31. Bölüm

31. 🌃 Nen Var Guzum

venom
amatoriceyazar

Bölüm 31: Nen Var Guzum

Bölüm Müziği: Babusta-Yanayım Yanayım

🌃

 

 

"Sare! Bak bir kargo gelmiş sana."

Yanlış adrese gelmiş bir kargo olduğundan emin olarak çıktım odamdan. Kapı eşiğinde koca bir kutu ve kargocuyu görünce tamamen emin oldum. Kesinlikle bu büyüklükte bir kargo siparişim olmadı.

"Yanl-"

"Sare Baysal?"

"Benim."

Kutuyu ayağıyla itekledi ya da iteklemeye çalıştı. Sonrada arkasını dönüp gitti.

"Hey!" diyip peşinden gitsem de duymadan yoluna devam etti. Kargo aracına atladı ve saniyeler içinde de gözden kayboldu.

"Ne kargosu bu?"

"Bilmiyorum anne. Eşyaların içini görecek kadar gelişmiş gözlerim yok. Sen ne görüyorsan bende onu görüyorum."

"Yamuk yumuk konuşma benimle. Annenim ben senin."

"Yirmi üç yıldır bu bilgiye sahibim," derken kutunun üstündeki bilgileri okuyordum.

Terliğiyle kalçama sert bir şekilde vurunca inleyerek doğruldum.

"Ne yapıyorsun anne ya!"

"Annen olduğunu tekrar hatırlatıyorum. İyice terbiyesizleştin."

Göz devirip kutuyu içeri çekiştirmeye çalıştım.

"Dur dur, inciteceksin bir yerini. Yaran kapandı ama ağrır ameliyat yeri."

Gerçek bir anne...

"Ethem! Etheeem! Gel şu kargoyu alalım içeri. Ethem!"

"Zehra, bir kere bağırınca gelmeyecek miyim sanki? Ne diye evi inletiyorsun?"

"Aman yok yaranamıyorum ben size. Hepiniz üstüme gelin tamam mı?"

Babam "Bir şey demedim," diyip teslim olur bir edayla ellerini havaya kaldırdı. O halde yanımıza geldi. Kargoyu kenarlarından tutup çekiştirerek içeri soktu. Kapıyı kapatıp kargonun başında dikilmeye başladık.

"Ne aldın?"

"Bir şey almadım."

"Eee, yanlış geldi o zaman."

"Üstündeki bilgiler doğru."

"Aç o zaman."

"Açayım."

Mutfaktan bıçak getirip bantları özenle kestikten sonra kutunun kapaklarını açtım. İçinde gördüğüm renk cümbüşü ağzımın kocaman açılmasına sebep oldu.

"Çüş!"

"Kız bunlar ne?"

"Anne..."

"Sare?"

"Anne..."

"Sare?"

"Haaa şimdi hatırladım ya!"

"Ne hatırladın?"

"Ben aldım bunları."

"Hadi ya!"

"Hıhım."

"Kızım, dalga mı geçiyorsun? Bir servet yatıyor burada. Sende bu kadar para ne gezer."

"Anne, birikmişim vardı. Yangında tüm her şeyim yandı. Evi de halledince artık alabilirim diye düşündüm."

"İnanayım mı?"

"Alemsin anne, sanki başka ne olacak!"

"Bilemem artık," diyip alttan alttan yüzüme baktı.

Babam, konuşmalardan bir haber boyaları inceliyordu.

"Bunlar sana epey bir zaman yeter. Bir dahakine söyle de ben alayım. Olur mu kızım?"

Babamın yanağına sulu bir öpücük bırakıp bende boyaları incelemeye başladım. Yok yoktu maşallah. Fırçalar, çeşit çeşit boyalar, farklı boyutlarda resim defterleri... Bu Sare daha ne ister ki?

Babamla birlikte kutuyu odama taşıdık. Odanın bir köşesinde tüm hepsini boşalttım. Büyük bir aşkla hepsini inceledim. Eline en sevdiği şeker tutuşturulan çocuk gibiydim. Ah Cihangir...

Telefonuma uzanıp rehberde Fil Yavrusu'nu buldum. Kaydırıp çalmasını bekledim. İki çalış sonrasında açıldı.

"Sen...Sen, nasıl teşekkür edeceğimi bilmiyorum. Bunlar çok güzeller."

"Güzeller ama sayende çok daha güzel resimlere dönüşecekler."

