İnanılmaz uzun bir bölüm oldu çiçeklerim. Hepinize keyifli okumalar diliyorum. Oy verip yorum yapmayı ve beni takip etmeyi unutmayın lütfen. Hepinizi kocaman kocaman öpüyorum.
Silva
“Ne?” dediğimde bu şaşkınlıktan verdiğim bir tepkiydi. Yerimde kaskatı kesilmiş kocaman olmuş gözlerimle karşımda duran tanrıya bakıyordum. Gayet rahat bir tavırla sandalyesinde geriye yaslanmış kendinden emin bir ifadeyle bana bakıyordu. Bense aklımdan geçen onca düşünce yüzünden huzursuzca yerimde kıpırdanıyor ister istemez kaşlarımı çatıyordum. Valeria’yı ne gibi bir sebeple istediğini tam olarak kestiremiyordum. Ona karşı ilgisi mi vardı? Bunun düşüncesi bile midemdeki safranın ağzıma gelmesine neden oluyordu. Bildiğim kadarıyla Toprak Tanrısı zaten mühürlüsü ile birlikteydi ve Roan gibi çapkın biri de değildi. Valeria’yı böyle bir amaç için istiyor olamazdı. En azından ben öyle olmasını umuyordum.
Karşımdaki tanrı çıkarcı ve soğukkanlı biriydi. Her koşulda kendi çıkarını sağlayacak şekilde hareket ediyordu. Dışarıdan uysal ve kolayca manipüle edilebilecek biri gibi görünse de aslında kendi arzuları doğrultusunda hareket ediyordu. Bu durumda Valeria’dan bir çıkarı vardı. Aklımda güçleri için onu istediğine dair bir tahmin belirdi. Evet, en muhtemel ve mantıklı ihtimal buydu. Büyücüler tanrıların yapamadığı bazı ritüelleri yapabiliyor aynı zamanda portal açmak dışında başka dünyalara da geçiş kapısı açabiliyorlardı. Portal açmaları bunu yapamayan tanrılar için oldukça avantajlı bir durumdu. En avantajlı olanı ise farklı dünyalara gidebilmekti. Onlarca farklı dünyada onlarca farklı varlık olduğunu biliyordum. Tanrıların bu dünyalardaki varlıklar üzerinde de hakimiyet kurması Wienor’un düzeni için pek de iyi olmazdı. Bildiğim kadarıyla sadece Ölüm Tanrısı Sideras tüm dünyalar üzerindeki ölümün hakimiyetine sahipti. Silas’ın bu tarz bir arzusu için Valeria’yı istiyor olması muhtemeldi. Asıl mesele istiyordum derken tam olarak neyi kastettiğiydi. Belli bir iş için mi istiyordu, belli bir süre için mi öğrenmem gerekiyordu. Üzerimdeki şoku atlatabilmek ve boğazımdaki kuruluğu giderebilmek için hafifçe öksürdükten sonra çehreme oturan şaşkınlığı hızlıca üzerimden attım. “İstiyorum derken tam olarak neyi kastediyorsunuz?”
“Biliyorsunuzdur tanrıça diyarımızda büyücülerin sayısı epeyce az ve benim diyarımda yetenekli büyücüler hiç yok.” Anlattıklarıyla rahat bir nefes aldım. Bu zihnime düşen ilk ihtimalin gerçek olmamasının getirdiği bir rahatlamaydı. İkinci tahminimde ise haklı çıkmıştım, Silas Valeria’yı güçleri için istiyordu. Bir yorum yapmayıp Silas’in konuşmasını sonlandırmasını sabırla bekledim. “Bu sebeple Valeria Zalet’i istiyorum.” Gayet rahat ve kendinden emin görünen Toprak Tanrısı ne yazık ki beni geriyordu. Şimdiye dek konuşma olumlu yönde ilerlese de tam olarak rahatlayamıyordum. Çıkarlarını gözeten biri olarak Silas’ın basit şeyler isteyeceğini sanmıyordum. Kaldı ki benim ondan istediğim büyük bir şeydi. Karşılığını bin misliyle alacağına emindim. Gerginliğimi ustalıkla gizleyip ben de en az onun kadar rahat ve kendinden emin bir tavır takındım. Bu pazarlıktan zararlı çıkmak istemiyordum. Zaten öyle bir lüksüm de yoktu.
“Tam olarak ne için ve ne kadar süreliğine istiyorsunuz?” derken Valeria ile konuşmadan onu etkileyecek bir pazarlığı yaptığım için kendimi berbat hissediyordum. Zahel’in idamını engellemek için Silas’ın istediği herhangi bir işi yapmayı direkt kabul edeceğini bilsem de haberi olmadan onun hakkında konuşmam doğru değildi ve iğrenç hissettiriyordu. Her şeyden önce Silas’ın tam olarak ne istediğini öğrenecek ardından Valeria ile konuşup ona göre bir karar verecektim. Zahel’i kurtarmayı her şeyden çok istememe rağmen haberi olmadan Valeria için pazarlık yapamazdım. Sorumla birlikte dudağının kenarı kıvrılan Silas kalbimin korkuyla teklemesine neden oldu. Bu herif Valeria’dan ne gibi bir şey yapmasını isteyecekti ki bu kadar keyiflenmişti.
“Her şey için ve sonsuza dek.” Aldığım cevap karşısında adeta dilim tutuldu. Bir anda sandalyeyi geriye doğru itip ayağa kalktığımda bunu yaptığımın bilincinde bile değildim. Bu adam aklını kaçırmış olmalıydı. Valeria ailesine rağmen Zahel’i seçmişken ona böyle bir şey yaptırmazdım ve yaptırmazdım da. Ömrünün geri kalanını Toprak Tanrısının himayesinde geçirdiğini düşünemiyordum. Silas’ın onun güçlerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanması sonucu ortaya çıkacak sorunları dile getirmiyordum bile. Tanrılara hizmet eden büyücüler olmasına rağmen bildiğim kadarıyla hiçbiri farklı dünyalara kapı açmıyordu. Zaten tanrılar da bu talepte bulunmuyordu. Zira ortaya çıkacak karmaşayı tahmin edebiliyorlardı. Silas’ın kırk tilki dolanan kafasından neler geçtiğini tahmin edemiyordum bile. Çıkarları için her şeyi yapabilecek biri olduğunu bilsem de içten içe farklı dünyalarda hakimiyet kurmak gibi delice bir şeyi düşlemediğini umuyordum.
Ben Roan ve Aeros’dan dert yakınırken asıl tehlikeli ve sinsi olanın Silas olacağına pek de ihtimal vermemişti. “Arkadaşımı bir malmış gibi pazarlamayı kabul etmiyorum.” dedim ve böylelikle Zahel’i kurtarma yolumdaki ilk ipi kesip atmış oldum. Reddetmeme hiç de bozulmuş gibi görünmeyen Silas ağır hareketlerle yerinden kalktığında hiç de keyifsiz görünmüyordu. Aksine sanki teklifini kabul etmişim gibi keyifliydi. “Eminim bu teklifi arkadaşınıza yapsam Zahel’i kurtarmak için direkt kabul eder.” dediğinde sözlerindeki doğruluk payı canımı sıktı. Zahel’i kurtarmak için Koruyucu olabileceğim ihtimaline sıkı sıkıya tutunan, ailesi yerine Zahel’i tercih eden Valeria hiç düşünmeden bu teklifi kabul ederdi. “Arkadaşınızın sadece benim için çalışmasını istiyorum. Köle ya da esir olarak almayacağım. İstediği yerde istediği gibi yaşamakta, istediği yere istediği zaman gitmekte özgür. Sadece benim için çalışacak ve benim hüküm sürdüğüm diyarın bir parçası olacak.”
Lanet olası adam istediğini nasıl elde edeceğini, karşı tarafı nasıl ikna edeceğini çok iyi biliyordu. Sunduğu teklif gayet insancıl görünüyordu. Valeria esir olmayı bile kabul edebilecekken böyle bir teklifi hiçbir koşulda reddetmezdi. “Kabul etmiyorum.” deyip her şeye rağmen teklifini reddettim. İkinci reddime rağmen ifadesini bozmayan Toprak Tanrısı “üçüncü kez reddetmeden önce arkadaşınızla da konuşup iyice bir düşünün ve kararınızı öyle verin. Ben bekliyor olacağım tanrıça.” deyip kalktığı yerine sakince geri oturdu. Işıldayan gözleri üzerimde gezinirken kafa karışıklığı yüzünden tek kelime etmeyip kendimi çadırdan dışarı attım. Beni bekleyen Nowa yüz ifademi görünce kaşlarını çatarak yanıma geldi. “Ne oldu? Ne dedi? Kabul etmedi mi? Bu halin ne?” Soruları bir kulağımdan girip bir kulağımdan çıkıyor, kulaklarım uğulduyordu. “Uzaklaşalım lütfen.” dediğimde daha fazla üstelemeyen Nowa koluma girip yürümeye başladığında ben de onun yanında adımladım.
Çadırların kurulduğu alanın diğer kısımlarına nazar daha ıssız olan bir yerine geldiğimizde sağ tarafımızda kalan kütüğün üzerine yerleştik. “Ne olduğunu anlatacak mısın artık? Meraktan geberip gideceğim ve inan bana istediğim ölüm şekli bu değil.” Konuşmadan önce bir şeyler yemek istiyordum. En son karargâha döndüğümüzde uyumadan önce bir şeyler atıştırdığımdan şimdi midem kazınıyordu. Tam yemek istediğimi söyleyeceğim esnada aniden guruldayan midem merakla konuşmamı bekleyen Nowa’nın kahkahalara boğulmasına neden oldu. “Gülmesene. Acıktım, ne var bunda?” Bana aldırış etmeyip gülmeye devam eden Nowa’nın susmasını çatık kaşlarla bekledim. Sonunda gülmekten gözlerinde biriken yaşları eliyle silen Nowa normal haline dönüp “ben sana yemek getireyim.” diyerek ayağa kalktı ama gitmek yerine tepemde dikilmeye devam etti.
