırıltılar yükselirken sokak yeniden kalabalıklaşmaya biz de yürümeye başladık. “Aeros da azıcık Su Tanrısına benzeseydi ne olurdu sanki?” Nowa’nın haklı söylemine başımı sallayarak katıldım. Nolan ve Aeros’u karşılaştırınca ortaya dağlar kadar büyük bir fark çıkıyordu. “Bazen kaderin bile hata yapabildiğini düşünüyorum.” diyerek konuşmaya başlayan Nowa bir adım kadar önümüzde ilerleyen Nolan’ın sırtına bakıyordu. “Diğer türlü Aeros’un tanrı olması mümkün değil. Gerçi kardeşi olmadığından tanrı o olmuş da olabilir.” Nowa kendi kendine söylenmeye devam ederken tanrı olma meselesini kafamda oturtmaya çalıştım.

Hiçbir tanrının hükmü sonsuza dek sürmüyordu. Tanrı öldüğünde, zayıf düştüğünde ya da vakti geldiğinde içindeki güç kendi kanından olan çocuğuna geçiyordu. Bir tanrının çocuğu olmadığında ya da çocuğu olmadan öldüğünde ne olduğu ise meçhuldü. Birkaç tahmin dışından kimse böyle bir durumda ne olacağını bilmiyordu. Asırlardır düzen bu şekilde devam etmiş böyle beklenmedik bir durum hiç yaşanmamış. Yaşandığı takdirde ne olacağını ise sadece kader bilebilirdi. Elbette ki var oluşun doğal düzeninde böyle bir durum için çözüm vardır ama bu çözümün ne olduğunu öğrenmek niyetinde değildim. Zahel’i idam etmelerine ne pahasına olursa olsun engel olmanın bir yolunu bulacaktım.

“Ne kadar yolumuz kaldı?” Dakikalardır yürüyorduk ve artık kalabalığın giderek azaldığı sokaklara gelmiştik. İçim içimi kemiriyor gerginlikten tırnaklarımı avucuma saplayıp duruyordum. Zahel’e henüz bir şey yapmayacaklarını bilmeme rağmen kalbim korkuyla çarpıyor boncuk boncuk terler döküyordum. Attığım her adımda boğazımdaki görünmez baskı da artıyor nefes almak giderek güç bir hale geliyordu. “Çok değil,” diyerek beni yanıtlayan Nolan oldu. Gerginlikten kafayı yemek üzere olduğumu düşündüğümden en azından aklımdaki birkaç soruyu sorup aklımı tam olarak olmasa da başka şeylerle meşgul etmeye karar verdim. “Konseyin muhafızları nasıl oluştu?” dedim Nolan’ın yanında yürümeyi sürdürürken.

“Ordularımızın büyük kısmını gönüllüler oluşturur. Erkeklerin bir süreliğine zorunlu görev yapma yükümlülükleri var. Zorunlu görev sonrası büyük çoğunluk kalmaya karar veriyor. Bunun dışında orduya katılmak iyi bir maddi gelir ve statü sağladığından çoğu kişi muhafız olmak için elinden geleni yapıyor. Konseyin muhafızları da bu şekilde oluşuyor. Tek fark muhafızların belli bir bölgeden olmaması. Karkarum’un nüfusu o kadar çok değil. Tanrılar olarak birkaç yılda bir konseye belli sayıda muhafız gönderiyoruz. Diyarlarımızdan gönüllü olarak konseye katılanlar da oluyor.” Edindiğim bilgileri kafamda bir yerele oturmaya uğraşırken “diyarlarınızdaki insanlar size bağlı değil mi? Neden sizin ordunuza değil de Konseyin ordusuna katılıyorlar?” dedim. Nolan takdir dolu gözlerle bana bakarken sakince açıklamaya devam etti.

“Öncelikle Konseyin ordusuna katılanların sayısı o kadar da fazla değil. İnsanlar bütün tanrılara saygı göstermelerine rağmen genelde sadece birine bağlı olurlar. Konseyin ordusuna katılanlar tüm tanrılara saygı göstermelerine karşılık konseyin düzenin temel taşı olduğunu düşünürler. Sonuçta Wienor’da çoğunlukla barış hüküm sürse de tanrılar arasında gerçekleşen savaşlar görülmemiş şeyler değildir. Bu sebeplerle bağlılıklarını konseye sunuyorlar.” Anladığım belirtmek için başımı sallasam da Konseyin ordusuna katılanlarla aynı düşünceleri paylaştığımı söyleyemezdim. Wienor’un gözünde Konseyin nasıl bir yeri vardı bilmiyorum. Lakin benim gözümde Işık Konseyi o kadar yüce değildi. Zahel’e olanlar yüzünden değildi bu düşüncelerim. Nolan’ı anlattıkları, geldiklerinde şahit olduğum tavır ve konuşmaları kafamda canlanan Işık Konseyiyle kesinlikle uyuşmuyordu. Sanki düzeni sağlamak yerine var olan düzeni daha da bozuyorlarmış gibi hissediyordum.

