Selamlar. Ben geldim. Özlediniz mi beni?🤭 Ben bu hafta gecemi gündüzüme katıp iki bölüm yazdım çiçeklerim. Hem de bayağı uzun oldu. Kendi kendimi şoklara soktum. Artık yazmaktan parmaklarım ağrıyor😅 Neyse hepinize keyifli okumalar. Oy verip yorum yapmadan geçmeyin lütfen.
Silva
İnsan düşerdi, bunu biliyordum. Hem de her anlamda düşerdi. Fiziksel olarak düşerdik, ruhumuz düşerdi, benliğimiz düşerdi. Keşke fiziksel olarak düşseydim de dizlerim paramparça olsaydı. O zamn dizlerimi sarar onları iyileştirmenin bir yolunu bulurdum hatta iyileşmese de olurdu. Dizlerimde yaralar da yaşardım ben. Çok düşmüştüm dizlerimiz üzerine. Özelikle de çocukken. Her çocuk düşerdi değil mi, her çocuk dizleri kanayınca koşarak annesine gider kanayan dizini göstererek öpmesini beklerdi. Evet, öpsün isterdi. İlaç istemezdi, sargı istemezdi. Sadece küçük bir öpücük yeterdi yaraları iyileştirmeye. Her çocuk gibi ben de düşmüştüm ama benim koşacak kimsem olmamıştı. Her çocuk oyun oynarken, koşarken düşerdi. Ben de koşarken düşerdim ama ben kaçardım. Canımı yakmasınlar diye koşar ve düşüp canımı yakardım.
Dizlerim kanadığında beni kollarına alacak bir babam, uf olan dizlerimi öpecek bir annem olmamıştı hiç. Keşke oyun oynarken kanatsaydım dizlerimi, keşke çocukça hareketlerle koşup kanatsaydım dizlerimi. En çok da keşke dizlerime sebep ailem olmasaydı. Şimdi ise keşke diyordum, keşke düşseydim de dizlerim kanasaydı. Sebebinin ne olduğu hiç umurumda olmazdı. Lakin düşen bedenim değildi işte. Ruhumdu, benliğimdi yerle yeksan olan. Bu sefer yaralansam yaralarımı saracak insanlar vardı etrafımda ama bu sefer de yaralarım sarılacak gibi değildi. Ruhumda açılmak üzere olan yaraları sarmaya kimsenin gücü yetmezdi ki. Ben kendimi affedemezdim, affedemeyecektim de. Öğrenirlerse diğerleri de beni hiç affetmezdi biliyordum. En çok da sevdiğim adam affetmezdi. Bana olan kırgınlığı, kızgınlığı hiç geçmezdi. Nasıl geçsin ki, yapacağım şey ihanet değil de neydi? Kim ihaneti affederdi? Ben affetmezdim. Zahel de beni affetmeyecekti. Tek dileğim hiçbir zaman bunu öğrenmemesiydi. Öğrenmese bile işler asla yoluna girmeyecekti ki. Ona ihanet etmişken onun yanında duramazdım, gözlerine bakamazdım. Gitmek aklımın bir köşesindeydi dün geceden beri. Ama bu bir seçenek miydi?
Gitsem de arkamda bir enkaz bırakacaktım kalsam da. Ne yapacağımı bilmiyordum. Kendimi şu anı düşünmek için zorluyordum. Geleceği, olacakları düşünmek beni delirmenin eşiğine getiriyordu. Az ilerdeki alevlerin çıtırtısı kulağıma ilişirken gözlerim etrafımdaki insanların üzerindeydi. Birkaç muhafız ve bizimkilerle birlikte yanan ateşin etrafında yemek yiyorduk. Daha doğrusu onlar yiyor ben öylece onları izliyordum. Muhafızlar kendi aralarında bir şeyler konuşuyordu ama sohbetleri keyifli olmaktan uzaktı. Hepsi az çok her şeyin farkındayken keyiflenmek de pek mümkün değildi zaten. Üzerimde bizimkilerin bakışlarını hissettiğimi göz ucuyla onlara baktım. Ragaz ve Nowa bana ölümcül ifadeleriyle bakıp durmaktan vazgeçmiyorlardı. Sakın diyorlardı, sakın öyle bir hataya düşme diyorlardı. Sabahtan beri beni sürekli göz hapsinde tutmuşlardı. Bir delilik yapıp Roan’ın yanına gideceğimden endişe ediyorlardı. Ama zaten gideceğimden haberleri yoktu ve temennim olmamaları yönündeydi.
Dün gece yanıma gelen Azel dizlerinin üzerine çöküp gözyaşları içinde Zahel’i kurtarmam için yalvardığında kabul etmiştim. O andan beri kendimi kirlenmiş hissediyordum. Ragaz ve Nowa bana baktıkça utançtan başımı toprağa gömmek istiyordum. Olacakları öğrendikleri bir gerçekliği hayal bile edemiyordum. Yüzlerine bakamazdım ki? Onlar da biliyordu bunu yapmaya mecbur olduğumu, başka seçeneğimin olmadığını. Ama kabul etmezlerdi. Onlar için onur her şeyden önemliyken hepimizin ölmesini bile tercih ederlerdi lakin Roan’la olmamı asla kabul etmezlerdi. Sertçe yutkunduğumda başımı bir kez daha eğdim. Delici bakışlarını üzerimde hissetsem de onlara tekrar bakamıyordum.
Valeria da ateşin etrafında oturuyordu ama hepimizden en uzak köşeyi seçmişti. Özellikle Nowa ona kızgın bakışlar attığı için onlardan yana bakamıyordu. Benim olduğum tarafa ise ara sıra bakışları düşüyordu. Onu affettiğimi söylememe rağmen hala kendini suçlu hissediyordu. Benim gibi utançtan kafasını kaldıramıyordu. Keşke benim de başımı kaldıramama sebebim dostuma ettiğim sözlerden olsaydı. Gözlerindeki suçluluğu görebiliyordum. Harlı bir ateşi anımsatıyor söneceğine daha da alevleniyordu. Benimle konuşmuş olmasına rağmen daha fazlasını yapmak istiyordu. Zira ben onu affetsem de o kendini affedemiyordu. Nasıl affetmezdim ki zaten? Sevdiğim ve sevildiğim kişilere nasıl uzun süre kırgın kalabilirdim, üstelik onları bu kadar geç ve zor bulmuşken. Dakikalardır elinde tuttuğu bardaktan bir yudum su daha içtiğinde esnedi. Hiçbir şey yememiş sadece su içmişti. Bir kez daha esnedikten sonra gözlerimi karşımda oturan ikiliye çevirdim.
Dakikalarca bekledim ama Valeria’daki etkileri onlarda görmedim. Elbette baş muhafız olduklarından vücutlarının dirençli olacağını biliyordum ama geçen her saniye gerginliğimi arttırıyordu. Göz ucuyla çaprazımda oturan Nolan ve Fenir’e baktım. Beklediğim gibi Nolan’da henüz bir belirti yoktu ama Fenir esnemeye başlamıştı. Nihayet Nowa da esnerken eliyle ağzını kapattığında rahat bir soluk verdim. Bu gece Roan’ın yanına gidecektim ama gitmek özellikle Ragaz ve Nowa varken hiç kolay olmayacağından Azel ufak bir plan yapmıştı. Roan’a gitmek gibi bir aptallık yapmamı istemeyeceklerinden beni sürekli kontrol edeceklerdi bu yüzden Azel yemeklerine uyku tozu katmayı planlamıştı. Nasıl yapacağını sormamıştım ve merak da etmiyordum ama anlaşılan o ki başarmıştı.
İlk müsaade isteyip yanımızdan ayrılan Fenir oldu. O olanlardan haberdar olmasa da beni Roan’ın çadırına giderken gördüğü durumda Nowa’ya haber verme ihtimali fazlaca yüksekti. Nowa’nın uyanmadığını görünce de ortalığı ayağa kaldırabilirdi. Bu yüzden Azel onun yemeğine de uyku tozu karıştırmıştı. Onun ardından birkaç muhafız da çadırlarına çekildiğinde sabırla sonrakinin kim olacağını beklemeye başladım ve o kişi Val oldu. Utanıyor oluşundan olsa gerek ki esnediğini belli etmemeye çalışarak yanımızdan uzaklaştı. Kendini suçlu hissettiği için yemek yemiyor uyumak da istemiyordu. Üzgünüm Val yemek yememiş olabilirsin ama uyuyacaksın. Nowa ve Ragaz ikilisi inatla oturmaya devam ederken gerginliğim artıp duruyordu. Geçen her saniye beni vazgeçmeye zorluyordu ama direniyordum, yapamazdım ki. Önümde başka hiç seçenek yoktu.
