16. Bölüm

15.Bölüm

okuyan doksandört
__okuyan94__

 

Oy ve yorumlarınızı lütfen unutmayın. Wattpade giremiyorsanız da buradan okuyorsunuz. Desteklerinizi bekliyorum

İyi Okumalar

15.Bölüm

Restorandaydım. Beş dakika önce gelmiş, üstümü değiştirmek için giyinme odasına inmiştim. Kıyafet değişikliği yapmak canımı sıkmaya başlamıştı ama yapabileceğim bir şey yoktu. İşe başlayalı ne kadar olmuştu, tam emin olmasam da günler geçmişti. Kaç gün geçtiğini saymamıştım ama işte günler geçmişti.

Kasklının bana söylediği gibi beni eve bıraktığı günün ertesi günü okul günlerimi, saatlerimi kendisine mesaj atmıştım. Öğlene doğru cevap yazmıştı. Haftanın bir günü iznim vardı. Normalde diğerlerinin tatil günleri haftadan haftaya tutmuyordu ama okulumdan dolayı benim değişmeyecekti. Tabi eğer tatil günümde de restorana çalışmaya gidersem, saatimin dışında çalıştığım gibi mesai ücretimi alacaktım. Hafta içi okulumun olduğu günlerde akşam vardiyasındaydım. Hafta sonu ise gündüz çalışıyordum. Belirlenen tatil günüm derslerimin olduğu Çarşamba günüydü. O zamandan beri de bir daha mesaj dışında kasklı ile konuşmamıştım. Gerçek anlamda konuşmamıştım. Günler geçmişti, kendisini restoranda görmemiştim. Ya benden önce restorana geliyor, çıkıyordu ya da hiç uğramıyordu.

Bilemediğim günler olmuştu.

Ta ki geçen hafta ondan arama alana kadar.

Başta elbette beni aradığı için şaşırmıştım. Günlerdir kendisini görmediğim birinden telefon araması almak tuhaf bir durumdu. O güne kadar restorandaki işime uslu uslu gidiyor, adaptasyon sürecimi tamamlıyordum. Tabi bu günlerde işe ısınmıştım. Yoruluyordum ama sorunlarımın çözümünün olacağını bildiğimden yorgunluğuma katlanıyordum.

Kasklının günler sonra sesini duymuş olma nedenimse hiç tahmin ettiğim bir durumdandı. Doğanay için beni aramıştı. O ana kadar Doğanay’ın başına gelenlerden gram haberimin olmaması kendimi kötü bir arkadaş olarak hissettirmişti. Ama bilmem imkansız gibi bir durumdu. Çünkü arkadaşımla telefonla konuşmamış olsam da attığım mesajlara cevap vermişti. Benim enişte bey ile kaçamak bir tatile çıktığından haberim vardı. En azından atılan mesaj bu yöndeydi. Gerçek olan çok farklıydı. Bende gerçeğin başlangıcını günler sonra kasklının beni aramasıyla öğrenmiştim.

Arkadaşım, abisi tarafından kaçırılmıştı. Başına gelenler bunlarla da sınırlı kalmamıştı. Abisi, Doğanay’ın kocasını vurmuştu. Kasklı da Doğanay’ın tek tanıdığı olan beni aramıştı. Fazla detay vermemişti ama yalnızca Doğanay’ın bana ihtiyacını olduğunu ve yerlerini söylemişti.

Hastaneydiler.

Hastaneye gittiğimdeyse bazı ayrıntıları öğrenmiştim. O gece de Doğanay’ın yanında kalmıştım. Arkadaşım berbat bir haldeydi, onu tek başıma asla bırakmazdım. Bırakmamıştım da. Bana kalsa tüm günler yanında kalmaya devam ederdim ama Doğanay istememişti.

Gitmemi istemişti.

Üstüne gitmemek adına dediğini yapmıştım.

O günlerde hastanede kasklıyı restoranda görmediğim kadar görmüştüm ama bir kelime bile konuşmamıştık. Enişte bey kendisinin sütkardeşiydi. Ona da bir şeyler söylemek istemiştim ama görmemle hastanede yok olması bir oluyordu. İlk gün zaten Doğanay’ın yanından ayrılmadığımdan görsem de gidip konuşmamıştım. Hastaneden gitmeden önce de bir görünüp bir kaybolduğundan aklımdaki olmamıştı.

Neyse ki enişte bey biraz yoğun bakımda kalsa da normal odaya çıktığı haberini Doğanay vermişti. Kısa bir zamanda olsa yanlarına gitmiştim. Sorun yoktu. İçim arkadaşım için rahatlamıştı. Bugün de enişte bey evine çıkacaktı.

İşte bu kadardı.

Hastane süreci boyunca kasklıyı hastane dışında bir daha da görmemiştim.

Şimdi de buradaydım. İş yerimdeydim. İş yerim. Burayı sahiplenmeye başlamıştım. Giydiğim üniformaya alıştım sayılırdı ama onunla ilgili sıkıntılarım vardı. Bazı günler, hatta çoğu gün kıyafet değişikliği yapmamak için restoranın üniformasıyla gelmek istiyordum. Gelemiyordum. Doğrusu cesaret edemiyordum. Neticede dairemden çıktığım an teyzeme veya kuzenime veya enişteme yakalanabilir, üstümdeki kıyafetin ne olduğunu açıklaması yapmak durumunda kalırdım. Ne olduğunu tam olarak anlamasalar da şüpheye de düşebilirlerdi. Ben bunların hiçbirini istemiyordum. Sorunlarımı halletmeden hiçbir riski göze alamazdım. Güzel kıyafetlerimi çıkarıp restoranın kasvetli kıyafetlerini giymek sinirimi bozsa da böylesi en iyisiydi.

Tamam, üniforma kasvetli değildi. Sadece resmi bir görüntü sunuyordu.

Kabinden çıkarken esnedim. Restoran saat sekiz buçukta açılıyordu. Uyanıp hazırlanmam ve bir de yolu hesaba kattığımda erken kalkmam gerekmişti. Uykumu almamıştım.

Bu nefretlik bir durumdu.

Kabinden çıktığımda benimle beraber diğer kızlarda odadaydı. Esma, Berrak ve ilk gün yukarıda çalışan Nermin. Esma dolabının önündeydi. Berrak, duvardaki aynadan kendisine bakıyordu. Nermin ise daha yeni gelmiş, diğer kabine ilerliyordu.

“Günaydın,” dedi Berrak.

Berrak’ı ilk gördüğüm zaman tahmin ettiğim gibi benim yaşımdaydı. İki yıllık halkla ilişkiler bölümünden mezundu. Şansına restorana yaptığı başvuru kabul etmişti. Bir senedir de burada çalışıyordu.

“Günaydın,” dedim ben de. Dolabıma ilerledim. “Hepinize günaydın.”

“Bana gün aymadı,” dedi Esma, eşyalarını dolaba yerleştirirken. “Uykumu bu sabah vardiyalarında hiç alamıyorum.”

Onunla aynı fikirdeydim. Bugün ki saatimiz hepsiyle çakışmıştı ama restoranda vardiya sistemi vardı. İlk gün görmediğim dört kişi daha restoranda çalışıyordu. Birkaç gün hepsiyle aynı gün olmasa da farklı günlerde denk gelmiştim ama kasklının yolladığı çalışma saatlerim en fazla ilk gün tanıştığım insanlarla çatışıyordu. Aslında böyle olması benim için daha iyi olmuştu. İlk gün alıştığım yüzlerle çalışmak bir başka günün odaklanma durumunu çözmüştü.

Esma ise meslek lisesinden turizm ile ilgili bir bölümden mezundu. Lise aşkıyla evlenmek istediğinden erkenden iş hayatına atılmıştı. Üniversiteyi dışarıdan, Turizm ve Otelcilik bölümü okuyordu. Benden bir yaş küçüktü. İki ay sonra düğünü vardı. Düğün masrafları için para biriktiriyordu.

Nermin ise hepimizden büyüktü. Yirmi altı yaşındaydı. Sessiz bir kızdı. Fazla konuşmayan, yorum yapmayan ama sıklıkla dinleyen biriydi. Bu yüzden onunla ilgili bilgilerim sıkıntılıydı. Hayat hikayesinin özetini benimle konuşmamıştı. Zaten çalışma alanlarımız farklı olduğundan denk geldiğimiz anlarda genellikle işbaşı, gün sonu ve yemek molalarıydı.

