Bölüm 30: Fillerin Koca Kulakları Aşkına
Bölüm Müziği: Pinhani-Ne Güzel Güldün
🌃
Hiç hesapta yokken yaşanan durumlardan nefret ederdi, Okan. Kontrolünün dışına çıkan hayat çizgisi onu oldukça gergin bir hale sokardı ve o uzun zamandır çok gergindi. Şimdi, odasında yatağına uzanmış gözünün önüne gelen berrak yüzü düşünüyordu.
Parla…
Aniden gelen dürtüyle birlikte telefonun alıp utana sıkıla aldığı numaraya kısa bir mesaj çekti. Evet, gecenin bu saatinde, genç bir kıza oldukça açık uçlu bir mesaj attı.
Okan: Uyudun mu?
Hemen pişman olmuştu. Ne oluyordu ona böyle? O, böyle bir adam değildi. Ya rahatsız ettiyse kızı?
Pişmanlıkla doğruldu yatağından. Tam o anda telefonuna bir bildirim düştü. Kalbinin sıkışmasına engel olamadı. Heyecanla ve aynı zamanda da korkuyla mesajı açtı.
Parla: Hayır, uyumadım. Kitap okuyorum.
Okan: Rahatsız etmedim değil mi?
Parla: Etmedin 😊 Nasılsın?
Okan: Sevindim. İyiyim, sen nasılsın?
Parla: İyiyim sanırım.
Okan: İyi ol…
Okan: Parla?
Parla: Efendim?
Okan: Eğer yarın müsaitsen bir kahve içelim mi?
Parla: Müsaitim. Kaç gibi?
Okan: Dokuz gibi. Ne dersin?
Parla: Olur.
Okan: Tamam o zaman. Ben sana yeri mesaj atarım. İstersen alırım da ama uygun olmaz sanırım.
Parla: Teşekkür ederim, ben gelirim.
Okan: Peki… Görüşürüz o zaman, iyi geceler.
Parla: Görüşürüz… İyi geceler.
Derin bir nefes eşliğinde telefonunu yatağına bıraktı. Yüzüne yabancı bir gülümseme yerleşti. Mutluydu. Penceresini açıp keyifle bir sigara yaktı.
***
Zehra hanım, huzursuzlukla yatağında bir kere daha döndü. Bir müddet önce kızı Eylül’lerde kalacağına dair bir mesaj atmıştı fakat içi hiç rahat değildi. Sare’ye çok fazla çıkışmıştı ve bunun farkındaydı. O, yalnızca anneydi ve tek düşündüğü yavrusunun iyiliğiydi. Bile bile onu mutsuzluğa terk etmek elbette isteyeceği bir şey değildi. Fakat son yaşananlar… Ameliyathanenin önünde neler yaşadığını bir Allah bilirdi. Cihangir, çok iyi bir çocuktu ama korkuyordu işte.
Sıkıntıyla yatakta doğruldu. Ethem beyi uyandırmamaya özen göstererek odadan çıktı. Saatin geç oluşuna aldırmadan Eylül’ü aradı. Çok geçmeden telaşlı ses kulaklarına ulaştı.
“Zehra teyze? Hayrolsun.”
“Korkma kızım, korkma. Sare, bugün Merve’lerde kalacağını söyledi ama… Ben pek inanamadım. Sana sormak istedim. Sare, Merve’de mi?”
Eylül, sıkıntıyla derin bir nefes aldı ve sessizce verdi. Sesinin tonunu ayarlamaya çalışıp cevap verdi.
“Evet, Zehra teyze haberim var. Hatta bende bir saat kadar önce döndüm yanlarından. Hem başka nerede olacak ki?”
Zehra hanım, korkuyla gözlerini kapattı.
“Anladım kızım. Teşekkür ederim, hayırlı geceler.”
“Hayırlı geceler, Zehra teyze.”
Zehra, panikle telefonu kapatıp antre de bir o yana bir bu yana gidip geliyordu ki kapı çaldı. Hemencecik kapıya ulaşıp telaş içerisinde açtı. Karşısında görmeyi beklediği yüz kesinlikle Sare’ni yüzü değildi.