Val’le Koruyucu olabileceğim ihtimaline tutunarak Kael’e yazmıştım ama ondan da hala ses yoktu. Biliyorum mektubumun eline ulaşması ve bana geri cevap vermesi zaman alacaktı ama işte o da bende olmayan şeydi. Bekleyecek vaktim yoktu. Şayet vaktim olsa hiçbir güç beni Roan’a götüremezdi. İdam yarın olacaktı. Kahretsin ki zaman tükenme noktasına gelmişti. Bu gece bu işi ya halledecektim ya da halledecektim. Zahel’in öldüğü ihtimali düşünmek kanımı donduruyordu. Nihayet Nowa oturduğu yerden kalktığında telaşlı gözlerle ona baktım. Gitmesini beklerken o bana doğru yaklaştı. Yaklaşırken bir kez daha esnemişti. Uyku tozu etki etmeye başlayalı çok olmuştu ama o inatla direniyordu. Yanımdaki boşluğa oturduğunda ona bakamadım. “Ne düşünüyorsun?” diye sorduğundan bir an aklımı okuduğunu sanıp ürperdim. Zihnimde onunla tanıştım ilk günden bir anı canlanmıştı. Bana Zahel’i ilk anlattığında zihnimde bile olsa yalnızca ismini telaffuz etmek bir an ürpermeme neden olduğu için farkında olmadan duyamaz değil mi, demiştim.
Tabi dışımdan konuşunca Nowa beni duymuştu. Haliyle Zahel’in düşünceleri duyup duyamayacağını sormuştum ve sorarken de sadece Zahel demiştim. Nowa ise sırıtarak cesaretimden bahsetmişti. Şimdi o cesaretimden eser olmadığından yüzüne bakamıyor ve bir kez daha biri düşüncelerimi duyacak diye endişe ediyordum. “Jieli’yi.” dedim başımı çevirmeden. Jieli’yi de düşündüğüm elbette oluyordu lakin şu anda aklımı meşgul eden o değildi. Neyse ki Nowa’nın dikkati dağılmıştı. “Muhtemelen neler olduğunu bilmediği için korkuyordu.” dediğinde sesi ona koşup kollarının arasına alarak korkularını yok etmek ister gibi çıkmıştı. Göz ucuyla baktığımda gözlerinden taşan özlemi gördüm. Aylar, yıllar geçmemişti ama Nowa şimdiden özlemle dolup taşmıştı. “Ona haber veren oldu mu? Mektup falan yazan.” dediğimde sıkıntıyla iç çekti. “Valeria’ya söyledim. O birkaç mektup gönderdi ama tabi kötü olaylardan bahsetmesine izin vermedim. İyice korkmasına gerek yok.” dedi. Aslında o mektupları kendinin yazmayı ne çok istediği her halinden belli oluyordu.
“Yazdın değil mi?” dedim zoraki de olsa bakışlarımı ona çevirdiğimde. Suçlu çocuklar gibi gözlerini kaçırırken “ne yazdım?” diye sordu. Bal gibi de göndermese de Jieli’ye mektup yazdığına emindim. “Şimdi gidip çadırını kurcalasam Jieli’ye yazılmış mektuplar bulmaz mıyım Nowa?” dediğimde derince iç çekti. Gözlerini bana çevirdiğinde gözlerine bakmak çok zordu. “İnsan okumayacağını bile bile niye birine mektup yazar ki?” diye sorduğunda sesinde keder vardı. “Bir gün okuyacağını umut ettiği için.” dedim cansız bir tınıyla. “Okumayacağını biliyorum.” derken aslında kendini ikna etmeye çabalıyordu. Haklısın desem darmadağın olacağını biliyordum ama o haksızsın dememi istiyordu, bunu da biliyordum. Gözlerime bakarken gözlerinde umut görüyordum. Dili konuşmasa da gözleri haksız olduğumu söyle diyordu. “Aklın biliyor ama kalbin umut ediyor. Çünkü sevgi biraz da umut etmektir Nowa. Sevmediğin biri için umut beslemezsin. Sevmediğin biri için bir umuda tutunup da mektup yazmasın. Sen Jeili’yi hala seviyorsun ve umut ediyorsun. Bir gün okuyacağı ihtimali bile seni mutlu etmeye yetiyor Nowa.”
Söylediklerim bozguna uğramış gibi sertçe yutkunmasına neden oldu. Gözlerini hızlıca kaçırırken bunu neden yaptığını çözemedim. Belki de kendini, kendi duygularını idrak etmeye uğraşıyordu. Uzun bir süre sessizliği paylaştık. Söylediklerimden sonra Nowa kendi düşüncelerine dalıp sessizliğe bürünmüştü. Onun sessizliği pek de alışık olduğum bir şey değildi ama tek kelime etmedim. Çünkü dilim dönmüyordu. Yüzüne bakamıyor, konuşamıyordum. Kendimi balçığa bulanmış hissederken kendi kirim ona da bulaşsın istemiyordum. Kısa bir süre önce Ragaz yanımıza gelip yatmaya gideceğini söylediğinde Nowa benimle kalacağını söylemişti. Geriye bir tek Nolan ve Nowa kalmıştı ama gidecek gibi durmuyorlardı. Yanımda esneyip duran baş muhafız inatla kalkıp gitmiyordu. Nolan’ın ise esnemeleri artmıştı. Gitmesi an meselesiydi. Yanımızda oturan nerdeyse tüm muhafızlar gittiğinden ortama ağır bir sessizlik çökmüştü.
Nowa bu gidişle burada uyuyup kalacaktı ve bu hiç iyi değildi. Nöbet tutan muhafızlar onu mutlaka görecek ve uyandırmaya çalışacaktı. Uyku tozunun etkisinde olan baş muhafızları uyanmayınca da karargâhı ayağa kaldıracaklardı. Daha fazla dayanamadım. Gece yarısına gelmişken ve zamanım daralırken Nowa’nın kendi isteğiyle gitmesini bekleyemezdim. “Uykum geldi.” dediğimde bana döndü. Daha ikna edici olmak için yalandan esnedim. Esnememle birlikte kendisi de esneyen Nowa ayağa kalkıp “gidip yatalım.” dediğinde hiç itiraz etmeden peşine takıldım. Uyuduğum ve toplantılarımızı yaptığımız çadırın önüne gelince Nowa hiç beklemeden içeri girdi. Ben de peşinden girdiğimde hislerimi belli etmemeye çalışarak “burada mı uyuyacaksın?” dedim. Kendi çadırına gideceğini sanmıştım. Eğer burada kalırsa bu o uyuyana kadar beklememe neden olurdu ve kaybettiğim her dakika aslında Zahel’in hayatından çalınıyordu.
“Evet.” dedi itiraza mahal vermeyen bir tonlamayla. “Belli mi olur bir delilik yapmaya falan kalkarsın.” Delilikten kastı Roan’ın yanına gitmemdi. Tehditvari bir ifadeye bürünüp “sakın çadırdan çıkmaya kalkma. Uykum ağır değildir. Ayak seslerine uyanırım.” dediğinde sözlerinin doğruluğundan emin değildim. Benim aptallık yapmamı istemediği için blöf yapıyor da olabilirdi. Gerçi iki türlü de fark etmezdi. Uykusu hafif bile olsa uyku tozu bünyesinde olduğu için gitsem de beni duyamayacaktı. “Anladım, ben yatıyorum o zaman.” dedim. Şayet onunla inatlaşırsam bir şeylerden şüphelenebilirdi. Belki biraz zaman kaybedecektim ama daha iyi bir seçeneğim yoktu. Nowa masanın etrafındaki birkaç sandalyeyi yan yana dizdikten sonra ceketini top haline getirip başının altına koyarak sandalyelere yattı. Sabaha kadar o yerde yatarsa muhtemelen her yeri ağrıyacaktı. İçim sızlıyordu ama yapabileceğim bir şey de yoktu.
Çadırın arka tarafına geçtiğimde yatağın üzerine oturup huzursuzca beklemeye başladım. En büyük kâbusum Nowa uyuduğunda gerçekleşecekti. Uykuya dalan Nowa olacaktı ama kâbusu yaşayan ben olacaktım. Bacağım titreyip duruyordu, hatta tüm bedenim titriyordu ve ben buna engel olamıyordum. Saniyeler sanki bana azap vermek istiyormuşçasına ağır ağır ilerliyordu. Nowa’nın uyuyup uyumadığını bilmiyordum ve bakmaya kokuyordum. Aslında bu geceye her şeyden korkuyordum. Ödüm kopuyordu olacaklardan. İstemiyordum, Roanın yanına gitmek de dışarı adım atmak da istemiyordum ama yapmak zorundaydım. Bir yanıp yapma diyordu, gitme o iğrenç adamın yanına. Ama diğer yanım da bencilsin diyordu. Sırf bedenini korumak için sevdiğin adamı öldürecek misin diyordu ve suçlulukla kıvranıp duruyordum. Ne yazık ki demeye bile dilim varmıyordu ama kazanan yanım belliydi.