“Fırlama!” diye bağırdığında neye bağırdığını anlamak için baktığı yöne baktığımda Dalinar’ı gördüm. Resmen ağzım açık kalmıştı. Nowa çocuğa fırlama mı diyordu? Daha beteri ise Dalinar’ın bize doğru gelmesiydi. Nowa’nın onu buna alıştırdığına inanamıyordum. Koşarak yanımıza gelen muhafız hızlıca selam verip “emredin efendim.” dediğinde Nowa’nın yüzünde memnuniyetsiz bir ifade vardı. Sırf Jieli’den hoşlanıyor diye Dalinar’a etmediğini bırakmıyordu. “Bize yemek getir.” “Emredersiniz efendim.” Yemek getirmek için koşarak yanımızdan ayrılan Dalinar’ın arkasından şaşkınlıkla bakıyordum. Nowa Dalinar’ı süründürmekten keyif aldığını belli eden bir gülümsemeyle kalktığı yere oturduğunda “yemeği sen getirecektin?” diye sordum. “Fırlama getirsin işte. Ne işe yarıyor sanki.” Onaylamaz bir ifadeyle ona baksam da aldırış etmeyip gözlerini devirdi. “Hala kıskanıyor musun?” diye sorduğumdan sanki olmayacak bir şey söylemişim gibi çattığı kaşlarıyla bana baktı. “Ne demek hala?” dediğinde kararsızlıkla “Jieli’yle olanlardan sonra.” dedim.
Adı geçer geçmez gözleri ışıldasa da dudaklarına konuk olan hüzündü. Yıllarca onu sevmiş ve sonunda hislerini dile getirmek istediğinde reddedilmişti. Ne kadar üzüldüğünü tahmin edemiyordum. Jieli’nin de en az onun kadar üzgün olduğunu bilsem de neden öyle davrandığını hala anlayabilmiş değildim. “Beni istemiyorsa bu onun bileceği iş. Sevgime kimse karışmaz. Benim sevgim reddedilinceye kadar değil ölünceye kadar.” İçtenlikle söyledikleri gülümsememi sağladı. Sevgisini öyle güzel anlatmıştı ki kalbim sıcacık olmuştu. Ben böyle hissederken Jieli bunları duysa neler hissederdi tahmin bile edemiyordum. Nowa Rosth gerçekten çok güzel seviyordu. Öyle ki onun sevgisi her kadının arzulayacağı türden bir sevgiydi. “Kısaca onu kıskanmaya devam edeceksin.” “Jieli’mi kıskanmayı bıraktığım gün öldüğüm gün olur.” dedikten sonra elinde tepsiyle bize doğru gelen Dalinar’a çevirdi bakışlarını. “Ragaz kusura bakmasın ama ölecek olursam bu fırlamayı da yanımda götüreceğim. Onu burada Jieli’mle bırakamam.”
Dedikleri gülmeme neden oldu. Cidden Jieli’yi çok kıskanıyordu. Dalinar’a onu bir kaşık suda boğmak ister gibi bakmayı hiç kesmiyordu. Aramızda birkaç metre kalan Dalinar’ın önüne çıkan kızın bedeni tepsiye çarptığında tepsi az daha yeri boyluyordu ki Dalinar çevik bir hareketle dengesini sağlayıp tepsiyi kurtardı. Turuncuya çalan kızıl, kıvırcık saçları olan kızın üzerinde muhafızlara özgü kıyafetlerden vardı. Bizim ordumuzdan olduğunu anlasam da isim olarak tanımıyordum. Dalinar ve kıvırcık kızın arasında kısa bir konuşma geçti. Muhtemelen kız özür diliyordu. “Onu daha önce görmemiştim.” dedim. Bütün orduya hâkim değildim ve yakın zamanda da olamazdım ama bu kıvırcık kız dikkatimi çektiğinden kim olduğunu merak etmiştim. “Ben de tanıdığımı söyleyemem.” Aldığım yanıt şaşkınlıkla Nowa’ya dönmeme neden oldu. “Nasıl tanımıyorsun?” dedim. Ordunun baş muhafızının emri altındakileri tanımamasına inanamıyordum.
“Muhtemelen eğitim birliğinden biri. Savaş durumundan dolayı gelmiş olmalı. Eğitim birliğiyle Ragaz ilgilendiği için oradakileri pek tanımıyorum.” Anladığımı belirtmek için başımı salladığım esnada Dalinar çoktan yanımıza gelmişti. “Efendim yemeğinizi getirdim.” Nowa ona uzatılan tepsiye inat olsun diye hoşnutsuz bir ifadeyle bakarken Dalinar öylece tepsiyle beklemeye devam ediyordu. “Bunlar hiç iştah açıcı görünmüyor.” dediğinde bunu sırf Dalinar’a eziyet olsun diye söylüyordu. Gidip yeni yemek getirmesini isteyecekti. Ne yazık ki benim Nowa’nın kıskançlık entrikalarını çekecek zamanım yoktu. Açlıktan midem kazınıyordu. “Yemek benim içindi. Ben beğendim.” diyerek Dalinar’ın elindeki tepsiyi alıp teşekkür ettim. O selam verip yanımızdan ayrılırken tepsiyi Nowa’yla benim arama, kütüğün üzerine yerleştirdim. “Bıraksaydın da azıcık süründürseydim.” dediğinde ters bir bakış atıp tepsideki kaşığı aldım ve dumanı üzerinde çorbaya daldırdım.
İlk kaşığı ağzıma götüreceğim esnada midemin yeniden guruldamasıyla Nowa kahkahalara boğuldu. “Yeniden yemek istesem fırlamaya değil sana eziyet olurmuş.” derken gülmeye devam ediyordu. Umursamadan çorbamı içmeye devam ettim. Tepsideki kızarmış tavuk ve ekmekten de parçalar alıp ağzıma atarken Nowa nihayet gülmeyi bırakmıştı. O da kendi çorbasını içmeye başladığında sessizce karnımızı doyurduk. “Ee anlat artık. Toprak Tanrısı ne söyledi?” Konuşmaya nerden başlayacağımı bilmiyordum. Sıkıntılı bir soluk dudaklarımın arsından sıyrılırken Nowa değişen ruh halimden pek de hoş bir konuşma olmadığını anlamış olacak ki onun da ifadesi karardı. “İdam kararını reddetmeyi kabul etti.” diyerek konuşmaya başladım. Daha ben devamını getirmeden “ama karşılığında bir şeyler istedi.” diyen Nowa bunu halimden mi anlamıştı yoksa Toprak Tanrısını tanıdığı için mi söylemişti çözemedim. Başımla onayladığımda “ne istedi?” diye sorsa da hemen cevap veremedim. İsteği o kadar canımı sıkıyordu ki dillendirmek dahi istemiyordum.
“Söylesene Silva ne istedi?” Sabırsız gözlerle bana bakan Nowa’yı daha fazla kıvrandırmamak için tekte söyleyip kurtulmaya karar verdim. “Valeria’yı.” “Ne demek Valeria’yı istedi?!” diye gürleyen ses irkilmemize neden oldu. Şoke olmuş vaziyette başlarımızı sol tarafa çevirdiğimizde keskin adımlarla bize doğru gelen Ragaz’ı gördük. Normal haliyle bile yeterince korkutucu görünen Ragaz kaşlarını çatmış, öfkeli gözlerle bize doğru geliyordu. Attığı her adım sanki yeri sarsacak gibiydi. Yanımdaki Nowa kulağıma doğru yanaşıp “Toprak Tanrısının helvası bol topraklı olsun. Rahmetli toprağa düşkündü.” dediğinde bir anlığına dönüp anlamaz gözlerle ona baktım. Karşımıza geçen Ragaz burnundan soluyan vaziyette bana bakıyordu. Öfkeli gözlerinin odağında olmak kesinlikle mükemmeldi! Nowa’ya bile zar zor söylemişken tepemde zebellah gibi dikilen adama nasıl laf anlatacaktım bilmiyordum.
“Sakin ol taş kafa ortada bir şey yok.” diyerek ayağa kalkan Nowa’nın sözlerinin işe yarayıp yaramadığını çözemiyordum. İkisinin tepemde dikilmesi daha fazla rahatsız olmama neden olduğundan ben de ayağa kalktım. “Toprak Tanrısı Valeria’yı mı istedi?” derken doğru duyup duymadığından emin olmak istiyordu. Hayır desem ikna olmayacaktı, evet desem de iyice öfkelenecekti. Hayır, bu kadar öfkelenmesinin nedenini de anlamıyordum. “Evet.” dediğimde gözlerini yumup boynunu kütletti. Normal bir hareket olmasına rağmen Ragaz’da şu an epey ürkütücü görünüyordu. Hiçbir şey söylemedi ve başka bir şey söylememe de izin vermedi. Gitmeye yeltendiği an Nowa kollarını ona dolayıp engel olmaya çalıştı. Fazlaca zorlansa da şimdilik Ragaz’a engel olabiliyordu.
“Dur oğlum. Nereye gidiyorsun?”
“Bırak Nowa! Bırak da o herifin kemiklerini kırayım!”
“Lan dur durduğun yerde. Kimsenin kimseyi verdiği yok.”
“Kimse kimseyi veremez zaten!”
“Tamam işte dur yerinde.”
“İstemesi bile kemiklerini kırmam için yeterli bir sebep. Bırak beni!”
İkili arasındaki tartışma devam ederken işin nereye varacağı muammaydı. Dayanamayıp Ragaz’ın karşısına geçtiğimde öfkeden köpüren ifadesi karşısında yutkunmadan edemedim. “Ragaz hiçbir yere gitmiyorsun.” Neyse ki bana karşı Nowa’ya olduğu kadar inatçı davranmadı. Pek istekli olmasa da debelenmeyi bıraktığında sert bir hareketle Nowa’nın ellerinden kurtuldu. “Lan ayı kollarım koptu seni tutacağım diye.” Nowa’nın sitemine karşılık ters bir bakış atan Ragaz sorgulayan gözlerle bana bakıyordu. Durumu bir an önce izah etsem iyi olacaktı. “Valeria’nın onun için çalışmasını ve diyarında yaşamasını istiyor.” dediğimde ikisi de lügatımı genişletecek küfürler savurdu. “Tabi ki kabul etmedim.” dediğimde Ragaz açıkça rahatlamış görünüyordu. “Şimdi ne halt yiyeceğiz?” diyen Nowa oldu. “Ben gitsem iyi olur.” diyen Ragaz konuşmamıza fırsat tanımadan yatıştırmaya çalıştığı öfkesiyle yanımızdan ayrıldı. Sorgulayan gözlerle Nowa’ya bakıp “neden bu kadar sinirlendi?” dedim. Tamam, Silas’in isteği beni de sinirlendirmişti ama Ragaz ayrı delirmişti.
“Onun kalbi büyülü o yüzden.” dediğinde anlamamış ifademle suratına bakmaya devam ettim. Söylediklerinden ne anlamam gerektiğinden emin değildim. Ragaz’ın kalbi cidden büyülenmiş miydi? Aklıma gelen başka bir ihtimal daha vardı ama o gözüme ilk ihtimalden daha imkânsız geliyordu. Konuyu daha fazla irdelemeyip “diğer iki tanrıyla konuşmam gerekiyor.” dedim. “Silas’da başarısız olduk. Diğerleri kabul etse bile Silas’ı ne yapacağız?” “Henüz bilmiyorum. Önce bir diğerleriyle de konuşayım da Silas’ı da ikna etmenin başka yolunu bulmaya çalışırız.” En az sözlerim kadar umutsuz bir haldeydim. Silas’la kolay olmasa da anlaşabileceğimizi düşünmüştüm ama Valeria’yı isteyebileceği aklımı ucundan bile geçmemişti. “Önce Aeros’la konuşacağım.” “Emin misin? Onun kabul edeceğine hiç ihtimal vermiyorum.” diyen Nowa fazla haklıydı. Aeros’un Zahel’e karşı tutumu barizdi. İdam haberine en çok sevinenin o olduğuna kalıbımı basabilirdim.
“Şansımızı deneyelim.” Nowa’yla birlikte bu sefer de Hava Tanrısının kaldığı çadırın önüne geldik. Girişte dikilen muhafızlara yaklaşıp Aeros’la görüşmek istediğimi söyledikten kısa bir süre sonra içeri alındım. Silas’ın aksine Aeros beni oturarak karşılamıştı. Aklınca kendiyle denk olmadığımı göstermeye çabalıyordu. Umursamayıp sol tarafta kalan geniş yuvarlak masaya doğru ilerlerdim. Ne yazık ki oturmam için sandalye yoktu ya da Aeros geldiğimi duyunca ortadan kaldırmıştı. Hücrelerime kadar sinirlensem de dudaklarımı birbirine bastırıp ağzıma gelenleri tuttum. Bana baştan aşağı küçümseyici bir ifadeyle bakan Aeros’un ifadesi keyifliydi. Onun bu kibirli hallerine fazladan bir dakika bile katlanmamak için hızlıca konuya girmeye karar verdim. Diğer türlü o neden geldiğimi sormayıp aşağılayıcı bakışlarla beni süzmeye devam edecekti.
“Sizinle Zahel’in idam meselesini konuşmak istiyordum.” dediğimde dudağının bir kenarı sinsi bir ifadeyle kıvrıldı. Soğuk ve kibirli bakışları tüylerimi diken diken ediyordu. “Neyini konuşacağız?” dediğinde ses tonu bile sabrımı zorluyordu. Ne için geldiğimi bilmesine rağmen halimden keyif aldığından işi yokuşa sürüyordu. “İdam kararına karşı çıkmanızı istiyorum.” “Kabul.” dediğinde bozguna uğramış vaziyette suratına baktım. Karşılığında elbette bir şeyler isteyeceğinin farkındaydım ama bu kadar kolay kabul etmesine şaşırmıştım. Ensemden soğuk bir ürperti geçti. Aeros’u Zahel’in idamından çok neyin memnun edeceğini düşünüyordum zira benden öyle bir şeyler isteyeceği su götürmezdi. “Karşılığında ne istiyorsunuz?” desem de vereceği cevabı duymak istemiyordum. Daha şimdiden midem çalkalanmaya başlamıştı.
“Seni.” dediğinde kelimenin tam anlamıyla şoka girmiştim. Aeros’un karşısında kendimden ödün vermeyeceğim konusunda kararlı olsam da kararlılığım buraya kadardı çünkü şu an resmen ağzım açık vaziyette suratına bakıyordum. Yavaş yavaş yumruklarımı sıkıp dişlerimi birbirine bastırdığım esnada sertçe yutkundum. Gözlerimden ateş fışkırsa da ağzımı açmadım. Durumu sindirmem gerekiyordu. “Sadece bir yıllığına.” dediğinde rahatlasam mı karar veremedim. “Bir yıllığına ne? Benden ne istiyorsunuz?” dedim sıktığım dişlerimin arasından. Kendime hakim olmaya çabalasam da pek başarılı olamıyordum. Halimi memnuniyetle seyreden Aeros “bir yıllığına esirim olacaksın.” dedi. “Açık sözlü olacağım. Beni Zahel’in ölmesinden daha çok memnun edecek bir şey varsa o da gurunun ve itibarının yerle bir olmasıdır. Kadını benim kölem olursa Zahel’in düşeceği hal beni çok memnun eder.”
Nerdeyse midem ağzıma gelecekti. Kirli düşüncelerini duymak içimde kusma isteği uyandırıyordu. Gerçekten Aeros’un kölesi olursam Zahel’in neler hissedeceğini tahmin bile edemiyordum. Diyarda kadınını koruyamayan tanrı olarak anılacak olması da cabasıydı. Tam da Aeros’un memnun olacağı türden bir durumdu ama nasıl kabul ederdim? Zahel Aeros’un kölesi olmamdansa ölmeyi tercih ederdi. Sessizliğimden hoşnutsuzluk duyamaya başlayan Aeros “ee kabul ediyor musun?” dediğinde “hayır.” derken buldum kendimi. Farkına varmadan reddetmiştim. Şimdiki şaşkınlığım kendimeydi. En azından bir düşünebilirdim. Şimdi Aeros sonradan kabul etmek istesem de kabul etmezdi. Bunu çatılan kaşlarından anlayabiliyordum. “Normalde iki kere teklif yapmam ama sana düşünmen için fırsat veriyorum. Kabul edersen tekrar uğra çadırıma.” Tek kelime etmeden çadırdan çıktığımda ağlayıp ağlamamak arasında gidip geliyordum.
Etrafa şöyle bir bakınca Nowa’nın burada olmadığını gördüm. Gideceğinden bahsetmemişken neredeydi bu? Roan’la konuşmam gerekiyordu. Evet, şu an Aeros’u düşünemezdim. Düşünürsem aklım iyice karışırdı. Temiz havayı içime çekip ciğerlerimi doldurdum ve dolan gözlerimi hızlıca sildim. Nihayet ortaya çıkan Nowa hızlı adımlarla yanıma gelirken yüzünden merak okunuyordu. “Ne dedi?” derken umutlu olduğunu sezmiştim. Çadırdan biraz uzaklaşmamızı sağladıktan sonra kısaca Aeros’un ne istediğini anlattım. Sonrası Nowa’nın ağız dolusu küfürlerini dinlememle geçmişti. Sakinleşmesini beklerken gerginlikten tüm uzuvlarım uyuşmuştu. “Bir de Roan’la konuşalım.” dediğimde “ne manası var?” diyerek çıkıştı. Düşünüce öfkelenmesi normaldi. İki tanrıyı ikna edememişken birini ikna etsek bile işimiz zordu. “Anlaşmalar ilk görüşmelerde sağlanmaz Nowa. Bırak da şansımı deneyeyim.” Başını pek istekli olmasa da onaylar gibi salladığında bu sefer de Roan’ın çadırına doğru yol aldık.
Çadırdan içeri girdiğim esnada kafamda dün Roan’a söylediklerim yankılandı. Duyduğu hakaretten sonra anlaşmaya yanaşacağına dair zerre umudum yoktu. “Silava bu ne hoş sürpriz.” diyerek yanıma yaklaşan Roan her zamanki Roan’dı. Pek kin tutan biri değildi ya da dün söylediklerimi unutmuş olmalıydı. Eliyle masayı işaret ettiğinde karşılıklı olacak şekilde sandalyelere yerleştik. “Ne kadar hoş göründüğünün farkındasındır umarım.” Yüzümü buruşturmamak için kendimi kastım. Ya hafızasını kaybetmişti ya da dün söylediklerim zerre umurunda değildi. Tabi başka bir ihtimalde çapkınlıktan gözü başka bir şey görmüyor da olabilirdi. Rahatsız edici bakışları altında zoraki bir gülümsemeyi bir saniyeliğine dudaklarıma yerleştirdim. “Zahel’in idamı ile ilgili konuşmak istiyordum.” diyerek direkt konuya girdim. Roan’ın bakışlarına ne kadar katlanabilirdim kestiremiyordum.
“Ne bu acele? Önce bir şeyler içseydik.” Masanın üzerinde duran sürahiye uzandı ve iki bardağı doldurup birini bana uzattı. Alkol oluğunu kokusundan anlayabiliyordum ve içmeye pek niyetim yoktu. “Teşekkür ederim.” dedim yarım ağızla. “Ama fazla zamanım yok.” “Biliyorum.” dediğinde ağzına sağlam bir yumruk geçirmek istedim. İçkisinden ufak yudumlar alarak beni süzen tanrıya karşı çok fazla tahammülüm kalmamıştı. “Zahel’in idam kararına karşı çıkmanı istiyorum.” Herhangi bir şey söylemden önce sinir bozucu bir yavaşlıkta bardağındaki içkisini bitirdi. “Bunu yapabilirim ama bir karşılığı olmalı.” Gözlerimi devirmemek için kendimi zor tuttum. Biri de bir şey istemse olmazdı zaten. Diğerleri için bir teklifim olmasa da Roan için bir teklifim vardı. Diyarlar arasında durdurulan ticareti yeniden aktifleştirmek karşılığında Roan’ın idam kararına karşı çıkacağını umuyordum.
“Ticaretin aktifleştirilmesini istiyorum.” dediğinde nerdeyse gülümseyecektim ki devam etti. “Ayrıca bir isteğim daha var.” dediğinde sabah beri bünyeme yüklenen sinir bir anda patladı. “Bu adil değil!” diyerek çıkışsam da hızlıca dudaklarımı birbirine bastırıp kendime engel oldum. “Ne istiyorsun?” dediğimde gülümsemesi daha da genişledi. “Seni.” Şaka yapıyor olmalıydı. Resmen sinirden kafayı yiyecektim. İçme kocaman bir kazan kurulmuş içinde öfke kaynıyordu. Burnumdan solurken patlamamak için dudaklarımı birbirine bastırmaya devam ettim. Tanrıların Ölüm Diyarı kadınlarıyla derdi neydi? İki tanrı tarafından istendiğim için kendimi hiç de özel hissetmiyordum. Gerçekten kafayı yiyecektim. Masanın altında yumruklarımı sıkarken “ne yapmamı istiyorsun?” dedim. Kusmak üzereydim. Aeros kölesi olmamı istemişti, kim bilir Roan ne isteyecekti. Masanın üzerinden bana doğru yaklaşan Ateş Tanrısı “benimle bir gece geçirmeni istiyorum.” dediğinde beynimdeki tüm şarteller atmıştı.
Sandalyemi hiddetle itip ayağa kalktığımda öfkemi gizlemeye uğraşmıyordum artık. Tam ağzıma geleni saymak üzereydim ki çadırın girişinde beliren Nowa koşarak bize yaklaşıp Roan’ın yakasına yapıştığı gibi sandalyesinden kaldırdı. Bir eliyle yakasını sıkıca kavrarken yumruğunu suratına indirdi. Telaşla onu omzundan yakalayıp çekmeye uğraşsam da gücüm yetmiyordu. Roan gücünü kullanıp Nowa’yı üzerinden atabilecek olmasına rağmen hiçbir şey yapmıyordu. Öfkeden gözü dönen Nowa ardına ardına yumruklarını Roan’ın suratına indirirken duracak gibi değildi. Roan’ın iki kaşı da dudağı da şimdiden patlamıştı ama Nowa durmuyordu. “Nowa bırak! Bırak dedim!” Ne onu çekebiliyordum ne de beni dinliyordu. Zaten Roan’a kinliydi, fırsatını bulmuşken bütün hıncını alıyordu. Dakikalar birbirini kovalarken ne Raon’ın neden kendini kurtarmadığını ne de girişte bekleyen muhafızların hala neden içeri girmediğini anlamıyordum.
Sonunda Roan gücünü kullandığında Nowa geriye doğru savurulup yere düştü. Koşar adım yanına gidip ayağa kalkmasına yardım ettim. Kalktığı gibi yeniden Raon’ın üzerine yürümeye kalksa da bu sefer engel olabildim. Eli yüzü kan içinde kalan Roan keyifli bir gülümsemeyle bana bakarken “muhafızın yaptıkları kabul edilir gibi değil Silva. Bunu görmezden gelmemi ve idama karşı çıkmamı istiyorsan teklifimi kabul etmelisin. Bütün gece de değil birkaç saat de yeterli olur.” Nowa ağzına gelen bütün küfürleri ederken güç bela onu dışarı çıkardım. Girişin yanında uyuyan muhafızları gördüğümde şüpheyle ona baktım. “Uyku tozu.” diyerek merakımı giderdiğinde onu Roan’ın çadırından uzaklaştırdım. Yemek yediğimiz yere vardığımızda kütüğe oturmayı istesem de çıldırmanın eşiğinde duran Nowa oturmayınca ben de ayakta kaldım.
Yerinde tepinip dururken rastgele ayağına gelen taşlara tekme atarken ağız dolusu küfürler ediyordu. Ragaz ve Nowa sayesinde küfür dağarcığım genişlemişti resmen. Saçlarını çekiştirip dururken “bırakmadın ki ağzını yüzünü kırayım!” dediğinde gözlerimi devirip derin bir soluk aldım. Gerçekten Roan’ı dövebileceğini düşünüyor olamazdı. “Öyle bir şey yapamayacağını biliyorsun Nowa. Attığın o yumrukları Roan izin verdiği için atabildin. Neden izin verdi?” “Umurumda değil! Hazır izin vermişken uzuvlarını kırabilirdim!” derken bağırarak konuşuyordu. İçten içe ben de deliye dönsem de birimizin birimizi sakinleştirmesi gerekiyordu. “Bize açıkça şantaj yapıyor Nowa. Üstüne bir de senin yaptıklarınla eline daha fazla koz geçmiş oluyor. O yüzden tepinip durmayı bırak.” “Nasıl bırakayım?! Kansızın ne dediğini duymadın mı? Düşündükçe deliriyorum!” derken kolay kolay sakinleşmeyeceği anlaşılıyordu.
Uzun süredir sıktığı çenesi seğirmeye başlamıştı. Sıkmaktan parmak boğumları bembeyaz kesilirken biraz daha saçlarını çekiştirirse kel kalacak gibi duruyordu. Roan’a karşı olan hoşnutsuzluğunu düşünecek olursak üstüne bir de bu olayın patlak vermesi onu çıldırtmıştı. Gergin bir ipi andıran duruma rağmen içimde bir yerlerde oluşan hoş bir sıcaklık vardı. Bu diyarda gözlerimi açtığımda karşılaştığım il kişiydi Nowa. Bana ilk yardım eli uzatandı. Şimdi böyle mide bulandırıcı bir teklif söz konusuyken beni koruma çabası tüm kasvete rağmen içimi ısıtıyordu. Bulaşıcı bir neşeye sahip olan o muhafızın beni korumak için bir tanrıyı yumruklayacağını asla tahmin edemezdim. Volta atmayı kesip bir anda ellerini omuzlarıma yerleştirdiğinde ifadesinde gördüklerim daha önce örmediğim türdendi. Hala öfkeli olmasına rağmen bir konuda kendinden emin görünüyordu. “Bak tanrıların da savaşından gelmişine geçmişine sokayım! Hiçbirinin teklifini kabul etmeyeceğiz. Gidelim.” dediğinde nereye gitmekten bahsettiğini anlayabilmiş değildim. “Orduyu da alıp tapınağa gidelim, tünel kazalım, gerekirse konseyle savaşalım.”
Söyledikleri sertçe yutkunmama neden oldu. Her daim kaygısız olan Nowa’nın gözlerinde gördüğüm korku beni bozguna uğrattı. Konseyle savaşalım derken şaka yapmıyordu lakin teklifinin gerçeklik payı olmadığını bilmiyor ya da bilmek istemiyordu. “Konseyden bahsediyoruz Nowa. Bizim ordumuz insanlardan oluşuyor, güçleri yok. Hepsini ölüme mi götürelim?” dediğimde bakışları önüne düşerken omuzumdaki elleri gevşedi. O da biliyordu aslında dediğinin gerçekçi olmadığını. Buradan öylece çekip gidersek onca sivil halkı tehlikeye atmış olurduk. Azel’in ateşkes teklifine güvenerek geri çekilmemiz söz konusu bile olamazdı. Konseye saldırmaksa tamamen uçarı bir düşünceydi. Güçleri karşısında şansımız yoktu. Hadi diyelim bir şekilde direnmeyi başardık içeriye giremezdik. Konsey üyeleri anında tapınağı koruma altına alırdı. “Sokarım böyle işe! Ne halt yiyeceğiz?!” derken artık kendi kendine sitem ediyordu. “Ulan Zahel suikastçı olmak zorunda mıydın sanki? Hele bir kurtaralım seni senin suikastçın da ben olacağım!”
Kendi kendine söylenip ağzı dolusu küfürler eden Nowa’nın sakinleşmesi sandığımdan da uzun sürdü. Volta atıp durmaktan ayağının altından tozlar kalkıyordu ve çoğu ağzıma girmişti. Ara ara girdiğim öksürük krizleri Nowa’nın çıkardığı tozlar yüzündendi. Güneş batmaya başlayıp gökyüzüne kızıla boyarken sonunda oturmayı başarabilmiştik. Nowa volta atmayı bıraksa da bu sefer de dizini sallayıp duruyordu. Bu ne kadar gergin ve stresli olduğuna bir işaretti. Ben de en az onun kadar stresli olsam da dışa vuramıyordum. Kafamın içinde ihtimaller, anlaşmalar, teklifler adeta dans ediyordu. Elimizde bir şans vardı ama buna şans demek bile zordu. Bence şantaj bu durum için daha makuldü. Üç tanrının da istediklerini düşünüp durmaktan kafam patlama noktasına gelse de neresinden tutsam elimde kalıyordu. Silas’ın istediğini kabul edemezdim. Valeria mal ya da eşya değil ki dostumu başkalarına vereyim.
Aslında Aeros’un istediğini yapabilirim gibi geliyordu. Zahel meselesini bir şekilde halledebilirsek bir yıl Aeros’a maruz kalabilirdim. Ne yazık ki Silas ve Roan işleri mahvediyordu. Özellikle Roan’ın alçakça teklifi midemi altüst ediyordu. Uzun süredir ikimizin de konuşmadığını fark edince sessizliği bozmak adına dudaklarımı araladım. “Acaba…” dedim alaycı bir tonlamayla. “Val yerine babanı mı versek?” Başını anında bana doğru çevirdiğinde suratında şoke olmuş bir ifade vardı. Sadece şaka yapmak istemiştim ve afallayan ifadesi karşısında gülmemek için dudaklarımı birbirine bastırıyordum. “Olur.” dediğinde bu sefer şoke olan taraf bendim. Nerdeyse ağzım bir karış açık vaziyette Nowa’ya bakıyordum. Acaba o da benimle dalga mı geçiyor diye düşünsem de epey ciddi görünüyordu. Dayanamayıp bir kahkaha attığımda “şaka yaptım. Deli misin sen?” dedim. “Öncelikle…” diyerek başlarken yönünü tamamen bana doğru çevirdi. “En uygun tabirle babamın yaşı yetti işi bitti. Biraz büyü yapsa fena olmaz. Hem zaten evlen evlen diye beni darlıyordu. Az bir nefes almış olurum.”
Bir kez daha güldüğümde bu sefer Nowa da bana eşlik etti. Babasının dırdırından kurtulmak istediği aşikâr olsa da Silas’a vermek konusunda o da şaka yapıyordu. Gülüşü yavaş yavaş solup yerini tehlikeli bir ifadeye bıraktığında tek kaşımı merakla kaldırdım. “Farz edelim ki Silas babamı kabul etti. Ne olacak? Aeros’un özellikle de Roan’ın istediklerini kabul edemezsin. Kusura bakma da gerekirse senin bacaklarını kırar yürüyemeyecek hale gelmeni sağlarım. Bakalım o zaman nasıl gideceksin?” Şakayla karışık tehdidi karşısında ürksem mi gülsem mi bilemedim. Suratımda çarpık bir ifade oluşurken başımı sallamakla yetindim. “Mesaj alındı.” dediğimde ikimiz de gülüşsek de bir yanım kararsızlıkla boğuşuyordu. Bunu ona belli etmek gibi bir hata yapmadım. “Öyleyse ben kaçar. Gidip muhafızlar ne halde bakayım. Zaten Ragaz’ın şimdiye kadar tepemde bitmemiş olması bir mucize.” Nowa yanımdan ayrıldıktan sonra ben de hareketlenip Silas’ın çadırının yolunu tuttum. Elimdeki tek şansı böyle kolay kaybedemezdim.
❄️❄️❄️
Çadırımın önüne geldiğimde güneş çoktan batmış yıldızlar ve ay gökteki yerlerini almıştı. Ilık rüzgâr dağılan birkaç tutamımı uçuştururken başka koşullarda bu havada huzur bulabilirdim ama şu an hissettiğim tek şey çaresizlik ve öfkeydi. Nowa’dan sonra tüm tanrılarla yeninden görüşmüştüm. Silas ne teklif ettiysem kabul etmemişti. O kadar inatçıydı ki onunla konuşmak bir yıldırıma engel olmaya çalışmaktan daha zordu. Aeros’un da ondan kalır yanı yoktu. İkisi de dediğim dedik diyordu da başka bir şey demiyordu. Yeniden ayaklarına gitmiş olmamsa özellikle Aeros’u midemi bulandıracak derecede keyiflendirmişti. Zahel’in idam haberi karşısında zil takıp oynamadığı kalan Hava Tanrısı bende gördüğü çaresizlikle az daha gerçekten zil takıp oynayacaktı. Roan’la yeniden görüşmeyi midem kaldırmadığından yanına gitmem saatler sürmüştü.
Saatlerce Nowa’yla oturduğumuz kütükte beklerken nasıl kalkıp yürüdüğümü bir ben biliyordum. Sanki attığım her adımda kendimden bir parçayı geride bırakıyordum. Çaresizlik insanı öyle bir hale sokuyordu ki gücünüzün yetmeyeceğini bilmenize rağmen dünyayı yok etmeyi bile denebiliyordunuz. Kendimden kaybettiğim parçalara yas tutarak Roan’la da konuşmuştum. Evet, ikinci kez yanına gidip onunla da konuşmuş teklif edebileceğim her şeyi teklif etmiştim lakin Roan hiçbirini kabul etmediği gibi gözleriyle de beni taciz edip durmuştu. O konuşmaya, ağzından çıkan arsız cümlelere nasıl katlandığımı bilmiyordum. Sonuç olarak büyük bir hüsranla güneşle birlikte benim umutlarım da batmıştı. İçeri girdiğimde beni karşılayan şey volta atan Valeria oldu. Gözlerimiz buluştuğu anda büyük bir heyecan ve umutla bana doğru koştu
“Sabahtan beri neredesin Silva? Tanrılarla konuştun mu? Nasıl geçti? Ne dediler? Kabul ettiler mi? İdam kararına karşı çıkacaklar mı?” Tek solukta büyük bir heyecanla peş peşe sıraladığı sorulara ne cevap vereceğimi bilemedim. O kadar umut dolu bakıyordu ki onu hayal kırıklığına uğratacağım gerçeği yüreğime kırık cam parçaları saplıyordu. “Konuştum.” dediğimde devamını getiremeyip sessiz kaldım. “Ee ne dediler? Kabul ettiler mi?” “Pek sayılmaz.” demem bile anında hayal kırıklığının çehresine davetsiz bir konuk misali yerleşmesine neden oldu. Heyecanı tamamen solarken durgunlaştı. “O ne demek?” “Karşı çıkmak karşılığında istedikleri var.” dedim tek nefeste. Merakla gözlerimin içine bakarken Silas’ın sözleri kulaklarımda yankılanıp duruyordu. Hayır, bunu ona söyleyemezdim. “Ne istiyorlarsa verebiliriz Silva. Kabul ettin değil mi?” dediğinde gerçekten ne istediklerini bilse yine bunları söyler miydi diye düşündüm. Silas’ın isteğini kabul edeceğini zaten biliyordum. Peki Roan ve Aeros’un istedikleri? Onları kabul etmemi mi söylerdi yoksa Nowa gibi karşı mı çıkardı?
Sessizliğimi bir yanıt olarak kabul ettiğinde kaşlarının çatıldığına saniye saniye şahit oldum. “Nasıl kabul etmezsin Silva? Hiçbir şey Tanrı Zahel’den önemli değil. Hadi gidelim, gidelim de kabul ettiğimizi söyleyelim.” diyerek koluma girip beni de kendiyle çıkışa yönlendirmeye çalışsa da yerimden kıpırdamadım. Afallamış gözlerle bana döndüğünde “ne yapıyorsun?” diye sordu, sesindeki hayal kırıklığını gizlemeden. “Kabul edemeyiz.” dediğimde güçlükle sesimi çıkarabilmiştim. Boğazıma oturan bir yumru vardı ki konuşmama dahi müsaade etmiyordu. Elektrik çarpmış gibi elini kolumdan çektiğinde “kabul ederiz!” dedi. Sesi öfkelendiğinden olsa gerek yüksek çıkmaya başlamıştı. “Hani onu seviyordun? Ne sevginden değerli Silva? Ölmesine göz mü yumacaksın?!” “Hayır.” dediğimde sesim fısıltı gibi çıksa bu konuda kararlıydım. Elimden hiçbir şey gelmese bile son çareye başvurabilirdim.
“O zaman niye buradasın?! O zaman niye kabul etmedin? Mal mülk mü daha değerli senin için?! Hangi mal senin için daha değerli ki Tanrı Zahel’in idamına göz yumuyorsun?” “Kes sesini büyücü!” diyerek ansızın çıkışan ses ikimizin de yerinden sıçramasına neden oldu. İçeri giren Nowa saatler önceki öfkeli haliyle yanıma geldiğinde hedefinde Valeria vardı. Onunla beraber içeri giren Ragaz da yanımıza yaklaştığında memnuniyetsizliği apaçıktı. “Bilip bilmeden konuşuyorsun. Uzatma, yoksa sen zararlı çıkarsın.” Nowa’nın sözleriyle şaşkına dönen Valeria “kim bilir hangi mal mülk için Tanrı Zahel’in idamına göz yumduğundan haberin var mı ki?” diyerek çıkıştı. Valeria’nın düşünceleri içimde bir yerleri öldürüyordu. O bu diyarda doğmuştu, bu diyarı biliyordu. Tanrıların mal mülk istemeyeceklerini bilmeliydi ama dile getirdikleri bilmediğini ya da… Ya da’sını bilmiyordum. “Var.” Aldığı cevap onu bir kez daha bozguna uğratırken hayal kırıklığı dolu gözleriyle bize bakıyordu. “Valeria bir bildiğimiz var.” diyen Ragaz’a döndüğünde “sen de mi?” dedi. Dolu dolu bakan gözleri üçümüzün üzerinde dolaşırken en son benim üzerimde durdu. “Oysa senin iyi bir tanrıça iyi bir dost olduğunu sanmıştım. Keşke…” “Valeria sus artık!” Nowa’nın çıkışıyla birlikte Valeria’nın keşkesi yarım kaldı. Ne diyeceğini bilmiyorduk ve muhtemelen asla da öğrenemeyecektik.
“Haksız mıyım?! Nasıl buna göz yumarsınız?! Biz ondan iyi haberler beklerken o teklifleri kabul etmemiş!”
“Ne teklif ettiler biliyor musun ki konuşuyorsun!?”
“Umurumda değil! İstedikleri her şeyi verebiliriz!”
“Veremeyiz!”
“Bencillik etmezseniz verebiliriz!”
“Seni kimseye veremeyiz!”
İkisinin arasında tırmanan gerilim Nowa’nın ağzından kaçırdıklarıyla bıçak gibi kesiliverdi. Valeria şaşkına dönmüş vaziyette suratımıza bakarken Nowa ağzından kaçırdıkları için kendi kendine küfürler ediyordu. “Kim beni istiyor?” derken şaşkınlığını hala üzerinden atamamıştı. Aklından kim bilir neler geçiyordu ki sertçe yutkunmuştu. Ragaz öfkeli görünse de Nowa gibi çıldırmış değildi. Hal böyle olunca açıklama yapmak bana kalmıştı. Oysa Valeria’nın bunu asla öğrenmemesini en başta isteyen bendim. Şimdi kendi ağzımla anlatmam gerekiyordu. “Silas onun büyücüsü olarak Toprak Diyarına yerleşmeni istiyor.” Uzun bir sessizlik oldu. Herkes kendi düşüncelerine dalıp gitmişti. Bense avcuma doldurduğum kırıklarla ne yapacağımı bilmez haldeydim.
Valeria’nın mal mülk için Zahel’i gözden çıkardığımı düşünmesi ruhumu yaralamıştı. Açık yaramdan kan akıyordu ve ben nasıl iyileşeceğimi bilmiyordum. Bir anlık sinirle söylediğini bilsem de yüreğim bahane kabul etmiyordu. “Bunu benden saklayacak mıydınız?” diye sorduğunda cevap veren Ragaz oldu. “Evet, böyle bir şeyi kabul edemezsin.” “Bana karışamazsınız!” dediğinde öfkesi yeninden gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. “Kızım delirdin mi?! Saçmalayıp durmayı kes!” “Ben kabul ediyorum. Toprak Diyarına gideceğim.” İşte biz de tam olarak bu yüzden söylemek istememiştik. Valeria’nın kendi sürgününü kabul edeceğini biliyorduk lakin bunu ona yapmaya gönlümüz el vermiyordu. “Bunu benden saklamaya hakkın yoktu!” dediğinde keskin sözlerinin hedefinde ben vardım. “Benim hayatıma, ne yapıp yapmayacağıma karar veremezsin! Sakın bunu bir daha yapma!” “Sus artık sus! Bir halt bilmeden konuşuyorsun!” Nowa’ya düşmancıl bir bakış atan Valeria hiçbirimizle ikinci kez göz teması kurmadan arkasını döndüğünde Ragaz’la Nowa peşinden gitmeye kalktıysa da fısıldadığı büyü sözleri önlerine bir duvar çekti.
İkili görünmez duvarı yumruklarken Valeria çoktan gözden kaybolmuştu. Tuzlu birkaç damla yanaklarımdan aşağı doğru süzülürken sessizce iç çektim. Şimdi ne yapacaktım? Valeria Silas’a gidiyordu, geriye iki tanrı kalmıştı. “Sakın!” dedi Nowa bir anda karşıma dikilip. Yanında Ragaz duruyordu. “Valeria kabul etti diye sen de kabul edemezsin.” Cevap veremedim zira cevabımın ne olduğunu ben de çözebilmiş sayılmazdım. “Hava ve Ateş Tanrısının talepleri alçakça. Kabul edersen de Zahel ölür Silva.” diyen Ragaz’a anlamsız gözlerle baktım. Anlaşılan o ki Nowa olanları Ragaz’a da anlatmıştı. “Sen o ikisinin tekliflerini kabul edersen Zahel bununla yaşayamaz. Belki nefes alır ama buna yaşamak denmez.” Kahretsin ki haklıydı. “Keşke haksız olsan Ragaz.” diye fısıldadığımda gözlerimden yaşlar akmaya devam ediyordu. Nowa usulca yaklaşıp kollarını etrafıma doladığında dudaklarımı birbirine sıkıca bastırdım. Hiç beklemezdim ama Ragaz da kollarını bize sardığında artık hıçkırıklarıma engel olamadım.
Kaç dakika öylece bekledik bilmiyordum ama bir noktadan sonra gözyaşlarımı kesmiştim. İçim ağlamaya devam etse de bedenimi hızlıca toparladım. Ayrıldığımızda dışardan Dalinar’ın “tanrıçam Azel Sideras burada.” diyen sesini duyduk. Nowa sabır dilenip gözlerini devirirken “girebilir.” diyerek sesimi yükselttim. Olanlardan sonra bir de onu çekmeyi istemesem de belki işe yarar bir şeyler söyleyebilirdi. İçeri girdiği anda ilk dikkatimi çeken koyu göz altları oldu. Uykusuz kalmış görünüyordu. Omuz hizasına gelen saçları dağılmış çehresine çözemediğim bir ifade konmuştu. “Tanrılarla görüştün mü?” derken muhatap aldığı kişi bendim. “Görüştü.” diyen ses bana değil Azel’in arkasından içeri giren Valeria’ya aitti. İfadesine bakılırsa Silas’la konuşup teklifini kabul etmişti. Valeria’ya doğru dönen Azel epey meraklı görünüyordu. “Hepsi idam kararına karşı çıkmayı kabul etmiş ama Silva karşılığında istediklerini vermeyi reddetmiş.”
Azel kısa bir süre ifademi inceleyip “ne istediler ki?” diye sorduğunda bir kez daha yıkıldığımı hissettim. Dostum sormamıştı bunu ama bize savaş açan düşmanım sormuştu. “Toprak Tanrısı onun için çalışmamı istemiş ama Silva bana söyleme gereği duymadan reddetmiş. Neyse ki gidip teklifini kabul ettim.” derken kendinden emin ve zafer kazanmış gibi görünüyordu. “Diğerleri ne istedi?” Bu sefer bana bakıyor, benden bir cevap bekliyordu. Benimse söylemeye dilim varmıyordu. Neyse ki Valeria yine hiçbirimizin konuşmasına fırsat tanımayıp soruyu kendi yanıtladı. “Ne istediklerinin bir önemi yok çünkü Silva kabul etmemiş. Kim bilir hangi malı mülkü abinden değerli gördü.” “Valeria fazla oluyorsun.” diyen Nowa olmuştu. Yanımdaki ikilinin öfkeli gözlerinin hedefinde ne yazık ki Valeria vardı ama o bunu umursamıyordu.
“Nasıl yaparsın?!” diyerek çıkışan bu sefer Azel oldu. “Sahip olduğunu sandığın her şey aslında abime ait. Sonradan meydana çıkıp da abimin ölmesine göz yumamazsın!” Sözleri kalbime ok gibi saplandı. Hayır, sözleri değildi aslında beni yaralayan, arkadaşım ve düşmanımızı aynı safta bana karşı görmekti. “Yaşamak istiyorsan dediklerine dikkat et!” Tehdit Ragaz’ın buz gibi sesinden gelmişti. Ne var ki ikisi de buna aldırış ediyor gibi değildi. “Söyle!” diyerek bağırdı Valeria. “Kaç paraydı seni insanlıktan çıkaran?!” Ve bu sözler adeta patlama etkisi yarattı. Sesi duyulmasa da ruhum binlerce parçaya bölündü. Gözyaşlarım bir kez daha gözlerime akın ettiğinde ağlamamak için dudaklarımı kemirdim. “Duymak mı istiyorsun?!”
“Evet, duymak istiyorum.”
“Aeros kölesi olmasını istedi.”
Nowa’nın dedikleriyle birlikte kaşları çatılan ikili afallamıştı. Pişmanlık semtlerine uğrasa da geri adım atmamışlardı. Birbirlerine ve bana bakarken ne düşündüklerini kestiremiyordum. “Ne olmuş yani?” diyen Valeria’ın sesi titremişti. “Sevdiği adam için değmez mi?” Sabır dilenerek saçlarını çekiştiren Nowa mümkün olsa patlayacak gibiydi. “Kızım aklını mı oynattın sen?! Zahel bunu öğrendiğinde mahvolur, hepimizi de mahveder.” “Bu riski alabiliriz. Ölmesinden daha iyidir ama tabi köle olmaktansa Tanrı Zahel ölsün değil mi?” Zehirli sözlerin hedefinde yine ben vardım. “Seviyorsun ya abimi köle ol, esir ol. En azından sen ölmezsin değil mi?” “Bana bakın ikinizi de gebertirim!” Bu çıkışıyla birlikte Valeria Nowa’ya öyle bir ifadeyle baktı ki ürperdiğimi hissettim. “Tabi, sonuçta siz iyi bilirsiniz dostum dediğiniz insanların ölmesine göz yummayı.”
Kontrolünü tamamen yitiren Nowa Valeria ve Azel’e doğru yürümeye kalktığında Ragaz’la ikimiz son anda kollarından yakaladık. Güçlükle onu zapt etmeye uğraşsak da Nowa direniyor öfkeden ağzından köpükler saçılıyordu. Resmen gözü dönmüştü. “Dostluğu senden mi öğreneceğim?! Ne dediğini bile bilmiyorsunuz?! Bir halt bildiğin yok geçmiş karşımıza zırvalıyorsunuz!” Sözcükler ağzından ateş misali püskürürken sakinleşmesi için söylediğim hiçbir şeyi duymuyordu. Her an elimizden kurtulacak diye ödüm kopuyordu. “Sizin Tanrı Zahel’i göz göre gör idama yolladığınızı biliyorum. Köle olmak o kadar da zor değil.” “Ne yapsın lan?! Ne yapsın?! Aeros’a köle olup Roan’ın altına mı yatsın?!” Güç tüm bedenimden çekildiğinde Nowa’yı tutan ellerim boşluğa düştü. Yutkunmak istedim ama yapmadım. Çadırın içine bir anda ölümün buz gibi sessizliği çöreklendi. Azel ve Valeria’nın şoka girmiş halde bana baktıklarını gördüğümde bir daha bakışlarımı onlara değdirmedim.
Arttık ellerimi kolunda hissetmeyen Nowa şaşkın ve kederli gözlerle bana baktı. Ragaz da benzer bir ifadeyle bana bakıyordu. Evet, ne denli iğrenç bir şey olduğunu biliyordum ama birinden sesli olarak duymak beni mahvetmişti işte. Sevdiğim adamla ruhum arasında seçim yapmam gerekiyordu. Şayet Roan’ın teklifini kabul edersem sadece bedenimi değil en çok ruhumu kaybedecektim. “İyi misin?” diyen Nowa elini omzuma koyduğunda bir an ürpererek kendimi geri çektim. Boşlukta aslı kalan elini yavaşça indirip yumruk haline getirdi. “Silva ben- ben bilmiyordum.” diyen Valeria’ydı ama artık önemi yoktu. Kırılan kırılmıştı bir kere. “Bilmiyormuş! Bilmek istedin mi ki?!” Nowa’ya bir cevap veremedi. Ondan yana bakmadığım için yüzünü görmüyor, ne hissettiğini bilmiyordum. Tek bildiğim bir kadın olarak geç de olsa beni anladığıydı ama işte mesele de buydu, geç olmuştu. Nowa’nın da dediği gibi bilmek istememişti. Azel bile sorarken o sormadan yargısız infaz yapıvermişti.
Aslında onu da anlayabiliyordum. Ailesi tarafından terk edilip sokaklara düşmüşken ona el uzatan Zahel olmuştu. Elbette onun için her şeyi vermeye hazırdı. Tanrıların isteklerini nasıl tahmin edebilirdi ki? Daha farklı, daha başka şeyler istediklerini sanmış olmalıydı ki ondandın da bana çıkışı. Ama işte aklım değil kalbimdi şu anda baskın olan. Görüş açıma ayakları girdiğinde usulca başımı kaldırıp yüzüne baktım. Gözlerindeki pişmanlık dudaklarının titremesine neden oluyordu. “Silva ben…” “Açıklama istemiyorum. Ne düşündüğünü tahmin edebiliyorum. O yüzden sana kızmıyorum.” diyerek konuşmasına müsaade etmedim. Kızgın olmasam da kırgındım ve bu kırgınlık söyleyeceklerini duymama izin vermiyordu. Suçlulukla harlanan gözleri ıslanmaya başladığında dudaklarını birbirine kenetledi. Üçümüze dolan gözleriyle son defa baktıktan sonra hızlıca çadırdan çıktı.
“Kabul edebilirsin.” diyen bir süredir sessiz kalan Azel’di. Valeria gitmişti ama o hala bekliyordu. Üçümüzün bakışları da anında ona döndüğünde bir an irkilse de Nowa ve Ragaz’ı es geçip bana odaklandı. Yukarı aşağı hareket eden âdem elmasından yutkunduğunu anladım. Konuşmaya kararlıydı lakin bir yandan da tereddütlüydü. “Büyücü kabul etmiş.” dediğinde az çok ne diyeceğini tahmin etmiştim. “Aeros’a bir süre köle olmak o kadar da zor değil ve Roan…” Bir an duraksayıp ters ters kendisine bakan Nowa ve Ragaz’a baktı. İkisi de Azel’in bir sonraki cümlesiyle alev alacak gibi duruyordu. Yine de bu riski alıp yeniden bana döndü. “Roan’la bir geceye karşılık abimin hayatı. Bir geceye karşılık bir ömür Silva.” Sözlerinin ardından yanımdaki ikili öfkeden titremeye başladı. “Ragaz!” “Ona acırsan ben sana acımam!” Ragaz’ın sözleriyle birlikte ikisi Azel’e doğru atıldı.
Dehşetle üzerine gelen muhafızlara bir saniyeliğine bakan Azel ikinci saniye riskini almayıp arkasını döndü. Koşarak çadırdan çıktığında resmen çita gibiydi. Nowa ve Ragaz da peşinden çıktıklarında çadırın içinde yalnız başıma kaldım. Sarsak adımlarla arka tarafa geçip kendimi yatağa bıraktığımda gözlerimden süzülen yaşlar yastığıma aktı. Her şey kafamın içinde dönüp duruyor, kulaklarım uğulduyordu. Aeros’un teklifini bile kabul etmeye razıydım ama Roan’ın istediği… Her şeyden öte beni en çok yaralayan Valeria’nın yargısız infazı olmuştu. Onun ve Azel’in sözleri kukalarımda çınlıyordu. Artık yapabilir miyim diye düşünmeye başlamıştım. Roan’ın çadırına gidebilir miydim? Tek ve ilk kez sevdiğim adamla birlikte olmuşken bedenimi onun yaşaması için bir başkasına sunabilir miydim? Düşüncesi bile midemi bulandırıyordu.
Okuduğum kitaplar geldi aklıma. Bazılarında kız karakter sevdiği çocuk için saçma sapan şeyler yapıyordu. Okurken çıldırıyor, kız karaktere demedik laf bırakmıyordu. Çok saçma geliyordu bana çocuğu kurtarmak için bile olsa ilişkilerine zarar verecek bir şey yapması. Şimdi saçma dediğim o duruma düşmüştüm. Acaba o karakterleri kınadığım için mi oluyordu bunlar? Şayet öyleyse bütün karakterlerden özür dileyecek kadar çaresizdim. Biliyordum, ben kabul etsem bile gün gelecek bu Zahel’e de bana da zarar verecekti. Ondan saklamak istesem bile bu nereye kadar sürerdi ki. Kendimi bir başkasına sunmuşken Zahel’e nasıl dokunacaktım? Bana dokunduğunda eskisi gibi olamayacaktım ki. Her dokunuşunda Roan’la olanlar canlanacaktı zihnimde. Bu Zahel’e ihanet etmek değil miydi? İnsan ihanetle nasıl yaşardı ki?
Dakikalar belki de saatler sonra bir hışırtı duyduğumda dönüp bakamayacak kadar berbat bir haldeydim. Gelen her kimse küçük adımlarla bana doğru yaklaşıp durdu. Sessizce, öylece bekledi. “Valeria.” diye mırıldandım. Yabancı biri çadıra giremeyeceğine ve sanki yokmuş gibi sessiz olduğuna göre gelen Val’di. Nowa, Ragaz ya da diğerleri olsaydı adımlarından daha gür bir ses çıkardı. Gelen Valeria’ydı. O konuşmayınca ben oturur pozisyona geçtim ve kapüşonu ile gizlediği yüzüne baktım. Genelde kapüşona rağmen dudakları ve burnunu da görürdüm ama şimdi görebildiğim tek şey kumaş parçasıydı. Sanırım hissettiği suçluluktu yüzünü kapatmasına ve başını eğik tutmasına neden olan. “Seni anlıyorum.” dediğimde başını kaldırdı. “Zahel’e değer veriyorsun ve ölmesini istemiyorsun. Sadece yanlış anladın. Bilseydin öyle konuşmayacağını biliyorum.” deyip nefesimi bıraktım. Eliyle kapüşonunu geriye ittiğinde ağlamaktan kızaran gözleri açığa çıkmış oldu. Bu onu ağlarken gördüğüm ilk seferdi. “Silva ben- haklısın. Bilmediğimden öyle konuştum. Kabul etmediğini duyunca bunun bir nedeni olabileceğini düşünmedim. İnan çok pişmanım Silva.”