“Neredeydin sen?” Sesine hem telaş hem de öfke hakimdi.
Sare, yorgun gözlerle annesini süzüp geçiştiren türden bir cevap verdi.
“Yalnız kalmak istedim.”
Zehra hanım, kızını tuttuğu gibi içeri çekip koluna da sert bir çimdik attı. Sare, canı acısa da tepki vermedi.
“Dalga mı geçiyorsun benimle? Hani Eylül’de kalacaktın?”
“Kalmadım.”
“Neredeydin?”
“Yaln-”
“Sare!” Sesini alçattı hızla. “Bağırtma beni. Neredeydin dedim!”
“Cihangir’in yanındaydım, tamam mı anne!”
“Ne halt yiyorsun sen!”
“Hiçbir halt yemiyorum. Dinleneceğim. Bunu çok görme bari,” diyip Zehra hanımın yanından hızla geçip odasına gitti. Zehra hanım, endişeliydi. Uzak durmayacaklarını biliyordu ama ne yapacağını bilmiyordu. İzin vermeli miydi? Peki ya o kadın? O kadın, kızına asla rahat vermezdi. İkisi bir araya gelemezdi. Er geç kabul edeceklerdi. Ya seve seve ya zorla.
***
2 Saat Önce…
“Pekala ne yemek yapıyoruz?”
Parmak uçlarımda yükselip yönümü ona doğru döndüm. Düşünür gibi yapıp ellerini pantolonunun arka ceplerine yerleştirdi. “Hmm…” diye de ağzından bir mırıltı döküldü. Bense onun ne kadar iyi göründüğünü düşünüyordum sadece.
“Seçeneğimiz çok yok. Uzun zamandır burası için alışveriş yapmadım. Birkaç çeşit makarna ve dolapta da tavuk vardı sanırım.”
Ellerimi çırptım.
“Harika! Fırında tavuk ve makarna yapıyoruz o zaman.”
“Pekala şefim. Önden buyurun o halde,” diyip yolu gösterdi. Reverans yapıp önüne geçtim. Beraber mutfağa geldik. O malzemeleri teker teker çıkardı, bende çıkardıklarını hazırlamaya başladım.
Önce kaynaması için ocağa su koyduk. O esnada da beraber tavuğu hazırladık. Su kaynayınca makarnayı döktük. Tavuğu da ısıttığımız fırına verdik.
Yemekler pişerken mutfaktaki masayı hazırlamaya başladık. Dolaptaki gazozları açıp bardaklara boşalttık. Konservede kornişon salata vardı, onları da çıkarıp doğradık. Yemekler pişince de servis edip masaya geçtik.
Mutlulukla hazırladıklarımıza baktım.
“Çok iyi olmadı mı?”
“Çok iyi oldu.”
Karnımı ovuşturdum. “İştahım kabardı.”
“Başlayalım o zaman,” diyip makarnayı çatalladı. Bu anı bekliyormuş gibi bende hemen yemeye başladım. Hayatımda yediğim en lezzetli yemek bu yemek olabilirdi. Oysa basit bir salçalı makarna ve fırında tavuktu.
“Hayatımda yediğim en lezzetli yemek.”
“Hayatımda yediğim en lezzetli yemek.”
İkimiz de aynı anda aynı şeyleri söyleyince bu halimize güldük. Gözlerine baktım. Mutlulukla parlıyorlardı.
“En son ne zaman bu kadar mutlu oldum, bilmiyorum Sare. Bana yaşadığımı hissettiriyorsun.”
Yanaklarımın salçalı makarnanın rengine döndüğüne emindim. Yine de inatla yüzüne bakmaya çalıştım.
“Kendimi nimetten saymalı mıyım?”
Büyük bir kahkaha attı, eşlik ettim.
“Çok büyük bir nimetsin,” dedi gülmelerinin arasında.
“Öyle diyorsan.”
Utançla saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. Şu hallere düşecek kız mıydım ben be! Ulan aşk, kepaze ettin bizi.
“Öyle diyorum.”
“Başka ne diyorsun?”