Usulca ayağa kalkıp sessiz adımlarla perdeye yaklaştım. Ses çıkarmamaya özen göstererek usulca perdeyi araladığımda Nowa’nın çoktan uykuya daldığını gördüm. Bir kolu aşağı sarkmış vaziyette her şeyden habersiz uyuyordu. Uyanmayacağını bilsem de sessiz adımlarla yürümeye başladım. Attığım her adımda soluklarım kesilse de yürümeye devam ettim ve çadırdan çıktım. “Efendim bir şey mi oldu?” Bir an varlığını unuttuğum nöbetçi sorusuyla irkilmeme neden olsa da hızlıca kendimi toparladım. “Hayır, uyuyamadım. Biraz dolaşacağım.” “Size eşlik edeyim efendim.” diyen muhafız huzursuzlanmama neden oldu. Açık vermeden ondan kurtulmalıydım. “Gerek yok. Yalnız kalmak istiyorum. Zaten karargâhtan uzaklaşmayacağım.” dediğimde muhafız pek ikna oluş görünmese de “nasıl isterseniz efendim.” diyerek yeniden nöbet pozisyonunu aldı. Rahat bir soluk alıp hala nöbetçinin görüş açısında olduğumdan sakin adımlarla çadırdan uzaklaştım.
Roan’ın çadırına doğru attığım her adımda boğuluyor gibi hissediyordum. Zahel’i kurtaracaktım ama bu yaptığım beni öldürecekti. Kendi ayaklarımla ölüme gidiyordum. Çok tuhaftı. Ölmek istediğimde ölüm beni kabul etmemişti. Sonra pişman olup yeniden bir hayata başlamıştım ama şimdi de ölüm beni istiyordu ve ben kendi ayaklarımla ona gidiyordum. Acaba en başta beni Ölüler Diyarına kabul etmeyen Zahel miydi? Gerçi öyle bir gücü olmadığını biliyordum. Ölen kimseyi hayata döndüremezdi. Bir ruh Ölüler Diyarının kapısına geldiğinde onu geri döndürmek gibi bir seçeneği yoktu. Bir kez Ölüler Diyarına giren ruh sonsuza kadar orda kalmaya mahkumdu. Çadırın önüne geldiğimi fark ettiğimde kalbim deli gibi çarpmaya başladı. Zahel için atan kalbim bu pislikle kirlenmek istemiyormuş gibi kaburgalarımı dövüyor, yerinden kaçıp gitmeye çabalıyordu.
Daha ben söylemeden nöbetçilerden biri içeri girmiş ve iki dakika sonra geri dönmüştü. “Tanrı Roan sizi bekliyor.” dedikten sonra diğer nöbetçiyle başıyla bir işaret verip çadırın önünden ayrıldılar. Muhtemelen Roan gitmelerini istemişti. Havayı derince içime çeksem de nafileydi. Soluyordum ama ciğerlerim bomboş kalmış gibi yanıyordu. Sanki havayı değil de zehir soluyordum. Kalbim hala çırpınıyordu. Mümkün olsa onu söker bu pislikten kurtarırdım ama yapmıyordum. “Özür dilerim.” diye mırıldandım sol göğsüme doğru bakarken. Orda kalbim, kalbimde de Zahel vardı ve ben birazdan onu kirletecektim. Kalbim ağlıyordu, hüngür hüngür feryat figan ağlıyordu. Gözlerimden süzülen birer damla yaşı hızlıca sildiğimde bir adım attım. Ama öyle bir adımdı ki benliğimde deprem etkisi yarattı. Benliğim sarsıldı, yıkıldı ve bir enkaza dönüştü. Yine de durmadım, duramadım. Bir adım daha attım ve bir adım daha.
Elimle çadırın perdesini kavradığımda dizlerimin üzerine çöküp içim çıkana kadar ağlamak istedim. Nasıl yapacaktım? İstemediğim bir adamın bana dokunmasına nasıl izin verecektim. Aynısını daha önce de yaşamıştım. Bedenimi korumak için koca bir evi yakmış, cinayet işleyecek raddeye gelmiştim. Zihnim uzun zamandır kuytu köşelerde saklanan anılarımı acımasızca gün yüzüne çıkardığında tüm vücudum gerildi.
Uzun zaman önce
Ailem. Bu kelimeyi zihnimden geçirmek bile tiksinmeme neden oluyordu. İkisi de beni dünyaya getiren insanlardı ve aynı zamanda tanıdığım en korkunç insanlardı. Bağımlılardı ve daha da beteri kötüydüler. Kötülük denen şey onlarda en saf haliyle vardı. İstenmeme rağmen dünyaya gelmiştim. Annem ben karnındayken doğmadan öleyim diye elinden geleni yapmıştı ama şans bu ya bir şekilde yaşamayı başarmıştım. Tabi buna yaşamak denirse. Şiddet başıma gelenlerin belki de en hafifiydi. Yediğim tokatların bir sonu yoktu. Bedenime kaç kez köz bastıklarını, sırtıma kaç kez kemerle vurduklarını, mutfak bıçaklarını kaç kez üzerimde kullandıklarını bir ben bilirdim.
Beni kesiyorlardı, kanatıyorlardı, yakıyorlardı ve bundan zevk alıyorlardı. Küçük bir çocukken aklım yetmediğinden hep bunları hak ettiğimi düşünürdüm. Büyüyünce böyle düşündüğüm için kendime de çok kızdım. Hayır, ben bunların hiçbirini hak etmemiştim ama hak edip etmemem onların umurunda değildi. Beni sürekli yaralayıp bedenimde yara izi kalmayınca sinirleniyor ve daha çok yaralıyorlardı. Onların ev dediği o hapishanede ben mahkumdum ve işkenceye uğruyordum. Pencereleri kapatılan odama kilitleniyordum. Günlerce aç susuz kalırken yalnızlıktan kafayı yememek için deliklerden sızan ışığın yarattığı gölgelerle kendimi avutuyordum. Açlıktan ve dayaktan onlarca kez bayılmıştım ama zerre umursamamışlardı. Bir baba kızına bunları nasıl yapardı ki? Beni dokuz ay bedenine taşıyan annem bana bunları nasıl reva görürdü ki?
Kendi bağımlı oldukları şeyi bana da zorla içirmişlerdi. Bağımlı olmuştum istedikleri gibi. Yoksunluk krizlerine girmiştim ama bu sefer bana hiçbir şey veremeyip yoksunlukla kendime zarar vermeme müsaade etmişlerdi. O zamanlar daha ön dört yaşlarındaydım. O iğrenç şeylerin yokluğu yüzünden kilitlendiğim odada ellerim paramparça olana kadar duvarları yumruklamış, tek tek tırnaklarımı yarısına kadar koparmıştım. Koparmadan önce tırnaklarımı bedenimi deşmek için kullanmıştım. Çok sevdiğim saçlarımı yoksunluk krizlerinde yolup durmuştum. Günlerce hatta haftalarca kendime zarar vermeye devam etmiştim. Bir noktadan sonra iflas eden bedenim hissizleşmeye başlamıştı. Yetmezmiş gibi sürekli kusuyordum. Kilitlendiğim odamın her yeri günlerce kustuğum mide öz suyumla bulanmıştı. Çıkan kokuyu solumak tekrar ve tekrar kusmama neden oluyordu ama ikisi de bana acımıyordu.
Onlar içerde kafaları güzel takılırken ben beni kilitledikleri yerde ölüp ölüp diriliyordum. Belki de en azap verici yolla bağımlılığımdan kurtulmuştum ama mahvolmuştum. Kendi kendime iyileşmek zorunda kalmıştım. Bana ilaç vermeye, yaralarımı sarmaya hiçbir zaman tenezzül etmemişlerdi. Biraz daha büyünce hizmetçileri haline gelmiştim. Dışarı çıkmamayım, kimseler beni görmesin diye kapıları kilitliyorlardı. Pencereleri ise tahtlarla kapatmışlardı. Çektiklerimi kimseler görmüyor, duymuyordu. Onlar her yeri darmadağın ediyor, ben temizliyordum. Onlar yiyor içiyordu, ben aç karnımla bulaşıkları yıkıyordum. Bedenime açtıkları yaralar temizlik yapacağım diye kaç kez mikrop kapmıştı saymak mümkün değildi. O işkence deliğinden kaçamıyordum. Güneşin bile girmesine müsaade etmedikleri ev hapishaneleri bile kıskandırabilirdi. Öleceğimi sanıyordum. Bir gün dayaktan evin bir köşesinde sefil bir halde öleceğim sanıyordum ve ölmeyi de istiyordum ama ona da izin vermiyorlardı. Bana kıvranacağım kadar çok ölmeyeceği kadar az işkence ediyorlardı.
Yalnızdım ve belki de yalnızlık hiç bu kadar gerçek olmamıştı. Diğer çocuklar gibi yaşamama müsaade etmiyorlardı. Dışarı bile çıkamıyordum ki. Okumayı onlar yüzünden geç öğrenmişti. Aslında beni okutmak gibi bir gayeleri hiç olmamıştı zaten. Bedenimde hiç yara izi olmadığı zamanlarda kısa süreliğine bahçeye çıkmama izin veriyorlardı ki konu komşu yanlış şeyler düşünmesin. Tek dertleri başlarını belaya sokmaktan kurtarmaktı. Tabi bir de iyi niyetli birinin çıkıp beni ellerinden almasını istemiyorlardı. Sonuçta kim bir köleden öylece vazgeçerdi ki! Ne amaçla olursa olsun dışarı çıktığımda bir nebze de olsa mutlu olabiliyordum. Rüzgârı, yağmuru, karı tenimde hissetmek muazzamdı. Çocuksu bir heyecanla kelebekleri kovalamak en sevdiğim şeylerden biriydi. O zamanlarda bahçenin önünden geçen bir çocuk ürkekçe de olsa benimle konuştuğunda başta ne yapacağımı kestiremediğimden elim ayağıma dolanmış, sorduğu hiçbir soruya cevap vermemiştim.
Daha fazla ısrar etmeyip gittiğinde ise onunla konuşmadığım için kendime kızmıştım. Belki arkadaş olabilirdik diye düşünmüş, çok üzülmüştüm. Neyse ki o çocuk inat etmiş bir dahaki bahçeye çıkışımda yine yanıma gelmişti. Bu sefer susmayıp çekinerek de olsa onunla konuşmaya başlamıştım. Adının Nox olduğunu öğrendiğim arkadaşım dışarı çıktığım her seferinde bıkmadan usanmadan yanıma gelmekten hiç vazgeçmemişti. Okumayı da onun sayesinde öğrenmiştim. Tuhaftır ki ailem Nox’la iletişim kurmama da hiç karışmamıştı. Onunla her görüştüğümde her an annemle babam içerden öfkeyle çıkıp gelecek diye ödüm kopardı. Neyse ki korkum hiç gerçek olmamıştı ama bir noktadan sonra Nox yanıma gelmeyi bırakmıştı. Ona ne olduğunu, taşınıp taşınmadığını bilmiyordum ve hiç öğrenememiştim. Onun gidişiyle bir nebze olsa çekilir olan hayatım yine eski haline dönmüştü.
İşkencelerle geçen hayatıma alışmıştım. Umut denen şey bende öleli çok olmuştu. Her gün aynı berbat güne gözlerimi açacağımı bilerek geceleri gözlerimi yumuyordum. Gıcırdayarak açılan kapının sesi ürkerek gözlerimi açmama neden olduğunda kalbim boğazımda atıyordu. Yine ne tür bir acıya maruz kalacağım diye düşünürken karşımda annemle babamın yanında duran yabancı bir adamı gördüm. Sertçe yutkunurken ilk kez gördüğüm bu sıska adamın burada ne işi olduğunu sorguluyordum. Keçi sakalı olan adamın aralık dudaklarından çürümüş dişlerini görünüyordu. İğrenç gülüşünden iyi biri olmadığı anlaşılıyordu. Gözleri yatakta titreyen bedenimi açıkla süzerken korkudan zar zor aldığım nefeslerim titriyordu. “Beğendim.” dedi çatallı sesiyle. O an aklıma düşen ihtimal kalp atışlarımı durduracak kadar kötüydü. Cebinden bir deste para çıkarıp babamın avucuna bıraktığında ben mahvolmuştum.
Sonunda bunu da yapmışlardı. Para için beni pazarlayacak kadar dibe batmışlardı. Yabancı adam attığı büyük adımlarla yatağa doğru yaklaştığında nefes alamıyordum. Bu kırılma noktasıydı. Her şeye kabuldüm ama bu kadarı da olmazdı. Adam köhne yatağımın kenarına kendini bırakıp üzerime eğildiğinde sertçe yutkundum. Korku dolu gözlerim kapının önünde duran annemle babamdaydı. “Lütfen.” dedim yalvaran sesimle. “Ne olur yapmayın.” Yalvarışlarıma karşılık vermediler. Sertçe kaşlarını çatan annem “ilk kez bir işe yarayacaksın. Zorluk çıkarmadan onu memnun et.” dedi. Sözleri tiksindiriciydi. Hangi anne kendi kızına bunu yapardı. Sırıtarak üzerime eğilen adam iğrenç bakışlarını üzerimde gezdirirken “zorlukları severim.” dedi. Sesindeki iğrenç arzu tınısı yüzümü buruşturmama neden oldu. Sıcak nefesi tenimde çarptığında onu itmeye çalıştım ama bileklerimi yakaladı. Debelenmeye, direnmeye başladım. Bileklerimi kurtarmaya çabalarken on üzerimden atmak için delirmiş gibi tekmeler savuruyordum ama işe yaramıyordu.
Adam cılız görüntüsüne rağmen fazla kuvvetliydi. Sıktığı bileklerimi itmesiyle sırtım yatakla buluştu. Adam ağırlığını üzerime verdiğinde artık tekmeye atamıyordum. Ellerimi başımın iki yanından yastığa sabitlediğinde avaz avaz bağırıyordum. Çığlıklarım yeri göğü inletiyordu da ailemin katran karası kalbine ulaşamıyordu. Öylece durmuş olan biteni izliyorlardı. Adam suratını yüzüme yaklaştırdığında aklımı kaçırmışım gibi başımı sallamaya başladım. Çaresiz çırpınışlarım işe yaramıyordu. Bedenime temas eden bedeni her şeyimi kirletiyordu. Islak dudakları boynuma temas ettiğinde taş kesildim. Çırpınmayı bırakmıştım ama bu sefer de ayazda kalmış gibi zangır zangır titriyordum. Boynumu parçalamak istiyordum, derimi kazımak, öptüğü yeri yakıp dağlamak ve arınmak istiyordum. Durgunluğumu farklı şeylere yoran adam bileğimdeki baskısını gevşettiğinde kurtuluş için tek şansım olduğunu anladım. Çektiği dudaklarını yeninden tenimle buluşturmak istediği anda bileğimi kurtarıp hiç düşünmeden yastığımın altına sakladığım meyve bıçağını çıkardım ve o daha ne olduğunu anlamadan kürek kemiğine sapladım.
Normalde kaçmak için onlara zarar vereceğimi bildiklerinden evde ne kadar kesici ve delici alet varsa saklıyorlardı. Bulaşık yıkarken bir şeyler almayayım diye tepemde dikiliyorlardı. Neyse ki dün annem tepemde dikilirken başını çevirdiği o kısacık anda meyve bıçağını almayı başarmıştım. Geri çektiğimde adam inleyerek ayağa kalkmış annemle babam da ona koşmuştu. Ben kaç kez yaralanmıştım bir kez bile bana koşmamışlardı. Bu sefer gözlerimden yaş akmadı ama kalbim hüngür hüngür. “Seni aşağılık yaratık!” diyerek üzerime yürüyen annemdi. Korkuyla ayağa kalktığımda kendimde sayılmazdım, kriz geçiriyor gibiydim. Sıkı sıkıya kavradığım bıçağı anneme doğru savurduğumda bıçak böğrüne saplandı. Babam bir babanın kızına etmemesi gereken tüm küfürleri bana etti o an. Annem inleyerek yarasını tutarken babam getirdiği adamla annemi odamdan çıkardı. Çıkarlarken o yabancı adamın paramı geri istiyorum diyen sesini duymuştum.
Eve mutlak bir sessizlik çöktüğünde titreyen elimde duran kanlı bıçağa bakıyordum. Kırgındım en çok da kızgındım. Para için getirdikleri o adam bana tecavüz edecekti ve ailem buna izin verecekti. Bunu düşünmek bile midemi allak bulak ediyordu. Gücü çekilen elimden bıçak kayarak düştüğünde parmak uçlarımla boynuma dokundum. Biraz önce adamın iğrenç dudaklarının değdiği yeri tırnaklarımla kazımaya başladım. Anlamsız mırıltılar dudaklarımdan dökülürken tırnaklarım daha da derine saplıyor derimi soymak istiyordum. Tırnakladım, yırttım, parçaladım. Parmak uçlarımda kendi kanımı görene dek durmadım. Dakikalarca titreyen parmaklarımı boş gözlerle seyrettim. Bedenim zangır zangır titrerken daha önce hiç hissetmediğim bir öfke sarmıştı benliğimi. Öyle öfkeliydim ki her şey yanıp kül olsun istiyordum. Öyle bir nefret öyle bir korku kaplamıştı ki içimi. Bu duygularda boğulacağımı sanmıştım. Midem bulanmıştı. Öyle ki midemdekileri değil midemi komple kusmak istemiştim.
O ikisi telaş içinde odamdan çıktıklarında kapıyı kilitlememişlerdi. Berbat bir haldeydim ama tek şansım da buydu. Titreyerek yanaştığım kapıdan bir daha asla dönmemek üzere çıktım. Korkuyordum ama aynı zamanda öke doluydum. Böyle olmamalıydı. Bana yaptıkları her şeyin bedelini ödemeleri gerekiyordu. Her şeyi küle çevirmeyi arzuluyordum. Koşarak kilere gidip gaz yağıyla dolu kabı aldığım gibi evin her yerine dökmeye başladım. Gaz yağı ve gözyaşlarım zemini ıslatırken mahvolmuştum. Kurtulmuştum, evet bana dokunamamıştı ama ben bunu denediğini bilerek yaşayacaktım. Berbat hissediyordum. Sanki bunca yıl yavaş yavaş ölmüştüm de bir üzerime toprak atılmamıştı. İşte o toprak bugün atılmıştı.
Mutfaktan bir kibrit alıp dış kapının önüne geldiğimde kapının kilitli olduğunu gördüm. Çıkarken o halde bile beni buraya hapsetmenin derdindeydiler. Umurumda değildi, artık ne olursa olsun bu evden çıkacaktım. Aynı şeyleri tekrar yaşamayı kaldıramazdım. Üstelik bir dahaki sefere kurtulacağımın garantisi bile yoktu. Kenara bıraktığım gaz yağını alıp dış kapıya boca ettim. Yaktığım kibriti hiç düşünmeden kapıya fırlatıp geri çekildiğimde anında alev alan kapı cayır cayır yanmaya başladı. Bu evin içinde ölmek istemiyordum ama başka şansım yoktu. Bu kapı açılacak kadar yanacaktı ve ben o ana kadar bekleyecektim. Dört bir yanımdan alevler yükselirken sıcaklık giderek artıyor ve dayanılmaz bir hal alıyordu. Kirlenen havayı solumak öksürük krizlerine girmeme neden oluyordu. Ya ölecektim ya da çıkacaktım. Başka yolu yoktu. Yeniden o canavarların eline düşemezdim.
Dakikalar boyunca cayır cayır yandığını seyrettiğim kapıya yaklaştım. Alevleri umursamadan var gücümle tekme attığımda bacağım cayır cayır yansa da kapı kırıldı. Bir kez daha tekme savurup geçebileceğim bir aralık oluşturduğumda hiç düşünmeden kendimi dışarı attım. Temiz havayla ciğerlerimi doldurup koşarak ağaçların arasına karıştım. Bitmişti. O ev yanıyordu, her şey bitmişti ve ben de bitmiştim. Yanan evi bomboş gözlerle seyrederken insanlar etrafa toplanmaya başladı. Her şeyi uzaktan kimselere görünmeden izlemeye devam ettim. Toplaşan kalabalık kova kova su çekerek yangını söndürmek için saatlerce uğraştı. Sonra birkaç kişi içeri birileri var mı diye kontrol etmek için girdi. O evde benim ölen ruhum dışında kimseler yoktu. O iki canavar ben o adamı yaralayınca tedavi için gitmişlerdi. Beni yaralayıp deşenler bir kez bile yaralarımı sarmamışken en ufak yaralarında tedaviye koşmuşlardı.
Girenler çıktığında gözlerim bir kez daha dehşetten büyüdü. Onlar aslında gitmemişler mi? Üçünü baygın halde yere bıraktıklarında ölüp ölmediklerini bilmiyordum. Katil mi olmuştum? Onlardan nefret ediyordum ama öldürmek gibi bir niyetim yoktu. Onları öldürerek onlar gibi canavar olmak istememiştim. Gittiler sanıyordum, evde değiller sanıyordum. Kalabalık onların etrafından toplanmışken birinin bir şey söylemesini bekliyordum. Nihayet biri yaşıyorlar dediğinde rahat bir soluk alıp ağlayarak oradan uzaklaştım. Bitmişti, her şey bitmişti. Azabım olan o ev yanmıştı ve ben o canavarlardan kurtulmuştum. Yıllardır peşimde olan ölümse kazanmıştı. Belki bedenim o evden çıkmıştı ama ben çoktan ölmüştüm.
❄️❄️❄️
O gün kendimi o uçurumun kenarına getirmiş ve atlamıştım. Ölmeyi beklemiştim. Peşimde koşan ölümün nihayet beni alacağını sanmıştım ama öyle olmamıştı. Ölmemiştim ve yaşamak için ikinci bir şans elde etmiştim. Geçmişi tamamen yok saymıştım bu şansı bulduğumda ama şimdi o lanet geçmiş yine peşime takılmıştı. İkinci kez biri bana zorla sahip olmaya çalışıyordu. İlkinden kurtulmayı başarmıştım ama bundan kurtuluşum yoktu. Sevmeyi ve sevilmeyi hiç tatmamışken aşık olduğum adamın ölmesine nasıl izin verirdim ki? Ailem olan o canavarlar o yangından çıkarıldıklarında onlar için bile vicdanım sızlamışken sevdiğim adamı yaşatma şansım varken nasıl elimin tersiyle iterdim?
Keşke Roan benden ölmemi isteseydi. Ölmek onunla olmaktan çok daha kolay olurdu. Ayaklarım geri geri gitse de bir şekilde içeri girmeyi başarmıştım. İlk başta loş ortamda bir şey seçmedim ama sonra gözlerim masada oturmuş içkisini yudumlayan tanrıyı buldu. Masanın üzerinde birkaç mum hoş bir ortam yaratılmak istenmişçesine yakılmıştı. Ateş Tanrısı mumların yandığı masanın başında içkisinin tadını çıkararak yudumlarken ışıldayan gözleri üzerimdeydi. Bakışları beni hem ürpertiyor hem de kusma isteğimi tetikliyordu. Olduğum yerde taş kesildim. Adım atmam gerekiyordu ama yürümeyi geçtim ayaklarım geri geri kaçma niyetindeydi. Roan aslında kısa ama bana göre epeyce uzun hissettiren bir süre boyunca bakışlarını hiç üzerimden çekmedi.
Kehribar rengi gözlerinde gördüğüm beğeni hiç hoşuma gitmiyordu. Rahatsızlığımı umursamadan bedenimi baştan aşağı süzdü. Üzerimdeki kollu bluz ve altımdaki pantolonda oyalandı gözleri. İstemediğim bir şeye zorlanıyorken bir de hazırlanıp gelecek değildim ya. Ağır hareketlerle yerinden kalktığında elindeki kadehle birlikte bana doğru adımlamaya başladı. Onun bana doğru attığı her adımda ben bir adım geriye atmak istesem de kendime engel oluyordum. Gitmek gibi bir lüksüm yoktu ki. Karşıma geçtiğinde dudaklarının kenarı keyifle kıvrıldı. Bu adamın çapkınlığıyla nam saldığını biliyordum ama istediği her kadını öyle veya böyle elde ettiğini bilmiyordum. Onu istemeyeni o hiç istemez sanıyordum, azıcık gururu vardır sanıyordum. Olmayan gururuyla gururumu benden alacağını hiç düşünmemiştim.
“Önce bir şeyler içelim mi?” deyip eliyle masayı işaret ettiğinde ısınan gözlerimde yaş birikmesin diye dudaklarımı kemirip sessizce masaya doğru ilerledim. Boştaki sandalyeye geçip oturduğumda kendimden nefret ettim. O da oyalanmadan karşıma geçtiğinde ondan yana bakmamaya çabalıyordum. Masada duran şişeyi alıp kendi kadehini ve boştaki diğer kadehi doldurup birini bana uzattı. “İç.” dedi gayet sakin bir tonda. Gözlerinde sinsi alevler dans ederken “geceyi hatırlamamana yardımcı olur.” deyip kendi içkisinden bir yudum alarak geriye yaslandı. Bense duyduklarımın etkisini atlatamadım. Beni onunla olmaya mecbur edecek kadar kötü, o anları hatırlamamı istemeyecek kadar düşünceliydi. Bir kez daha çalkalanan midem artık kusmamı ve içimdeki her şeyi söküp atmamı istiyordu. Keşke yapabilseydim.
Önüme konan kadehe boş boş bakmaktan başka bir şey yapmadım. Roan karşımda içkisini zevkle yudumlarken içimden her şeyi yakıp yok etmek geçiyordu ama dışım buz kesmişti işte. Sevdiğim adam ölmesin diye sevmediğim bir adamın kollarına sunacaktım kendimi. Roan sessizlikten pek hoşlanamamış olacak ki “kıyafetlerine rağmen çok hoş görünüyorsun.” dedi. Gözlerimi bir anda ona çevirdim. Bedenime olan açılığıyla ışıldayan gözleri bluzumun yuvarlak yakasında oyalanıyordu. “Yine de daha dekolteli bir şeyler giyebilirdin.” dediğinde bir an kendimi kaybedip sandalyeyi ittiğim gibi ayağa kalktım. Çattığım kaşlarımla Roan’a bakarken o ani çıkışımdan zerre etkilenmemiş gibi içkisini yudumlamaya devam ederek beni izliyordu. Onca laf ettiğim kitap karakterleri bir kez daha aklıma geldi. Şayet ben de onlardan biri olsaydım muhtemelen beni okuyanlar şu ana kadar bana demedik laf bırakmamış olurdu.
Salaklık ettiğimi, buraya asla gelmem gerektiğini söyleyip kitabı parçalamak bile isteyebilirlerdi. Haklıydılar, ben olsam ben de öyle yapardım. Hatta mümkün olsa kitabın içine girip karakterin boğazına yapışırdım. Zira bu yaptığımın hiçbir şeye faydası yoktu. Geceyi Roan’la geçirsem ne olacaktı ki? Ben yaşayan bir ölüye dönüşecektim ve Zahel tüm bunları cidden öğrenmeyecek miydi? Öğrenirdi, hiçbir sır sonsuzluğa gidemezdi. Peki öğrenince ne olurdu? İşte işin orası tam anlamıyla kıyametti. Buraya gelmek aptallıktı. Ben Zahel’i kurtarmaya değil onu öldürmeye geldiğimi ancak fark edebiliyordum. Bunu yapmamdansa ölmesine izin vermemi isteyeceğine emindim. Eğer bir kitap karakteri olsaydım tam şu anda beni okuyanlara haklısınız diye bağırırdım. Siz haklısınız buraya hiç gelmemeliydim.
Beni izleyen Roan’a tek kelime etmeden çıkışa doğru öfkeli adımlarla ilerlemeye başladım. İtilen sandalyenin sesini duyduğumda bile arkamı dönüp bakmadım ama Roan kolumu yakalayınca durmak zorunda kaldım. Hiddetle kolumu çektiğim gibi arkamı döndüm. “Kabul etmiyorum.” dedim sıktığım dişlerimin arsından nefretle. “Dünya da yıkılsa bana dokunmana izin vermeyeceğim.” dediğimde o az önceki rahat halinden eser kalmamıştı. Gitmeyeceğimden, geceyi onunla geçireceğimden o kadar emin ve rahattı ki. Ama yanılmıştı işte. Kaşları şaşkınlıkla bükülürken “gidemezsin.” dedi sanki bana engel olabilecekmiş gibi. Karargâhtaki herkesi buraya yığmam bir çığlığıma bakardı. Yani gitmek istiyordum ve öyle ya da böyle gidecektim. “Sıkıyorsa bana engel ol.” dedi meydan okurcasına. Tam konuşmak için ağzını aralamıştı ki bakışları omuzumun gerisine düştü. Gözlerinde ufak şaşkınlık pırıltıları oluşsa da dönüp bakmadım.
Güçlü bir el bileğimi sardığında Roan bileğimi tutan kişiye bakmaya devam ediyordu. Büyük ihtimalle uyku tozuna fazlaca direnen Nowa etkisinden de kolayca kurtulmuş ve buraya geldiğimi anlamıştı. Engel olmak için geldiği açıktı. Gelenin o olduğunu bilsem de gözlerimi Roan’dan ayırmadım ki her istediğini elde edemediğini anlasın. Yana doğru ufak bir adım atıp Nowa’ya yanaştığımda “yiyorsa ona dokunmayı dene.” diyen ses bozguna uğramama neden oldu. Öfke saçan gözlerimi Roan’dan ayırmamaya kararlı olsam da bu ses beni şaşkına çevirmişti. Başımı sağ tarafa çevirdiğimde gördüğüm kişinin gerçekliğini sorguladım. Bana engel olmaya gelen Azel’miydi? Nefret saçan gözlerinin odağında Roan vardı. Ben onun burada olmasının şokunu atlatamamışken Roan “düşman taraf olarak karargaha girdiğin yetmezmiş gibi çadırıma izinsiz girip beni tehdit mi ediyorsun?!” derken sesi öfkeli çıkmıştı. Tabi öfkelenirdi, istediği oyuncağa sahip olamamış çocuktan farkı yoktu. Onun bu hali öfkeme rağmen içimde sırıtma isteği doğuruyordu. Zavallı haline gülmek istiyordum. Onursuzluğuna, gurursuzluğuna, tanrı olmayı hak etmeyişine gülmek istiyordum.
Azel’in kaşları alaycı bir ifadeyle havalandı. Küçümseyen gözlerle Roan’a bakarken “çadırın?” dedi imalı bir tonlamayla. Ve Roan afallayıp kaldı. “Bu çadır senin değil, sana ait değil. Kullan diye Silva sana bir süreliğine tahsis etti. Kimin çadırında kime hesap soruyorsun? Burası senin toprakların değil Ateş Tanrısı haddini bil ve başkalarının olanlara göz dikmeyi bırak.” Azel ağzımı bir karış açık bırakmıştı resmen. Öyle ki şu an alnından öpmek istiyordum. Renkten renge giren Roan istediğini alamamış olmanın ve Azel’in söylediklerinin yarattığı öfkeyle adeta yürüyen ateş topuna dönüşmek üzereydi. “Beni tehdit mi ediyorsun?” derken öfkesi bedenine yansıdığı kadar sesine de yansıyordu. Azel’e öldürmek ister gibi bakıyordu. Lakin Azel zerre korku belirtisi göstermiyordu. “Ediyorsam ne olmuş?” diye sordu alaycı bir tınıyla. Kabul, Roan’a ağzının payını iyi veriyordu ama sanki biraz fazla mı ileri gidiyordu? Cesaret suyu mu içip gelmişti? Bir tanrının oğlu olsa da Roan gibi gerçek bir tanrı değildi. Böyle kafa tutarken tam olarak neye güveniyordu ki?
“Seni hemen burada öldürebilirim.” derken bunu gerçekten yapabilecek gibi görünüyordu. Zaten yapabilirdi de. Azel’i öldürmeyi denediği takdirde ona engel olmam çok zordu. Ben Azel için endişelenirken o istifini bozmaya tenezzül etmiyor hala aynı küçümseyen ifadesiyle Roan’a bakıyordu. “Lütfen.” dedi dalga geçer gibi ve devam etti. “Durma da öldür beni. Sonrasında Konseyle sana bol şans.” dediğinde Roan anlamamış gözlerle Azel’e baktı. Ben de pek anladığımı söyleyemezdim doğrusu. Keyifli gülüşü büyüyen Azel “Abimi konseye kim ifşa etti sanıyorsun Ateş Tanrısı?” dediğinde Roan hala anlamamış gözlerle bakmaya devam ediyordu. Zahel’i Konseye kimin verdiğini bir tek biz biliyorduk. Konsey Azel’in kimliğini paylaşmamıştı. Bir an sonra gözleri şüphe ve şaşkınlıkla kısılan Roan sanırım anlamıştı. “Evet.” diyerek tahminini onayladı Azel. “Abimi konseye veren bendim.” dediğinde Roan’ın şaşkınlıktan büyüyen gözlerini anbean izledim.
“Ve tabi ki onlardan bir karşılık da istedim.” dediğinde biraz önce alnını öpmek istediğim Azel’in ağzının ortasına bir tane geçiresim geldi. Zahel’i Konseye verdiği yetmezmişim gibi bir de pazarlık mı yapmıştı. Bu herif beni dengesizleştiriyordu ve kendisi başlı başına dengesizdi. “Eğer biri bana zarar vermeye kalkar ya da beni öldürürse Konsey o kişiyi bulup en ağır şekilde cezalandıracak. Ve bu sözde bir anlaşma değil Ateş Tanrısı, ruhlarımız üzerine anlaştık. O yüzden durma, öldür beni de Konsey sana en ağır cezalarından versin.” Şu ruh anlaşmasının ne olduğunu bilmiyordum ama Roan’ın ifadesindeki korkuyu görmek keyiflenmemi sağlıyordu. Yeniden Azel’in alnından öpesim gelmişti. Artık nasıl bir anlaşma yaptıysa ölse bile Konsey ona verdiği sözden dönemiyordu. Tek kelime edemeyen Roan elbette en ufak bir harekette de bulunamıyordu. Azel yeterince tatmin olamamış olacak ki kısa bir sessizliğin arından yeninden dudaklarını araladı. “Konseyin önem verdiği biri olduğumu anlamışsındır. Eğer yengem ona yapmak istediğin şey yüzünden seni Konseye şikâyet ederse ona şahitlik yaparım. Ve bil bakalım Konsey kime itimat eder?”
Roan soruya bir cevap vermedi. Cevap zaten belliydi. Konsey Zahel’den kurtulmayı her şeyden çok arzularken bu fırsatı onlara sağlayan kişiye arka çıkacaklardı tabi ki. Sadece öfke içinde yumruklarını ve dişlerini sıkıyordu. Öfkesi öyle büyümüştü ki gözlerinden fışkırıyordu. Tepesinden ve kulaklarından çıkan dumanları görüyor gibiydim. “Sen kim oluyorsun ki?” dedi sıktığı dişlerinin arasından. Durumu kendine hala yediremiyordu. Sadece tanrı çocuğu olan bir adamın kendisini eli kolu bağlı duruma düşürmesini gururuna yediremiyordu. Gerçi onun bir gururu yoktu değil mi? Azel’in dudakları şeytani bir gülümsemeyle kıvrıldı. Roan’a karşı daha ne söyleyebilirdi artık tahmin edemiyordum. Az önce söyledikleri büyük kozlardı ve daha fazlası olamaz gibi geliyordu. “Kadim Kılıcın kimde olduğunu bilen kişi oluyorum.” dedi. Yanılmıştım elinde başka bir kozu da varmış. Ben ne kılıcından bahsettiğini anlamasam da Roan gerilmişti.