"Çok özelsin biliyorsun değil mi?" Bunu söylerken fazlasıyla utanmıştım ama Fil Yavrusu'nun en azından bu kadarını hakkettiğini düşünüyordum.

"Hmm, öyle miyim?"

"Şansını zorlama istersen."

"Tamam tamam, bende seni çok seviyorum."

"Biliyorum," dedim gülerek.

"Çok mütevazıyız yine."

"Her zaman efendim..."

"Şimdi kapatmam lazım. Bir hırsızlık ihbarı geldi, oraya gideceğiz. Akşam görüşelim, olur mu?"

"Oluuuur. Kolay gelsin."

"Bu kadar mı?"

"Ne bu kadar mı?"

"Öyle olsun bakalım."

Sesli bir şekilde güldüm.

"Akşam sana bir hediyem olacak," diyip telefonu kapattım.

Kapatır kapatmaz da ayaklanıp hazırlandım. Evden çıktıktan sonra sürekli alışveriş yaptığım kırtasiyeye gelip orta boyutta bir tuval aldım. Hızlıca eve dönüp işe koyuldum. Önce üzerime rahat, yeşil, askılı bir elbise giydim. Saçlarımı da topuz tokasıyla başımın üstünde topladım. Çoraplarımı çıkarıp bir köşeye fırlattıktan sonra odanın köşesine geçtim. Yere tişörtlerimden birini serip tuvali duvara yasladım. Hareketli bir oynatma listesi bulup uzun zamandır hasretini çektiğim boyaları açtım.

Kaç saat geçti, bilmiyorum. Annem çokça girip çıktı. Yemeğe çağırdı, gitmedim. Gitmeyince tepsi de getirdi. Yemeğimi yedim, arada tuvalet molası verdim, sıcaktan bunalınca buzlu soda yaptım derken son fırça darbesiyle birlikte derin bir "Oh," kaçtı ağzımdan.

Tablonun son hali o kadar güzel olmuştu ki... Annem kaç defa sormuştu kim bunlar diye. Ona gerçeği söyleseydim muhtemelen selamı okurdu, bu yüzden hayali karakterler olduğunu söyledim. Oysa bizdik. Bizi anlatan muhteşem bir eserdi bu da. Memnun bir şekilde bakıp köşesine imzamı attım.

"Hobaaa, yandım bir yareee, bulsak bir çareeee, ah onu istiyor gönül deli divane!"

Elbisemin eteğini tutup deli gibi odanın ortasında dönerken en son ne zaman bu kadar mutlu olduğumu düşünüyordum.

Gülümseyerek şarkıya eşlik etmeye devam ettim.

Akşam sekize doğru telefonum çalınca tabloya son bantı da yapıştırıp telefonu açtım.

"Alo?"

"Kafedeyim. Bizimkiler de burada."

"Geliyorum."

"Çok bekletme, yeterince özledim zaten," diyince arkadan -Oooo!- diye bir ses yükseldi. Gülümseyip kapattım telefonu. Karşılık vermeyeyim, şımarmasın. Tabi ya. Yoksa ne diyeceğimi bilemediğimden değil.

Evdekilere çaktırmadan çıktım. Yoldayken annem aradı. Kafeye gittiğimi söyledim ki yalanda değildi. O da çok sorgulamadı zaten.

Kafeye geldiğimde hızla arkaya geçtim. Ortam kurulmuştu. Semaverin başında Oğuz vardı, her zaman ki gibi. Yalın, güneş gözlüğüyle hamakta uzanıyordu. Eylül'le Merve anladığım kadarıyla yine birini çekiştiriyorlardı. Canım, güzelimse ağacın gölgesine geçmiş son akşam güneşinden korunmaya çalışıyordu. Beni görünce gülümseyip göz kırptı. Ayaklanıp yanıma geldi. Ortama aldırmadan yanağımdan kısa bir öpücük aldı. Hiçbir şey olmamış gibi davranıp diğerlerine selam verdim. Onlarsa gördüklerinden gayet memnun bir halde muzır gülümsemeler atıyorlardı.

"Çaysızlıktan öldük kızım, sonunda geldin."

"Oğuz, semaverin başında en az beş bardak çay içtiğini hepimiz biliyoruz," dediğimde yeni kısalttırdığı bıyığının ucunu, yakalanmış bir edayla çekiştirdi. Ona gülerken diğerlerine baktım.