“Katılıyorum,” dedim Esma’ya, eşyalarımı dolabıma koyarken, yandan ona bakarak. “Ama bari senin evin yakın, ben sanki şehir değiştiriyorum gibi yolda zaman harcıyorum.”

Hepsinin -benim dışında- adresleri yakındı. Benim gibi hiçbiri aktarmalarda sürünmüyordu. Zaten başvuru yaparken de bu ayrıntıyı baz alarak başvuru yapmışlardı. Ama bu zarfta bende ders almıştım. Okulum bittikten sonra kesinlikle zamanımı yollarda geçirmeyeceğim bir yer bulacaktım.

Yol, insanı yorulmaya başlamadan yormaya başlıyordu.

Ya da o zamana kadar arabam olurdu, o vakit bu seçeneği gözden geçirebilirdim.

“Cidden,” dediğini duydum Esma’nın. “Ta oradan buraya nasıl göze aldın? Ben olsam işe kabul edilsem bile gelmezdim.”

Dolabın kapağını kilitledim. “Paraya ihtiyacın olunca böyle düşünemiyorsun. Nerede iş, orada kendini buluyorsun.”

Elbette kimseye gerçeği söylememiştim. Ne kasklının motosikletinin borcunu ödemek için burada olduğumu ne de okuldaki bursumu kaybettiğimden. Hiçbiri bilmiyordu. Yalnızca okul ücretimi ödemek için çalıştığımı biliyorlardı. Küçük, ufak ayrıntıları saklamıştım.

“Orası da doğru,” dedi Esma. Saçlarını topluyordu. “Yine de burada çalıştığın için şanslısın. İş bulma sürecimde o kadar fazla yer ile görüşmüştüm ki çoğunun koşulları berbattı. Ek mesai ücretini dahi vermiyorlardı.”

“İnsanın emeğinin üstüne konmak kolay çünkü,” dedi Berrak araya girerek. Aynanın önünden çekilmiş, kapıya doğru ilerliyordu.

“Öyle,” dedi Esma arkasından. O sırada Nermin kabinden çıktı. “Bu arada,” diyerek Esma bana döndü. “Sen bugün hangi kattasın?”

“Üst katta.”

İlk defa bugün üst katta olacaktım. Ozan da yukarıdaydı. İlk günün onun yardımcısı olmuş olsam da birkaç gün sonra herkesin yardımcısı olmuştum. Kimlerle aynı yerdeysem, onlara yardım ediyordum. Ama tüm masalar bana ait değildi. Kimin boş ise o kişi olaya el atıyordu.

“Nermin sen de üst kattasın değil mi?” diye sordu Nermin’e dönerek, Esma. En baştaki dolabının kapağını kapatıyordu.

Bize bakmadan, “Evet,” dedi kısaca.

“Üst katın manzarası harikadır,” dedi Esma yeniden benimle konuşarak. “Hiç çıktın mı?”

Çıkmamıştım. Molalarımda dinlenmekle o kadar meşguldüm ki zamanım pek olmamıştı. Yalnızca restoranın dışarısından yukarıyı görmüştüm.

“Fırsatım olmadı,” dedim üşengeçlikten çıkmadım demek yerine.

Aynanın olduğu tarafa doğru ilerledim.

“Bayılacaksın. Hatta çalışmak değil de, oturmak isteyeceksin.”

“Hayaller kuracaksın diyorsun yani.”

“Bir nevi. Sevgilin varsa onunla böyle bir yerde yemek yemek isteyebilirsin.”

“Yemek yemek için birine ihtiyacım yok,” dedim aynadan kendime bakarken. “Tekte yiyebilirim.”

Bugün saçlarımı tamamen salmamıştım. Mor rengindeki fiyonk şeklindeki klipsli tokayla arkamdan tutturmuştum. Omuzlarımdaki saçlarımı arkama doğru atarak düzelttim. O sırada ismimin yazılı olduğu yaka isimliğimi takmadığımı fark ettim. Birkaç gün sonra kendisinden haz etmediğim Canan yaka kartımı bana vermişti. Verirken de ilk gün yaptığı gibi takmamayı unutmamam gerektiği hakkında bir şeyler söylemişti.

“Yersin ama romantik bir yemek, tek başına yemekten kat kat iyidir. Okuldan falan sevgilin yok mu?”

Öyle bir yemeğe hiç çıkmamıştım çünkü o kadar ileriye gittiğim kimse olmamıştı.

“Yok,” dedim Esma’ya. “Denemelerim oldu ama hiçbiri bana göre değildi.”

“Anladım. Zaten bu kadar insanın içinde ruh eşini bulmak zordur.”

“Bu konuda sen şanslısın,” dedim gülümseyerek.

“Bence de öyleyim,” dedi sesinde keyifli bir tını vardı. “Nazar değmesin.”

“Amin.”

Aynanın karşısından ayrılıp tekrardan dolabımın önüne ilerledim. “Sabah sabah çok konuştum galiba,” dedi Esma hareket edecekken. “Ama bu kadar konuşmam yeter. Şimdi iş başına.”

“Siz gidin,” dedim dolabımın kilidini açarken. “Yaka isimliğimi takıp geliyorum.”

Başını sallayıp Nermin’e baktı. “Hadi gidelim.” Bu süre de Nermin yalnızca dinlemiş, dolabının önünde dikilmişti.

Kızlar odadan çıkarken dolabın kapağını açtım. Yaka isimliği iğneli metal bir kartlıktı. Akşam gömleğimi yıkamak için çıkarmış, çantama atmıştım. Dolaptan çantamı çıkarmadan içini karıştırıp, elime geldiği gibi içinden çıkardım. Sonra da dolabı kapattım ve yeniden kilitledim. İsimliği yakama takmaya çalışarak kapıya doğru ilerledim. İsimliğin iğnesini gömleğin cep gibi görünen kumaşın üstüne taktığımda kapının önüne gelmiştim. İyice düzelttim. Sorun olmadığına karar verince de odanın ışığını kapatıp koridora çıktım. Bir an ilerimdeki koridora kısaca baktım. Kapı kapalıydı. Kasklı belki de bugün de yoktu.

Restoranda olup olmaması beni pek ilgilendirmemesi gerekiyordu ama bir tarafım merakta ediyordu.

Merak etmemem lazımdı.

*

Üst kat Esma’nın dediği gibi bayılmayacak gibi değildi. Restoranın konumu denize yakın olduğunu biliyordum ama manzarasının bu kadar güzel olacağını düşünmemiştim. Gündüz bu görüntüdeyse, akşam saatlerinin manzarası kesinlikle daha güzel oluyordur, diye düşünmeden de edememiştim.

Cidden böyle bir yerde o romantik yemek yenirdi.

Bugün sabah vardiyasında olabilirdim ama ikinci şef garsona bugün için dün mesaiye kalacağımı söylemiştim. İki tane şef garson vardı. Canan denilen kadın ve Hikmet Bey’di. Hikmet Bey, Canan’a göre daha makul birine benziyordu. Dün Canan izinliydi. Bende akşamda çalışmak istediğimi Hikmet Bey’e söylemiştim. Hatta Pazar gününü bile ekletmiştim. Bu tür bilgiler şef garsonlara veriliyordu ve uygunsa çalışma listesini ayarlıyordu. O da uygun olduğunu söyleyip, hem bugün için akşama hem de yarın akşama beni yazmıştı. Neticede ne kadar ek mesaiye kalırsam, o kadar para alacaktım. Bu fırsatı kaçıramazdım. Daha önce tam gün çalışmamıştım ama diğerlerinin tam gün çalıştığı oluyordu. Bugün de onlardan biriydi. Onlar alışmış olabilirdi ama ben bugün kesin yorulacaktım. Pazar günü yorgunluğumla pazartesi günü derse gitmeyerek dinlenebilirdim. Beni zorlayacaktı, biliyordum ama bulacak başka çarem yoktu. Alacağım her ücrete muhtaçtım.

Restoranın üst katında kapalı alan olduğu kadar teras bölmesinden de masalar vardı. Dekorasyon aynıydı. İçeceklerin ve masalar için gerekli eşyaların bulunduğu alan aşağıdakine benziyordu. Merdivene yakın müşteri asansörü haricinde personel asansörü mevcuttu. Mutfak aşağıda olduğundan asansörü kullanılarak yukarıya çıkartılıyordu.