Konuşuyor, konuştukça gözyaşları arıtıyordu. Karşımda suçlu bir çocuk gibi dururken içimin sızlamasına mâni olamıyordum. “Biliyorum.” dediğimde karşıma geçip dizlerinin üzerine çöktü. Elleri ellerimi kavradığında ıslak gözlerle bana bakıyordu. “Özür dilerim, çok özür dilerim. Normalde böyle biri değilim. Her zaman olaylara farklı pencerelerden de bakardım. Bugün- bugün korkuma yenildim Silva. Değer verdiğim birini kaybetmekten öyle korkmuştum ki söylediklerimle diğerini kaybettiğimi fark edemedim.” Gözlerim ve dudaklarım ısınmaya başladığında ben de ağlamak üzereydim. Beni kaybettiğini sanıyordu, kaybetmemişti ama kırmıştı. “Önemli değil.” diyerek gülümsemeye çalıştığımda ellerimi sıktı. “Önemli.” dedi. “Hem de çok önemli. Nasıl önemsiz olur ki? Kendimi senin yerine koyuyorum da…” dediğinde duraksayıp birkaç hıçkırık eşliğinde derin bir soluk aldı. “Sandığımın aksine aptalın tekiymişim! Silva beni…” deyip duraksadı. Başını hızlıca sallarken gözlerime baktı.
“Hayır, hayır affetme. Sadece- sadece hata yaptığımı bil. Yemin ederim bilsem asla öyle şeyler söylemezdim.” Daha fazla dayanamadığımdan omuzların tutup kaldırdım ve kendim de kalktım. İkimizin gözyaşları zemini ıslatırken kollarımı etrafına doladım. Bir an kaskatı kesilse de o da bana sarıldı. Hıçkırarak ağlarken birbirimizi daha sıkı sardık. Valeria’ya nasıl kıyabilirdim ki. Yaşadıkları yüzden kaybetme korkusu vardı. Öyle ki bu korku onu mantıksız düşündürebiliyordu. Bunu bugün anlamıştım. Kalbinin derinliklerini bilirken ona nasıl kızabilirdim ki. “Şşşt. Tamam geçti.” Birbirimizden ayrıldığımızda önce onun sonra da kendimin gözyaşlarını sildim. Ellerimi omuzlarına yerleştirirken suçlu gözlerle bana bakıyordu. “Herkes hata yapar ve herkes ikinci şansı hak eder.” desem de suçluluğu yerli yerinde durmaya devam ediyordu. “Ama benim hatam- benim hatam korkunçtu.” “Tamam kabul azıcık, çok azıcık üzülmüş olabilirim ama neden öyle söylediğini de biliyorum Valeria. Bir hataydı, geçti ve gitti. Şimdi pişmansın ve ağlıyorsun. Nasıl sana kırgın kalabilirim ki?”
“Gözyaşlarına kanmak aptallıktır.” dediğinde dolu dolu olan gözlerime rağmen güldüm. Bilmiş tarafı ortaya çıkmasa olmazdı. “Haklısın ama söz konusu sensen kandırmaca yoktur.” deyip gülümsedim. “Çocuk gibi ağlamayı bırak. Bilirsin savaşa çocukları sokamayız. Yoksa sıkıldın da kaçmaya mı çalışıyorsun?” dediğimde gerçekçi şekilde güldüm. Şakam onu güldürmese de en azından artık gözleri dolu dolu değildi. Yaklaşıp kollarını etrafıma doladığında “teşekkür ederim Silva. Bu kadar iyi olduğun için, benden vazgeçmediğin için.” dedi. Sarılmayı sonlandırdığımızda hala mahcup bir ifadeyle bana baksa da gülümsemeye çalıştı. “Şey- ben gideyim de dinlen sen biraz.” dediğinde aslında hala kendini suçlu hissettiği için gitmek istediğini anlasam da gülümsedim. Gidişiyle birlikte yeniden sessizliğe boğulduğumda güçsüzce yatağa oturdum.
Parmak uçlarımla şakaklarıma masaj yaparken başım patlayacak gibi hissediyordum. Dış dünyam sessizdi ama kafamın içinde sanki davul çalıyorlardı. Silas’ın, Aeros’un, Roan’ın sözleri birbirine karışıp duruyordu. Uzaktan bir yerlerden birkaç cırcır böceğinin sesi kulaklarıma çalınıyordu. Gece yarısı olduğundan karargâh gündüze nazar daha sessizdi. Nöbeti olmayan muhafızlar dinlenmek üzere yataklarına geçmişlerdi. Çoğu derin bir uykuda olmalıydı. Yaklaşık bir saatin ardından ikinci kez birinin ayak seslerini duyduğumda bu sefer gelenin kim olduğunu bilmiyordum. Şüpheyle bakışlarımı perdeye çevirip gelen kişiyi bekledim. Kenara doğru itilen perdenin ardında Azel belirdiğinde halim olmamasına rağmen gözlerimi devirdim. “Gelebilir miyim?” “Gelmişsin zaten. Niye gereksiz yere çeneni yoruyorsun? Hem nasıl kurtuldun ki sen?” “Pek de kurtuldum diyemem. O ikisi yüzünden karargâhın etrafında yüzden fazla tur attım. Ciğerlerimin hala çalıştığı konusunda şüphelerim var.” Yanıtına karşılık ruhsuzca gözlerimi devirdiğimde sakince gelip yanıma oturdu. Yönünü bana doğru çevirdiğinde derin bir soluk aldı.
“Bak.” diyerek konuşmaya başladığında hoşnutsuzluğumu gizlemeden ona bakıyordum. “Anlıyorum çok berbat bir durum ama yapmak zorundayız, yapmak zorundasın Silva.” dediğinde ifadem değişmedi. Azel gelgitleri olan biriydi ve beni delirtmesine ramak kalmıştı. “Abim ölecek Silva. Kabul etmezsen abimi öldürecekler. Onun artık olmadığı bir dünya düşünebiliyor musun? Bir yerlerde nefes aldığını bile bilmek yeterken soluklarının kesilmesine dayanabilir misin?” Konuşurken sesi ara ara titriyordu ve benden ziyade kendinden bahsediyor gibiydi. Onun aksine ben uzakta olup da Zahel’in nefes aldığını bilmekle yetindiğim bir durum yaşamamıştım.
“Tek bir gece Silva. Abime öğrenmez. Ona asla söylemeyiz, kimse söylemez. Bilmediği şey ona acı da vermez ama idam verir Silva.” Ellerimle saçlarımı çekiştirdim. Aynı anda çok fazla şey hissediyordum ve Azel’in haklı olması beni delirtiyordu. “Ya öğrenirse? Hangi sır sonsuza kadar saklı kalabilir ki?” dediğimde dudaklarımdan dökülenleri ancak idrak edebilmiştim. Kendi sözlerimin şaşkınlığını yaşıyordum. “Üzülür.” dediğinde başı önüne düştü ve bir süre düşündü. Yeniden bana döndüğünde “üzülür, yıkılır ama yaşar Silva. Duygular diner, yok olur ama ölümden dönüş yok. Öleceğine üzülsün, öleceğine senden de benden de nefret etsin.” dedi ve göğsüm yanmaya başladı. Kalbim kaburgalarımı döverken Azel’in ağlamaklı sesi benim de ağlama isteğimi tetikliyordu. Haklı mıydı acaba? Öleceğine üzülse miydi? Öleceğine benden nefret mi etseydi?
“Yalvarırım Silva. Yalvarırım kurtar abimi. Ben yapamadım, ben her şeyi mahvettim ama sen kurtar. İnan mümkün olsa abim yaşasın diye ben ölebilirim çünkü yaşamayı benden daha çok hak ediyor. Hiç ona layık bir kardeş olamadım. O beni, onu öldürmeye kalkışmama rağmen sevmeye devam etti, başkası olsa canımı alırdı ama o yaşayayım diye beni sürgün etti sadece. Ben yine de bir kez daha onu öldürmeyi denedim. Kendimden nefret ediyorum ama artık bir işe yaramıyor. Öyle iğrenç birine dönüştüm ki abimin yanında zerre kıymetim yok. Yapma Silva. İzin verme. Abim ille de ölecekse benim yüzümden olmasın. Benim gibi iğrenç biri yüzünden ölmesin. Suçlu hissetmemek için demiyorum bunu. Benim onu hak etmediğim gibi o da benden gelecek bir ölümü hak etmiyor. Benim yüzümden ölmesi utanç verici olur. Oysa abimin her şeyin en iyisi hak ediyor. Ölecekse ölümü bile onurlu olmalı. Ne olur Silva? Ne istersen yaparım. Bir kıymeti yok ama istersen canımı bile verebilirim.”
Azel karşımda dizlerinin üzerine çökmüş ağlayarak bana yalvarıyordu. Her sözü kalbime ok gibi saplanırken ağlamamak için ısırdığım dudaklarım kanamaya başlamıştı. Ağzımın içinde hissettiğim metalik tattan mı yoksa Roan’ın teklifini düşündüğümden mi bilmiyorum, midem bulanıyordu. Çaresizce dudaklarımdan dökülecekleri bekleyen adamdan belki de daha çaresizdim. Öyle ki başımıza bunca işi açanla karşımda yalvaran kişinin aynı kişi olup olmadığını sorgulayamıyordum. “Silva.” Titreyen sesiyle “yalvarırım susma. Biliyorum çok şey istiyorum ama başka çarem yok. Yüzsüzün, omurgasızın tekiyim ama senden bunu istiyorum.” dedi. Uzun bir soluk alırken daha şimdiden kirlenmiş hissediyorum. “Tamam.” dedim Azel’in sarf ettiği onca söze karşılık. Şaşkına dönen gözlerle bana bakarken “Roan’a istediğini vereceğim.” dedim.
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
30.7k Okunma |
4.15k Oy |
0 Takip |
46 Bölümlü Kitap |