32. Bölüm

32. 🌃 Sonbahar Rüzgarıyla Gelir

venom
amatoriceyazar

 

Bölüm 32: Sonbahar Rüzgarıyla Gelir

 

Bölüm Müziği: Reynmen-Çatma Yarim

🌃

 

 

 

Sonbahar, her zaman çok farklı hisler uyandırmıştır bende. Yaprakların birbir kuruyup öylece savrulmaları tarifi mümkün olmayan duyguları uyandırıyordu. Keza göğün birden gürleyip yağmurun yağmaya başlaması da aynı hisleri gün yüzüne çıkarıyordu. Kısacası sonbahar, çok güzel bir mevsimdi.

 

Günler nasıl geçti, inanın bilmiyorum. Cihangir, sadece birkaç aydır hayatımda olmasına rağmen yıllardır benimle gibiydi. Özellikle son bir aydır o kadar kaçamak buluşmuştuk ki tüm bunlar bu zaman dilimini bana daha uzun hissettirmişti. Diğer yandan da oldukça keyifliydi. Gizli gizli kaçışlar, gece yarısı balkondan girişler, anneme yakalanışlar derken şimdi Eylül ayını bitirmek üzereydik.

 

Annem, bu süreçte her ne kadar kendi çapında direniş göstermeye çalışsa da pek fayda etmemişti. O da yavaş yavaş gardını indiriyordu. Zaten ondan başka karşı gelende yoktu. Babama göre Cihangir, ideal damat adayıydı. Bu sonuca nereden vardığımı soracak olursanız da babamda gizli gizli buluşmalarından vardım. Çok garip bir şekilde Vahit'le emekli göbeklerini tokuşturarak selamlaşıp kahveye gidiyorlardı. En iyi tavla arkadaşı oymuş, öyle diyor. Ara sıra bu gruba abim ve Cihangir'de dahil oluyor ve beraber okey oynuyorlar. Enteresan bir babam var, hoş bende ne kadar normalim orası da tartışılır.

 

Üzerimdeki elbiseyi çekiştirip son kez düzen verdim. Bu kez tercihim kollu bir elbiseden yana olmuştu. Yağmur yeni durmuştu ama dışarıda hissedilir bir serinlik vardı ve ben çok çabuk üşüyen bir insandım.

 

Soft, lila rengi bir elbiseydi. Ayak bileklerime kadar uzanıyordu. Sırtında ve göğsünde normal karşılanır bir dekoltesi vardı. Bacaklarımın iki tarafında da dizime kadar gelen yırtmaçlara sahipti. Hoş bir elbiseydi. Altına şeffaf babet tercih ettim. Üzerinde minik minik çiçekler vardı. Rengarenk çiçeklerdi ama mor daha ağırlıklıydı. Son olarak da beyaz bir çanta alıp içini doldurdum. İnci detaylı küçük tokamı son kez düzeltip saçlarımı savurdum.

 

"Güzel oldun kız, maşallah!"

 

Memnun bir şekilde aynadan kendime gülümseyip odamdan çıktım.

 

"Hah, bende diyordum iki gündür çıkmadı başımıza taş yağacak. Kız nereye yine!"

 

"Aman anne, sende iyice dominant analara döndün. Önceden pamuk gibi karıydın ne oldu sana?"

 

"Önceden oğlan gibi kızdın dert etmiyordum da ondan."

 

"Çok kırıcısın," diyip dudak büktüm.

 

Göz devirdi. "Nereye?"

 

"Kafeye gidiyorum."

 

"Hep de kafeye zaten. Başka bir yeri deme."

 

"Çünkü hep kafeye gidiyoruz."

 

"Kim kim?"

 

"Anne, merak ediyorsan evet, Cihangir'de gelecek."

 

"Aaa, arsıza bak, birde dümdüz söylüyor."

 

"Ne yapayım, yalan mı söyleyeyim?"

 

"Sare!"

 

"Efendim, annecim?"

 

"Kızım sen beni öldüreceksin."

 

"Anne, artık inat etme," derken yanına gidip ellerini tutmuştum.

 

"Neyi inat etme, yavrum?"

 

"İnadının altının boş olduğunu sende biliyorsun. Kaya'yla Cihangir, asla bir değil."

