Bölüm 27: Aşkın Felsefesi
Multi: Murat Dalkılıç & Boygar - Leyla
🌃
Yirmi üç yıllık yaşantım da yeterince şımarmamış gibi son günlerde çok fazlasıyla şımardım. İnsan hangi yaşa gelirse gelsin assolist olmayı seviyor sanırım. Annem artık iş yaptırmıyor, abimle kavga etmiyoruz, Berfu çemkirmiyor, babam akşamları kahve dönüşü caramio alıyor ve Cihangir, herkes uyuduktan sonra odama geliyor. Bazen kızıyorum ama içten içe çokça hoşuma gidiyor.
Bugünle birlikte ameliyatımın üstünden koskoca iki hafta geçti. Dikişlerimi aldırmış, eve dönüyorduk. Bugünün önemli olmasının bir diğer nedeni dedemin gelmesiydi. Yangın olup biz gidemeyince, üstüne bir de bu haberleri alınca pamuk kalbi daha fazla dayanamamış. Hoş Sakarya, İstanbul arası dediğin nedir ki? Babam biletini almış dedeme de sadece gelmek düşmüş.
Abim, arabayı durdurup bana baktı. "Akşama görüşürüz."
"Dedemi görseydin iki dakika, gelmiştir şimdi."
"Yaşlı kurt iki saat lafa tutar şimdi. Öğlene kadar izin almıştım, geç kalmayayım daha fazla." Başımı sallayıp indim arabadan. Kapıyı kapatmadan da teşekkür ettim ve olmayacak şey rica etti. Evcilleşiyor sanırım.
Sokakta durup karşı daireyi bir müddet izledim. Son zamanlarda Cihangir, ailesiyle fazlasıyla tartışıyordu. Biraz bahsetmesi için çabalamıştım ama bana da özellikle anlatmıyordu. Tek bildiğim Derya'nın kafayı yemiş olduğuydu.
İç geçirip eve doğru yürümeye başladım. Kapıyı daha çalmadan açıldı. Ak sakalı ve ak saçlarıyla dedem kapıdan gözüktü. Yaşlı birileriyle bakışmak bile ruhuma iyi geliyordu. Hele bir de o yaşlı dedemse...
Ağlamaya başladı.
"Aman dede, niye ağlıyorsun?" diyip eline sarıldım. Önce yanaklarımdan öptü, sonra gözlerimden...
"Sana kıyanlar insan değil, ah yavrum!" diyip ağlamaya devam etti.
"İyim ben, dede. Bak, fıldır fıldır geliyorum ortalıkta." Dediklerimden sonra yüzüme bakıp ikna olmamış bir şekilde üzülmeye devam etti.
Kapı önünde hasret gidermemiz ve ağlamalarımız son bulunca eve girdik. Annem, mükellef bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Uzun zaman sonra ilk defa bir masaya bu kadar iştahla baktığımı hissettim.
"E hadi buyurun, sofraya." Bunu beklermiş gibi hevesle masaya geçtim. Dedem, sofranın başına kuruldu ama tek lokma yemiyordu.
"Baba, iştahın mı yok, bunları mı canın çekmedi? Menemen yapayım hemen, sen seversin," diyen annem kalkmaya hazırdı ki dedem durdurdu. "Yok kızım yok. Sare'yi böyle görünce yüreğim yandı. Allah korumuş yavrumu," diyip dolu gözleriyle bana baktı.
"Yapma ama böyle, dede. Bak, bende yemem iyileşemem sonra," diyip çatalı bıraktım. Benim bıraktığımı görünce hemen kendi çatalını alıp ağzına bir peynir attı. "Olur mu öyle şey, yiyorum bak. Al sende çatalını güzel gözlüm." İçim sıcacık olurken şefkati gözlerimi doldurmuştu. Saf ve temiz sevgi böyle bir şey diye düşündüm.
"Kahvaltıdan sonra bulmaca çözer miyiz baba?"
"Len İstanbul'a gelmişim, beni evde oturtup bulmaca mı çözdüreceksin?" Güldüm.
"Tamam baba, kahveye gideriz önce sonra çıkar gezeriz."