Şehrin kalabalığından tamamen sıyrıldığımızda boş bir ara sokakta yürümeye devam ediyorduk. Tam daha ne kadar yolumuz kaldığını sormak üzere Nolan’a dönecektim ki kulağımı dolduran ıslık sesi ve gözümün önünden geçen şey olduğum yere çakılıp kalmama neden oldu. Nerdeyse burnumun dibinden ışık hızıyla geçen ok yüreğimi ağzıma getirirken sol tarafımdaki duvara saplandı. Hepimizi hazırlıksız yakalayan bu durum aynı anda başlarımızın okun geldiği yana dönmesine neden olurken Nowa çoktan kılıcını çekip savunma pozisyonuna geçmişti bile. Sağ tarafımızdaki taş duvarın ötesindeki evin çatısında zırhlı biri duruyor tuttuğu yayıyla birlikte kendinden emin adımlarla çatıda ustalıkla yürüyordu. Başındaki miğfer yüzünü tam olarak seçmeme izin vermese de giydiği zırhtan Konseyin muhafızlarından biri olduğunu anlamıştım.

Tapınağa kadar sorunsuz gideceğimizi sanıyordum ama görünen o ki Konsey çoktan geldiğimizden haberdar olmuş ve önümüze taş koymaya başlamıştı bile. “Kimsin sen?” diyerek gürleyen Nowa hepimizi arkasına alarak öne doğru birkaç adım atarken kılıcını düşmanca tutuyordu. Yürekleri ağza getirecek bir şekilde çatıdan aşağı zıplayan muhafız kusursuz bir şekilde taş duvara indiğinde gürültülü bir soluk verdi. “Beni tanımadın mı?” sesi başındaki miğferden ötürü kulağa metalik gibi gelirken Nowa’nın kaşları düşünceli bir tavırla çatılmıştı. Muhafız duvarın üzerinde kendinden emin adımlarla yürümeye devam ederken “bak işte şimdi kalbim kırıldı.” diyerek bir kez daha zıplayıp yere indi. Valeria ile birbirimize kim bu der gibi bakışlar atarken merakla olacakları seyrediyorduk. “Kim olduğunu söylemezsen kırılan tek şey kalbin olmayacak.” Nowa’nın sözlerine karşılık sesli şekilden gülen muhafız bize doğru yürürken başındaki miğferi çıkarıp koltuğunun altına aldı.

Karşımızdaki adam esmer tenli ve neredeyse Ragaz kadar yapılı biriydi. Üç numaraya vurduğu saçları gözleri gibi kahve tonlarındaydı. Yanağında çenesine kadar uzanan bir yara izi vardı ve pek de yeni gibi durmuyordu. “Theon,” diyen Nowa’nın yüzünde genişçe bir gülümseme belirirken bir saniye öncesine kadar düşmanca tuttuğu kılıcını hızlı bir hamleyle kınına sokarken Theon dediği muhafıza doğru ilerleyip onu kucakladı. Birbirlerinin sırtlarına dostane bir tavırla vurarak kucaklaşan ikiliyi Nolan ve ben kafamız karışmış vaziyette izlerken Valeria’nın yüzündeki meraklı ifade silinip gitmişti. Theon dedikleri adımın kim olduğunu bilmeyen sadece ben ve Nolan’dık anlaşılan. İkili kucaklaşmayı bıraktığında adının Theon olduğunu öğrendiğim muhafız bize doğru yaklaşıp Nolan’ın önünde durdu ve başını eğdi. “Su Tanrısına selam olsun.” diyerek doğrulduğunda Nowa da hemen yanına geçti.

“Bu Theon Konsey muhafızları yüzbaşı.” Nowa kısa ve yetersiz biçimde muhafızın kim olduğunu açıkladığında Nolan memnun olduğunu belirtirken bir adım öne çıkıp karşılarında durdum. “Bir dahaki sefere okunu attığın yere dikkat et.” dedim ve sesimin otoriter çıkmasını sağladım. Theon bana değerlendirici bir bakış atarken “Seni vurmak isteseydim vururdum. Yaralanmadığına göre demek ki seni vurmak istememişim.” Theon’un üstten bir bakışla söylediği sözler afallama neden olurken Nowa telaşlı bir ifadeyle aramıza girdi. “Oğlum çeneni kapalı tutsana.” diyen Nowa eliyle Theon’u geri çekmeye uğraşsa da inatçı muhafız yerinden kıpırdamıyordu. “Bırak Nowa.” Nowa dönüp şüpheci bir ifadeyle baksa da kararlı olduğumu görünce aradan çekildi.

“Bir dahaki sefere vurmayı amaçladığın ya da amaçlamadığın kişilerin kim olduğunu bil ki sonradan pişman olmayasın.” Theon keskin ifadesinden ödün vermeyerek bana bakmayı sürdürürken göz ucuyla Nowa’ya kısa bir bakış attı. Dudağını endişeyle kemiren Nowa’nın ifadesi karmaşık bir hal almıştı. Kaşları endişeyle bükülerken dudaklarını gülmemek için birbirine bastırıyordu. Gülmekle telaşlanmak arasında arafta kalmış gibi bir vaziyetteydi. “Kim bu…” diyen Theon cümlesini tamamlamadan önce bir kez daha değerlendirici bir bakış atıp “çıtkırıldım hanımefendi?” Nowa sırıtışını bastırmakta giderek zorlanıyormuş gibi görünürken cevap vermek üzere dudaklarını aralayıp dursa da bir süre konuşmayı beceremedi. Sonunda kuru bir öksürükle kendini toparlayıp ciddi görünmeye çalışarak konuştu.