 

"Bir olmadıklarını biliyorum ama o da o pisliğin yanına kadar girmesine müsaade etti."

 

"Yine de beni o kurtardı."

 

"Olabilir."

 

"Eee?"

 

"Amaan, git başımdan, işim var benim."

 

Gülüp yanağından öptüm.

 

"Biricik kızını vermek istemiyorsun değil mi?"

 

"Hah, benim yine biricik kızım var. Berfu'm, üzmüyor da beni."

 

"Ben üzüyorum yani."

 

"Yani."

 

"Anneee!"

 

"Tamam tamam, git hadi. Selam söyle."

 

"Hepsine mi?" dedim uzaklaşırken.

 

Göz devirdi yine.

 

"Hepsine."

 

"Seviyorum kız seni."

 

Kapıyı açtım ve havadan bir öpücük yolladım.

 

"Şımarma hemen," diyip mutfağa geçti. Süründürüyor ama yine de onay veriyor, o da bir şey tabi.

 

Sokağa çıktığımda rüzgar, tenimi yalayıp geçti. Sıcaktan soğuğa çıkınca ani bir titreme yaşamam geri dönüp ceket alma isteğimi tetiklemişti. Ama üşendiğim için bunu yapmadım. Alışırdım biraz sonra.

 

Kaldırımın kenarından yavaş yavaş yürüyerek kafeye kadar geldim. Akşam olduğu için gündüze nazaran daha yoğundu. Müşterileri es geçip arkaya geçtim.

 

Herkes buradaydı.

 

"Marabayın gençler," diyip gülerek yanlarına geçtim.

 

Hepsinden mırıltılar dökülürken benim gözlerim iki gündür görmediğim, minik Fil Yavrum'daydı.

 

Saçlarını yine kısaltmıştı. Sakalları da yine yeni traş edilmişti. Ferah kokusu bu mesafeden bile burnuma vuruyordu. Beyaz bir gömlek giymişti. Altında da siyah pantolon vardı. Oldukça klasikti bugün. Yine de fazlasıyla iyi gözüküyordu.

 

"Hocam, çocuklar var lütfen ama," diye bir ses yükselince kendime geldim. Merve, hep arsızdı zaten.

 

"Gözlerinle yedin çocuğu," diye devam edince sinirle ona döndüm.

 

"Arsızsın, biliyorsun değil mi?"

 

Kısa bir kahkaha atıp çayından bir yudum aldı.

 

"Biliyorum bebeğim."

 

Burnumu kırıştırıp Cihangir'in yanına oturdum.

 

Gömleğinin yakalarını çekiştirip gülümsedim. "Hayrola?"

 

"Ne hayrola?"

 

"Gömlek giymişsin."

 

"İlk defa değil," dedi yine gülerek. Güldükçe kısılan gözleri... Bu kadar yakın durmamız kalbime iyi gelmiyordu. Sandalyeme yaslandım.

 

"Sende çok güzel gözüküyorsun. Lila çok yakışmış."

 

Dudağımın kenarı kıvrılırken saçımı parmaklarımla taradım. Gözleri hala üzerimdeydi.

 

"Biz çıkalım isterseniz." Biri şu kızı susturabilir mi artık?

 

Masada duran paketli küp şekerlerden bir tane alıp kafasına attım. Ama havada yakaladı. Memnuniyetsiz bir ifadeyle kollarımı göğsümde bağladım. Şam şeytanı.

 

"Ee brom, merkezde işler nasıl?"

 

"İyi valla. Stabil ilerliyor. Bu ara birinin peşindeyiz. Kavgalı olduğu arkadaşını öldürmüş. Geçen gün çok yaklaştık, hatta kısa bir an boğuştuğumuz bile oldu ama kaçtı işte."

 

Söyledikleriyle gözlerim büyüdü.

 

"Hiç bahsetmedin. Bir şey yaptı mı sana?"

 

Telaşlı gözlerle bedenini süzdüm ama görünürde herhangi bir şey yoktu. Güven veren bir şekilde gülümsedi.

 

"İyiyim iyiyim. Zaten çok dalaşmadık. İki yumruk döndü havada, karnıma tekme atıp kaçtı."