Sabah saatlerinde müşteri pek olmuyordu. Zaten bu saatler masaları hazırlamak ve diğer işleri yapmak içindi. Ama öğlene doğru insanlar gelmeye başlıyor, bazıları öğlen kahvelerini içerken, bazıları da yemeklerini yiyorlardı. En yoğun saatler akşama doğru ve akşam saatleriydi. Şu ana kadar öyle olmuştu.

Ozan’ın “Düzen işi bitti mi?” diyen sesini duyduğumda masaların kumaştan olan peçetelerini yerleştirmiştim. Ozan da bar tezgahının arkasında bardakları kuruluyordu. Aşağıda ve yukarıda barista olarak çalışanlar da vardı. Bugün bizimle olan Eren’di. Ozan’ın boylarındaydı. Ondan büyük görünüyordu. Otuzlarının başında olabilirdi. Yüzü, saçlarına göre daha gençti. Çünkü saçlarındaki beyazlıklar kendini ele veriyordu. Onunla pek sohbetimiz olmamıştı ama Ozan ile iyi anlaştığı anlaşılıyordu.

Ozan herkesle iyi anlaşıyordu.

Eren biraz önce burada olsa da şu an yoktu. Ozan yalnızdı.

Tepsiyi tezgaha bıraktım. “Tepsi boş olduğuna göre…”

“Bitmiş,” diyerek cümlemi tamamladı. “Çok güzel.”

“Böyle konuştuğuna göre kesin benden bir şey isteyeceksin. Bana ne iş yaptıracaksın?”

İlk günden sonra bir daha masalara bakmamıştım. Ozan diğer günlerde benden bu konuda yardım istememişti. Ufak şeyler dışında. İstememesinin nedenini az, çok tahmin ediyordum. İlk gün başıma gelen kazadan sonra olmalıydı. Yemeklerin tepsiden düşürmemi göze alamamıştı.

“Beni çözmüşsün.” Güldü. “Zor değil, merak etme.”

“Merak etmedim.”

Elindeki bardağı tezgaha bıraktı. “Şu bardaklara bir el at be Betül,” dedi başka ufak tombul bir bardağı önündeki tezgahtan alırken. “Bir türlü bitmiyor.”

Haklıydı. Arkasındaki tezgaha baktım. Tepsiler doluydu. Hepsi yıkanmış, mutfaktan gelmişti. Kurulanmayı bekliyordu. Sonra da yerlerine yerleştirilecekti. Bazılarını yerleştirmişti ama daha yerleştirilecekler vardı.

“İyi, tamam,” diyerek tezgahın önünden geçerek arkasına geçtim. Bana bir bez uzattı. “Sen kurula, ben de kalanları yerleştireyim.”

“Burayla ilgilenen nereye gitti?” diye sordum, bezi alırken.

“Eren’den mi bahsediyorsun?”

Başka kimden bahsedecektim? Ama cümlemi düşündüğümde başka anlamlarda çıkabileceğini anladığımda pot kırmamaya çalıştım.

“Evet. Beraber yapmıyor muydunuz?”

Aslında kasklıyı Ozan’a sormak hiç aklıma gelmemişti. Kimseye sormamıştım. Nerede olduğunu bildiğini sanmıyordum ama sorabilirdim. Belki neden gelmediğini bilebilirdi. Fakat o zaman da çok mu meraklı görünürüm mü diye düşünmeden de edememiştim.

Hiç kimsenin kasklının arkasından konuştuğuna da şahit olmamıştım.

“Ürünleri bitmiş, onları tedarik etmeye gitti.”

Başımı anladım dercesine salladım.

Ozan’ın yarım bıraktığı tepsiden bardak aldığımda Ozan da kuruladığı bardakları tezgah arkasına yerleştirmeye başladı. Restoran alanında Nermin’e baktım. Masaları onunla beraber düzenlemiştik. O da şimdi masaların sandalyelerini yerleştiriyordu.

Ne kadar bir süre boyunca Ozan’ın verdiği işle uğraştığımı bilmiyordum. Bu süre boyunca aklımdaki soruyu sormak ile sormamak arasında kalmıştım. Kasklının aklıma gelmemesi gerekiyordu. Ama bu zordu. Onun bulunduğu yerde bulunmak, onun için çalışmak insanın aklına kendisini iliştiriyordu. Tabi birde hastanedeki durumu vardı. Kardeşi gibi gördüğü kişinin zarar görmesine, her ne kadar dik durmaya çalışsa da sarsıldığı belliydi. Enişte bey şu an iyiydi ama o hali durmadan aklıma geliyordu. Hiçbir şey söylememekte galiba içime oturmuştu.

Zaman geçti. Saat öğlen saatlerinde ilerledi. Yukarıda çalışmak aşağıya göre biraz daha yorucuydu. Çünkü alınan sipariş mutfak ile ilgiliyse aşağıya inmek zorunda kalınıyordu. Ozan’ın ve Nermin’in aldıkları siparişleri aşağıya iletmekte bende olduğundan asansörle mekik dokuyordum. Hazır olduğundaysa aşağıdan yukarıya bildirim gidiyordu. Aşağıdaki zil gibi bir düğme bar kısmındaydı. Bildirim gelince Eren haber veriyordu. Masaların temizleme işi geldiğinde de aşağıya inmek zorunda kalıyordum. Tabi kirli dolu servis arabasıyla.

Aşağıya indiğim zamanlarda yine kasklıyı görmemiştim. Demek ki bu gün de yoktu. Onun yerine Canan’ın yüzünü görmüştüm. Aşağıyı kontrol ettiği gibi arada yukarıya da geliyordu. Ozan’dan rapor alıyordu.

İlk molam geldiğinde aşağıya, telefonuma bakmaya indim. Telefonuma bakarken de biraz giyinme odasında dinlenecektim. Bu kez merdivenleri kullanmadım, asansöre yöneldim. Personel asansörü aşağıdaydı. Asansörü çağırma düğmesine basacakken müşteri asansörünün kapısı açıldı. İki düzgün giyinmiş olan adam asansörden çıktı. Benim de kararım değişti. Zaten mola sürem fazla değildi. Bir dakika bile beklemek molamdan çaldığından gelen asansöre yöneldim.

Canan bu asansörü kullandığımı görünce kesin bir cümle kurardı ama umurumda değildi. Şansım varsa giriş katı atlayıp, direkt inerdim. O zaman görme ihtimalim olsa bile ihtimalim sıfırlandı. Ama şansım yaver gitmedi. Yalnız olduğum asansör giriş katta durarak kapılarını açtı ve karşıma Canan’ın çıkmaması için içimden dua ederken beklemediğim kişi karşıma geldi.

Aslında merak ettiğimdi.

Kasklı uzun boyuyla karşımdaydı. Asansör kapısının açıldığını duymasıyla yere doğru olan bakışlarını kaldırmış ve o da beni görmüştü. Ne düşündüğünü bilmesem de onu görünce ben afallamıştım. Üstünde koyu lacivert spor bir takım vardı. Ceketinin içine de gömlek yerine beyaz bir tişört giymişti. İyi görünüyordu. Hem giyim olarak hem de ifade olarak. Hastanedeki görüntüsü ifadesinden ayrılmıştı.

Yerimden kımıldamadım. Gözlerimi de çekemedim. Asansöre adım atmasını beklerken kulaklarım tanıdık bir ses duydu. Benimle beraber o da duydu. Sonra da görüntüsü görüş açıma girerken kasklı bakışlarını sesin geldiği tarafa çevirdi.

“Sedat Bey,” diyerek Canan bir yerden çıkmış, kasklının yanında bitmişti. “Bir dakikanızı alabilir miyim?”

O sırada da Canan asansörde olan beni gördü. Yüzünden beni gördüğüne hoşlanmadığına dair sinyal hemen yerleşti ama bir şey demesine kalmadan asansör kapılarını kapatmaya başladı. Kasklının asansöre binmesi Canan’ın müdahalesiyle engellendiğini düşünürken başka bir şey oldu. Kasklının “Odama gidiyorum. Şimdi olmaz,” dediğini duyarken kapanacak kapının aralığından kolunu uzattığını gördüm. Hamlesiyle asansörün kapısı geri açıldı. Görüntüsü yeniden ortaya tamamen ortaya çıktı.

Kasklı asansörün içine adımlarken kasklının cevabı Canan’ı geri adım attırmıştı. Cevap olarak Canan’dan ses gelmedi. Onun olduğu tarafa da bakmadım. Kasklı azıcık ilerimdeyken asansörün kapanma düğmesine bastı. Asansörün kapısı tekrardan kapanmaya başladı.

Kapılar kapandı.

Kasklının yönü asansörün kapısına doğruyken içeride sessizlik oldu. Biraz ilerimde, arkası dönüktü. Görüş açımda geniş sırtı, geniş omuzları ve ensesinde biten saçları vardı.

Bir tarafım günlerdir yapamadığımı yapmak, onunla konuşmak istiyordu. Diğer tarafım söze nasıl başlayacağımı bilmediğinden sessiz kalmam gerektiğini söylüyordu. Halbuki ikinci olanla pek sık karşılaşmazdım.

Asansörün hareket ettiğini anlarken dudaklarımı araladım.

“Bu asansörü kullanmam da bir sorun var mı?” diye sordum o an. Gerçekten söze nasıl başlayacağını bilmemek berbat bir durumdu.

Bana bakmadan cevap verdi. “Sorun olsaydı ben kullanmazdım, sarışın.”

Yani, yoktu.

“Sorun olsa bile statünden dolayı sana kimse bir şey diyemez ama bana diyebilirler,” dedim muhabbeti devam ettirerek. “Tabi elimdeki tepsi veya başka bir şey ile müşteri asansörünü bende kullanmam. Molaya çıktığım için ve boş olduğu için binmiştim.”

Upuzun konuşarak açıklama yapmam bana da sürpriz olmuştu ama onunla konuşmak istiyordum.

Asansör durdu, kapılar açılmaya başladı. Kasklı yönünü yana doğru çevirirken bana baktı. Asansörün önünde ilk gördüğüm zaman afalladığımda gelen zıplamalar gelir gibi oldu. Yok saymaya çalıştım. Elini geçmem için hareket ettirdiğini görünce asansörden ilk ben olurken, arkamdan “Bunu yaptığın için biri bir şey derse haberim olsun,” dedi.

Omzumdan arkama baktım. Arkasında duran asansörün kapıları kapanıyordu.

“Neden?” diye sordum birden. “Eğer sorun değilse bir şey dense bile kendi cevabımı kendim verebilirim.”

Gelmem gereken konuya gelemedikçe saçmalıyordum galiba.

“Eminim yaparsın. Yine de haberim olsun.”

Son cümlesini söyledikten sonra yanımdan geçerek ilerledi. Asansör aşağıdaki koridora çıkıyordu. Kasklının odası biraz ileride, giyinme odası da geride kalıyordu. Halbuki asıl söylemek istediklerim başkaydı. “Başka bir şey daha vardı,” dedim bir kez daha aniden. Fazla uzaklaşmadan arkasından ilerlerken durakladı. Bana doğru döndü. Dinliyorum dercesine baktı.

“Sen nasılsın?” Oh be. İşte sormuştum. Sorduğumla ifadesiz yüzünde bir şeyler görür gibi gördüm. Böyle bir soru beklemiyordu. “Hastanede hiç konuşamadık, iyi misin?”

Hastanede yüzüne yansıtmamaya çalışsa da bazen başarılı olmuştu, bazen olamamıştı.

“Daha iyiyim,” dedi gözleri gözlerimde gidip gelirken.

“Öyle de görünüyorsun.” Söyler söylemez aklımdan geçeni dışarıya vurduğumu fark ettim. “Yani herkesin toparlanıp, hayatın normale dönmesine seviniyorum. Doğanay, enişte beyin bugün taburcu olacağını söylemişti.”

Konuşmadan önce kısa bir an duraksadı. İfadesi yumuşar gibi olurken, “Evet,” dedi. “Yanlarından geliyorum.”

“Ah, hastaneden geliyorsun.” Şaşırmamam lazımdı ama şaşırdım. Başını salladı. “Anladım,” dedim. “Tamam o zaman. Seni daha fazla tutmayayım. Belki biriken işlerin vardır.”

Arkamı dönerken son söylediğimi söylememiş olmayı diledim ama söylemiştim. Yüzümü buruştururken kendime kızdım. İkidir pot kırıp, geri gelmesinin ilk gününden düşündüğüm şeyleri yüzüne söylüyordum. Söylememem gerekiyordu. Omzumdan arkama bakma isteğimin de olmaması gerekiyordu. Hatta arkama bakmamam da lazımdı.

Ama baktım.

Odasının kapısının önünde, kapısını açıyordu ama o sırada sanki aklına bir şey gelmiş gibi başını bulunduğum tarafa doğru çevirdiğinde ona baktığımı görmüştü. Kahretsin. Yakalanmıştım. Panikleyerek ama dışarıdan paniklediğimi belli etmeden başımı çevirdim. Adımlarımı giyinme odasına doğru attım. İçeriye girdiğimde ışığı acelece açtım. Ancak arkamdan kapıyı kapattığımda rahat bir nefes verdim.

İşe yaramadı. Çünkü zıplamalarım devam ediyordu.

Geldiğine sevinmiştim.

***

 

Gün akşam saatlerine ilerlerken şu ana kadar herhangi bir sorun yaşamadan geçmişti. Gündüz mesaimdeki ikinci molamı da kullanmış, o molamda personel mutfağında karnımı doyurmuştum. Çalışanların mutfağı giriş katta, normal mutfağın arkasında kalan bir kısımdaydı. Koridordan ulaşım sağlanabiliyordu. Bugün cumartesi olduğundan diğer günlere göre restoran daha yoğun olacaktı. Yoğunluk akşam olmadan başlamıştı. Bu saate göre bir sorun yaşamamıştım ama Canan’ın önceki günlerden daha fazla yukarı katı kontrol etmeye geldiği gözümden kaçmamıştı. Asansör konusunda bana bir şey dememişti fakat gözünün üstünde olduğunu hissediyordum. Kasklıyı ise bir kere giriş kata indiğimde görmüştüm. Onda da arkası bulunduğum tarafa dönük olduğundan beni görmemişti. Belki de daha sonrasında restorandan çıkış yapmıştı. Haberim yoktu.

Keşke olsaydı.

Teras ile restoranın arası cam ile birbirinden ayrılıyordu ve güneş batarken restoranın terasında ışıklandırmalar açıldığında görüntü muhteşemdi. Bugün hava diğer günlere göre daha iyiydi. Sanki bahardan bir gün gibiydi. Bir tane bile bulut yoktu. Sonsuz gökyüzünün turumcumsu görüntüsü denizin mavi rengiyle beraberdi. Gökyüzü yavaştan renk değiştirmeye başlarken sanki güneş batarken dünyaya bir sessizlik çöküyordu. Sonra renkler gidiyor, karanlık ortaya çıkıyordu. İnsan bu değişimden gözlerini alamıyordu. Ben de alamamıştım. Konumum terasa yakın değildi ama yine de cam terastan gözlerimi çekememiştim. Terasta masalarda oturanlar bu manzaradan habersizce yemeklerini yiyorlardı. Ben böyle bir ortamda yemek yesem kesinlikle ilk önce manzaranın keyfini çıkarırdım. Yemek yemeyi seven biri olarak manzara karşısında yemeği ikinci plana atabilirdim ama insanlara baktığımda kimse benimle aynı fikirde olmamıştı.

“Betül, ortadaki ikinci masa.” Ozan’ın sesini duyduğumda hava kararmış, sesler geri gelmişti. Söylediği yere baktım. Masa boşalmış, temizlenmeyi bekliyordu. Ne zaman boşaldığı hakkında bir fikrim yoktu.

“Tamam,” dedim Ozan’a. Yanımdaydı. Aynı konumunda beraber yan yanaydık. Nermin karşı tarafta dikiliyordu.

“Farkına varmadın galiba,” dedi.

“Görmemişim, şimdi gidiyorum.”

Ozan’ı arkamda bırakarak boşalan masaya gitmeden önce servis arabasını yerinden aldım. Neyse ki aşağıya yalnızca tepsi ile inmek zorunda değildim. Tepsi konusunda o kadar profesyonel olmamıştım. Kirlileri, servis arabasına taşıdım. Masayı sildim. Gerisi Ozan’ın işiydi.

Servis arabasıyla masaların yanından ilerlerken yine de dikkatli oluyordum. Tabakların veya bardakların düşmesiyle başımı belaya sokmasını istemezdim. Personel asansörü bulunduğum kattaydı. Sorun yaşamadan servis arabasındaki kirlileri mutfağa teslim ettikten sonra arabayı aynı istikamette yukarı kata çıkardım. Saatime baktım. Arabayı yerine koymamın ardından da Ozan’ın yanına ilerledim ve kendisine “Ben diğer molama çıkıyorum,” dedim.