“Hapı yutmuş olan kardeşim öncelikle gördüğün çıtkırıldım hanımefendinin silah kullanma becerilerinin senden daha iyi olduğunu bil. Kim olduğuna gelecek olursak karşında Ölüm Tanrısının eşi ve Ölüm Tanrıçası Silva Sideras duruyor.” Theon’un gözlerinin saniye saniye hayretle büyüdüğünü ve sertçe yutkunmasını keyifli bir gülümsemeyle seyrettim. Az önceki kendinden emin ifadesi usul usul solmuş yerini şoke olmuş bir ifade almıştı. “Nowa yalvarırım bunun berbat şakalarından biri olduğunu söyle.” diyen Theon gözlerini benden ayırmıyor ya da ayıramıyordu. Nowa kahkaha atmak üzereymiş gibi duruyordu. Valeria da sırıtsa da ciddi ifadesini korumaya özen gösteriyordu. “Mezar taşına yazdırmamı istediğin özel bir şey var mı Theoncuğum?” “Yaşamayı severdi yaz.” dedikten sonra ani bir hareketle tek dizinin üzerine çöken muhafız başını eğebildiği kadar eğdi.

“En içten özürlerimi sunuyorum tanrıçam. Sizin de dediğiniz gibi kim olduğunuzu bilmiyordum. Elbette yaptığım şeye bunu bahane edemem. Vereceğiniz her cezaya razıyım.” Theon pozisyonu korurken gerginlikle vereceğim cevabı bekliyordu. “Kalkabilirsin. Bu seferlik görmezden geleceğim.” Theon heyecanla doğrulurken suratında rahatlamış bir ifade oluşmuştu. “Çok teşekkür ederim tanrıçam. Hatamı tekrarlamayacağım konusunda bana güvenebilirsiniz.” Herhangi bir cevap vermek yerine başımla onaylamayı tercih ettim. Nowa yeniden yanımıza yaklaştığında bu sefer Theon’la ilgili düzgün bir açıklama yapmaya koyuldu. “Silva Theon bizim diyarımızdan ama…” duraksayıp Nolan’a kaçamak bir bakış atarken ne diyeceğini düşünüyor gibiydi. Her ne diyecekse bunu Nolan’ın duymasını istemediğine dair kuvvetli bir his vardı içimde. “gördüğün üzere Konseyin ordusunda görevli.”

“Peki neden buradasın?” Başını bana çeviren muhafızın yüzünde hala mahcup bir ifade vardı. “Malum olaylar karışık tanrıçam. Devriyedeyken geldiğinizi görünce haberleri yüz yüze vereyim dedim.” Gözlerimi bir süre Nowa’nın üzerinde gezdirdim. Theon’un söyledikleri kafamı karıştırmıştı. Konseye çalışıyorken bize haber vermek istemesinin nedenini anlayamıyordum. Üstelik yanlış anlamadıysam biz buraya gelmeseydik de Theon söz konusu haberleri bize iletecekti. “Ne haberi?” Soruyu soran Valeria olsa da hepimiz gizleyemediğimiz merakımızla Theon’a bakıyorduk. “Konsey tanrı Zahel’i bir süre önce getirdi. Denilene göre suikastçı o’ymuş.” “Bunları zaten biliyoruz. Neden buraya geldik sanıyorsun?” Theon Nowa’ya doğru dönüp gözlerini devirirken “bildiğinizi biliyorum. Sus da bir devamını dinle.” diyerek çıkıştı.

“Tanrı Zahel’i kimin ifşa ettiğini biliyorum. Kısa bir süre önce tapınağa bir adam geldi. Konseyle görüşme talep etti ama konsey talebi reddetti. Adam keçi gibi inatçıydı bir şekilde Konseye görüşme talebini kabul ettirdi. Görüşmenin dakikalar süreceğini bile sanmıyordum ama saatler sürdü. O adam gittikten sonra da Konsey herhangi bir açıklama yapmadan tanrılara toplantı talebinde bulundu zaten.” Demek ki Konsey muhafızlarının o bakışlarının sebebi Zahel’in suikastçı olması değildi. Zira onlar da Aşin konuşana dek her şeyden bihaberdi. Bu duruma karşı ne hissedeceğimi bilemedim. Anlaşılan o ki Konsey muhafızları ortada bir sebep olmasa da Ölüm Diyarını küçümsüyordu.