 

İçim bir garip olurken başımı omzuna yasladım. O an, ömrüm boyunca böyle hissedeceğim aklıma düştü. Hemen emekli olsa keşke. Ya bir gün bir şey olursa? Hakkı ödenmez. Onlar olmasa nasıl olurduk kim bilir. Ama yine de onlar da birilerinin kocası, babası, abisi, kardeşi... Var olsunlar, hep olsunlar.

 

Kolunu boynuma dolayıp kafamı göğsüne çekti.

 

Oğuz, çayları dağıttı. Eylül, içeriden çerez, pasta getirdi. Hoş sohbetler eşliğinde çayımızı içmeye başladık.

 

Saat geçtikçe hava serinlemeye başlayınca elimdeki çay bardağına ellerimi sarıp omuzlarımı boynuma doğru çektim.

 

"Üşüdün mü?"

 

Hayır, demek isterdim ama yavaşça başımı salladım.

 

Sandalyesine asılı ceketini hemencecik omzuma bıraktı. Sıcaklık hemen bedenimi sararken gevşedim. Keşke baştan üşüdüğümü söyleseydim ama ceketi hiç dikkatimi çekmemişti.

 

"Teşekkür ederim," dedim mırıltıyla. Gözlerini yumup açtı.

 

Cihangir'le sohbete dalmıştık ki telefonu çaldı. Cebinden çıkarıp kim olduğuna baktı.

 

"Buna baksam iyi olacak," diyip masadan kalktı. Kim olduğunu merak etsem de işle ilgili olduğunu düşünüp merakımın üzerini kapadım.

 

Saniyeler dakikaları kovalarken Cihangir, hala gelmeyince merakım tekrar alevlenmişti. Sürekli başımı çevirip geliyor mu diye bakıyordum ama gelmiyordu.

 

Nihayet dayanamayıp ayaklandım. Ceketi sandalyeye astım. "Ben bir Cihangir'e bakayım."

 

"Özelmişsindir git tabi."

 

"Merveee!"

 

Teslim olurcasına ellerini havaya kaldırdı. Göz devirip kafenin çıkışına doğru ilerlemeye başladım.

 

Cihangir, kafenin karşı kaldırımında hararetle telefonla konuşuyordu. Ne olduğunu anlayamıyordum. Anlam veremesem de içim huzursuzlanmıştı.

 

Kaldırıma çıktığımda o, hala karşı kaldırımdaydı. Beni görünce bana bakarak konuşmaya devam etti.

 

"Ne, burada mısın?" dediğini duydum. Daha çok dudaklarını okudum. Yoksa sesi o kadar da net değildi. Arada araba geçiyordu ve arkamda kalan kafeden fazlasıyla ses geliyordu.

 

"Bak, bunun bir sonu yok," dedi bu kez de. İyice korku bedenimi ele geçirmişti.

 

"Kaçamazsın," diye devam etti. Kaşlarım çatıldı.

 

"Eline hiçbir şey geçmeyecek," dedikten sonra bir müddet bekledi. Sonra sinirle kısa saçlarını karıştırdı. Derin bir nefes aldı. Gözleri bana değdi ve arkasını dönüp seri adımlarla yürümeye başladı. Nereye gittiğini bilmiyordum ama peşine takıldım.

 

Adımlarına yetişemiyordum. Zaten peşinden gittiğimin de farkında değildi. Telefonla konuşmaya devam ediyordu.

 

Nihayet durduğunda aşkımızı ilan ettiğimiz parktaydık. Durdu, etrafına baktı ama beni yine görmedi.

 

"Adamsan karşıma çık," diye bağırdı. Olduğum yerde irkildim. Onu ilk defa bu kadar öfkeli görüyordum. Sesi, ilk defa bu kadar sert ve tok çıkmıştı. İçimdeki korku git gide büyüyordu. Şimdi yanına gidip elinden tutarak buradan ayrılmak istedim.

 

İnsanlar gelip geçerken ve bazıları durup telefonda bağırarak konuşan Cihangir'e bakarken ben, onların yüzlerini seçemiyordum bile. Derken telefonu sinirle kapatıp cebine attı. Sonrasında tüm her şey o kadar hızlı gelişti ki... Bu sesi en son duyduğumda gözlerimi çok sonra açabilmiştim. Yine böyleydik. Önce Cihangir, bana doğru döndü. Gözlerimiz kesişti. Gülmedi. Oysa beni her gördüğünde yüzünde minik bir gülümseme peydah olurdu. Onun yerine gözleri arkamda bir yere takılı kaldı. Sonra o ses...

 

Gözlerim aniden korkuyla kapandı. Tekrar açtığımda, geri kapatmak istedim. Görmek istediğim kesinlikle Cihangir'in bembeyaz gömleğinin kırmızıya boyanmış hali değildi. Acıyla kasılan güzel yüzü hiç değildi...

 

Ellerim titredi, dizlerim zaten titriyordu.

 

Gözlerimi kapatıp tekrar açtım. Belki kabustu, diledim. Ama değildi. Önce dizlerinin üstüne düştü, sonra sırt üstü devrildi. Uzun boylu, iri bir adamdı. Ne çabuk düşmüştü öyle!

 

Nefesim kesilirken kısa bir hıçkırık kaçtı boğazımdan. Sarsak bir adım attım öne doğru. Sonra bir tane daha. İnsanlar, çoktan sarmıştı etrafını. Bende gitmeliydim. Gitmeli ve yanındayım, demeliydim. Daha önce beraber aştık bunu da aşarız, demeliydim. Ama sendelemekten başka hiçbir şey yapamadım. Sesim çıkmadan ağlarken düşmek üzereydim. Belime bir el sarıldı. Ona tutundum. Oğuz'du bu. Ne ara gelmişti, bilmiyorum ama bu anı bekliyormuş gibi üstüne yığıldım. Diğerleri hızla Cihangir'in yanına gittiler.

 

"O-Oğuz, götür beni," dedim. Ya da dediğimi düşündüm. Sesim o kadar cılızdı ki belki de duymamıştı.

 

Belimden destek çıkıp beni yürütürken duyduğunu anladım. Yavaş yavaş yaklaşırken görmek istediğim tek şey inip kalkan göğsüydü.

 

Oğuz ve Yalın, insanları teker teker açtılar. Yüzünü gördüm önce. Gülünce kısılan güzel gözleri kapalıydı. Gömleği, o kadar kırmızıydı ki... Kuvvetli bir hıçkırık kaçtı bu defa ağzımdan. Elimi kapadım. Dizlerim beni taşımazken Oğuz'un ellerinin arasından da kaydım. Dizlerim ıslak çimlerle buluştuğunda şiddetle titredim. İlk defa bu kadar üşüyordum. Çenem titrerken elimi uzattım ona doğru ama dokunamadan geri çektim.

 

"Cihangir, çok üşüyorum, kalk ceketini ver," dedim. Ama bunu benden başka kimse duymadı. Üzerine eğildim. Ellerim yeni kesilmiş sakallarına uzandı. Yumuşacıktı. Eğilip alnına kısa bir öpücük kondurdum.

 

"Ambulans," dedim, kuvvetimi toparlayıp.

 

"Aradık," diye bir ses yükseldi ama kimden çıktığını anlayamamıştım.

 

Gömleğine baktım. Biri yaraya tişört basmıştı. İyi ki basmıştı. Yarayı görseydim... Durumun vahametini görseydim...

 

Kesik bir nefes alıp başını dizlerime çektim. Gözleri kısa bir aralık açılır gibi oldu. Heyecanla konuştum.

 

"Cihangir, buradayım, buradayım. Lütfen, aç gözlerini."

 

Tekrar kısık kısık gözlerini açtı. Gülümsemeye çalışıp saçlarını okşadım.

 

Gözlerini daha iyi açtığında fısıldadı.

 

"Ağlama."

 

Başımı hızla sallayıp yerine yenilerinin geleceğini bilerek göz yaşlarımı sildim.

 

"Ağlamıyorum," dedim, sanki ağladığımı görmüyormuşçasına.

 

"Sare," dedi.

 

"Söyle, söyle, canımın içi."

 

"Benimle evlenir misin?"

 

Kısa bir an duraksadım. Kalbim acı ve heyecanla öyle bir harmanlandı ki duracak sandım.

 

"Sırası değil," diyebildim sadece.

 

"Tam sırası," dedi aynı fısıltılı tonda.

 

"Cihangir, yorma kendini, lütfen."

 

"Sare," dediği anda tekrar silah patlama sesine benzer bir ses duydum. Bu defa korkuyla Cihangir'in üzerine kapandım. Üzerimize düşen gül yapraklarını görünce merakla başımı kaldırdım. Sonra tekrar birkaç pat sesi daha geldi. Güller çoğaldı. Öylece üzerimize yağan güllere bakarken dizlerimde ki ağırlık hafifledi. Saniyeler sonra Cihangir, oturur bir vaziyette karşımdaydı. Donakalmıştım.

 

Ellerimden tutup ayağa kaldırdı. Gömleğindeki kana o kadar odaklanmıştım ki neler olduğunu idrak edemiyordum.

 

Önümde diz çöktü. Nereden çıkardığını göremediğim siyah bir kutuyu bana doğru açıp, uzattı. Tektaş.

 

"Benimle evlenir misin, minik filozof?"

 

"Allah belanı versin!" Göz yaşlarımı hızla sildim. Gözlerim etraftakilere kaydı. Eylül, Oğuz, Yalın, Merve... Hepsi, pişmiş kelle gibi sırıtıyorlardı.

 

"Allah belanızı versin!"

 

Kolumu yüzüme kapatıp ağlamaya başladım. Aşina olduğum koku geldi önce sonra aşina olduğum kollar bedenime sarıldı. Onu kaybettiğimi düşünürken...

 

Öfkeyle kolumu çekip onu da geri ittim.

 

"Hayır, geri zekalı, hayır! Evlenmiyorum seninle," diyip keyifli kalabalığı yararak parkın çıkışına doğru yürümeye başladım.

 

Beş adım kadar ilerlemiştim ki durdum. Başımı gökyüzüne kaldırıp bekledim bir müddet. Arkamı döndüğümde iki adım ötemdeydi. Kanlı gömleğini gördükçe ağlama isteğim artıyordu ama sonra elindeki yüzüğü görüyordum. Gülmekle ağlamak arasında bir ses kaçtı ağzımdan.

 

"Aptalsın!" diye bağırdım. Güldü. Güldüm. Güldüler.

 

"Evet," diye bağırdım. "Evet, seninle evlenirim!"

 

Gözleri kısılırken kocaman gülümsüyordu. Koşarak yanıma gelip elimi avuçlarının arasına aldı. Yüzüğü yavaşça yüzük parmağıma geçirdi.

 

"Ömrümü kısalttın az önce," dedim hala ağlak çıkan sesimle.

 

Gülümseyip alnıma uzun bir öpücük bıraktı. "Daha çok yaşayacağız. Hemde çok. Benden öyle hemen kurtulamazsın."

 

Yamuk bir şekilde gülümseyip yumruğumu karnına geçirdim. İnleyip iki büklüm oldu.

 

"Yaram!" Kısa bir an tekrar telaşa kapılır gibi oldum ama yine eşek şakasından hallice şakaklarından biri olduğunu anladım.

 

Gülerek doğruldu.

 

"Seni çok seviyorum." Dudakları yanağımda yer edinirken kocaman gülümsüyordum. Arkasındaki kalabalıktan şiddetli bir alkış yükselirken daha fazla dayanamayıp kollarımı boynuna doladım. Aklımı kaybedecek gibi olmuştum. İnsan, kalbini kaybedecek gibi olunca aklını da muhakkak kaybedecek gibi oluyordu. Aşk, işte bu kadar efsunlu bir şeydi.

 

"Çocuklarımıza şikayet edeceğim seni," dedim kulağına doğru. Kıkırdadı.

 

"Kızlar babalarının tarafını tutarlar."

 

"Ha kız olacaklar," dedim keyifli bir sesle.

 

"Hemde hepsi," diyip derin bir nefes çekti.

 

"Hepsi, sana benzeyecek. Yeşil gözlü minik kızlar, kızlarımız."

 

 

 

 

Bölüm : 03.04.2025 01:02 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...