"Sizinle buluşacağım diye afet gibi bir kızın randevusunu iptal ettim, ona göre hakkını verin lütfen." Yalın, hamakta doğrulup güneş gözlüğünü çıkardı. Yüzünde oldukça eğreti duran çapkın gülüşünü sunup göz kırptı. Zengindi ama zengin olması çapkın olması gerektiği anlamına gelmiyordu. Ayrıca çapkınlık Yalın'da o kadar olmamış duruyordu ki. Karısına kul köle olacak bir tipti ama bu şekilde hayatına devam etmek hoşuna gidiyordu.

"Valla ben halimden memnunum. Annem yine bana sormadan görücü kabul etmiş, akşam onlar gelecekti, bende buraya kaçtım."

Hepimiz biliyorduk ki Merve, nihayetinde görücülerden birini kabul edecekti.

"Benim için problem yok. Çoğu zaman burada babama yardım ediyorum zaten." Eylül'e havada bir öpücük atıp masaya geçtim. Cihangir’de yanıma oturdu. Ama dikkati kucağımda tuttuğum paketli tuvaldeydi.

"Bu ne?"

"Ne ne?" dedim anlamamış gibi. Kaşlarıyla tuvali işaret etti. Gülümseyip öylesine konuşuyormuş gibi "Ha bu mu, senin bu," dedim. Gözleri şaşkınlıkla açılınca gülmeden edemedim.

"Benim mi?"

"Hıhım."

"Ne ki?"

Meraklı yüzüne baktım. Lacivert gömleğinin kollarını dirseklerine kadar katlamıştı. Ellerini birbirine kavuşturup heyecanla ovuşturdu.

Tuvali ona doğru uzattım. Diğerleri de merakla bize bakıyorlardı.

"Aç aç aç," diye ses yükselince tuvali masaya koyup özenle bantları açmaya çalıştı ama yine de yırtıldı. En sonunda pes edip hızla söktü hepsini. Tuval gün yüzüne çıkınca gözlerine dikkatle baktım. Herhangi bir duygu belirtisi göstermeden öylece baktı. Değerlerinden beğeni mırıltıları dökülse de ben onun söyleyeceği herhangi bir sözcükteydim.

Parmaklarını tuvalde dolaştırdı. İşaret parmağı benim yüzümde bir müddet takılı kaldı. Yüzüme baktığında nefesimi tuttum.

"O kadar biz ki... Çok güzel. Hayatımda hiç bu kadar manalı bir hediye almamıştım. Teşekkür ederim," dedi. Samimiyeti ve beğenisi sesine o kadar güzel yansımıştı ki...

Tuvale baktı tekrar, bende öyle.

Tuvalden çıkmış bir erkek bedeni yani Cihangir, onun gömleğine sıkıca sarılmış tuvalden dışarı çeken bir el yani benim elim ve ben. Birbirine aşkla bakan iki kişi. Fakat tabloda aşktan çok hissedilen duygu, tutkuydu. Tutkunun aşktan daha kuvvetli bir his olduğu kanaatindeyim ve bizimki aşkla harmanlanmış kuvvetli bir tutkuydu.

Gece yarısına çok az bir zaman kalmışken ayrılmıştık. Cihangir'le sokağın başına kadar beraber yürüdük. Sonrasında mecburen ayrılacaktık. Bu durum ne kadar can sıkıcı olsa da diğer yandan oldukça sevimliydi. Kaçamak yaşanan aşkın tadı bir başkaydı.

Etraf iyice sakinleşmişken koca mahallede bir biz kalmıştık sanki. Kaldırımın kenarında öylece dikiliyorduk. Cihangir, ara sıra elindeki tabloyu inceliyordu. Sonra bana bakıyordu. En sonunda da gökyüzüne bakıp iç geçiriyordu.

"Hiç ayrılmak istemiyorum," dedi bir anda.

Gözleri gözlerimi bulduğunda bu hisse bende kapıldım. Aylar öncesinde biri bana şu duyguları yaşayacaksın deseydi -Sokrates dedem aşkına kıçından mı uyduruyorsun?- derdim. Ama zaten aşk çok kıçsal bir durum değil mi? Manasız, bir anda çıka gelen...

Her neyse. Oldu ya işte. Nasıl olduğunun pek de bir önemi yok.

"Kaçtım ama geri gönderdin, ne yapalım?"

"Neden gönderdiğimi biliyorsun."

Başımı salladım yavaşça.

Elini uzatıp hep yaptığı gibi işaret parmağına saçımı doladı. Her şeye alışmış gibiydim fakat şu heyecanla aram hiç iyi değildi. Herhangi bir temas olduğu zaman iyice atağa geçiyordu. Tam bu anlarda "Nen var guzum, gendiyen gel," diyesim geliyordu ama işte...

"Sare..." dedi fısıltıyla.

Yüzü yüzüme bu kadar yakınken ne diyebilirdim ki? Ne diyebilirdim? Esasen bir şey demek zorunda değildim. Ama ben... Ama Sare Baysal... Ama Sokrates'in ve birçok filozofun akrabası olduğunu düşünen bu kaçık kız... Elbette ki bir şey söylemeden duramayacaktı.

"Burun deliklerinin biri birinden daha mı büyük?" diyip büyük bir ciddiyetle incelemeye başladım. Burun deliklerinin çapı nasıl ölçülürdü ki? Benim cetvellerimle ölçülmezdi muhtemelen. Abimin matematiği benden daha iyidir, belki de ona söylesem ölçebilirdi. Çünkü eminim, bir deliği diğerinden daha büyüktü.

Kendi kendime hesaplama yapmaya çalışırken yüzüme gelen birkaç tükürük sonrası şiddetli bir kahkaha kopuverdi. En kötü rezillik bile olabilecek en yakın yakınlaşmadan daha iyidir diyip kendimi rahatlatmaya çalışsam da pek başaramadım.

Kim, neden, birinin burun deliklerinin çapını merak eder ki?

"Sen," dedi kahkahalarının arasında. Bu kadar gülmesi rahatsız ediciydi. O gülerken benim sırıtan eşek gibi gülmekle gülmemek arasında kalmam daha rahatsız ediciydi.

"Hayatımda gördüğüm en garip ama aynı zamanda en harika insansın," dedi, gülmesini nihayet durdurduğunda.

Burnumu kırıştırarak "Allah razı olsun," dedim. Ne denir ki? İltifat mı etti hakaret mi belli değil.

"Tabi, Allah razı olsun, devrem!" diyip omzuma iki kere pat pat vurdu. Kaşlarım sinirle çatılırken kalçasına doğru bir tekme savurdum. Şok içinde bir bana bir ayağıma baktı.

"Sevgiliye şiddet, ha!" Dediklerini duymamazlıktan gelip bir tekme daha atmaya yeltendim ama erken davranıp kaçtı.

Yalancı bir öfkeyle peşinden koşturmaya başladım. Tek amacım vardı, kıçına bir tekme daha savurmak.

Bu amaç uğruna sokaklar arasında kaç tur attık, bilmiyorum. Nihayet durduğumuzda nefes nefese kalmıştık. Ellerimi dizlerime yaslayıp derin derin nefesler aldım. Cihangir, bir eliyle tabloyu tutarken diğer eliyle göğsünü tutuyordu.

"Manyaksın sen," dedi gülerek.

"Teveccühün, hayatım," dedim aynı tonlamayla.

Yüzüne tanıdık gelen o muzır gülümseme yerleşince bu defa ben kaçacak yer aradım. Hızlı davranıp boşta kalan eliyle belimi kavradı.

İki kafa birbirine bu kadar yakınken ve karşıdaki kişi balıktan hallice kalırken gülmeden nasıl durabiliyorlardı? Burnu şu an kocamandı ve başka hiçbir şeye odaklanamıyordum. Ya da odaklanmak istemiyordum. Psikoloğa mı gitsem, emin değilim. Kalbim fazla kanı çoktan yanaklarıma pompalamıştı. Beynim, yayları gevşemiş bir halde o düşünceden o düşünceye zıplıyordu. Yüzüme vuran ferah nefes, nefesin kokuyor yalanına da fazlasıyla engel oluyordu. Kaçış yok diye düşünüp gözlerimi kapatacaktım ki "Şaaap!" diye bir ses geldi. Gözlerimi açtım ve bu kez burnundan çok daha dikkat çekici bir şey vardı. Tam burnunun üstünde, sulu, oldukça sulu ve iğrenç gözüken bok tanesi. Evet, bildiğiniz bok. Bana kalırsa karga boku. Ama siz yine de diyin talih boku. Buradaki talih tabi ki de benim.

"Has*ktir!"

 

Bölüm : 02.04.2025 00:14 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...