Mola saatim gelmişti. Bir dakikasını bile geçiremezdim.

Ozan söylediğime kendi saatine bakarak tepki verdi. Başını tamam dercesine salladı.

Aşağıya bu sefer önceki gibi müşteri asansörünü kullanarak inmedim. Bu yüzden daha önce yaşadığım hadiseyi bir daha yaşamadan aşağıya indim. Koridora geldiğimde gözüm kasklının odasına gitti. Kapısı kapalıydı. Belki de cidden gitmişti. Düşüncelerimi silkelercesine başımı sallayıp giyinme odasına girdim. Vakit kaybetmeden telefonumu dolabımdan aldım. Giyinme odasında kalma derdinde değildim. Telefonumu alıp restoranın arka sokağına açılan yerdeki merdivenlerde dinlenerek bu sefer ki molamı geçirecektim.

Odadan çıkmadan telefonun ekranına gözlerim gittiğinde kapıya varamadan durakladım. Kayıtlı olmayan bir numaradan mesaj gelmişti. En son mesaj gelen numarayı engellediğimden beri günlerdir böyle bir mesaj almıyordum. Haliyle bende Can’ın pes ettiğini, peşimi bıraktığını düşünmüştüm. Ama şimdi telefonumdaki mesaj düşündüğüm gibi olmadığını gösteriyordu.

Numarayı gördüğüm an mesajın Can’dan olduğunu anlamıştım. Hatta iki kere arama kaydı dahi vardı.

Mesaja tıkladım. Birden fazla mesajı arka arkaya atmıştı. İlkinde şöyle yazmıştı;

Oldukça uzak kaldık. Sence de öyle değil mi? :)

Değildi. Kahrolasından kurtulduğumu sanırken kendisini bilerek hatırlatmak istiyordu ve mesajın devamı da vardı.

Ben seninle konuşmayı özledim. Bence sen de özledin.

Kesinlikle bilerek bu tür cümleler kullanıyordu. Ne düşündüğümü bilmesine rağmen zıt olanı yazarak orada olduğunu gösteriyordu.

Bir tane daha mesaj vardı ve beni en tedirgin eden de o oldu. Yazılanı okuduğum an ensemdeki tüyler ürperdi.

Telefon kullanmana izin vermiyorlar mı? :)

Bu da ne demekti?

Telefon kullanmana izin vermiyorlar mı?

En sondaki mesajı birkaç kez daha okudum ama her okuduğumda düşüncelerim aynı yere çıkıyordu. Düşüncelerim saçmalıyor olmalıydı. Telefon kullanmana izin vermiyorlar mı?

O kadar da değildi. Nerede olduğumu, ne yaptığımı biliyor olamazdı. Hem nereden bilecekti? Saçmalıyordum. Mesajlarına cevap vermediğimden böyle bir soru sormuştu. Başka türlüsü olamazdı. Olamazdı değil mi?

Düşüncelerimin içindeyken telefonum titredi. Bir tane daha mesaj gelmişti ve geldiği an okuduğuma dair işaret oluştu. O an bu durum önemli değildi. Önemli olan ve gözlerimin irileşmesine neden olan okuduğumdu.

Seni çok çalıştırıyor olmalılar ama yine de çok güzelsin, Betül. Çalıştığın yeri de beğendim.

Olamazdı! Nasıl? Nasıl olabilirdi?

Telefonum yeniden titredi.

Okuduğuna göre telefonuna ulaşım sağladın. Sonunda. :)

Hiçbir şey yazamadan arka arkaya başka mesajlar geldi.

Ama şimdi de seni göremiyorum.

Ne zaman yukarıya geleceksin?

Nerede olduğumu anladın değil mi? Senin olduğun yerdeyim.

Telefonunun ekranını acelece kapattım. Okuduğumu ve anladığımı unutmak istercesine aynı işlemi gözlerimi kapatıp açarak da yaptım. İşe yaramıyordu. Kelimeler gözümün önünden geçip gidiyordu.

Senin olduğun yerdeyim. Senin olduğun yerdeyim.

Kahretsin. İlk düşündüğüm doğruydu. En son okulda, cebime yerleştirdiği notla yakınıma kadar gelmişti. Bununla dibimde olduğunu göstermeye çalışmıştı. Şimdi de yaptığı buydu. O buradaydı. Nasıl burada çalıştığımı bildiğini bilmiyordum ama buradaydı. Hangi katta çalıştığımı dahi biliyordu. Yukarısı demişti. Ne zamandan beri beni izliyordu? Bu da bilmediğim bir soruydu. Ama bildiğim bir şey vardı. Her şeyden habersiz bir şekilde hareketlerimi izliyordu.

Senin olduğun yerdeyim.

O an düşüncelerime sızanla kendimi sakinleştirmeye çalıştım. Restoranda, hatta restoranın ikinci kattaysa kim olduğunu bulabilirdim. Bu zamana kadar neye benzediğini bilmeyerek ondan kurtulmaya çalışmıştım ama kim olduğunu bilmediğimden başarısız olmuştum. Onunla bildiğim bilgiler çok sınırlıydı. Kim olduğunu, neye benzediğini bilirsem bir şeyler yapabilirdim.

Demek benimle aynı yerdeydi. Bu hamlesini kendi lehime kullanmakta bana kalmıştı.

Telefonun ekranına açtığımda bu kez cevap yazdım.

Gizli takılmaktan sıkıldın da kendini göstermeye mi karar verdin?

Anında okuyup cevap yazmaya başladı.

Bunu ister misin?

Giyinme odasından koridora çıkarken bir kez daha cevap yazdım.

İstesem yapar mısın?

Merdivenlere yönelerek giriş kata çıkarken bir yandan da cevap vermesini bekledim. Mesajı okumuştu. Cevap yazdığına dair yazı görünmedi. Düşünüyor muydu? Girişe geldiğimde hala cevap yoktu ama benim yukarıya çıkmadan önce yapmam gereken vardı. Eğer planladığım gibi giderse kolaylıkla onun kim olduğunu bulacaktım. Ama içimden bir ses bunun bu kadar olacağını söylemiyordu.

İçimdeki sesi kestim.

Yukarıya çıktığım gibi yönümü danışman alanında duran Berrak’ın yanına verdim. Yarın Berrak yoktu ama bu akşam tam gün çalıştığından buradaydı. Dolu masaların yanından acelece yürürken Canan’ı gördüm. Her zaman ki gibi çalışanları en iyi şekilde gözetleyebilmek için köşesinde dikiliyordu. Beni o an görmedi. Bakışları ters yöndeydi.

Danışma alanına vardığımda Berrak oradaydı. Şansıma müşteri yoktu. Beni görünce gülümsedi. Gülümsemesine karşılık verirken “Restoran tıklım tıklım,” dedim.

“Hafta sonları genellikle hep böyle.”

“Evet, fark ettim.” Görüş açısını kapatmamak için yana kaydım. “Ben de molaya çıkmıştım. Biliyorum, Canan seninle şu an konuştuğumu görse ikimizi de haşlar ama vaktini çok almayacağım. Senden ufak bir iyilik istemeye geldim.”

Canan’ın konumu danışma alanını tam göremiyor olsa da aklını eserse hareket edebilir, bu tarafa gelebilirdi ve şu an onun saçma cümlelerini çekecek havamda değildim.

Söylediğimle Berrak’ın gözlerinde merak oluştu. “Tabi, ne oldu?”

Yanına biraz daha yanaştım. “Her zaman yanında ped olduğunu söylemiştin. Bana bir tane ödünç verebilir misin?” Bir konuşmamızda aynen böyle demişti. Her zaman tedbirli olduğunu söylemişti ve bu söylediğinin gerçek olması işime yarayacaktı. “Benim yanımda yok.”

“Ah, elbette veririm,” dedi hemen. Durakladı. “Ama buradan ayrılamam. Sana dolabımın anahtarını vereyim. Çantamdan al.”

Bu istemediğim bir teklifti.

Elini cebine doğru atarken, “Olmaz,” dedim. “Ben kimsenin çantasını karıştıramam öyle. Kendimi aşırı kötü hissederim.”

“Neden öyle hissedeceksin? Benim iznim var. Bir şey olmaz.”

“Gerçekten olmaz. Başıma gelen bir olaydan sonra kimsenin eşyasına dokunmuyorum ben.”

“Ne olayı?”

“Sonra anlatırım ama çantandan alamam.” Bahsettiğim gibi bir olay yoktu ama bir gün sorarsa bir şeyler uydurmam gerekecekti.

“O zaman nasıl yapsak?” diye hem bana hem de kendisine sorarken yüzüme sıkıntıda olduğumun yansımasını eklemeyi unutmamıştım. Yalan bir ifade değildi. Sıkıntılı bir durumun içindeydim. “Buldum. Birkaç dakikalığına yerime bakmaya ne dersin?” Benim de isteğim buydu. Yüzümden fire vermemeye çalıştım. “Zaten ben çoğu rezervasyonu hallettim. Pek gelen giden olmaz. Olursa da deftere bakıp teyit ediyorsun. Masalarını gösteriyorsun. Bu kadar. Halledersin, değil mi?”

“Olur,” dedim hevesli görünmemeye çalışarak. “Ama Canan Hanım sana bir şey demesin.”

“Birini yerime bıraktığımı görürse bir şey demez. Hem birinin geleceğini sanmıyorum. Masalar dolu.”

Doluydu. Dediği gibi biri gelirse de halledemeyeceğim bir durum değildi. İhtiyacım olan Berrak’ın rezervasyon listesinden uzaklaşmasıydı.

“Tamam o halde ama hızlı ol tamam mı? Daha fazla bu halde durmak istemiyorum.”

Danışma alanından çıkarken, “Sen geç buraya,” dedi. “Ben hemen gelirim.”

Boş bıraktığı alana geçerken, Berrak başka hiçbir şey demeden restoranın içine doğru ilerledi. Görüş açımdan çıkmasını bekledim. Çıktığı an da ise neden buraya geldiysem onun için harekete geçtim. Akşam yemeklerinde rezervasyonla müşterileri alınıyordu. Öğlen saatleri bu saatlere göre yoğun olmadığından pek bu kural işlemiyordu ama akşam yemeklerinde işler farklıydı.

Rezervasyon defteri açıktı. Bugünün tarihi olan sayfalar önümdeydi. Defteri incelemeden önce girişe doğru bakındım. Yalnızdım. Berrak’ı göndermek zorunda kalmıştım çünkü kendisinden söylediğim isme bakmasını isteseydim, soruları olacaktı. Yine de defteri karıştırırken kimseye yakalanmak istemezdim. Eğer yakalanırsam da bahanem hazırdı. Elimdeki telefonu defterin yanına bıraktım. Sonra da defterdeki satırlarda bilinen ismi aramaya başladım.

Can’ın ismini. Soyadını bilmiyordum ama ismi konusunda doğruyu söylemişse bu defterde ismi olmalıydı. Seri ve dikkatli bir şekilde satırları göz gezdirdim. Sayfayı hızlıca çevirip diğer sayfalara baktım.

Yoktu.

Bu akşam Can isimli kimse bu defterde değildi. İsmine benzer herhangi bir isim bile yoktu. Vazgeçmedim. Üst kattaki masaların rezervasyonuna daha dikkatli baktım. Parmağımla satırların üstünden geçtim. Ama yoktu. Gözden kaçırdığım bir satır yoktu. Elim boş kaldığına göre geriye iki seçenek kalmıştı. Ya yalnız değildi, rezervasyon onun adınaydı ya da Can onun gerçek ismi değildi.

Hangisiydi?

Telefonum ansızın titrediğinde irkildim. Bakışlarım telefon ekranına kaydı. Mesaj gelmişti. Son yazdığımdan beri dakikalar geçmişti. Düşünmeden telefonu elime alıp gelen mesaja baktım.

Belki yaparım, belki de yapmam. Bu sana bağlı.

Bana mı bağlıydı?

Hızla aynı soruyu mesaja yazdım.

Nasıl bana bağlı?

“Geldim,” diyen Berrak’ın sesini duyduğumda Can cevap yazıyordu. Söylediği gibi çok çabuk gidip gelmişti. Bu kadar hızlı gelmesini beklemiyordum ama neyse ki deftere bakabilmiştim. “Sorun oldu mu?” diye sordu, yanıma geçerken.

Başımı olumsuzca salladım. “Olmadı.”

“Ben demiştim, al.” Uzattığına baktığımda ondan ne istediğimi hatırladım. “Ağrının olup olmadığını sormayı unuttum ama ağrı kesici de getirdim.” Elinde bir de hap vardı. O an yalan söylediğim için kendimi kötü hissettim.

“İçmiştim. Sağ ol,” dedim getirdiği pedi alıp cebime sıkıştırırken. “Bunun için de çok teşekkür ederim.”

“Lafı bile olmaz.”

Gülümsemeye çalışırken telefonumu koyduğum yerden aldım. Görev yerinden çıkarken de “Görüşürüz,” dedim.

Aynı şekilde karşılık verdi.

Kendimi huzursuz hissederek aynı zamanda ne yapacağımı düşünmeye başlayarak Berrak’ın yanından ayrıldığımda telefonum yeniden titredi. Canan yerinde değildi. Her nereye gittiyse bu katta görünmüyordu.

Ne yazdığına vakit kaybetmeden okudum.

Belki de beni sen bulursun. J

Pislik. Benimle dalga geçiyordu.

Merdivenleri kullanarak yukarı çıkarken bir başka mesaj daha geldi.

Bir anlaşma yapmaya ne dersin?

Ne anlaşmasından bahsediyorsun?

Beni bulursan, istediğin gibi seni rahat bırakırım ama bulamazsan…

Gözlerim kısıldı, mesajın devamı yoktu. Kesin bilerek cümlesini tamamlamamıştı. Belli ki tedirgin olmamı istiyordu. Mesajını okuduğumda merdivenleri bitirmiş, masaları düzgünce görebileceğim bir alana doğru gitmeyi düşünüyordum. Asansörlerin yanından geçtim. Gözlerim telefon ekranında, bitirmediği cümlesine cevap yazacakken tahmin edemediğim bir durum oldu.

Başımı bir duvara çarparak geriye doğru sendeleyerek tökezledim. Dudaklarımdan ufak bir inilti döküldü. Çarpanın etkisiyle başta ne olduğunu dahi anlayamadım ama gözlerimi kaldıramadan dirseğimde bir tutuş hissederek dengemin sağlandığının farkına varırken şaşkına uğradım. Sonra da kulaklarıma tanıdık bir ses geldi.

“Bana çarpmak alışkanlığın oldu, Sarışın.”

Sarışın.

Başımı kaldırdığımda karşımda duvar yerine kasklı vardı. Kolumdan tutuyor ve yüzüme bakıyordu. Gözlerimi kırpıştırdım. O sırada yakınlığını hissettim. Aramızdaki mesafe çok azdı. Ben afallamıştım ama o afallamış gibi değildi. Ortadan kaybolan zıplamalarım geri gelmesi ise hiç iyi değildi.

Gözlerimi gözlerinden çekmek istedim, yapamadım. “Öyle değil mi?” diye sorduğunu duydum.

Yutkundum. “Ne değil mi?”

“Bana çarpmak alışkanlığın oldu.”

Öyle mi olmuştu? Ona verebileceğim bir cevap düşündüm ama haklı olabilirdi. Adama durmadan çarptığım bir gerçekti.

“Eğer sana çarpmak alışkanlığım olduysa yandın o zaman,” dedim sakinleşmeye çalışırken. “Senin yerinde olsam gardımı alırdım çünkü ben de senin gibi alışkanlıklarımdan kolayca vazgeçmem.” Son söylediğimi, bana önceden söylediği bir cümleye hitaben söylemiştim. İsmimle hitap etmek yerine sarışın kelimesini kullanmaya devam edeceğini söylediğinde söylemişti.

Alışkanlıklarımdan kolay kolay vazgeçmem,” demişti.

Neyden bahsettiğimi anında anladığını bakışlarındaki değişimden anladım.

“Anlaşıldı. Demek, her an dikkatli olmam gerekiyor. İkimizden birine zarar gelmesini istemeyiz.”

Bundan da haklıydı. Ben de istemezdim.

“Korkma bu kadar,” dedim söylediğine. “Bu zamana kadar motosikletin dışında daha fazla zarar verdiğim olmadı.”

İfadesi de yumuşadı. Dudakları kıvrılır gibi oldu. Sanki o mavi gözlerinde başka bir his daha vardı. Bir dakika. Ne? Anlamıştım. O his, keyif barındırıyordu. Benimle cümle yarışına girmek kendisine keyif veriyordu.

“Gardımı almam da fayda var,” dedi onunla ilgili düşüncelerimin arasında.

Ona söylediğimi hatırladım. “Doğru,” dedim aklımı toparlamaya çalışarak. “Dediğimi yapmanda fayda var.” Hala temasını hissederken kolumu tutuyordu. Ne ben geri çekilmiştim ne de o geri adımlamıştı. Farkında mı, değildi bilmiyordum ama ben farkındaydım.

Elimdeki telefonum titredi. Zihnim dakikalar önceki düşüncelerimi hatırlattı. Bir defa ile de sınır kalmadı. Telefonum arka arkaya titremeye başlamıştı. Arama değildi. Tüm olan titremeler mesajların atıldığının sinyalidir. Titreşim sesini tek duyan da ben değildim. Benimle beraber kasklı da telefonumun farkına vardı ve bakışları elimdeki telefonuma kaydı. O zaman diğer ayrıntının da farkına varmış olmalı ki kolumu yavaşça bıraktı.

Sonra da hiçbir şey demeden yanımdan geçerek ilerledi.

Ben ise şaşkın bir halde dikildiğim yerde dururken omzumdan arkama doğru bakmak istedim. Nereye gittiğini öğrenmek istiyordum ama telefonumdaki titremeler içinde bulunduğum durumu bir kez daha hatırlatıyordu.

Gözlerimi kırpıştırdım. Şu an ne zıplamalarımı ne de kasklıyı düşünmemem lazımdı. Başka büyük sorunum vardı. Mesela gelen mesajlara bakmam önceliğimdi.

Anlaştık mı?

Ne karar verdin? Beni bulabilecek misin?

Sana verdiğim şansı kullanacak mısın?

Yoksa ben bildiğimi okumaya devam edeyim mi? Bunu istemezsin bence.

:)

Yolladığı gülücüklerinden nefret ediyordum. Yazdıkları yeteri kadar sinir bozucuydu ama bir de yolladığı şu gülücükler daha sinirimi bozuyordu.

Bakışlarımı kaldırıp etrafıma baktım. Dikildiğim alandan müşterileri görebiliyordum. Çok uzak değildim. Kasklı ile nerede çarpıştığımı başta anlamamıştım ama masaların alanına tam gelmemiştim. Kasklı ile nasıl çarpışmamın nasıl kaçınılmaz olduğunu da şimdi anlıyordum. Önüme bakmıyordum. Büyük ihtimalle de kasklı da masaların olduğu alandan asansörlerin olduğu koridora dönüyordu. Dönerken o da beni görmemiş olmalıydı.

Can’ı düşündüm. O da bu katta, bu masalardan herhangi birindeydi. Ama hangisindeydi? Yerimden kıpırdamadan masalarda oturan insanların üstünde gözlerimi gezdirdim. Kapalı alanda ve terastaki masaların hepsi doluydu ve hiçbiri tek kişi değildi.

Akıllıydı. Elbette tek bir masa tutarak kendisini ifşa etmemeyi bilecekti. Kiminle buraya geldiyse yaptıklarından haberi var mıydı acaba?

Bakışlarımı çektim. Hangi numaradan mesaj atıyorsa o numarayı hareket etmeden aradım. Telefon çalmaya başladığında dikkatle masalardaki insanları izlemeye başladım. Kullandığı telefonun sesli de veya titreşimde olmayacağını tahmin ediyordum ama yine de herhangi bir ipucu bulmayı umuyordum.

Can hakkında fazla bilgim olmasa da ufakta olsa bilgim vardı. Aynı okuldaydık. Bu konu hakkında doğruyu söylüyordu. Yoksa ne okulda ne yaptığımı bilebilirdi ne yanıma yaklaşıp notunu cebime yerleştirebilirdi. Ayrıca onunla konuştuğum zamanlarda beni izlediğini net bir şekilde belli etmişti. Yalan olamazdı.

O okuldan biriydi.

Emindim.

Telefonun çalma sesini duyarken içeriye doğru adımlamaya başladım. Masalara bakarken yaşıtım, belki de benden birkaç yaş büyük yüzlere daha dikkatliydim. Ortamın uğultulu sesine çatal bıçak sesleri eşlik ediyordu. Kaç masada düşündüğüm kriterlere göre insan vardı? Restoranın bu katında atmosferin tadını çıkarmaya gelenlerin yaşı yaşlı sayılmazdı. Genç çiftlerde vardı. Orta ve ellilerinde olan insanlarda vardı. İkili arkadaş grupları da vardı. Hatta üç kişilik kız kıza yemeğe gelen bile vardı.

“Sen molada değil miydin?” Durakladım. Ozan’ın sesinin geldiği yöne bakmadan önce ona ne söyleyeceğimi kısaca düşündüm. Elimi yukarı kaldırıp yakama, sonra da cebime götürdüm. Ona dönerken Ozan, “Yoksa fikrini mi değiştirdin?” diye soruyordu.

“Hala moladayım ama yaka kartımı düşürmüşüm,” dedim yönümü çevirirken. “Ona bakmaya geldim. Gördün mü?”

Yaka kartını cebime koymuştum. Netice de masaların arasında gezinirken bir nedene ihtiyacım vardı. Telefonun çağrısı ise cevaplanmayınca kendiliğinden kapanmıştı.

Bahanemle Ozan, boş olan yaka kartımın olduğu yere baktı. “Aşağıya inmeden benimle miydi, hiç fark ettin mi?” diye sordum.

Sorduğum soruya istemediğim bir cevabı vermemesi için dua ettim. Ozan pek dikkatli biri değildi. O an yaptığı işine yoğunlaşmaktan başka bir duruma fazla yoğunlaşmazdı. Ama vereceği cevapla attığım yalanı ortadan kaldırabilirdi.

“Hayır,” dedi. Rahat bir nefes almak istedim, belli etmedim. “Görmedim ama ya buralarda ya da aşağıya indiğinde düşürmüşsündür. Düzgün takamamış mıydın?”

Bakışlarımı çektim. “Taktığımı sanıyordum,” dedim masa koridorlarına bakarak. Daha doğrusu masalardaki insanları inceliyordum. “Kimseye rahatsızlık vermeden masa aralarına bakabilir miyim? Biliyorsun, bu halde Canan Hanım’a yakalanırsam ona laf veririm.”

“Tamam,” dedi Ozan. “Bak bakalım, bulabilecek misin? Ben de dikkat ederim, bulursam haber veririm.”

“Sağ ol.”

Masaların aralarına adımlamadan telefonum titredi. Yazılan mesajı birkaç adım atarak Ozan’dan uzaklaşarak okudum.

Hile yapıyorsun, güzelim. Beni aradığını belli edeceğimi mi sanıyorsun? Daha anlaştığımızı söylemedin. J

Pislik.

Bakışlarımı hızla kaldırıp kimin telefonu elinde diye baktığımda her şey normaldi. Bu normalin içinde beni izleyen birini aradım. Bulamadım. Herkes kendi halindeydi. Dikkatimi çeken bir durum yoktu. Mesajda da yazdığı gibi kendisini belli etmiyordu.

Pes etmek için erkendi. Sakinleşmeliydim.

Tek bildiğim bilgi ile masaları elemeye odaklandım. Orta ve üstü yaşlarda masalarda oturan adamları elerken, kadın kadına gelenleri de listemden çıkardım. Geriye çift olarak oturan ve iki masa kalmıştı. O masalarda erkek arkadaş grubu vardı ama erkeklerin oturduğu bir masada yaştan eleniyordu. Genç değillerdi. Terasa doğru bakındım. Orası da doluydu ama elemelerimle iki masa listemdeydi. İki masada da iki genç çift vardı.

Can denilen bu masalardan birinde miydi? Hepsi normal insanlara benziyordu. Çiftler birbiriyle samimiydi. Diğer masada oturanlar sohbet ediyorlardı. Hiç kimsenin gözü üstümde değildi.

Kendime, “Bu masalardan birini okul sınırları içinde görmüş müydüm?” diye sordum. Okulda binlerce öğrenci vardı. Onlardan herhangi biri olabilirdi. Bir kez daha numarayı aradım ama kulağıma götürmedim. Bu kez masaları uzaktan izlemek yerine, Ozan’a da dediğim gibi aralarında yavaşça ilerledim. Bazı telefonlar masaların üstündeydi. Belki de ikinci bir telefondan mesajlarını atıyordu.

Terasa doğru ilerleyecekken telefon araması sonlandı. Aramayı tekrar yapmak için hazırlanırken telefonum çalmaya başladı. O muydu? O değildi. Aşağıdan Berrak arıyordu.

Listeyi kurcaladığımı mı öğrenmişti acaba? Nasıl öğrenecekti ki? Başka bir durum için arıyor olmalıydı.

“Efendim,” diyerek telefonu açtım.

“Her neredeysen yanıma gel, çabuk. Paketin var.”

Afalladım. “Anlamadım? Ne paketi?”

Ne paketi olduğunu söylemedi. “Gelince görürsün, hadi,” dedi ve telefonu kapattı.

Zihnim karışmıştı. Berrak, paketim olduğunu söylemiş olsa da işi başladığımı kimse bilmiyordu. Bir dakika. Kimse değildi. Kahretsin. Hareket etmeden Can’a “Ne yolladın bana?” diye mesaj yazıp yolladım. Sonra da telefonunu eline alan var mı diye insanlara baktım. Ama her yere aynı anda bakmam imkansızdı.

“Buldun mu?” Ozan’ın ne zaman yanıma geldiğini anlayamamıştım. O sırada yanımdan bakımlı bir kadın geçip gitti. “Bulduysan burada öylece dikilmen müşterilere uygun görüntü sunmuyor.” Ozan, müşterilere rahatsızlık vermemek için kısık sesle konuşuyordu. Söyledikleriyle kendimin farkına vardım. Teras girişinde ne kadardır dikildiğimin farkında değildim. Yüzümden bir fire verip vermediğini merak ettim.

“Bulamadım ama Berrak aşağıdan çağırdı,” dedim acelece. “Gitmem gerek.”

Ozan’ı arkamda bırakarak büyük adımlarla masaların yanından geçtim. Merdivenleri inerken telefonum yine titredi.

Yeni işini bir sürprizle kutlamak istedim. :)

Sürpriz.

Hay ben senin. Ne gönderdiği hakkında aklıma en ufak bir düşünce gelmiyordu ama tedirginliğimi bünyemde artık zapt edemediğimi hissetmeye başlamıştım. Merdivenleri hızla inip Berrak’ın yanına vardığımda arkasındaki bölmede duran çiçek buketine gözüm çarptı. Bir gül buketiydi. Hepsi kırmızıydı.

Gönderdiği bu olabilir miydi?

Cevap gecikmedi.

“Sevgilim yok dedin ama sana gelenlere bir bak,” dedi Berrak arkasını dönüp çiçek buketini alırken. “Kimden geldi bunlar?” Çiçek buketini bana doğru uzattı. Başta almak istemedim ama başka ne yapacağımı bilemediğimden almak durumunda kalırken telefonumu cebime koydum.

Söyleyebileceğim bir yalan düşündüm.

“Sandığın gibi bir şey yok,” dedim. “Arkadaşımdan gelmiştir.”

“Tam on beş tane kırmızı gülün var,” dedi çiçeklere beğeniyle bakarken. Gülleri sayması şaşırtıcıydı. “Bence öyle değil ama sen yine de kartına bir bak.” Buketin önünde küçük beyaz bir zarf vardı. İçine bakmak bile istemiyordum. “Anlamını biliyor musun?” diye sordu Berrak.

“Neyin anlamını?” diye karşılık verdiğimde küçük zarfın içinden kartı çıkarıyordum.

“Birine verdiğin güllerin anlamı vardır,” dedi Berrak o sırada. “Mesela bir tane gül verildiyse bu başlangıç demektir. Ya da söz konusu on iki gülse derin bir aşkı ifade eder. Sana yollanan gibi on beş gülün ise birliktelik anlamı vardır.” Karttaki yazıyı okudum. “Bu tür bilgileri nasıl biliyorsun diye sorarsan eğer, Esma’nın nişanlımın babası çiçekçi. Bu bilgiler oradan geliyor.”

Berrak konuşmaya devam ediyordu ama gözlerim karttaki gülücükteydi.

:)

Kartta yalnızca bu simge vardı. Benimle oynuyordu. Benimle kesinlikle oynuyordu. Cebimdeki telefon titrerken kaşlarımı çatmamak için kendimi zor tuttum. Ama bu çiçekleri istemiyordum. Ne yapacağımı ise biliyordum.

“Yani bence arkadaşından falan gelmedi bunlar,” dedi Berrak. “Kim arkadaşına gül buketi yollar?”

“Dediğim gibi anladığın gibi bir durum yok. Arkadaşımdanmış,” dedim düzgün durmaya çalışarak. “Bu arada molam bitiyor. Benim yerime bunları aldığın için sağ ol.”

“Rica ederim.”

Başka bir şey demeden Berrak’ın yanından uzaklaşarak koridora saptım. Restoranın arka sokağına çıkan kapıdan kendimi dışarıya attığımdaysa sinirden çıldırmak üzereydim. Düşüncelerime temiz hava bile iyi gelmemişti ama dışarıya havayı hissetmek için çıkmamıştım. Karşı kaldırıma ilerledim ve elimdeki buketi sokakta bulunan çöp konteynerinin içine yolladım.

Sakinleşmek adına derin nefes alıp verirken Berrak’ın güllerle ilgili söylediği şeyi düşündüm. On beş gül. Birliktelik mi demekti? Can denilen herif bu kadar ince düşünerek ince mesajlar verebilir miydi? Bilmem kaçıncı kez kahretsin. Kendisini tanımıyordum ki.

Telefonum çalmaya başladı.

Mesaj titreşimlerine o kadar alışmıştım ki arayanın başkası olduğunu düşündüm ama öyle değildi. Oydu. Can’dı. Yukarıda kendisini belli etsin diye aradığımda açmamıştı. Aşağıya indiğimdeyse arıyordu. Neden belliydi. Neden aşağıya indiğimi biliyordu.

“Beni rahat bırak artık!” diye telefonu şak diye açtım.

“Sürprizimi beğenmedin mi yoksa?” diye sordu o da normal bir konuşma içindeymiş gibi. “Bence bir teşekkürü hak ediyorum.”

“Sen hiçbir şeyi hak etmiyorsun!”

“Sakin ol güzelim.”

“Bana güzelim deme!” diye çıkıştım hemen. Sesinden gelen hitaplar midemi bulandırıyordu.

“Sadece zararsızca seninle konuşuyorum, güzellik.” Bir daha demişti. “Ayrıca anlaşmaya varacak mıyız, merak ediyorum. Beni bulmaya çalışırken eğleneceğinden eminim.”

“Eğlenecek olan sensin!”

“Haklısın, eğlenecek olan benim ve sana sunduğum şansı kullanmanı tavsiye ediyorum.”

Sesi söylediğini lütuf ediyormuş gibiydi.

“Yoksa ne olur? Yazdığın gibi bildiğini okumaya devam mı edersin?”

Yoksa ben bildiğimi okumaya devam edeyim mi? Bunu istemezsin bence.

“Başka şans vermem,” dedi.

Kaşlarım zaten çatıktı ama duyduğumla daha da çatıldı. Başka şans vermem. O kim oluyordu ki, bana şans verdiğini veya vermeyeceğini söylüyordu? Söyleyemezdi. Onunla bu oyunu oynamayacaktım. Yapmayacaktım.

“Canın cehenneme! Senin dediğin hiçbir şeyi yapmayacağım! Senin bu oyununda yokum!”

Telefonu yüzüne kapatırken öfkeyle soluyordum. Onu bulmamı istiyordu çünkü onu bulurken aklımın kendisiyle meşgul olmasını istiyordu. Ama beni her nereden izliyorsa ona bu zevki vermeyecektim. Yalnızca yukarıya çıkacak ve işimi yapmaya devam edecektim. Bu düşünceyle restoranın kapısına ilerlerken telefonum titredi. Mesajını bile okumak istemedim. Kendisini nasıl görmezden geleceksem, mesajını da görmezden gelecektim.

Ama yapmadım, okudum. Okuduğumla bir şey daha anlamıştım. Nasıl kendisiyle meşgul olmamı istiyorsa, tedirginde olmamı istiyordu. Çünkü yazdığı cümleler bunu hissettirmişti.

Yanılıyorsun, ben her şeyi hak ederim.

Bunu sen de anlayacaksın.

Akşamın diğer sürprizine hazırlıklı ol.

***

Oy ve yorumlarınızı unutmayın.

Sizce diğer bölümde ne olacak?

İnstagram: author.cigdem

Tiktok: __okuyan94__

Nasipse diğer bölümde görüşmek üzere.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bölüm : 01.06.2025 16:01 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...