“Adam kimmiş?” dediğim esnada kalbim gerginlikle çarpıyordu. Koskoca diyarda kimse suikastçının kimliğini bilmezken o adam nasıl öğrenmişti. “Bilmiyorum. Görüşme sadece o adamla Konsey arasında gerçekleşti. Zaten yüzünü de gizliyordu.” dediğinde anlamamış halde önce birbirimize sonra Theon’a döndük. “Nasıl gizliyordu?” “Suratına maske takıyordu.” Şoke olmuş vaziyette Nowa’yla birbirimize döndük. İkimizin de aynı şeyi düşündüğü barizdi. Anbar Köyündeki maskeli adam yakamızdan düşmemeye ant içmişti anlaşılan. Öfke tüm uzuvlarıma sinsice sızarken yumruklarımı sıktım. O heriften bir türlü kurtulamıyorduk. Bizle ne derdi vardı onu da bilmiyorduk. Tek bildiğim onun kemiklerini teker teker kırmak istediğimdi. “Siz kim olduğunu biliyor musunuz?” “Pek sayılmaz,” diyen Nowa da öfkeyle yumruklarını sıkmıştı.

“Bildiklerim bunlar. Artık gitmem gerekiyor.” Tehon beni ve Nolan’ı selamlayıp göz açıp kapayıncaya dek kısa sürede ortadan kayboldu. Onun gidişiyle birlikte biz de yolumuza devam ettik ancak bu sefer tüyler ürperten bir sessizlik çöktü üzerimize. Nowa ve ben içten içe maskeli adama lanetler yağdırırken Nolan önümüzde ilerliyor Valeria ise dinginliğini korumaya devam ediyordu. “Theon’la ilgili başka şeyler de var değil mi?” dedim yanımdaki Nowa’ya doğru yaklaşarak. “Elbette var. O bizim konseydeki casusumuz.” Nowa’nın da benim gibi sesini alçaltarak verdiği yanıt hayrete düşmeme neden oldu. Konseyde bir casusumuz olduğu gerçeği kulağa çılgınca geliyordu. “Konsey üyeleri kimseye güvenmez. Özellikle bizim diyarımızdan olanlara. Theon basit bir muhafız olarak girmişti aralarına. Tabi sıradan bir muhafız konseyin işleriyle ilgili bilgi sahibi olamaz. Şu an bulunduğu konuma gelebilmek için yıllarca aralarında kalmak ve tabi bizim diyarımızı göstermelik olarak kötülemek zorunda kaldı. Kilit bilgilere ulaşamıyor olsa da şu andaki konumu sayesinde bizimle önemli olabilecek şeyleri paylaşıyor.”

Nowa gururla gülümserken öğrendiklerimi sindirebilmek adına sessizce önüme dönüp yürümeye devam ettim. Demek bu yüzden en başta Theon’u tanıtırken tereddüde düşmüştü. Nolan karşısında onu ifşalamak istemiyordu. Eşlikçim olan onlarca düşüncenin arasından nihayet sıyrılmayı becerdiğimde kendimi iki kanadı açık devasa bir kapının önünde buldum. Kapı demirden olmasına rağmen metalik renkte değildi. Tamamen beyaz boyanmış kapıda çeşitli işlemeler ve semboller vardı. Kapının ardındaki zemin bembeyaz taşlarla döşenmişti. Tapınak arazisini çevreleyen duvarlar da yine beyazdı ve üzerlerinde taştan oyulma heykeller ve değişik figürler vardı. Duvarlar dışında arazinin içinde de sayamayacağım kadar çok çeşitte ve göz alıcı heykel vardı. Her biri özenle yapılmış heykellerin bazı ince detayları gümüş renkteydi ve gün ışığının altında zarifçe ışıldıyordu.

Bakışlarım nihayet Ay Işığı Tapınağını bulduğunda gözlerim hayranlıkla büyüdü. Kar gibi bembeyaz olan tapınak metrelerce yükseliyordu. Tıpkı duvarlarda olduğu gibi tapınağın kendisine de çeşitli figürler oyulmuştu. Her bir yanında göz alıcı kabartma ve semboller vardı. Sivri kuleleri göğe doğru uzanıyor devasa pencereleri buradan bile gözüme çarpıyordu. Alabildiğine beyazın hüküm sürdüğü yapıda yer yer gümüş renkteki detaylar göze çarpıyordu. Gümüşün ve beyazın uyumuyla bu yer kutsal bir ışık gibi parlıyordu. İçim garip bir huzurla dolup taştığında bunu tapınağın göz alıcı güzelliğine yordum. Kapının yanı başında nöbet tutan muhafızlardan biri tehditkar olmayan ancak pek de dostane denemeyecek bir halde yanımıza yaklaştığında Nolan’ı selamlarken beni es geçti. Ya kim olduğumdan habersizdi ya da bilerek görmezden gelmişti. Benim tahminim ikinci seçenekten yan olsa da umursamadım.

“Konseyle görüşmek için geldik.” Muhafız başıyla Nolan’ı onaylayıp eliyle geçmemizi işaret ettiğinde bir kez daha yürümeye koyulduk. Beyaz, mermer zeminde adımlarımızın sesi yankılanırken tapınağa yaklaştıkça içimdeki o garip hissiyat da giderek büyümeye başladı. Geniş merdivenlerle aramızda birkaç metre kala kapıda Aşin’in görüntüsü belirdiğinde olduğumuz yerde kaldık. Konsey Lideri bizi pek de hoş olmayan bir ifadeyle süzerken basamakları teker teker inip aramızda birkaç metre bırakarak durdu. “Habersiz ziyaretinizi neye borçluyuz Su Tanrısı?” Sözlerinin altında yatan iğneleme canımı sıksa da dişlerimi sıkmaktan başka bir şey gelmedi elimden. “Zahel’le görüşmek istiyoruz.” İfadesi anında kararan Konsey Lideri hoşnutsuzlukla bize bakarken kesin bir dille “hayır,” diyerek kestirip attı.

“Sanırım kendimi tam olarak ifade edemedim. Su Tanrısı Nolan Sabaro olarak Ölüm Tanrısı Zahel Sideras’la görüşmeyi talep ediyorum.” Hoşnutsuzluğunu gizlemek için çaba bile sarf etmeyen Aşin uzunca bir süre dişlerini sıkarak sessiz kaldı. Konseyin düzen ve dengeden sorumlu olduğunu bu sebeple de güçlü ve kutsal olduklarını biliyordum. Yine de tüm bunlara rağmen tanrılardan üstün değillerdi. Tanrılara sadece Koruyucular söz geçirebiliyordu ve onların da soyu ne yazık ki tükenmişti. Zaten Konsey de Koruyucular için sadece bir danışman niteliğini taşıyordu. Şu anda sahip oldukları konum ve kibrin tek sebebi Koruyucuların artık olmayışından kaynaklanıyordu.

Şayet Koruyucular var olsaydı Aşin’le muhatap olmamız bile gerekmeyecekti. Ne var ki Koruyucular artık yoktu ve Aşin’in üstten tavırlarını çekmek durumundaydık. Yine de Su Tanrısı olarak Nolan’ın isteğini kabul etmeleri gerekiyordu. “Pekâlâ ama yalnızca siz ve o.” derken üstün körü bir bakışla beni işaret etti. “Kesinlikle olmaz!” “Nowa!” Öne atılmak isteyen Nowa’ya engel olup burada kalmalarını söyledim. Zaten en başından onların içeri gelmelerine izin vermeyeceklerini biliyorduk. Yine de bu durumdan rahatsız oluyordu. Nowa isteksizce yerinde kalmaya devam ederken Aşin’in “beni takip edin,” demesi üzerine Nolan ve ben hareketlendik.

Aşin’in peşinde tapınağa girerken içimi tarifsiz bir öfke sardı. Dişlerimi ve yumruklarımı sıkarken yersiz öfkemin sebebini anlayamıyordum. Hissettiğim şey o kadar büyüktü ki içimde bir yerlerde bir volkan patlamış gibi hissediyordum. Hiç bu denli öfkelendiğimi hatırlamıyordum ve bu kadar büyük bir öfke hissedebileceğimi de bilmiyordum. Sanki onlarca kişinin öfkesi benim ruhumda peyda olmuştu. Soluklarım hızlanırken Nolan’ın “iyi misin?” dediği duydum. Başımı sallarken gözlerimi ayaklarıma dikip yürümeye devam ettim. Bir süre daha peşimi bırakmayan öfke büyük, metal bir kapının önüne geldiğimizde yavaş yavaş yakamı bıraktı. Dakikalardır sıktığım yumruklarımı serbest bırakırken tırnaklarımı sapladığım noktalardan kan sızdığını gördüm. Öyle öfkelenmiştim ki canımın yandığının farkına bile varamamıştım.

Aşin kilitli kapıyı açmaya uğraşırken buraya kadar nasıl geldiğimizi anlamadığımı fark ettim. Öfkeme öyle odaklanmıştım ki başımı kaldırıp etrafa bakamamıştım bile. “Görüşmenizi kısa tutmanızı istemek zorundayım,” Nolan başıyla onayladığında birlikte açılan kapıdan içeri girdik. Aşin ise arkamızda kaldı. Girdiğimiz yer tamamen gri taşlardan yapılmıştı ve kasvetli bir havası vardı. Sanki tapınağın bir bölümünde değil de bambaşka bir yerdeymişiz gibi hissettim. Duvarlarda asılı meşaleler olmasa tamamen karanlık olacak koridorda yürümeye başladığımızda sol tarafımızda zindanlar belirmeye başladı. Önünden geçtiğimiz her boş zindandan kalp atışlarım biraz daha hızlanırken ellerimin titremesine mani olamıyordum. Türlü türlü ihtimal zihnimde sinsice dolanırken göğsüm şiddetle yükselip alçalıyordu.

“Zahel,” Nolan’ın sesi duvarlarda yankı yaparken bir an için kalbimin durduğunu sandığım. Önünde durduğu parmaklıkların ardına bakarken bir adım atıp ben de bakışlarımı parmaklıkların ardına kaydırdım. Zahel’le gözlerimiz buluştuğu anda kalbim kafesteki bir kuş misali çırpınmaya başladı. Sanki asırlardır birbirimizi görmüyormuşuz da nihayet kavuşmuşuz gibi bir sevinç kaplamıştı içimi. Dudaklarım acı dolu bir tebessümle kıvrılırken Zahel “Ay Işığı,” diyerek sırtını yasladığı duvardan destek alarak ayağa kalktı. Beraberinde kulaklarımı dolduran şıngırtılar gülümsememi hızla soldururken gözlerim bileklerine düştü. Elleri ve ayaklarından zincirlenmişti. Adım adım bana doğru yaklaşırken giderek daha net gördüğüm yüzünün karardığını gördüm. Gözlerinin altı mosmor kesilmişti. Dudağı ve kaşı farklı noktalardan patlamış yüzü kurumuş kanla kaplanmıştı.

Gördüğüm manzara göğsümü sıkıştırıp nefesimi keserken bir an yere yığılacağımı hissetsem de ayakta durmayı başarabildim. Sarsak adımlarla parmaklıklara yanaşan Zahel parmaklıkların arasından elini uzatmak istedi ancak bileğindeki zincirler izin vermedi. Hayal kırklığıyla parmaklarını parmaklıklara sarıp yıldızsız bir göğü andıran gözlerini elalarımla buluşturdu. “Seni bir kez daha görmek imkânsız gibi geliyordu Ay Işığı.” Ellerimi ellerinin üzerine yerleştirirken gözlerimin dolmaması için kendimi kastım. “Hiçbir yere gitmeyeceğimi söylemiştim. Bahsettiğin imkansızlıkları aşıp geldim ve şimdi buradayım.” Sözlerime karşılık gülümsemeye çalışsa da dudaklarının hareket ettirmekten öteye gidemedi.

Tek tek yaralarını inceledim, elleri ve ayaklarındaki prangaları. Bilekleri prangalar yüzünde soyulup parçalanmıştı. Üzerinde sadece gömleği ve pantolonu vardı, onlar da kir ve pislik içinde kalmıştı. Sırtından sarkan bir bez parçası dikkatimi çektiğinde kaşlarım çatıldı. “Ne oldu?” dedim telaşla Zahel’e bakarken. “Önemli bir şey değil.” “Arkanı dön.” Başını sallayarak beni reddettiğinde kaşlarımı daha çok çattım. “Zahel arkanı dön.” “Önemli değil Ay Işığı.” “Arkanı dön yoksa çeker giderim ve asla geri dönmem.” Pes ederek ellerini parmaklıklardan çekip arkasını döndüğünde gözlerim nerdeyse yerlerinden çıkacaktı. Zahel’in gömleği sadece kir ve pislik içinde değildi, parçalanmıştı. Şeritler halinde sarkan kumaşların açıkta bıraktı teninde derin ve taze yaralar vardı. Yaralardan sızan kan ruhumda zehir etkisi yaratıyordu.

Direnmek gözlerimin önündeki manzara karşısında imkânsız hale geldi. Gözlerimden birer damla yaş firar ederken Zahel yeniden bana döndü. Yüzünde endişeli bir ifade belirmişti. “Ağlama.” derken sesi boğuk çıkıyordu. “Ağlama Ay Işığı. Zincirler göz yaşlarını silmeme izin vermiyor.” “Neden iyileşmiyor?” derken sesim ağlamaklı çıkmıştı. Ağlamak istemiyordum, göz yaşlarıma hâkim olmak istiyordum ama kahretsin ki yapamıyordum işte. Zahel karşımda böyle dururken gözlerim ağlamasa da kalbim ağlıyordu. Zahel bir tanrıydı, yaralarının hızlıca iyileşmesi gerekiyordu ama görünen o ki iyileşmiyordu. “Bu yer ilahi yanımıza ket vuruyor. İçeri adım attığımız anda hissettim bunu. Bu yüzden iyileşmiyor,” Nolan’ın yanıtı canımı daha da çok yaktı. Bu lanet olası yerde ona işkence ediyorlardı ve o iyileşemiyordu. Taze yaralarıyla bu rutubetli yerde zincire vurulmuş halde duruyordu.

“Bunu yapamazlar. İşkence… işkence ediyorlar. Buna hakları yok.” İsyankâr çıkan sesim taş duvarlarda uzun uzun yankılanırken Nolan’ın yüzünde çaresiz bir ifade belirdi. “Ne yazık ki işkence etmeleri yasak değil ve bunu önleyecek bir yol yok.” Çaresizlik bir kez daha ete kemiğe bürünüp parmaklarını boğazıma bastırdı. Sevdiğim adam burada acı çekiyordu ve benim elimden hiçbir şey gelmiyordu. “Ben iyiyim Ay Işığı.” O iyiyim dedikçe canım daha çok yanıyordu. İyi değildi, bunu o da ben de çok iyi biliyorduk ama inatla iyi olduğunu söyleyip beni rahatlatmaya çabalıyordu. Lafa gelince bencilim deyip duruyordu ama bir kez olsun kendini düşünmüyordu, canına kıymet vermiyordu. Zahel bakışlarını benden çekip Nolan’a çevirdiğinde hızlıca gözlerimi sildim. Buraya ağlamak için gelmemiştim, zaten ağlamanın da hiçbir faydası yoktu.

“Buradasın,” dedi Zahel ve devam etti. “Zaten biliyordun.” dediğinde Nolan onayla başını salladı. “Babamın günlüğünü okuyalı uzun zaman oluyor.” dediğinde resmen yerimde taş kesildim. Nolan bunca zamandır suikastçının Zahel olduğunu zaten biliyor muydu? “N… nasıl?” dediğimde Su Tanrısı bana doğru döndü. “Sanırım açıklamanın vakti geldi.” dediğinde merakla onu dinlemeye başladım. “Babamın günlüğünü mühürlediği doğruydu. Mühür sadece su tanrısının kanından olan birinin kanıyla kırılabiliyordu. Mührü kırdım ve içinde yazanları okudum. O zamandan beri suikastçının Zahel olduğunu biliyordum.” dediğinde kendimi kandırılmış gibi hissettim. “Yani beni oyuna getirdin?” “Hayır, öyle bir amacım yoktu. O gün de dediğim gibi sana güvenip güvenemeyeceğimi öğrenmek istedim. Günlüğü başka bir şekilde mühürledim. Basit bir büyüyle mührü kırabilecektin ama söz verdiğin gibi okumadan bana getirmediğin ve tek bir sayfayı çevirdiğin takdirde mürekkep akacak ve içindeki bilgileri yok edecekti ama işler umduğum şekilde ilerlemedi. Bunun için özür dilemeyeceğim. Beni anlayabildiğini düşünüyorum.”

Anlayabiliyordum. Gerçi anlamasam bile tüm olanları göz önüne alınca bunun bir önemi kalmıyordu. “O halde Zahel’in günlüğü açamadığı da bir yalandı?” “Aslında değildi. Günlük elime geçtiği ilk zamanda üzerinde kan mührü olduğunu anlayamamıştım. Zahel’den yardım istedim ama açamadığını söyledi.” dedikten sonra başını Zahel’e doğru çevirdi. “Eski Su Tanrısını olduğundan daha kötü hatırlamamı istemediğinden günlüğü açmayı denememiştin bile değil mi? Onun sandığımdan da korkunç olduğunu öğrenmemi istemedin?” Zahel sessiz kalsa da sessizliği de bir cevap niteliğindeydi. Nolan söyledikleri doğruydu. Parmaklıklara doğru yaklaştığında uzun sıkıntılı bir soluk alırken hareleri kederli bir ifadeye boğuldu.

“Onu öldürdüğün için teşekkür edecek kadar korkunç biri değilim ama ölümüyle dostluğumuzu bozmasına da izin vermeyeceğim.” Zahel güçlükle başını sallarken Nolan’ın içinde kopan kıyameti hayal bile edemiyordum. Babası yerine dostunu tercih etmesi sandığım kadar kolay değildi. Yine de o Zahel’i seçmişti. “Görüşme sona ermiştir.” Arkamdan gelen sese doğru döndüğümde karşımda Konsey muhafızlarından birini gördüm. Başındaki miğfer ve ortamdaki yetersiz ışıktan dolayı yüzünü tam seçemezken “daha yeni geldik,” diyerek çıkıştım. “Konseyin kıdemli muhafızına çirkefleşiyor musun sen?” aldığım cevap karşısında suratım çarpık bir hal alırken kulağa tandık gelen sesin kime ait olduğunu çözmeye uğraşıyordum.

“Iyy midem bulandı. Konseye çalışmak mı? Şimdi kusacağım.” Muhafızın alaycı bir tınıyla söyledikleri şaşkın şaşkın birbirimize bakmamıza neden olurken miğferini çıkarıp bize doğru birkaç adım attığında gözlerimin büyümesine engel olamadım. “Nowa?” “Bunca yolu gelip de kapıda bekleyeceğime cidden inanmadınız değil mi?” “İçeri nasıl girdin?” dedim hayretle suratına bakarken. “Koruma büyüsü falan olması ihtimaline karşı Valeria’dan birkaç rün aldım ama neyse ki gerek kalmadı. Tabi gelene kadar birkaç muhafızı bayıltmam birinin de kıyafetlerini almam gerekti. Sizce bu renk bana yakışmış mı?”

Nowa alaycı bir tavırla üzerindeki zırhı gösterirken gözlerimizi kırpıştırarak onu seyrediyorduk. “Haklısınız, bence de bu renk bana gitmedi. Her zaman siyah tercih edeceğim.” Birkaç adım atarak bize doğru yaklaştığında başını zindana doğru çevirip elinde tuttuğu bez çantayı havaya kaldırdı. “Zahelciğim biz seni kaçırana kadar bir süre burada kalman gerekeceğinden sana temiz iç çamaşırı getirdim.” Alaya alarak asıl hislerini gizlemeye çalışan Nowa’nın gözlerinde çaresiz bir ifade vardı. Yine de Zahel’e bakıyor, şaka yapıyor ve gülümsüyordu. “Gerçi bu saraydayken aklıma gelmedi. Zırhını aldığım muhafızın iç çamaşırlarını almak zorunda kaldım ama merak etme temizler. En fazla üç gün giyilmişlerdir.” Tiksintiyle yüzümü buruştururken Zahel Nowa’ya kötü kötü baktı.

Gülümsemesi silinen baş muhafız tuttuğu ve yüksek ihtimal boş olan çantayı atıp parmaklıklara biraz daha yaklaştığında alaycı ifadesi tamamen kaybolmuştu. “Kötü görünüyorsun.” “Farkındayım. Beni bu halde görmesine sebep oldun. Dua et de kurtulmayayım, aksi halde benden daha beter hale sokacağım sizi.” Gözlerini kısan Nowa kollarının göğsünde kavuşturdu. Sanki normal bir zamanda normal bir konuşma gerçekleştiriyorlarmış gibi davranıyorlardı. “Onun bir kez daha gördüğün için mutlu olduğunu inkâr edemezsin.” Benden ve benim gitmemiş olmamdan bahsediyorlardı. Zahel bana kısa ama anlamlı bir bakış atıp yeniden Nowa’ya döndüğünde “edemem.” dedi.

“Yine de gitmiş olmasını tercih ederdim.” dediğinde işler karmakarışık bir hal almasına rağmen hala gitmem konusunda ısrarcı olması canımı sıkıyordu. “Bunun olacağını bildiğinden göndermek istedin değil mi?” dediğinde Zahel sessiz kalırken ben kulak kesilmiş konuşmalarını diniyordum. Kaburgalarım göğsümü sıkıştırırken Nowa konuşmaya devam ediyor Zahel ise başını önünde tutuyordu. “Konseyin suikastçının sen olduğunu öğrendiğinden haberin vardı. Gelip seni alacaklardı ve yüksek ihtimalle idam edeceklerdi. Ölümün belki de diyarı kaosa sürükleyecekti. Tabi kapımıza dayanan savaştan da haberin vardır. Belirsizlikler, çetrefilli bir savaş ve senin ölümünle baş başa kalacaktı Silva. Bu yüzden gitmesini istedin.” Nowa bunları Zahel tarafından doğrulanması için söylüyor gibi görünse de aslında bana anlatıyordu. Göremediklerimi görmemi, anlamadıklarımı anlamamı sağlıyor ve gerçekleri ortaya döküyordu.

Zahel onu doğrulamadı. Lakin büründüğü sessizlik her bir kelimesinin doğru olduğunu haykırıyordu. Göğsümdeki baskı iyice şiddetlenirken boğazım düğüm düğüm oldu. Zahel bir kıyametin ortasında kalmayayım diye gitmemi istemişti. Yine de tüm bunları bilmek kırgınlığımı geçirmiyordu. Gözlerimin içine baka baka ve neler yaşadığımı bile bile git dediğini unutamıyordum. Göz yaşlarımı içime içime akıtırken yeniden parmaklıklara yanaştım. “Savaştan haberin var mıydı?” Böylesine mühim bir gerçeği neden gizlediğini anlamıyordum, üstelik gizlemesi için geçerli hiçbir sebep yoktu. “Vardı. Onun savaş hazırlığı yaptığını biliyordum ama engel olamadım. Saklanmakta usta biri.” “Ne ustası?! Kurak Topraklara giderken karşımıza çıkmıştı. Bıraksaydın o gün peşinden gidebilirdim!” Edindiğim bilgiyle kaşlarım daha da çatıldı. Maskeli adamı mezarlıkta da görmüştüm ama Zahel o gün de gitmesine izin vermişti.

Öfkelenen Nowa “bıraksaydın o şerefsizi o gün gebertebilirdim! Ama…” derken sonlara doğru sesinin tonu düşmüş nihayet bir şeyi anlamış gibi yüzü aydınlanmıştı. “Ama sen ölmesini istemiyorsun.” derken sesinde şaşkınlık tınıları vardı. Daha ne kadar şaşırabilirim dediğim her saniye daha şaşırıyordum. Zahel’e baktığımda suçlu bir halde bakışlarını kaçırdığını gördüm. “Maskenin ardında kim olduğunu biliyorsun değil mi?” dedi Nowa ama Zahel sessiz kalmaya devam etti. “Kim?! O aşağılık herif kim?!” “Kardeşim.” Aldığımız yanıt hepimizin olduğu yerde taş kesilmesine neden oldu. Nowa şoke olmuş vaziyette yerinde taş kesilmişti. Şaşkınlık emareleri Nolan’ın yüzünde kol geziyordu ve ben işittiğim şeyi henüz idrak edebilmiş değildim. Kardeşim mi demişti? Bize bir tuzağa çekip hepimizi toprağın altına koymak isteyen ve belki de canavaralar tarafından yenmemizi arzulayan adam Zahel’in kardeşi miydi?

“Her şeyi en başından anlatsam daha iyi olur.”

Zahel'in kardeşi mi?😱😱 Siz ne diyorsunuz bu işe?

Sizce Zahel'i ölümden kurtarabilecek miyiz?

Konsey hakkındaki düşüncelerinizi ve bir de favori karakterinizi merak ediyorum. Yorumlarda yazarsanız sevinirim.

Gelecek bölümlerde Zahel'in geçmişine gideceğiz. Neler yaşamış, neden suikastçı olmuş, kardeşiyle olan meseleler hepsini ele alacağız. Oradan sonra da başlasın savaş. Biraz da aksiyon lazım bize değil mi??

Bölüm : 15.02.2025 21:49 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...