"Tam emekli oldun başıma, Ethem. Kahveye falan gelmem ben. Geçen geldiğimde beni güzel bir kahveciye götürmüştün, oraya gidelim." Vizyonuna hayran kaldım. Babam ders çıkarır mı, sanmam.
Kahvaltıyı ettik. Dedemle babam dışarı çıktı. Berfu, iki saattir ağlıyor. Ağlama nedeni de "Dedem, ablamın gözlerini öptü neden benim gözlerimi öpmedi?"
"Çünkü benim gözlerim yeşil, seninkiler kahverengi," dedim. Burnunu sertçe çekti. Hızlı ve kısa adımlarla yanıma gelip gözlerime dikkatle baktı. "Çirkinler," dedi, çirkeflikle. Bende onun gözlerine yaklaştım. "Çirkinler," dedim. Daha çok ağlamaya başladı. "Anneeeğğ, benim gözlerim neden yeşil değil! Ağğğğ Ihı-ıhı!"
"Aman annecim o nasıl söz öyle! Sağlıklı, çok güzel gözlerin var. Sare!"
"Ablama yeşil göz vermişsiniz bana kahverengi."
"Beni daha çok seviyorlar o yüzde-" Lafımı tamamlayamadan annemin attığı terlik kafama isabet etti. Acıyla inledim. "Ya vuruldum ben ya! Reva mı bu şimdi!"
"Salak saçma konuşma o zaman."
"Anneeeeğğ!"
"Annecim, biz seni de çok seviyoruz," diyip Berfu'yu sevmeye başlayan anneme göz devirdim.
"Çıkıyorum ben."
"Nereye?" dedi Berfu'yu kucağında sabitleyerek.
"Bizimkilerin yanına."
"Tam iyileşmedin, onlar gelseydi."
"Gezersem daha çabuk iyileşirim. Doktor da öyle dedi." Bir şey demeyince odama geçtim.
Pantolon giyecektim fakat karnımı sıkar, ağrı yapar diye vazgeçtim. Onun yerine beyaz, uzun, bohem tarz da bir elbise tercih ettim. Eylül'ün verdiği birkaç parça kıyafetten biriydi. Altına da yakın zamanda aldığım hasır sandaletlerimi aldım. Saçlarımı açık bıraktım. Çantamı hazırlayıp odamdan çıktım. Kapıda sandaletleri giyinip evden çıktım.
Sakin bir şekilde kafeye doğru yürümeye başladım. Gözlerim gökyüzüne kaydı. Yer yer bulutluydu ve sanki yağmur yağmaya hazırdı. Ağustos ayının sonlarındaydık. Sonbahar gelmek üzereydi. Yağmur da olasıydı.
Kafeye yaklaşmışken telefonum çaldı. Arayan Gökalp'ti. Bir defa eve gelmiş ve çok defa da aramıştı. Bu süreçte işten de ayrılmıştım. Evi yeterince toparlamıştık. Gelen siparişlere odaklanmak istiyordum. Gökalp, bu isteğimi hoşgörüyle karşılamıştı.
"Alo?" dedim neşeli bir sesle.
"Sare, nasılsın?"
"İyiyim, sen nasılsın?"
"Bende iyiyim. Nasıl oldun merak ettim."
"Teşekkür ederim. Bugün dikişlerimi aldırdım. Karnıma artık rahatlıkla dokunabildiğim için mutluyum," diyip kıkırdadım. Onunda güldüğünü işittim.
"İyi olmana sevindim. Yapabileceğim bir şey var mı?"
"Teşekkür ederim, arayıp sorman bile yeterli geliyor."
"Kendine iyi bak o zaman."
"Sende, görüşürüz."
"Görüşürüz."
Telefonu kapatıp çantama geri koydum. O, gerçekten iyi biriydi. Elindeki maddi güce rağmen çirkinleşmeyen nadir insanlardandı.
Kafeye gelip arkaya geçtiğimde Yalın hariç herkes buradaydı.
"Yalın nerede?" diye sordum gelir gelmez.
"Yoldayım dedi. Beş dakikaya burada olur."
Aldığım cevapla bir sandalyeyi çekip oturdum. Güneşlik olmasına rağmen kavurucu bir sıcak vardı.
"Nasıl oldun?" Eylül’e baktım. Son olaylar onu da derinden sarsmıştı ve gereksiz bir suçluluk duyuyordu. Kaya'yı bizim aramıza o sokmuş, o yüzden tüm bunlar yaşanmış. Oysa ki Kaya için Eylül, sadece bir piyondu. O, olmasaydı da Kaya, bir şekilde aramıza girerdi.
"Dikişlerimi aldırdım. Günden güne de daha iyi oluyorum," dedim gülümseyerek.
"Allah daha iyi etsin bacım." Oğuz'a karşı elimi göğsüme vurdum. "Eyvallah," dedim gülerek. Karşılık olarak göz kırpıp bıyığını kıvırdı. Alem çocuk.
Saatler geçerken akşama doğru ayrıldık. Yorulmuştum. Sürekli oturmak iyi gelmiyordu. En azından arada bir uzanmak istiyordum ve burada bu çokça engellenmişti.
Eve doğru ilerlerken uzun zamandır kapalı olan havanın gürlemesiyle gülümseyerek gökyüzüne baktım. Yağmurun yağmasını o kadar çok beklemiştim ki fakat siz diyin küresel ısınma ben diyeyim Rabb'imin uyarısı bir türlü yağmıyordu. Gürleme de haliyle mutluluk veriyordu. Adımlarımı daha da yavaşlattım.
Birkaç adım sonra ilk yağmur tanesini gördüm. Sonra sırasıyla diğerleri de düştü ve kısa süre sonra sağanak yağmur başladı. Islanıyordum ve bu haddinden fazla mutluluk veriyordu.
Kısık gözlerle ilerlerken arkamdan korna sesi geldi. İrkilip, geriye baktım. Gördüğüm arabayı tanıyamamıştım ama içindekini net olarak tanıyordum. Cihangir...
Arabayı kenara çekip koşarak yanıma geldi. Üstündeki ceketi bir hamlede çıkarıp başımıza tuttu.
"Hasta olacaksın."
"Olmam," diyip ceketini elinden alıp, indirdim.
"Üşüteceksin," dedi bu kez de. Dinlemedim.
"Araban nerede?" diye sordum.
Arkasını dönüp yeni arabasına kısa bir süre baktıktan sonra geri bana döndü. "Sattım," dedi omuz silkerek. Paraya sıkıştı diyeceğim ama imkanı yok. Aldığı araba da bir polis için idealdi. Ama o spor arabadan sonra niye bir anda buna düşmüştü merak etmiştim.
"Neden?"
"Çok dikkat çekiyordu. Burası orta gelirli bir mahalle," dedi etrafına bakarak. Gülümsedim. Her şeye rağmen bizim gibi yaşamaya çalışması beni çok fazla etkiliyordu. Aslında itiraf etmek gerekirse etkilenmek için yer arıyordum. Şimdi bile.
Yağmur damlaları saçlarının arasından, yüzüne doğru kayarken, sakalsız suratı çok sevimli duruyordu. Yakışıklı demek daha doğru olur ama arsız gönlüme laf geçirmeye çabalıyordum.
Üstünde hakim yaka, bol bir siyah tişört vardı. Altında da kahverengi kot. Ayakkabıları da siyahtı. Baştan ayağı çok iyi gözüküyordu. Dışarıdan biri baksa beni dilenci, onu da hayırsever biri sanabilirdi. Belki de bu elbiseyi giymek yerine daha özenli bir tercih yapmalıydım. Tam bunları düşünürken aklımı okumuş gibi konuştu birden.
"Elbise çok yakışmış." Bana ettiği ilk iltifat değil. Ama hislerim bu kadar kuvvetliyken ettiği ilk iltifat. Kalbim de biliyordu bunu, o yüzden bu kadar seri atıyordu. Elimde tuttuğum ceketine sıkı sıkıya sarıldım.
"Teşekkür ederim," dedim.
Yağmur hızını artırdı. Belki de dans etmeliyiz diye düşündüm. Romantik çiftler böyle yapar. Ama biz çift miyiz? Bana böyle bakarken bile duygularıyla ilgili hiçbir şey söylememişti. Sırf bu yüzden tüm bunların benim uydurmam olduğunu bile düşündüm. Belki de Cihangir, beni hiç sevmemişti. Ama hayır. Kim sevmediği birine böyle bakar ki?
"Daha ne kadar ıslanacağız?" derken ıslak saç tutamlarımdan birini tutup bıraktı.
"Islanmayı seviyorum," dedim sadece. Duyup duymadığını anlayamamıştım. Bağırarak konuşsak bile yağmur fazlasıyla hızlıydı ve sesimizi yutuyordu.
"Gidelim artık, hasta olacaksın," dedi kaçıncıya? Beni bu kadar çok mu düşünüyordu? Sokrates dedem aşkına, aşk yalandır diyen filozoflar nerede? Beni bu kadar düşünmesinin başka sebebi ne olabilir ki?
"Sonra beni uğraştıracaksın. Hastayken hiç çekilmiyorsun." Kaşlarım çatıldı. Belki de aşk gerçekten de yalandır. Koluna vurdum.
"Kaç defa hasta olduğumu gördün de uğraşmaktan korkuyorsun?"
"Genel olarak bana çektirmek hoşuna gittiği için kıyas yaptım."
"Boş işlerle uğraşıyorsun."
Omuz silkti. Gözünde uğraştırıcı biriydim demek.
Elimdekini ceketini açıp yüzüne doğru fırlatıp koşmaya başladım. Ama ne koşmak... Bir yandan ameliyatım ağrıyordu diğer yandan yağmur yüzüme yüzüme yağıyordu.
"Çocuk musun, Sare! Dur, koşma, iyileşmedin henüz." Peşimden geldiğini adımlarından duyuyordum.
İçimden gelen kahkahayı sonuna kadar bıraktım. Şimdi gülerek koşuyordum. O ise sadece peşimden geliyordu. Şimdiye yakalardı beni. Yakalamak istememişti. Onu en çok bu yüzden seviyordum. Bana her zaman alan açıyordu. Bir kenarda duruyor ve seyrediyordu. Dahil olması gereken yerde sahne alıyordu. Tıpkı şimdi ki gibi.
Koşmayı bırakıp olduğum yerde durdum. Bir yürüyüş parkına gelmiştik. Ellerimi kaldırıp başımı da gökyüzüne kaldırdım. Yağmuru tüm hücrelerimde hissediyordum. Bu saadet ömür boyu devam edecekti sanki.
Yağmura rağmen varlığını hemen arkamda hissettim.
"Çok güzel yağıyor değil mi?"
"Çok..." dedi. Sesi düşüktü ama duymuştum.
Ona doğru döndüm. Ceketi omuzlarıma bıraktı. "Ağrın var mı?" diye sordu ilgiyle. Sancıyan karnımdan bahsedip bu anı bozmak istemedim. Olumsuz anlamda başımı salladım.
"Yanakların kızarmış." Gülüp elinin tersiyle yanağıma dokundu. Sıcacıktı.
Aşkı dile dolamak için ne mükemmel bir an. Ama Cihangir, fazlasıyla Fil Yavrusu. Henüz toy. Henüz, adımlarını nasıl atacağını bile bilmiyor belkide. Belki ben yanılıyorum. Belki, hakiki bir zampara, bilmiyorum. Ama yüzü çok güzel, eminim. Sesi de çok güzel. Sonra fiziği de çok iyi. Boyu da boyuma çok uyuyor. Düşünceli. Bazen yolunu şaşırmış bir öküz gibi. Bir insanı sevmek için tüm ön koşullara sahip. Ama her şeyin dışında, Cihangir o. Bir gece yarısı balkonumdam giren, dondurmama, evime, arkadaşlarıma, abime, kalbime ortak olan; Cihangir.
Dilimin bağı çözüldü. Ne oldu anlamadım. Sadece gözlerine bakıyordum. Yağmur yağıyordu ve o fazlasıyla davetkar duruyordu. Sonrasında pişman olur muyum? Bilmiyorum. Ama Sare Baysal, anları yaşamayı sever. Sare Baysal, filozofları sevdiği kadar hayatla felsefe oyunları oynamayı da sever. Şimdi, aşkın felsefesini yazmak istiyordu, onunla.
"Cihangir, ben sana aşık oldum."
Okur Yorumları | Yorum Ekle |
20.26k Okunma |
2.6k Oy |
0 Takip |
35 Bölümlü Kitap |