“Zahel’in idamı yarın.” dediğinde belli belirsiz titreyen sesiyle beni ikna etmeye çabalıyordu. Cevap verecektim, verebilirdim de ama Azel müsaade etmeyip benim yerime konuştu. “Onu senin kirli ağzından çıkacak sözlerle kurtaracağıma ölsün daha iyi.” dediğinde bu sefer Roan’la benzer hisleri paylaşıyordum. İkimiz de nerdeyse ağzımız açık kalmış vaziyette Azel’e bakıyorduk. Daha önce hiç görmediğim bir ciddiyete bürünen Azel kolumdaki baskısını hafifçe arttırıp karanlık gözlerini bana çevirdi. “Yürü yengecim, gidiyoruz.” Cevap vermeme fırsat vermeden beni peşinden sürüklemeye başladığında hiç itiraz etmedim. Zaten o gelmese de ben gidecektim. Çadırdan çıktığımızda aldığım soluk yeniden hayata dönmüşüm gibi hissettirdi. Sanki o çadırın içine girdiğim anda ölmüştüm de tam zamanında çıkmış gibiydim. Azel beni peşinden sürüklerken bir yanım rahatlasa da diğer yanım Zahel’i düşünüp duruyordu.
Nowa’yla oturduğumuz kütüğe geldiğimizde Azel kendini kütüğe bıraktı. Ben de hemen yanına oturup gizleyemediğim merakımla ona baktım. Tek kaşımı hava kaldırıp “Ruh anlaşması ne?” diye sorduğuma ikimizde ciddiyete bürünmüştük. Uzunca bir soluk alıp anlatmaya başladı. “Koruyucular ve Konsey istedikleri kişiyle anlaşma yapabiliyorlar. Karşılıklı çıkar gözeten bu anlaşmalar bağlayıcı oluyor. Eğer bir taraf şartları yerine getirmezse ruhu silinip gidiyor.” dediğinde “ölüyor mu?” diye sordum.
“Hayır, canlılar öldüğünde ruhları öteki diyara gider ama bu anlaşmada ruh tamamen silinir. Mutlak yok oluş da diyebiliriz. Fazla tehlikeli olduğundan Koruyucular da Konsey de bu anlaşmalardan kaçınır. Benimle anlaşma yaptılar çünkü Aşin’in en büyük arzusu abimi yok etmekti.” Son sözleri canımı sıksa da anladığımı göstermek adına başımı salladım. Azel’in Zahel’i konseye teslim ettiği gerçeği hala canımı sıkıyordu. “Ya şu kadim kılıç?” “Ona ikiz kılıç da deniyor. Var oluşun ilk zamanlarında kadim güçler tarafından yaratılan bazı silahlar vardı. Bu silahlar Koruyucuları ve tanrıları öldürme gücüne sahip. İkiz kılıçlar ve Kara Hançer uzun zaman önce Koruyucuların elindeydi ama kara hançer ve kılıçlardan biri kayboldu. Diğer kılıç şu an konseyde ama hançerle kılıcın ikizi asılardır kayıp.” Açıklaması bittiğinde sertçe yutkundum. Gözlerimde aklıma gelen ihtimalin yarattığı korku vardı. “Evet.” dedi Azel başını eğerek. “Abimi o kılıçla öldürecekler.” İdam derken kafamda darağacı canlanmasının ne kadar saçma olduğunu ancak idrak edebiliyordum. Öylesine bir ip Zahel’i öldüremezdi ki.
“Ya diğer kılıç? Gerçekten kimde olduğunu biliyor musun?” Yüzü sıkıntılı bir hale büründü. Cevap vermeyeceğini düşünmeye başladığım anda cevap verdi. “Aslında kılıcın değil ama hançerin kimde olduğunu biliyorum.” Kimde olduğunu sormak istesem de sormadım. Cevap vereceğinden pek emin değildim. “Seni anlamıyorum.” diye fısıldadım. “Abini ne kadar çok sevdiğini, canı yandı diye kendi canını yaktığını biliyorum ama sonra o çocuk büyüyor ve abisini öldürmeye kalkıyor. Başaramayınca değer verdiği birini öldürüyor. Başkası olsa seni öldürürdü ama Zahel seni sürgün etti. Sen oradan da kurtuldun ve abini konseye teslim edip bize savaş açtın. İdam haberini alınca pişman olup onu kurtarayım diye ayaklarıma kapandın. Kabul ettiğimde de gelip bana engel oldun.” Tek solukta söylediklerim kafamı allak bullak etmişti. Azel bir dediği bir dediğini tutmayan türden biriydi. Bir süredir onu terk etmeyen suçluluk yeniden çehresine yerleştiğinde siyah gözleri beni buldu. “Ben…” deyip sertçe yutkundu. “Ben abimi çok severdim.” dediğinde ilk kez sesinde o sevgiyi duymuştum. “Ailem beni abime karşı doldurmak için çok uğraştı. Sürekli onun bir canavar olduğunu söyleyip durdular.”
“Canavar dediğin adamın güzelliklerini anlatmak için ateşkes ilan etsek diyara sonsuz barış gelir.” dediğimde “haklısın.” diyerek beni onayladı. “Ben de senin gibi düşünüyorum ama annemle babam beni zehirlemekten hiç vazgeçmiyorlardı. Ailemdi onlar ve onlara direnmek çok zordu. Sonra o olaylar oldu. Dört tanrı diyarımızı işgal edip annemle babamı öldürdü. Çok acı çekiyordum, çok öfkeliydim ve babamın hayatta kalan danışmanı bu halimden faydalanıyordu.” dediğinde Zahel’i saldırı günü zindandan çıkaran adamı hatırladım. “Nasıl faydalandı?” “Ailem ölmüştü ve o buna abimin neden olduğunu söyleyip ailemin kaldığı yerden beni zehirlemeye başladı. Onları kimin nasıl öldürdüğünü görmemiştim. Gençtim ve çok öfkeliydim. İntikam ateşiyle kavuruluyordum ve o danışman beni zehirliyordu. Abim o sıralarda diyarı eski haline getirmek için çok çalışıyordu ve bana vakit ayıramıyordu. Hep onun zindandan çıkacağını ve birlikte vakit geçireceğimizi hayal etmiştim. Zindan çıkmıştı ama hayalim gerçek olmamıştı. Her şey üst üste binmişti. Ailemin zehrine onlara rağmen direnebilmiştim ama onların gidişiyle direncim kırıldı. O danışman sinsice beni yavaş yavaş abime düşman etti. Bir noktadan sonra artık eski Azel olmaktan çıkmıştım.”
Anlattıklarını dinlerken içim sızlıyordu. Haklıydı, o danışman en çaresiz anlarında Azel’i ustalıkla zehirlemeyi başarmıştı. Önce ailesi sonra o ve halkı saymıyordum bile. Azel danışmanın zehrine ek olarak bir de halk tarafından zehirlenmiş olmalıydı. “Abimin benim olan her şeyi aldığını düşünmeye başlamıştım. İnsanlar da öyle düşünüyordu. Ne zaman halkın karşısına çıksam asıl tanrının ben olmam gerektiğini söylüyorlardı ve ben abime daha çok bileniyordum. Sonra o gün geldi.” dediğinde hatırladıkları sertçe yutkunmasına neden oldu. “Nasıl olduğunu bilmiyorum ama bahsettiğim Kara Hançer abimin eline geçmişti. Onunla tanrıları avlamaya başladığından da hançeri nereye koyduğundan da haberdardım. Bir gece gizlice hançeri alıp abimin odasına girdim ve onu öldürmeyi denedim. O an anladım ki bizim abi kardeş ilişkimiz ben o hançeri saplamadan önce bitmişti. Eski Azel değildim ve abim de bunu fark etmişti. Yapmayacağım ihtimaline tutunsa da gerçek hançerin yerine sahtesini koymuştu ve ben tüm umutlarını mahvetmiştim.”
Gözlerinden birkaç damla yaş süzülüp ayaklarının dibindeki toprakla buluştu. Pişmandı, hem de çok pişmandı. Gösterdiğinden daha çok acı çektiğini biliyordum. İçini döksün diye sessiz kalıp konuşmasına izin verdim. Muhtemelen bunları bunca zaman kimseye anlatamamıştı. İyileştirmezdi ama en azından içindekilerini birine anlatırsa belki biraz rahatlardı. “Bu yara nasıl oldu biliyor musun?” dediğinde gözlerim yüzündeki yara izini buldu. Kulak hizasından çenesine kadar inen iz çok eski görünüyordu. Bu iz küçük kardeşinin abisine benzeyen güzel yüzüne gölge düşürmüştü. Başımı olumsuz manada salladığımda titreyen parmak uçlarıyla ize dokundu ve gözlerini sıkıca yumdu. “Ben yaptım.” derken yumduğu göz kapakları titremişti. “Abimi öldürmeyi denediğim için kısacık bir an pişman olma şerefine erişebilmiştim. O zaman bu yarayı kendim açtım.” Acısı sesine de yansıyordu. Azel maruz kaldığı onca zehre rağmen bir an da olsa pişman olabilmişti ve bunu bir şeref olarak dillendiriyordu. Bu izi Yara’nın kızına saldırdığında fark edememiştim. Gerçi o anı çok hızlı akıp gittiğinden detayları fark etmem pek kolay değildi.