“Hmm… Baş belasısın biraz. Çokça çirkefsin. Bazen ağzını bantlamak geliyor içimden. Gördüğüm en kıro aşık-”
Söyledikleriyle ağzım açık kalırken sinirle salata turşularından bir tane alıp suratına attım. Düşmeden yakalayıp ağzına attı.
“Koca kulaklı fil, ne olacak!”
“Bana baaak!”
“He baktım, ne oldu?”
“Çok güzelsin.”
“Biliyorum.”
“Eyvallah.”
“Sana da eyvallah.”
“Kızdın mı sen?”
“Yoo, ne kızacağım!”
“Öyle olsun bakalım.”
Masadan kalktım.
“Sofrayı toparlar çayı koyarsın o zaman.”
“O niye?”
“Düşün diye.”
“Neyi?”
“Ne derece bir odun olduğunu.”
“Bak sen.”
“Tabi.”
“Tamam.”
“İnkar da etmiyor, çıldıracağım.”
“Neyi inkar etmem gerekiyor?”
“Ağzını don lastiği gibi çekiştirip bırakasım var.”
“Ne!” diyip gür bir kahkaha attı. İyice sirk maymunu olduk. Daha fazla rezillik yaşamamak adına mutfaktan çıktım. Arkamdan hala güldüğünü duyuyordum.
Fil.
Koca kulaklı, fil!
Banyoya geçip ellerimi yıkadıktan sonra bir müddet yüzümü inceledim. Yanaklarım hala biraz kırmızıydı. Ellerimi yelpaze yapıp yüzümü serinletmeye çalıştım ama pek işe yaradığı söylenemezdi.
Enseme yapışan saçlarımı iki elimle toplayıp bileğimdeki lastikle tepede topuz şeklinde bağladım. Yüzümü soğuk suyla yıkayıp, kurulandıktan sonra mutfaktan çıktım.
Yatak odası olduğunu düşündüğüm kapının önüne gelip açtıktan sonra içeri girdim. Tıpkı salon gibi çok farklı bir tarzda döşenmişti.
Ahşap bir yatak, ahşap bir dolap vardı. Yatağın üstündeki duvarda kocaman bir yavru ceylan fotoğrafı vardı. Soft bir yeşil ormanla arka planı süslenmişti.
Çarşaflar bohem diyeceğim tarzda bir karmaşaya sahipti fakat yine de garip bir dinginlik veriyordu. Köşede küçük bir çalışma masası vardı. Masanın yaslı olduğu duvarda bir sürü küçük çerçeve vardı. Yaklaşıp inceleyince bir kadın ve bir çocuğa ait bir sürü fotoğraf vardı. Beraber oldukları tek bir fotoğraf vardı. O fotoğrafta doğumdan hemen sonra çekilmişti. Bebek, annesinin göğsüne uzanmış gülümseyerek saçına sıkıca tutunmuştu. Annesinin yüzünde solgun bir gülüş vardı. Kadının yüzüne dikkatle bakınca Cihangir’e ne kadar benzediğini düşündüm.
Nergis Ertunç’tu bu.
Diğer fotoğraflarda kadın daha gençti. Cihangir’de daha çocuk. Birlikte değillerdi ama yan yana asılıp berabermiş gibi gösterilmek istenmişti sanki. Cihangir’in anne özlemi yüreğimi burkmuştu.
Masanın üzerine düşen çerçeveyi aldım. Camı kırılmıştı. Cihangir’in dokuz yaşlarında olduğunu düşündüğüm bir fotoğraftı. O kadar güzel gülümsemişti ki…
Çerçeveyi dikkatle açıp fotoğrafı içinden aldım.
“Mutlu bir çocuktum.”
Arkamdan gelen sesle oraya döndüm. Kapının pervazına yaslanmış dikkatle beni izliyordu.
“Cihangir…”
Kapıdan uzaklaşıp yanıma geldi.
“Sor,” dedi, soru soracağımı hemen anlayıp.
“Annen… Annen, ne zaman vefat etti?”
Kolunu boynuma dolayıp bugün defalarca yaptığı gibi şakağıma uzun bir öpücük kondurdu. Çerçevelerin oraya döndük. Annesiyle olan tek fotoğrafını alıp dikkatle baktı.
“Bu fotoğraf çekildikten hemen sonra.”
Bazı hayatlar keder doluydu işte.
Gözümden akan bir damla yaşı silip sessiz kalmaya devam ettim.
“Çok güzel değil mi?”
“Çok güzel…”
“Seni tanısaydı çok severdi.”
“Tanır… Yani istersen kabrini ziyaret edebiliriz.”
Kolunun altına kıstırdığı bedenime baktı. Bu ne kadar sürdü bilmiyorum. Az önce öptüğü yerden tekrar öpünce son buldu.
“Gideriz. Çok sevinir.”
Üstümüzdeki hüzün bulutlarını dağıtmak adına gülümseyip elimdeki fotoğrafı salladım.
“İznin olursa bu şebek oğlan çocuğunun fotoğrafını alacağım.”
Dolu gözlerini kırpıştırıp çerçeveyi geri astı.
“Bari yakışıklı olduğum bir tanesini alsaydın.”
“Olmaaaz, bu fotoğraf beni seçti.”
“İmza da ister misin?”
Güldüm.
“İmza değil de…”
Masadan bir kalem alıp bugünün tarihini ve saatini yazdım.
“Yıllar geçecek, sen bu kalpten bir milim oynamayacaksın.”
Yazdığım notu Cihangir’e göstermeden fotoğrafı çevirip göğsüme yapıştırdım.
“Ne yazdın?”
“Hiiiç!”
“Bakmak istiyorum.”
“İsteyebilirsin.”
“Göster o zaman.”
Kaşlarımı indirip kaldırdım.
“Sare!”
Parmak uçlarımda yükselip yanağına minik bir buse kondurdum. O öylece kalakalırken ben hala ne yaptığımı idrak edebilmiş değildim. Utanç tüm bedenimi ele geçirirken koşarak çıktım odadan. Çok geçmeden sesi yükseldi.
“Haksız rekabet bu! Öpücükle aklımı başımdan aldın.”
Güldüm. “Çayları koyuyorum.”
Beraber salondaki L koltukta çaylarımızı yudumluyorduk. Çayından son bir yudum daha alıp orta sehpanın üzerine bıraktı. Bende aynını yaptım. Ne yapacağımı bilemez bir halde sessizce beklerken ellerime sarıldı. Gözlerine baktım.
“Sare,” dedi şefkatli bir tonda.
“E-efendim.”
“Çayın bittiyse artık gidelim mi?”
Anlamayan gözlerle yüzüne baktım.
“Nereye gideceğiz?”
“Evlerimize,” dedi, ellerimi usulca okşarken. Yüzüne bakakaldım. Ne demek evlerimize?
“O ne demek?”
“Bak-”
Ellerimi hızla çektim. “Korkuyor musun?”
“Hayır, dinle bir.”
“Korkuyorsun,” diyip oturduğum yerden hızla kalktım. O da benimle ayaklandı. Ellerimi çekmeme fırsat vermeden hızlıca kavradı ve sıkıca tuttu.
“Böyle olmayacak,” dedi ve konuşmama izin vermeden devam etti.
“Seni, senin tahmin ettiğinden çok daha fazla seviyorum ve düşündüğün gibi korkmuyorum. Sadece hayalim bu değil. Hayalim tüm bunlardan daha öte. Ben seni bembeyaz bir gelinlik içerisine görmek istiyorum. Ethem amca o kapıdan seni çıkarıp bana getirsin istiyorum. Ben, senden tüm bunları çalmak istemiyorum. Ailene karşı suçlu hissetmeden bana -evet- demeni istiyorum. Belki çok zor olacak ama olacak, eminim. Çünkü ben senden vazgeçmeyeceğim. Anlıyorsun beni değil mi?”
Anlıyorum ve seni çok seviyorum. İçimden geçirdiklerim bunlardı ama dışıma yansıttıklarım bambaşkaydı.
“Hangi koca kulaklı fil bu kadar düşünceli olabilir ki?”
“İltifat olarak alıyorum.”
“Seni çok seviyorum.”
“Ben daha çok.”
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
20.26k Okunma |
2.6k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |