23. Bölüm

23. 🌃 Kurtarıcı Prens

venom
amatoriceyazar

Bölüm 23: Kurtarıcı Prens

Multi: Fahriye Evcen-Sen Yarimidun

🌃

 

"Hiç düşündün mü?" diye sordu elindeki poşetleri kapının kenarına bırakırken. Cevap vermedim, o da bir cevap bekler nitelikte sormamıştı zaten. Devam etti.

"Cihangir, hayatına bir an da nasıl girdi?"

Beynimde hemen o cümle yankı buldu "Taş atarak."

Durdum. Neyi amaçladığını anlamak zordu.

"Onu bir daha görürsen bunu sor, olur mu?" dedi keyifle. Sonra bıraktığı poşetleri geri aldı.

Manasız şekilde ıslık çalmaya başladı. Aklım, sorduğu sorunun saçmalığına takılı kaldı. Hem, neden durup dururken böyle bir şey söylemişti ki? Nihayetinde akli dengesinin yerinde olmadığını öne sürüp bu düşünceden sıyrıldım.

"Tuvaletim geldi," dedim. Gerçekten gelmişti. Ayrıca bu rahatsız edici sandalyeden kısa süreliğine de olsa kalkmak istiyordum. Belki ileri bir boyutta, kaçmak...

"Tutamaz mısın?"

"Kaç saattir tutuyorum zaten. Patlayacağım artık, çöz şu ellerimi."

Elindeki poşetleri arkamda, göremediğim bir yere bıraktıktan sonra yaklaştığını hissettim. Saniyeler sonra parmakları tenime değince ani bir irkilme yaşadım. Tüm tüylerim ürperirken, içimdeki korku da hatsiz bir yer edinmişti.

Ellerimin bağı çözüldüğünde kızaran ve yer yer moraran bileklerime acıyla baktım. O esnada eğilmiş bacaklarımda ki ipleri de çözecekti ki müsaade etmeden ben çözmeye başladım. Başımda dikeldi.

İplerin tamamını çözünce ayaklandım. Bir an ayaklarım bedenimi taşımayacak sandım. Olduğum yere yığılmamak için zor dayandım. Tüm kemiklerim kırılırcasına ağrıyordu ve buna yapabileceğim bir şey yoktu.

"Tuvalet şurada. İki dakikan var, fazla değil."

Göz devirip gösterdiği kapıya doğru yürümeye başladım. Her an bacaklarım birbirine dolanacakta düşecekmişim gibi hissediyordum. Neyse ki korktuğum olmadı, düşmeden tuvalete girebildim.

Tuvalete ilk girdiğimde gözüm herhangi bir havalandırma aradı. Küçücük bir pencere vardı. Fakat o kadar küçüktü ki oradan bir bacağım bile sığmazdı. Ümitsizlik her yanımı kaplamıştı. Yine de gardımı indirmemeye çalıştım.

Kısa sürede işimi halledip tuvaletten çıktım. Kapıyı açınca hemen duvarın dibinde beklediğini gördüm. Gerçekten o delikten çıkabileceğimi falan mı düşünmüştü?

"Geç sandalyeye," dedi.

"İki dakika dolaşmama izin ver. Her yerim ağrıyor," dedim, kollarımı çekiştirirken.

"Tekrar kaç diye mi?"

"Kapı kilitli. Ayrıca burnumun dibinde sen varsın, nereye kaçabilirim? Salonun ortasına iki gezeceğim sadece."

Düşünür gibi yapıp bir müddet sessizce bekledi.

"Beş dakika. Sonra bağlayacağım," dedi.

İçimde yeşeren umuda sarıldım. O, Amerikan mutfağa gidip poşetlerin birinden çıkardığı domatesleri doğramaya başlarken, bende sakin adımlarla salonun ortasında gidip gelmeye başladım. Kaçabileceğim her olasılığı düşündüm. Gözüm ilk önce bahçeye açılan büyük cam kapıya kaydı. Ama kolu kırıktı, açamazdım. Odalardan birine girip camdan kaçmak seçenekti fakat daha iki adım gidemeden yakalardı beni.

Tekrar mutfağa doğru dönmüşken sehpada duran sürahi ve bardağı gördüm.

Yavaşça yaklaştım.

"Su içebilir miyim?"

Başını kaldırıp bir bana bir de sürahiye baktı. "İç."

Bardağı ve sürahiyi alıp bir adım geri çekildim. Sonrasında ikisini de elimden bırakıp başım dönüyormuşçasına kendimi yere bıraktım.

"Sare!"

O, korkuyla Amerikan mutfaktan çıkıp gelene kadar cam parçalarından gözüme kestirdiğim birini hızlıca pantolonumun cebine attım.

"Başım döndü," dedim, fısıltıyla.

"Gel, kenara gel, yaralanacaksın."

Kollarımdan tutup kaldıracakken geri çekildim.

"Ben kalkarım."

Parçaların üzerine düşmemeye çalışarak, hala başım dönüyormuş gibi yavaşça kalktım. Her yerim ıslanmıştı fakat mühim değildi. Az önce bağlı olduğum sandalyeye oturdum.

"Ellerimi önden bağlar mısın? Kollarım çok acıdı," dedim, sesimi oldukça masum ve acılı tutmaya çalışarak. Başım da döndüğü için olmayan vicdanı sızlamış olsa gerek ki ipi alıp ellerimi önden bağladı.

Ayaklarımı da sandalyeye sıkıca bağlayıp doğruldu.

"Daha iyi misin?" Başımı salladım.

Beni bırakıp tekrar işine dönerken ıslanan pantolonumun cebinden cam parçasını almaya çalıştım. Fakat bunu o kadar ufak hareketlerle yapıyordum ki. Arkamda olduğu için beni görme ihtimali yüksekti. Elimdeki tek umudu da çöpe atamazdım.

Nihayet cam parçasını dikkatle çıkardığımda yavaş yavaş elimdeki ipe sürmeye başladım. Yer yer ellerim kesildi fakat bunu görecek halde değildim.

***

Cihangir’in Anlatımıyla...

Evden koşar adım çıktım. Tam kapı ağzında, ağlamaktan perişan olmuş Zehra teyzeyle karşılaştım.

"Arabanı gördüm," dedi, halsiz bir sesle. Dokunsam düşecekti sanki.

"Zehra teyze, gel içeri geç," dedim ama vaktim de yoktu.

Başını olumsuz anlamda iki yana salladı.

"Haber var mı? Okan telefonlarımı açmıyor. Kızıma bir şey olmadı değil mi?" Sona doğru ağlamaya başlamıştı.

"Olmadı, Zehra teyze. Bak, galiba yerini bulmuş olabilirim. İzninle gitmem gerekiyor." Hızla başını salladı.

"Kızımı bana getir," dedi hala ağlamaya devam ederken.

"Cihangir, sen git, ben ilgilenirim." Arkamdan gelen Parla'nın sesiyle ona doğru dönüp minnetle gülümsedim.

Onları arkamda bırakıp hızla arabaya geçtim. Bu esnada telefonumu çıkarmış çoktan Okan abiyi arıyordum.

"Abi, buldum!" dedim sevinçle.

"Ne, nerede?"

"Abi, nasıl oldu bilmiyorum ama dağ evinde."

"Oğlum, baktık ya oraya."

"Sonradan gitmiştir. Bizi dağ evinden oldukça uzak yerlerde oyalamasının sebebi buydu belki de. Çünkü telefonla konuştuğu yer dağ evine tamamen ters kalıyor."

"Konumu at, yolu unuttum."

"Atıyorum."

Telefonu kapattım. Konumu gönderip gaza daha çok bastım.

"Dayan," diye fısıldadım ellerim, direksiyonu daha fazla sıkarken.

"Dayan, canımın içi."

Gün yavaştan yerini geceye devrederken taşlı yolda gidebildiğim kadar hızlı gitmeye çalışıyordum.

Nihayetinde dağ evi uzaktan gözüktüğünde aracı durdurdum. Buradan sonrasını arabayla gitmek tehlikeliydi.

Araçtan inip hızlı adımlarla yokuşu tırmanmaya başladım. Dağ evi, gözümde gittikçe uzaklaşıyordu sanki. Sırtımdan aşağı damla damla inen terler haddinden fazla rahatsızlık veriyordu. Nefeslerim gittikçe sıklaşıyordu ve bunun tek sebebi bu yokuş değildi. Oraya vardığımda Sare'yi ne halde bulacağım fikri zihnimi delip geçiyordu. Korkuyordum. Hem de hayatımda hiç olmadığı kadar çok korkuyordum.

Yolu tamamladığımda gördüğüm arabayla yavaşladım. O sokakta kaybolan araçtı bu. Nasıl ve ne şekilde buraya getirebilmişti aklım almıyordu. Alacağı varsa da almıyordu. Zira şu an bunlarla zaman kaybedemezdim.

Evin arkasını dolaşıp girebileceğim bir yer aradım. Fakat pencerelerin hepsi kapalıydı. Ön tarafa geçip dış kapının önünde durdum. Bir müddet içeriyi dinledim fakat ses gelmiyordu. Yan taraftaki sürgülü cam kapıdan bakmak risk gerektiriyordu ve ben şu an bu riski alamazdım. O yüzden olduğum yerde kapıyı dinlemeye devam ettim. Bu yaklaşık on beş dakika böyle devam etti. Nihayetinde içeriden konuşma sesleri yükselmeye başladı.

"O güzel yüzünü yeter astın ama. Mutlu ol biraz. Bak, artık birlikteyiz."

"Nefret ediyorum senden." Sesini duymak tarif etmesi mümkün olmayan bir rahatlama sağlamıştı.

"Kalbimi kırıyorsun."

"Neyi bekliyoruz? Neden buradayız?"

"Vuslatı..."

"Vuslat vuslat diye saatlerdir geveliyorsun. Sende ne yapacağını bilmiyorsun, bırak artık beni."

"Uzun zamandır ne yapacağımı biliyorum, güzel Sare. İki yıl boyunca sadece bunları düşündüm, bugünü..."

"Yaklaşma."

Göğsüm sıkıştı. Daha fazla bekleyemezdim.

Evin arkasını dolaşıp bir odayı gören pencerenin önüne geldim. Cüzdanımı çıkarıp içinden bir kart aldım. Eski bir pencereydi ve zaten neredeyse ara duruyordu. Biraz zorlasam açılırdı fakat bu fazladan ses demekti. Kartı aşağı yukarı sürmeye devam ettim. Ümidimi kaybetmişken "tık" sesiyle birlikte geriye doğru açıldı.

"Geliyorum, Sare."

Pencereden içeri girdim. Sesler artık daha yakındı.

"Yıllarca gözünün içine baktım. Bu kadar mı zordu beni sevmek, ha!"

"Arkadaştık!" diye hiddetle bağırdı.

"Arkadaş falan olmak istemedim. Ben, yalnızca seni istedim, anladın mı? Ve şimdi de..."

"Yaklaşma!"

Elimi belime atıp silahımı yokladım. Fakat yerinde yoktu. Böyle bir hatayı nasıl yapabilmiştim! Geri dönüp alsam, zamanım yoktu.

Yavaşça kapıya yaklaştım. Sare'nin ağlama sesi git gide artıyordu.

Kapıyı hızla açtım ve gördüğüm manzara sonrasında ne ara Kaya'nın üstüne atladım, idrak edemedim.

Onunla birlikte yere savrulurken Sare'de oturduğu sandalyeyle birlikte yere düşmüştü.

"Geldin," diyordu ağlamalarının arasında.

Kaya'nın yüzüne sert bir yumruk attım. O da karşılık olarak dizini kaburgama geçirdi. İnleyip geri savruldum.

"Sonunda geldin ha! Kurtarıcı prens!"

Konuşmasına müsaade etmeden tekrar üstüne çıktım. Kaşının üstüne sert bir yumruk atacakken geri savurdu. Diğer yumruğumu çetesinin altına geçirdim. Hazırlanmış ikinciyi vuracakken yumruğumu havada tutup kafa attı. Kuvvetliydi ve bu her şeyi çok daha fazla zorlaştırıyordu.

"Cihangir..." diye ağlayan Sare'yi duymamaya çalıştım. Çünkü ona odaklanmak tüm dünyayı sessize almak demekti.

Gelip üstüme çıkacakken yerde yuvarlanıp ayağa kalktım. Burnumdan akan kanı koluma sildim. O da ayaklandı. Şimdi ben Sare'nin önünde, o da tam karşımdaydı.

"Öyle çok hayal ettim ki bugünü... Böyle, üçümüz. Biz vuslata ererken sen öylece izleyecektin her şeyi. Ama erken geldin. Henüz, her şey hazır değildi."

"Hastasın sen!"

"Evet, hastayım. Hemde beni iki yıl boyunca kapattığınız o delikte iyileşmeyecek kadar hasta..."

Şiddetle saçlarını karıştırdı.

"Onu..." dedi ve titreyen parmağıyla yerde öylece yatan Sare'yi gösterdi. "Onu, benden aldın."

"Hiçbir zaman senin olmadı."

"Kes!" Şiddetle bağırdı. Parmağını bu kez bana doğrulttu. "Sen, her şeyi mahvettin! O gün... O gün, gelmeseydin biz zaten vuslata ermiş olacaktık."

"Seni sevmiyor."

"Sevecekti! Sen engel oldun."

"Kafayı yemişsin."

"Sare... Güzel Sare... İki yıl önce burada neler olduğunu bilmek ister misin?"

Gözüm bir aralık arkama kaydı. Kan çanağına dönmüş yeşil gözleri şaşkınlıkla bir bana bir ona bakıyordu. Şimdi sırası değildi, gerçekleri öğrenmeye hazır değildi.

"Ne saçmalıyorsun," dedi yattığı yerde.

Kaya, histerik bir kahkaha attı. "Gerçekten hiçbir şey bilmiyor. Hiçbir şey! Asıl saplantılı olanın kim olduğunu bilmiyor!"

"Kes sesini artık!" Bağırdım. İçime yerleşen bir başka korkunun telaşıyla bağırdım.

"Cihangir'i ne kadar zamandır tanıyorsun, güzel Sare?"

"O ne demek?"

"Soru işte."

"Çok olmadı."

Gözlerimi kapattım.

Dilini şaklattı.

"Yanlış. 10 yıldır tanıyorsun," dedi.

"Ne saçmalıyorsun?"

"Saçmalamıyorum. 10 yıldır tanıyorsun."

"Yalan."

"Lise birdeyken, siz yine Yalın’ı kolejden almaya geldiğinizde kafana top atıp, düşmeden neden olan, sonra sana yara bandı veren çocuğu nasıl hatırlamazsın?"

"Ne?"

"O çocuğun sonrasında sen koleje gidip geldikçe sana saplantılı şekilde aşık olduğunu nasıl bilmezsin?"

"Hastasın... Uyduruyorsun."

"Ah, hele bir de odasını görseydin... Gardolabının içi hep senin fotoğraflarınla doluydu."

"Cihangir..." dedi. Cevap veremedim.

"Devamını anlatmak ister misin? Sanırım istemezsin, ben deva-"

"Kes şunu!"

"Neden ama gerçekleri öğrenmeye hakkı var."

"Sana şunu kes dedim!"

"Sonra ne oldu biliyor musun? Ben, odasını karıştırırken bu fotoğrafları gördüm ve o an... O yeşil gözlerin... Aşık oldum. Ama hep olduğu gibi Cihangir, senin de sahibin olacaktı. Biliyordum. Çünkü o hep, bana ait olanları çaldı. Erken davranıp seninle ilk ben tanıştım."

Keyifle gülümsedi.

"Ne hikaye ama değil mi? Romanlara konu olur. Ama asıl bombayı en sona sakladım. Seni iki yıl önce kim kurtardı biliyor musun?" Başı geriye düşerken keyfli bir kahkaha daha attı. Parmağıyla beni gösterdi.

"Kurtarıcı prensin önünde duruyor."

"Kes artık şunu!" diyip daha fazla dinleyemeden tekrar üstüne atladım. Bu kez yere düşmemiştik. Yerden kuvvet alıp yüzüne sert bir yumruk attım.

"Ona zarar vermene izin vermeyeceğim!"

Karşılık verecekken yumruğunu savuşturup tekrar bir yumruk daha attım. Geriye gidip sürgülü kapıya çarptı. Dudağında ki kanı şiddetle sildi.

"Bu kadarı yeter," dedi ve ne olduğunu anlamadan belinden bir silah çekti. Refleks olarak arkama dönüp Sare'yi kontrol ettim. Dehşetle silaha bakıyordu. Önüne geçtim.

"İndir o silahı." Başını olumsuz anlamda iki yana salladı.

"Bu gece vuslat gerçekleşecek."

"Saçmalamayı kes artık, indir şu silahı!"

"Vahit'ten de, senden de nefret ediyorum. O piç kurusu baban neden anneni bırakıpta gelip annemi hamile bıraktıysa!"

Annem, yüzünü fotoğraflardan ezber ettiğim annem.

"Ne olurdu beni de birazcık sevseydi?"

"Sağlıklı düşünemiyorsun."

"Siktir git, Cihangir! Ne sağlığından bahsediyorsun?"

Burnunu çekti. Başını hafif yana eğdi. "Minik serçe kafesten kurtuldu," diyince arkamı döndüm.

Her şey çok hızlı gelişti. Bir an Sare ayaktaydı ama sonrasında üstündeki mavi tişört kırmızıya boyandı. "Vuslat gerçekleşti," dedi ve peşinden bir el silah sesi daha duyuldu. Arkamı döndüğümde Kaya'nın kafasından akan kanla karşılaştım. Tekrar önümü döndüğümde Sare, iki büklüm bir şekilde bana bakıyordu. Saniye sonrasında da yere düştü. Ben ise olduğum yerde kalakalmıştım.

"Sen miydin?" diye konuşunca ancak o zaman kendime geldim. Yere çöktüm. Başını kucağıma yerleştirdim. Tişörtümü bir hamlede çıkarıp yarasına bastırdım.

"S-sen miydin?" diye sordu yine titrek bir sesle. Nefesleri sıktı. Göğsüm daraldı.

"Ne, ben miydim?"

Yeşil gözlerini gözlerime dikti.

"Beni... kurtaran... sen miydin?" Ne ara gözümden akmaya başladığını bilmediğim yaşları silip başımı salladım.

"Bendim."

Yüzünde belli belirsiz bir gülümseme meydana geldi. Önce güzel gözleri kapandı sonra da göğsündeki eli bir kenara düştü.

Masal burada bitti sandım. Yıllardır göğsümde kor ateş gibi sakladığım aşkım, başlamadan bitti sandım.

"Sare," dedim fısıltıyla.

"Seni çok seviyorum."

Bölüm : 05.02.2025 23:47 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...