“Yine de durmadım.” dedi kapattığı gözlerini açıp. “Öyle bir zehirle dolmuştum ki vicdanım da kalbim de sesini bana duyurmaz hale gelmişti. Abimi öldüremiyorsam değer verdiğini birini ondan alırım dedim. Yara’nın kızına gittim ve onu ölecek duruma getirdim.” dediğinde şaşkınlıkla çattığım kaşlarımla ona baktım. “Sandığının aksine kadın ölmedi, vakti gelince eceliyle öldü. Zahel onu kurtarmayı başardı ve beni de yeraltına sürgün etti. Kadın ölmemiş olsa bile sen haklısın. Başkası olsa kardeş falan dinlemez oracıkta alırdı canımı ama abim beni sandığımdan da çok seviyor olacak ki ölmeme izin vermedi. Sürgün etti ki kinim yüzünden daha fazla masum insana zarar vermeyeyim.” Zahel’in anılarını tüm detayları görmediğimden kadının öldüğünü sanmıştım ama ölmemişti. Bu içimi rahatlatmıştı.
“Sürgünümde daha da bilendim. Beni attığı yer cehennemdi. Canavarların tutulduğu bir yere göndermişti beni. Yılarca abime karşı kendimi kin ve nefretle doldurdum. Bir gün şans eseri yeraltının kapıları açıldığında oradan kaçtım ve ince ince planımı işledim. Abimin suikastçı olduğunu biliyordum. Onu Konseye verip başta kıymetli mühürlüsü olmak üzere hepsini öldürecektim. Abim ölmeden sevdiği herkesin ölümüyle yüzleşecekti ve o öldükten sonra da ben hakkım olan her şeyi alacaktım. Nerdeyse başarıyordum ama yapamadım.” dediğinde artık kendini tutamayıp hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. Kısık kısık aldığı nefeslerinin arasından “sen- sen bana idam haberini verdiğinde gerçekler suratıma tokat gibi çarptı. Ne büyük hata ettiğimi çok geç fark etmiştim. Ben abimi öldürmezdim ki. Onsuz bir dünya düşünmek başka onsuz bir dünyada yaşamak çok başka. Gerçekten ölsün istemedim. Ölmesin Silva, abim ölmesin. Onun yerine ben ölürüm ama o ölmesin.”
Dayanamayıp onu omzuma çektiğimde başını omzuma gömüp ağlamaya devam etti. Gözyaşları bluzumu ıslatırken kollarımın arasında yaprak gibi titriyordu. “Ben korkunç bir kardeşim. Nasıl-nasıl yapabildim bilmiyorum. Ölmesin Silva, abim beni bırakıp gitmesin. Ben daha ona doyamadım ki. Hani beni seviyordu? Hani beni hiç bırakmayacaktı? Nereye gidiyor Silva? Söyle gitmesin, söyle beni de yanında götürsün.” Kollarımın arasındaki Azel abisine portakal suyu getiren o ufak çocuğa dönüşmüştü. Zangır zangır titreyen bedenini hissetmek yüreğimi dağlıyordu. Kızgındım, çok kızgın ama bir yanım onu anlıyordu. İradesi kuvvetli değildi ve günün sonunda insanların zehrine yenilmişti. Şimdi ise pişmanlıktan kavruluyordu. Dakikalarca kollarımın arasında ağlamaya devam etti. Bedeni titremeyi bir an olsun bırakmadı. Nihayet biraz toparlandığında bluzumun sağ tarafı tamamen sırılsıklam olmuştu.
Hızlıca gözlerini silip ağlarken alamadığı nefesleri içine çekti. Gözleri kıpkırmızı kesilmiş aklarında kırmızı kılcal damarlar belirmişti. Dakikalar içinde berbat bir hale bürünmüştü. “Bu aramızda.” dediğinde başımı sallasam da söz vermedim. Zahel’e anlatma ihtimalim epey yüksekti. “Eee” dedim konuyu değiştirmek için. “Neden hala bana engel olduğunu söylemedin.” Eliyle ensesini ovuştururken “o mesele.” diyerek ağzının içinde mırıldandı. Bir süre söyleyeceklerini toparlamak içi sessiz kaldıktan sonra ciddiyete bürünüp bana döndü. “Ya hadi ben salağım, yüzsüz utanmazın tekiyim de sana yalvardım. Sen niye ağzımın ortasına iki tane çarpmadın?” dediğinde şoklar içinde suratına bakıyordum. Bana hesap mı soruyordu? Kaşlarım hızla çatılırken “deli misin sen be?” diyerek çıkıştım. “Zaten bir yanım kabul et deyip duruyordu. Bir de sen gelip ağlayarak ayaklarıma kapanınca ne yapsaydım? Yalvardın, kabul ettim. Şimdi de kabul ettim diye bana hesap mı soruyorsun?”
“Evet soruyorum. Dediğin gibi ben deliyim. Sana ne oluyor? Sen de mi delisin? Ağzıma iki tane geçirip tekme tokat atsana beni dışarı. Ne demeye kabul ediyorsun?” Sabır dilenircesine havayı derince içime çektim. Bu adam harbi dengesizdi. Bir dediği bir dediğini asla tutmuyordu. Kendi deliydi ve beni de delirtmeye çalışıyordu. “Neyse olan oldu artık.” dediğinde ona ters bir bakış attım. Yalvarışlarına dayanamayıp dediğini kabul ettim diye bana kızıyordu. Nasıl bir manyaktı bu? Zahel’in kardeşi olduğuna dair içimde ciddi şüpheler oluşmaya başlamıştı. “Tüm gün düşünüp durdum. Eğer sen geceyi Roan’la geçirirsen abimin öleceğini fark ettim. Biz iki türlü de kurtaramazdık onu. Senin böyle bir şey yapmandansa ölmeyi tercih eder.” Ben de aynı şeyleri düşünmüştüm. İkimiz de Zahel’i iyi tanıyorduk. “Abim yaşasın diye ona böyle bir kötülük yapamazdım. Hem öğrenirse beni bu sefer yaşatmazdı.” dedikten sonra yönünü tamamen bana çevirip elimi ellerinin arasına aldı.
“Hepsini geçtim bir kadına bunu yapamazdım. Kötü biri olduğumu düşünebilirsin ama değilim en azından bir kadına böyle bir şeyi yaşatmayacak kadar iyiyim. Kendimi seni yerine koydum, sonra benim kadınımın başını aynısı gelseydi diye düşündüm. İzin vermezdim. Kendi kadınımın yaşamasını istemediğim bir şeyi hiçbir kadına reva göremezdim. O yüzden geç de olsa vazgeçtim.” Azel Sideras beni yine şaşkına çevirmişti. Kesinlikle haklıydı, kötü biri olduğunu düşünmüştüm ama o kısacık zamanda bana yanıldığımı göstermeye kararlı gibiydi. Gülümseyip boşta kalan elimi diğer elimi tutan elinin üzerine yerleştirdim. “Teşekkür ederim.” dediğimde gülümsedi. “Sen gelmeseydin de ben vazgeçmiştim ama geldiğin ve Roan’a ağzının payını verdiğin için memnunum.” “Verdim vermesine de şimdi abimi nasıl kurtaracağız?” dediğinde bir cevabım olmadığından sessiz kaldım. “Acaba?” diyerek konuşmaya başladığında dikkat kesilmiş onu dinliyordum. “Orduyu alıp Tapınağa mı gitsek?” Hayal kırıklığıyla sıkıntılı bir nefes verdim.
“Konseye karşı direnemeyiz.” dedim sesime yansıyan umutsuzlukla. Onun da ifadesi benim kadar umutsuz olsa da fikrinde diretmeye devam etti. “Konseyi yenelim demiyorum ki. Ordu onları oylarken içeri girip abimi kurtarabiliriz.” Kulağa mantıklı gelse de oluru yoktu. Nolan’la Zahel’i görmeye gittiğimizde Aşin Tapınaktaki korumaları kaldırmıştı ve o sayede gidebilmiştik. Bir saldırı durumunda korumayı en yüksek seviyeye çıkaracaklarından emindim. İçeri girmemiz mümkün olmazdı. “İçeri giremeyiz. Koruma duvarları var ve bizde de onu yıkacak güce sahip kimse.” Bakışları önüne düştü. Şimdi çaresizlik ikimizi de boğuyordu. Azel aynı zamanda pişmanlık da boğuluyordu. “Abimi Konseye vermek çok kolay olmuştu ama kurtarmak…” duraksadığında sesi ağlayacak gibi çıkıyordu. “Olan oldu. Ağlamak yerine düşünmeye devam et çünkü Zahel’in ölmesine izin vermeyeceğiz.”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
30.7k Okunma |
4.15k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |