50. Bölüm

41. BÖLÜM YAVUZ'UN İSYANI

Çerkezkizi
55cerkezkizi055

 

Canlarım ben geldim🌺🌺🌺

 

Hikayemiz git gide sanki daha güzelleşti gibi. Sona doğru giderken içim bir nebze burkuluyor. Her bir karakter farklı bir hikaye. Onları içine girdiğimde kendimi alamıyorum hepsi benden bir parça.

 

Bu hikayenin bu kadar çok sevileceğini bilseydim çok daha önce yazmaya başlardım. Ama hala veto sayılarımiz dolmuyor buda beni çok üzüyor açikcası.
Yani neyi eksik yapıyorum onunda anlış değilim. Size en iyi sekilde hikayeyi ulaştırmaya çalısıyorum. Bazen haftaları alıyor bu bazen ayı. Ama en sonunda size bölümü atıyorum. Bu ladar çaba sarf ederken istediğim bir yorum çok da birşey değil.

 

Umarım artık sadece okuyup geçmez yorumlarınizla da destek olursunuz.

 

Şimdiden keyifli okumalar...

 

Veto sayımız 100 yorum ve 300 beğeni.

 

Sosyal medya hesaplarım📱

 

Tiktok, İnstagram, Kitappad ve Dream
👇👇👇👇👇
(55Cerkezkizi05)
__________________________________________

 

Bir yemin gibi ismin dudaklarımda,
Arıyorum seni şehrin her sokaklarında.
Her köşe bir anı, hepsi ayrı bir yara,
Ben mecnun oldum sevdanın yasağında.

 

Gecelere yazdım seni satırlarımda,
Her gün hayalin, zihnim karanlıklarda.
Günlerim geçmez oldu saçımda aklarla,
Ben seni sevdim, sense yasaklarda.

 

Bir veda, bir ayrılık değildi bizimkisi,
Gidenin gelmeyeceği bir seferdi sanki.
Bir dua, arşa uzanan kalpte izisin,
Bir beyaz gelinlikti hayallerimin resmi.

 

Islak kaldırım taşıydı senden sonrası,
Zifiri karanlık yüreğim uçurum kenarı.
Bir gülüşünle karanlığıma ışık getirdin,
Tuttun elimi, ben bir tek sana yenildim.

 

=55Cerkezkizi=

 

Bölüm şarkısı: Meynyase- Gelin

 

İnsanız… Kadere inanır, bazen boyun eğer, bazen isyan ederiz. Ama insanız işte; sevmeyi, sevilmeyi, var olduğumuzu bilmeyi isteriz. Yaşamayı, doya doya nefes almayı, kalan ömrümüzde mutlu olmayı dileriz.

 

Mutluluk…

 

Ne kadar sade bir kelime, ama içinde ne çok anlam saklı. Her insan için farklı, her yürek için başka bir karşılığı vardır.

 

Kimi için bir çocuğun kahkahasıdır mutluluk, kimi için sabah güneşinin yüzüne düşen sıcağı, kimi içinse akşam sessizliğinde içilen bir bardak çayın huzuru.

 

Aslında mutluluk, çoğu zaman bir hedef değil, bir hâl… Bir yere ulaşınca gelen bir sonuç değil, yaşarken, küçük anların içinde fark edilmeden dokunan bir his.

 

İnsan bazen mutluluğu uzaklarda arar ama o hep yakındadır - bir tebessümde, bir sessizlikte, bazen de içten bir nefeste gizlidir.

 

Mutluluk; kabul etmek, affetmek, şükretmek ve sevebilmektir.
Kendin olabilmek, kimseyi memnun etmeye çalışmadan var olabilmektir.
Geçmişin yükünü bırakıp, geleceğin korkusuna kapılmadan “şimdi”de kalabilmektir.

 

Belki de mutluluk, Leyal Hanım için geçmişle barışmak, Korhan Albay içinse geç kalınmış bir duyguyu kabullenmekti.

 

İkisi de biliyordu; hayat bazen insanı ayrı yollara savurur, ama her kalp kendi huzurunu bulduğu yerde sessizce dinlenir.

 

Leyal hanım bunca yılın ardından yaşadıklarını kaldıramazken bir aşk itirafını nasıl kaldıracak hiç bilmiyordu. Oturduğu duvar dibinden kalkarak doğru düzgün yiyemedikleri yemekler kaldırdı. Masayı ve ortalığı toparlayıp odasına çekildi. Zihni ve kalbi arasında sıkışmış kalmıştı. En iyisi uyumak ve düşünmemek diyerek kendini güzel bir uykunun kollarına teslim etti.

 

*******************

 

Konak bu gece çok sessizdi. Leyal Hanım’ın yokluğu, Yavuz ve Leyla’nın olmayışı o kadar belli oluyordu ki…
Ev halkının bile gözleri onları arar olmuştu.

 

Yenilen akşam yemeğinin ardından herkes çaylarını içmek üzere masadan kalkıp kenar koltuklara yerleşmişti.
Berzan, arkadaşlarıyla ders çalışacağını söyleyip izin isteyerek konaktan ayrıldı.
Asmin ise ertesi günkü sınavına hazırlanacağı için yemeğini yer yemez odasına çekilmişti.

 

Yade Zergül ise oğlu ile konuşmak için doğru zamanı kolluyordu. Nihayet fırsat eline geçmişti.

 

“Yağız, Ali kahya ile Sultan’a de hele, buraya gelsinler. Diyeceklerim vardır, onlar da burada olsun,” dedi.

 

Kimse ne olacağını anlamamıştı, ama Azade Hanım ve Yade Zergül bu konuşmanın ne üzerine olduğunu çok iyi biliyordu.Sultan Hanım ve Ali Kahya da gelince kadro tamamlanmıştı.

 

“Gelin, oturun şöyle,” diyerek sol tarafındaki üçlü kanepeyi işaret etti Yade Zergül.

 

“Hayrola hanımım, bir şey mi oldu?” diye sordu Sultan Hanım. Sesindeki korku çok belli oluyordu.

 

“Oturun hele… Diyeceklerim var hepinize.”

 

Azade Hanım’ın içi, kocasının vereceği tepkiden dolayı kıpır kıpırdı.
Behram Ağa’yı az çok tanıyordu; asla razı olmayacaktı bu işe. Hele Sultan Hanımlar için söyleyecekleri… ona dokunacaktı.
Yıllarca bu eve emek vermiş, bu ailenin bir parçası olmuşlardı. Onlara edilecek her kötü söz Azade’nin kalbine batardı.

 

Yade Zergül, karşısındaki yüzleri tek tek inceledi. En son bakışları oğlu Behram Ağa’da durdu; gözleri kararlı, sesi sertti.

 

“Behram, biz dün gece Yavuz’la uzun uzun konuştuk. Torunum, yıllar sonra odama geldi,” dedi Yade Zergül.
Sesinde hem gurur hem hüzün vardı.

 

“Her yönüyle düşündük, bir karara vardık. Sizler de bu kararın konuşulduğunu bilmeye hak sahibisiniz. Adem oğlum gelmiş, Yavuz’a niyetinden bahsetmiş.”

 

O anda Sultan Hanım’ın yüzü bembeyaz kesildi. Eli kalbine gitti.

 

“Ne kararı? Ne oluyor ana?” dedi Behram, sesi sertleşerek.

 

“Söyleyeceğim odur ki… Adem oğlum, torunum Asmin’e sevdalanmış.”

 

Odada bir anlık buz gibi bir sessizlik…
Ve ardından:

 

Tespih koptu. Taneler taş zemine dağıldı.

 

Behram Ağa gök gürültüsü gibi patladı:

 

“Ne diyorsun sen ana?! Ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?!”

 

“Behram!” dedi Yade Zergül, sesi ok gibi keskin.

 

“Önce sesini bana yükseltmeden konuşmayı öğren. Karşında anan var!”

 

Tam o anda Azade Hanım araya girip elini kocasının koluna koydu.

 

“Behram… ne olur sakin ol. Adem’i yıllardır tanıyoruz, yanlış yapmaz.”

 

“Azade! Sen karışma!” diye kesti sözünü, ama Azade yılmadı.

 

“Biz bu insanlara yıllarca aile dedik. Bu çocuk bizim gözümüzün önünde büyüdü. Bir kız babasısın, biliyorum zor. Ama kırmadan konuşalım…”

 

Behram Ağa öfkeyle başını çevirdi.

 

“Kusura bakma Azade, ama benim kızım daha çocuk! Ve benim… kapımdaki ite verecek kızım yoktur!”

 

Bu söz, Ali Kahya ile Sultan Hanım’ın bağrına ateş düşürdü. Sultan Hanım gözlerini yere indirdi. Ali Kahya’nın yüzü kaskatı kesildi.

 

Yade Zergül’ün sesi bir kez daha yükseldi:

 

“Behram, biz ne zamandır çalışanlarımızı kendimizden aşağı gördük? Adem’i tanımıyormuş gibi konuşma!”

 

Behram bakışlarını sertçe dikti:

 

“Ana, söz konusu benim kızım! O şerefsiz benim kızıma göz dikmiş! Bugün namusuma göz diken yarın kim bilir ne yapmaz!”

 

Orada artık Yağız dayanamadı.

 

“Baba, yeter!” dedi, yumrukları sıkılı.

 

“Adem’e böyle konuşamazsın! O çocuk bu evde büyüdü! Karşında biri varsa o da mertçe sevdiğini söyleyebilen bir adam!”

 

“Sen sus! Erkeklerin sözünde yerin yok,” dedi Behram sinirle.

 

Ama Yağız geri adım atmadı.

 

“Hayır baba! Bu evde biri it"liği ile değil mertliğiyle anılacaksa Adem’dir! Sen yıllardır birlikte yaşadığın insanlara it diyorsun! Bu mu adaletin? Sen kapındaki adamları bile tanıyamamışsın!”

 

Odanın içi gerildi.

 

Ali Kahya utanç içinde kımıldadı.

 

“Beyim, sen kusurumuza bakmayasın… Ben konuşurum oğlanla. Haddini bilir.”

 

Yaren o anda dayanamayıp araya girdi:

 

“Ali amca, olur mu hiç öyle şey!” dedi gözleri dolu dolu.

 

“Kim gönlüne söz geçirebilmiş ki Adem abi geçirsin? Sevmiş. Hem de abime gelip söyleyecek kadar doğru düzgün sevmiş!”

 

Behram Ağa öfkeyle ona döndü:

 

“Sen de sus! Eksik eteğinle erkek işine karışma.”

 

Yaren başını eğdi. Bu sözler ona yabancı değildi… ama yine de yakıyordu.

 

Tam o sırada Yade Zergül bastonunu yere vurdu.

 

“Yeter! Herkes susacak!”
Gözleri alev alevdi.

 

“Behram, sen istesen de istemesen de bu iş olacak!”

 

Ve dimdik duruşuyla odadan çıktı.

 

Yade Zergül’ün baston sesi koridora karışıp uzaklaşırken odanın içi kupkuru bir sessizliğe gömüldü.

 

Behram Ağa, öfkesini yutamadan, nefes nefese kalmış bir aslan gibi döndü Sultan hanım ile Ali Kahya’ya.

 

Parmağını ikisinin yüzüne doğru salladı.

 

“Ya o şerefsiz oğlunuzla konuşup, bu sevdadan vazgeçirirsiniz… Yada eşyalarınızı toplar, bu konaktan gidersiniz!” Sözler odanın duvarlarına çarpıp tekrar herkese saplandı.

 

“Beni anamla sakın ola karşı karşıya getirmeyesiniz! Benim size verecek kızım yoktur. Benim kapımdan içeri damat diye o it oğlunuz giremez!”

 

Azade Hanım’ın eli ağzına gitti.

 

“Behram, yapma! Bu kadar ağır konuşma!” Ama adam geri dönüp bakmadı bile.

 

Sultan hanımın dizlerinin bağı çözüldü.
Elleri birbirine kenetlendi, sesi incecikti:

 

“Beyim… biz size yıllarımızı verdik.
Bir gün gönlümüzü kırmadınız diye dua ederdik.... Meğerse sizin gözünüzde bir değerimiz yokmuş. İçiniz rahat olsun biz oğlumuzu da alır gideriz." Dedi Sultan hanım. Azade hanım sen yapma Sultan der gibi baktı ama zavallı kadının gururu kırılmıştı bir kere.

 

Ali Kahya, hanımının yanına geçti.
Yutkundu , gururu ile sevgisi arasında sıkışmış bir adamdı şimdi.

 

“Hanım… haydi,” dedi usulca.
“Bizim oğlumuz haddini unutmuştur.
Beyim ne dese azdır.” Bazı sözler vardır ki kurşundan daha beter can acıtır.

 

Yaren’in gözlerinden yaşlar süzüldü. Yıllardır kendilerine annelik yapmış kadındı Sultan hanım.

 

Sultan hanım yürümeye davrandı.
Yüreği paramparçaydı ama ağırbaşlıydı.

 

Tam o sırada Yağız bir adım öne çıktı.

 

“Bir yere gitmiyorsunuz!” dedi.
Sesi çatlamış ama kararlıydı.

 

“Bu ev sizin eviniz! Biz sizinle büyüdük!
Biz sizi annemiz, Abimiz bildik!”

 

Behram bey evlatlarında ki, duygusallığı gördükçe tepesi atıyor, dişlerini sıkıyordu.

 

“Yağız! Kes sesini!” diye kükredi. Ama Yağız bu defa susmaya niyetli değildi.
Gözlerini babasına dikti ilk kez.

 

“Baba! Eninde sonunda razı olacağın bir konu için bir aileyi kapı dışarı ediyorsun! Bir ömür emek vermiş iki insanı… Sadece gururun incindi diye mi? Yazık baba sen ki herkezin parmak ile gösterdiği Behram ağaydın. Şu halini biri görse duysa o gıpta ile baktıkları ağaya ne derlerdi hiç düşündün mü? ”

 

Behram ağa tokat yemiş kadar oldu. Oda Ali Kahya ve Sultan'ı asla göndermezdi sadece göz dağı veriyordu. Yinede kendini toparladı hemen sesi bu kez kısık ama tehlikeliydi.

 

“Sen hâlâ bana karşı mı geliyorsun?” Yağız bir adım daha attı.

 

“O insanlara gidin dedin, Adem'e ‘it’ dedin baba. Yıllardır aynı sofraya oturduğun insanlara!”

 

Sultan hanım eliyle Yağız’ın kolunu tuttu, yumuşak bir sesle:

 

“Yapma oğlum… sen de ateşe düşme.”

 

Ama Yağız’ın gözleri hâlâ babasındaydı.

 

“Baba… Eğer bir gün bu evden biri gidecekse… O Sultan teyze ile Ali amca değil, ben olurum. Ve bir daha yüzümü dahi goremezsin.” dedi ve hışımla odadan çıktı. Zeynep sevdiği adamı ilk defa bu kadar öfkeli görmüştü peşinden hemen oda çıktı.

 

Yaren sicim sicim ağlıyordu. Senem ise Amcasına hayretler içinde bakıyordu. Babası neydi ki amcası ne olsundu. Baba vasfı yerine koyduğu amcası da gözden düşmüştü artık.

 

Yaren gözlerini babasına dikti:

 

" Bir kez olsun ya bir kez bizimle gurur duymadın. Sırf kız çocuğu olduğumuz için. Bir kez bize baba sevgisi şefkati göstermedin hep eksik etek olarak kaldık gözünde. Bir gün ama bir gün o eksik etek dediğin kızlarına muhtaç kalma sakın Behram ağa. Senin beğenmediğin o eksik etek herkezin saygı duyduğu hayat kurtaran bir cerrah oldu. Lakin senin gözünde zerre değeri olmadı." Dedi ve içindeki birikmişlikleri kelimelere sığdırmaya çalıştı. Senem ile birlikte odadan çıktılar. Behram ağa tek tek evlatlarını kaybediyordu.

 

Azade Hanım kocasına öfke gözlerini dikti. "Memnun musun" der gibiydi bakışları. Değer miydi bunca tantanaya değmezdi asıl kıyamet Yavuz bunları duyduğunda kopacaktı. Kocası ile oğlunun arası düzeldi diye sevinirken bu olanlardan sonra Yavuz, Behram ağayı asla affetmezdi.

 

Ali Kahya toprağa eğilmiş gibi boynunu eğdi.

 

“Beyim… biz gideriz. Bu eve leke düşsün istemeyiz. Oğlumla da konuşurum.
Bizim yüzümüzden huzurunuz kaçmasın” dedi karısı ile ayaklanıp onlarda kendi odalarına gittiler.

 

Behram Ağa tek kelime etmedi.

 

Yüzünü çevirdi, bir daha kimseye bakmadan, odadan çıktı.

 

Arkasında bir aile bıraktı:

 

Dağılmış. Aşağılanmış.
Ve ilk kez… ona yabancılaşmış...

 

************************

 

" Seni sevmenin bir ölçüşü yok,
Gökteki yıldızlar, yerdeki toprak tanesi şahit vesselam."

 

Yavuz ve Leyla, herkesten uzaktaydı. Şehrin gürültüsü yoktu, insan kalabalığı yoktu. Sessiz ve sakin; aşk kokan bir evde en güzel halleriyleydiler.

 

Güzel ve özel geçen anların ardından, ellerinde kahvelerle Yavuz'un yaktığı ateşin başında oturuyorlardı.

 

Yîlların yorgunluğunu üzerlerinden atmışlardı. Geçip giden senelere inat, her anın tadını cıkarıyorlardı. Zamanın onlardan aldıklarını, iki sevdalı kalan ömürlerine siğdırmaya çalısıyorlardı.

 

Yavuz, Leyla ile keyifli bir sohbetin içinde zamanın nasıl geçtiğini fark etmiyorlardı.

 

Leyla, birden aklına gelen bir şeyle Yavuz’a döndü. Munzurca, hafif yaramaz bir ifadeyle baktı.

 

“Sen gittiğinde buralarda çok şey oldu,” dedi. “Benimle alay ettiler hep.”

 

Yavuz’un kaşları bir anda çatıldı.
Sesi sertleşti ama içinde kıskançlıktan çok sahiplenme vardı:

 

“Kimmiş seninle alay eden? Söyle de aklını alayım onun.”

 

Leyla dudaklarını birbirine bastırdı, gülmemek için kendini zor tuttu.

 

“İnsanlar hep konuştular işte…” dedi nazlanarak.

 

“Ne dediler insanlar?” diye sordu Yavuz, karısının cilvesine uyarak.

 

“Yavuz Ağa’nın nesisin sen, dediler.”
“Terk edilmişliğimi yüzüme vurdular. Daha ne desinler ağam?”

 

Yavuz karısını daha sıkı sardı. Saçlarına uzun bir öpücük kondurdu.

 

“Ben Yavuz’un ömrüyüm…
Aldığı nefes, içtiği su, uyuduğu uyku,
uğruna kendisini sürgün ettiği kadın…
diyemedin mi?”

 

Son sözlerinde yandan hafifçe başını eğdi,
gözleriyle karısını süzdü.

 

Leyla başını oyunbazca salladı.

 

“İh ihhh.”

 

Yavuz tek kaşını kaldırdı.

 

“Hımmm…”
Karısının oyununu çoktan anlamıştı.
Kimin haddineydi Yavuz Miroğlu’nun karısına laf etmek? Zamanında konuşanların dilini susturmamış mıydı zaten?

 

Leyla yüzünü Yavuz’a döndü.
Ellerini onun yüzüne koydu.
Kehribarları yıldız gibi parlıyordu,
aşkla, mutlulukla, adamına aitlikle…

 

“Ben onun…kehribar gözlerime haps olduğu Efuli'siyim , dedim.” dedi.

 

Sonra kocasının dudaklarına naif, ince bir öpücük kondurdu.

 

Yavuz, munzur karısının söyledikleriyle gür bir kahkaha attı.

 

Leyla ise kocasının nadir olarak gördüğü gülen yüzünde takılı kaldı.

 

Seven, sevdiğinin yanında güzelleşirdi.
Yavuz da Leyla'nın yanında olduğu zaman yüzünde güller açıyordu.
O sert, gülmeyen, aksi adam gidiyor; yerine doya doya gülen bir adam geliyordu.

 

“Yavuz, burayı nereden buldun? Çok güzelmiş burası.” dedi Leyla.

 

“Berdan’ın şaheserlerinden biri. Sağ olsun bu gece için bize özel hazırlattı.”
Dediği an, bu gece için verdiği o söz aklına geldi. Başına fena bela almıştı ama yıllardır sevdasına kavuşmak için acı çeken dostuna her şey feda olsundu.

 

Yavuz istemsizce gülünce Leyla meraklandı.

 

“Ne oldu? Bir şey olmuş, sen tebessüm ediyorsun.” Yavuz’u çok iyi tanıyordu.
Durup dururken tebessüm etmezdi.
Altında mutlaka bir şeyler vardı.

 

“Berdan efendi, sadıcı olmamı istedi bu gecenin karşılığında.” dedi ve Leyla’ya gündüz yaptıkları konuşmayı anlattı.

 

Birkaç saat öncesi

 

Yavuz, karısı arabayı yıkarken cebinden telefonunu çıkarıp dostu Berdan’ı aradı.

 

“Alo, Berdan.”
Sesi sertti; alışılmışın dışında gergin bir tını taşıyordu.

 

“Oooo, Yavuz ağam…” dedi Berdan, keyiflendiği her hâlinden belliydi. Cami önünde olup bitenler aklına gelmişti.

 

“Ne yapıyorsan hepsini bırakıyorsun ve bana yardım ediyorsun.”
Bu kez sesi emir gibi, keskin ve dikti.

 

“Hayırdır lan?” diye sordu Berdan merakla. Yavuz ile Bir Cihan Birde Berdan bu tarz konuşabilirdi.

 

“Leyla ve benim için senin şu bungalov evlerinden birini hazırlıyorsun.”

 

Berdan şaşırmıştı. Dostu ilk kez ondan bir şey istiyordu. Azıcık uğraşmak fena olmazdı doğrusu.

 

“Ne yapacaksın orada? Yoksa Leyla yengeyi öldürdün de beraber mi gömeceğiz?” diyerek gür bir kahkaha attı.

 

Karşıdan gelen kahkaha Yavuz’un kanını kaynatmaya yetmişti.

 

“Sana ne lan, piç herif? Ağzını topla, siktirtme bana, puşt!”

 

Berdan, dostunun kudurmuş hâlinden daha çok keyif almıştı. O değil miydi zehir gibi kahveyi içiren? Oh olmuştu ona.

 

“Tamam lan tamam, ağzı bozuk herif. Küfür etme. Sana yardım edeceğim ama bir şartım var; yoksa başka kapıya.”

 

Eline geçen fırsatı iyi değerlendirmeliydi.

 

“Lan tamam, ne istersen yapacağım.”
Pes etmek Yavuz’a yakışmazdı ama mecburdu. İşin ucunda Leyla olmasa, Berdan’ı inim inim inletmesini bilirdi.
Ama kader bu ya… piç herife işi düşmüştü.

 

“Düğünde sadıcım olacaksın. Her şeyle tek tek sen ilgileneceksin. Söz mü lan?”

 

Yavuz yanında olursa, Hasret’i konaktan tereyağından kıl çeker gibi çıkarırdı.
Yoksa gavur damarlı arkadaşı canına okur, vermezdi kızı.

 

“Söz ulan.”
Kaçış yoktu artık.

 

“İnanmam sana! Miroğlu sözü ver.” dedi Berdan, sevgilisine trip atan kızlar gibi omuz silkerek. Sanki Yavuz onu görüyor gibiydi; rolüne kendini fazla kaptırmıştı.
Berdan Marazoğlu’nun çıkarları uğruna her yol mübahtı.

 

“Söz. Yavuz Miroğlu sözü.” dedi Yavuz, dişlerinin arasından zorla çıkararak.
Laf bir kere ağızdan çıkmıştı ama Yavuz çoktan pişmandı. Ama işte… kehribar gözlü Efülisi için değerdi.

 

“Heyytt beee! Seni yaradana kurban! Bungalov köpeğin olsun!” diye bağırdı Berdan.

 

Yavuz hem anlatıyor hem de o anları yeniden yaşıyordu. Başına Berdan gibi bir bela aldığının farkındaydı ama Yavuz verdiği sözden dönmezdi.

 

Biraz daha sohbet ettikten sonra saate bakan Yavuz, vaktin bayağı geçtiğini fark etti. Ateş de yavaş yavaş sönüyordu.
Leyla ile birlikte eve geri geçtiler. Yorucu bir gün geçirmişlerdi. Güzel bir uyku ikisine de iyi gelecekti… Eğer telefonu çalmasaydı.

 

Arayan kardeşi Yağız’dı.
Yavuz içinden sabır dileyerek telefonu eline aldı. Ulan, bir kez ya… bir kez şu şerefsiz kardeşi güzel anlarını baltalamasaydı! Bir insan nasıl oluyordu da her özel anı nokta atışı yakalıyordu?

 

Leyla, kocasının yüzündeki değişen ifadeleri görünce meraklandı ve yanına gelip arayana baktı. Yağız’ın adını görünce yüzünde çiçekler açtı.

 

Bu tebessüm Yavuz’un sinir damarlarını iyice germişti. Bu kadın kendinden başka herkese ayrı bir sevgi besliyordu; bir kendisine yoktu bu ilgi! Yavuz Miroğlu, çocuk gibi karısını kıskanıyordu şu an.

 

Leyla daha fazla dayanamadı.

 

“Açmayacak mısın?” diye sordu.

 

Yavuz burnundan soluyarak telefonu açtı.

 

“Efendim, Yağız?” dedi dişlerinin arasından.

 

“Abi, kusura bakma rahatsız ediyorum ama… konağa gelsen iyi olacak.”
İlk kez bu kadar ciddi konuşuyordu kardeşi. Yavuz bile şaşırmıştı; normalde onu delirtmesi gerekirdi.

 

“Hayırdır lan? Ne oldu da ağır abiye bağladın?” diye sordu şüpheyle.

 

“Abi… burada durumlar biraz karıştı. Babam yine esip gürledi. Bunu yaparken de kırmadık kalp bırakmadı. Ali amcaları resmen konaktan kovdu.”

 

“Ne yaptı? Ne yaptı?”
Yavuz duyduklarına inanmakta zorlanıyordu.

 

“Adem ve Asmin’i öğrendi. Esip gürledi.”

 

Yavuz’un gözlerine öfkeden neredeyse kan indi. Ailesi dediği, kardeşim dediği insanları nasıl kovardı?

 

“Geliyorum.” Sesi konağı yıkmaya gidiyormuş gibiydi.

 

“Yavuz, ne olmuş?” diye soran Leyla’ya kapkara kesilmiş gözlerle döndü.

 

“Gidiyoruz. Hadi.” Leyla’nın soru sormasına fırsat vermeden anahtarları alıp çıktı. Dışarıdaki ateşi söndürdü.
Leyla ise evi toparlayıp ışıkları kapattı ve ardından dışarı çıktı.

 

Kocası bu kadar delirdiyse kesin büyük bir şey olmuştu, ama soru sormaya cesaret edemiyordu. Yavuz dikkatli ama hızlı sürüyordu. Tek korkusu, minik fasulyelerine bir şey olmasıydı. Araba hızlandıkça kasıklarında hafif bir ağrı hissetmeye başlamıştı.

 

“Yavuz… biraz yavaş.” dedi, ama kocası onu duymuyor gibiydi. Yavuz’un aklında tek bir düşünce vardı:
Emektarlarını bir kalemde nasıl kovardı?

 

Leyla bir eli karnında, bir eli kapı kulpunda dua ediyordu; kazasız belasız konağa varmak için.

 

Yavuz bir an sadece bir saniye Leyla’ya baktığında yüzündeki acıyı ve korkuyu gördü.
Arabanın hızına bakınca kendi kendine küfretti:

 

“Senin olmayan aklını sikeyim Yavuz! Karını da korkuttun ya… Allah seni bildiği gibi yapsın!”

 

Leyla gözlerini açtığında araba durmuştu. Yavuz arabayı sağa çekmişti.
Leyla’nın yüzünü avuçlarının arasına alıp:

 

“İyi misin Efulim? Ağrın mı var?” diye telaşla sordu.

 

Leyla, az önceki fırtınanın yerini korkuya ve mahcubiyete bıraktığını görünce hafif bir kızgınlıkla konuştu:

 

“İyiyim ağam. Maşallah öfkeniz dağları aştığı için beni ve minik fasulyenizi unuttunuz.”

 

“Özür dilerim Leyla… bir an gözüm karardı. Düşünemedim. İyisiniz değil mi?”
Yüzündeki mahcubiyet Leyla’nın içini eritti. Yanaktaki avuç içini öptü, ellerini onun ellerinin üzerine koydu.

 

“İyiyiz gerçekten. Ama ne olur öfkeni dizginle. Ne oldu da delirdin bilmiyorum ama… lütfen sakin olmaya çalış. Bir gün bu öfke yüzünden başına bir şey gelmesinden korkuyorum. Beni de anla, ne olur.”
Sesinde anne şefkati, merhameti vardı.

 

Yavuz bu kez karısının alnına sıcak dudaklarını bastırdı. Alnını Leyla’nın alnına yasladı.

 

“Söz Efulim… söz. Behram Ağa, Sultan ablayı kovmuş. Asmin ile Adem’i öğrenmiş.”

 

Bitmeyen dertlerden yorulmuştu.
Karısıyla bir günleri bile huzurlu geçmiyordu. En güzel anlarında bile bir şey çıkıyordu. Şu işleri halledip karısını alıp uzaklaşacaktı buralardan.
Biraz uzaklaşmak ikisine de iyi gelecekti.

 

Leyla, Sultan Hanım’ın kovulduğunu duyunca irkilerek ellerini çekti.

 

“Ne duruyorsun be adam? Sürsene şu arabayı! Ne demek evden kovmak? Amcam kafayı mı yedi?” diye sinirlendi.

 

“Ne oldu Leyla Hanım? Bana sakin ol diyordun; bakıyorum sen de coştun? Kehribarların karadenizi aratmıyor.” diyerek onunla dalga geçti.
Arabayı çalıştırıp bu kez daha sakin bir hızla yola koyuldular.

 

Yirmi dakika sonra konakta durdular ama Yavuz’un içindeki fırtına hâlâ dinmemişti.
Karısına arabayı yavaş süreceğine söz vermişti ama içeride sakin kalacağına dair bir şey diyemezdi.

 

Ali Kahya ile Sultan Hanım ise Adem’le konuşmuşlardı. Ne söyledilerse genç adamı ikna edememişlerdi.
Adem’in tek söylediği:

 

“Asmin’i bırakmam.”

 

Ali Kahya, oğluna söz geçiremedikçe sinirlenmiş ve o sinir ilk kez Adem’in yüzüne tokat olarak dönmüştü.

 

Genç adamın başı yana düşmüş, hiç ses etmemişti. Gözlerinde ne kırgınlık, ne öfke, ne de kızgınlık vardı.
Sadece kocaman bir hayal kırıklığı…

 

Sultan Hanım ve Zehra ise korkuyla bakakalmışlardı; elleri yüreklerinde…

 

“Ali Bey, ne yaptın sen! Böyle mi çözeceğiz sorunları? Bir kız yüzünden birbirinize mi gireceksiniz?”
Sultan Hanım, yıllardır yıkılmaz sandığı yuvasının duvarlarının sarsıldığını iliklerine kadar hissediyordu.

 

“Ya oğlum sen! Bir kız için bizi ezip geçecek misin? Yazık, biz ne zaman bu hâle geldik?” dedi ve yanındaki kanepeye adeta yığıldı. Gözlerinden yaşlar sicim gibi dökülüyordu. LlBir yanda dokuz ay karnında taşıdığı, emzirdiği oğlu…
Bir yanda yıllardır aynı yastığa baş koyduğu kocası… Kalbi ikiye bölünmüş gibiydi.

 

Zehra ise artık ne yapacağını bilemez durumdaydı. Annesinin gözyaşlarına mı koşsun, abisine mi destek olsun, yoksa başı önüne düşmüş, çökmüş bir hâlde oturan babasının omzuna mı dokunsun?
Bir sevda nasıl olur da iki aileyi paramparça ederdi… Şaşkındı.

 

Adem, annesinin bu perişan hâline dayanamadı. Ama Asmin’den vazgeçmesi de mümkün değildi; kalbi buna izin vermiyordu.

 

“Ben bu konaktan gideceğim… ama asla sevdiğim kadından vazgeçmeyeceğim.”
Sesi titremedi; kararlıydı.
Sözlerini bıraktığı gibi hızla odadan çıktı, ardında fırtına gibi bir sessizlik bırakarak.

 

Yavuz, konak kapısından içeri öfkeyle girdi. Bu gece o konakta çok şey değişecek, yer yerinden oynayacaktı.

 

“Behram AĞAAAA!”
Bağırmadı… resmen kükredi.
Leyla, sesindeki tonla bile ürpermişti.
Kocasının öfkesine kimse denk gelmesin diye dua ederdi; çünkü onun öfkesi kimseyi sağ bırakmaz, kimsenin izi silinmeden geçmezdi.

 

Yavuz bir kez daha bağırdı, bu kez tüm gücüyle:

 

“Behram Ağa! Gel de bir de benim yüzüme söyle… kim gidecek bu konaktan!”

 

Tüm konak, Yavuz’un sesiyle inledi.
Odaların kapıları tek tek açıldı; herkes korkuyla başlarını uzattı.
Behram Ağa ise aslan gibi kükreyen oğlunun karşısına yavaş adımlarla, ağır ağır gelip dikildi.
Yağız, abisini sakinleştirmeye çalışıyordu ama nafile… Ok yaydan çoktan çıkmıştı bir kere...

 

“Geldim işte Yavuz Ağa. Ne deli danalar gibi bağırıyorsun?” dedi Behram Ağa.
Az önceki öfkesinden eser yoktu; yüzü sakindi, dudakları buz kesmişti.

 

“Sen kimsin?” dedi Yavuz, sesi titreyen bir dağın çöküşü gibiydi.

 

“Hakikaten soruyorum: Sen kimsin? Çünkü ben seni tanıyamıyorum. Bir bakıyorum ‘Bu adam benim babam.’ diyorum… Sonra öyle bir şey yapıyorsun ki, ‘Yavuz, bu adam gaddar bir ağa.’ diyorum.”

 

Sözleri Behram Ağa’ya sert bir tokat gibi çarpıyordu. Ama Behram Ağa karşılık vermedi. Oğlunun içine birikmiş ne varsa dökmesini bekliyordu.
Bekliyordu, çünkü aralarındaki o yıllardır araya mesafe koyan bağ… eğer şimdi koparsa, geri dönüşü olmayacaktı.
O bağ çoktan kangren olmuş gibiydi, ama belki bir umut… bugün temizlenebilirdi.

 

"Ya bunca yıl sana, ailene emek vermiş insanları bir çırpıda nasıl kovarsın? Nesin sen, kimsin? Onlar senin çalışanların değil, bunu önce aklına koy. Onlar bu ailenin birer üyesi."

 

Yade Zergül, adalet dağıtan torununa gururla baktı. Şu an karşısında sanki rahmetli eşini görüyordu: duruşu, tavrı, konuşması… Gözlerinden çıkan o ateşle Berzan Miroğlu, torunu Yavuz’da yeniden can bulmuş gibiydi.

 

"Yetmedi değil mi? Sana bir Yavuz yetmedi! Ulan benim elimden çocukluğumu aldın, gençliğimi aldın, beş yılımı çaldın ama yine de yetmedi. Çünkü sen Behram ağasın!" Babasına ilk kez böyle sesini yükseltiyor, ilk kez saygısını zorluyordu.

 

Behram ağa ise karşısında put gibi durmuş, oğlunun içindeki zehri kusuşunu sessizce izliyordu.

 

Sesleri önce Adem duydu, ardından Sultan Hanım, Ali Kahya, Zehra ve Sevda da koşup geldi.

 

Ama Yavuz’un gözleri babasından başkasını görmüyordu.

 

"Çocuktum ben ya… çocuktum! ‘Ağa olacaksın, büyü,’ dedin. Sen o ihtişamlı ağalığın peşinde koşarken ben kardeşlerime hem abilik hem babalık ettim. Hastalandılar, ben baktım. Dertleri oldu, ben koştum. Yaramazlık yaptılar, ben üstlendim. Küçücük yaşımda ben baba oldum!"

 

Azade Hanım merdiven başına oturmuş ağlıyordu. Yaren, abisine içi giderek baktı. Yağız ise ancak şimdi anlıyordu abisinin omuzlarındaki yükü. Kendisinin büyümesi Yavuz’a göre çok daha kolay olmuştu.

 

Asmin ise hem abisi hem babası olan adama gözyaşlarıyla bakıyordu.

 

Leyla, kehribar gözlü dilber… Kocasının arkasından sarılıp, çocukluğunda aldığı yaraları bir bir öpmek istiyordu. Boşuna sevmemişti bu adamı. Deliydi, gözü karaydı, ne yapacağı belli olmayan bir öfkesi vardı ama kalbi… kalbi pamuktan bir cennetti.

 

"Sen babalık mı yaptın da şimdi onların üzerinde hak iddia ediyor, benim ailem dediğim insanları kovuyorsun? Sen benim evlatlarıma karışamazsın, duydun mu beni! Ben onların abisi olmaktan önce babasıyım!" Her bir sözü Behram ağanın kalbine kurşun gibi saplanıyordu.

 

Yavuz ne dese haklıydı.
Behram, evlatlarına babalık yapamamıştı. Ama o zamanın şartlarında öyle olması gerektiğine inanmıştı.
Kardeşi gitmişti, bütün yük onun omuzlarındaydı. Babası erken ölünce iyice sıkışmıştı. Çocuklarına disiplin ve dayak arasında sıkışmış bir “babalık” kalmıştı geriye.

 

"Senin kapıda ‘it’ diye beğenmediğin o çocuk var ya… benim hayatımı kaç kez kurtardı, haberin bile yok. Bugün ben burada karşınızdaysam, o çocuk sayesinde! Sen onun gibi bir damadı diyar diyar arasın bulamazsın. O öyle mert, öyle delikanlı biri! Ona it derken kırk kere düşün. O benim kardeşim!"

 

Adem’in gözleri doldu.
Bu adama boşuna “abi” dememişti.
Yavuz Miroğlu gibisi kolay kolay gelmezdi dünyaya.

 

"Senin bir çırpıda gözden çıkardığın o insanlar var ya… sen yokken bize annelik, abilik, babalık ettiler! Şimdi gelmiş, ‘ağayım’ diye onları kovuyorsun öyle mi?"

 

Behram ağa bir şey söylemek istiyordu ama oğluna verecek cevabı yoktu.
Çünkü Yavuz Miroğlu, her kelimesiyle yargı dağıtıyordu.

 

"Ben…" diyebildi sadece.

 

"Sen ne sen! Sen benim babamsın. Sana bir gün olsun saygısızlık etmedim, bir gün olsun karşına dikilmedim. Lan ben beş yıl sevdiğimden sırf ‘gelmesin’ dedin diye uzak kaldım! Sen önce benim heba olan yıllarımın hesabını ver!"

 

Sesi sonlara doğru kısıldı.
Boğazındaki kocaman yumru gözyaşına dönüşüp aktı. Yavuz, ailesinin yanında ilk defa acîlarını gösterip ağlıyordu. 5 yıl geçmisti ama nasıl geçmisti kimse bilmiyordu. Azerbaycan da yaptığı kazadan kimsenin haberi yoktu.

 

"Neden sevmedin bizi baba? Niye yaranamadık biz sana?" Sesi düşmüş sadece sorguluyordu. Tıpkı bir çocuğun o masum haliydi neden diyordu.
Dizlerinin üstüne çökmemek için zor direniyordu. Şimdi konuşan ağa Yavuz değil, çocuk Yavuz’du.

 

"Neden bir kere olsun başımızı okşamadın? Bende çocuktum be neden beni görmedin omzuma sorumluluk yükledin? Neden bir kez olsun gururunu bırakıp başımızı okşamadın? Değdi mi baba? Ağalık sevdana bizi heba etmene değdi mi?" Behram ağanın içinde depremler oluyor babalığI yerle bir oluyordu. Oğlu mezarını kazmış üzerine kürek kürek toprak atıyordu.

 

"Ne beni beğenebildin… ne de senin gözüne girmek için Türkiye’nin en iyi cerrahı olmaya çalışan Yaren’i. Bir tek Yağız seni gururlandırdı. Bir tek ona gururla baktın. Şimdi sıra Asmin ile Berzan’a mı geldi? Yedirmem onları sana, bunu iyice bilesin."

 

Burun kemerini sıktı, gözyaşını sildi.

 

"Asmin ve Adem evlenecek ama şimdi değil. İkisi de mesleklerini eline alınca. Ama en azından kimseye laf söz olmaması için yüzük takacağız. Sen de istersen baba olarak yanımızda olursun, istemezsen karşımızda durursun. Sultan ablalar bu konakda kalacak. Rahatsız olursan gidebilirsin bunuda bil." Yavuz'un babası ile hesabı bu şekilde kapanmıştı. Bu saat den sonrada hayatinda sadece Behram ağa olarak kalacaktı.

 

Asmin ve Yaren koşup abilerine sarıldılar. Yavuz iki kız kardeşini de kanatları altına aldı.

 

Bazı kızlar babadan yana şanssız olurdu ama mükemmel bir abileri olurdu.
Yaren ve Asmin de eşi benzeri olmayan bir abiye sahipti.

 

Zeynep ve Senem ise birbirlerine sarılmış ağlıyorlardı. Onların da derin yaraları vardı. Onlar da böyle bir abiye sahip olmak isterdi ama kader, onlara hayatın en acı tarafını göstermişti.

 

Yade Zergül, bastonunu yere sertçe vurdu. Artık susmaya yüreği el vermiyordu.

 

“Ben size demedim mi? Lafımın üstüne laf istemem! Bu çocuklar evlenecek dediysem evlenecek! Bu konağın ağası Yavuz ise onun sözü emirdir ve sorgulanamaz!” diye haykırdı. Sözleri, torununun arkasında nasıl dimdik durduğunu açıkça gösteriyordu.

 

Behram Ağa, birbirine kenetlenmiş evlatlarına dolu dolu gözlerle baktı. Oğlunun söylediği her kelime, sanki yüzüne çarpılan bir tokat gibi onu kendine getirmişti. Annesinin sözleri ise bıçak gibi nefesini kesmişti. Zar zor toparladı kendini.

 

"Sen konuştun, ben dinledim. Şimdi ben konuşacağım, sen dinleyeceksin Yavuz Ağa.” dedi. Ayakta duracak hâli kalmadığı için avludaki sedire geçip oturdu.

 

Bu kez bütün gözler ona çevrilmişti; herkes ne diyeceğini merak ediyordu. En çok da Azade Hanım ile Yade Zergül…

 

“Haklısın!” diye başladı, sesi yorgun ama kararlıydı. “Her sözünde, her isyanında haklısın. Ben size layığıyla baba olamadım. Bana yüklenen sorumlulukların altında ezildim.”

 

Sözleri avluya dökülürken, iç dünyasında bambaşka bir fırtına kopuyordu.

 

“Ben yokken küçücük oğlum baba olmuş…
Ben babalığımı minicik bir çocuğun omzuna yüklemişim.
Senin o çocukların üzerinde ne hakkın var Behram? Bak… onlar birbirine kenetlenmiş. Ama senin yanın bomboş.
Çünkü sen… babalıkta sınıfta kaldın.”

 

Sanki kendi yüreğine kendi eliyle bıçak saplıyordu.

 

“Evin direğini tuttum sandım, meğer evlatlarımı kendi elimle yalnız bıraktım.
Kıyamazdım onlara… ama en çok onları kıyıda köşede bırakarak kıymışım.
Baba olmak bu muydu Behram?
Sen baba olmayı konağın duvarlarına, ağır sorumluluklara, aşiretin yüküne feda ettin. Kaldıramadın… kaçtın… sustun.”

 

Derin bir nefes aldı, avluya bakan gözlerinde yılların pişmanlığı birikti.

 

“Ben her birinizi ayrı ayrı sevdim.” dedi. “Ama sevgimi göstermeyi bilemedim. Babamın çizdiği yolda yürürken sizi ne kadar ihmal ettiğimi fark edemedim.”

 

O an, Yavuz’un bebekliğini düşündü. Günlerce başında beklediği, Azade Hanım’ı bile bezdirdiği günleri… Oğlu olmuştu geleceğin ağası olacaktı.....
Sonra Yağız’ın doğduğu günkü gururunu… Ve Yaren. Onu hatırladığında yüzünde acı bir tebessüm belirdi. Mavi gözlerde esir düşüşünü, gecelerce kokusunu için için çekerek bağrında uyuttuğu geceleri…

 

“Hanım, ben bunu nasıl bırakayım? Şu gözlere bakmadan uyku bana haram.” dediği günleri…

 

Ama en çok ikizler zorlamıştı onu. Sabaha kadar ağlayan, kendisini uykusuz bırakan o iki minik can. Yine de Azade Hanım yoruluyor diye ondan önce koşan kendisiydi. Alır ikisinide kollarına hem sever hemde sakinleştirirdi.

 

O evlatlarından nefret eden bir baba değildi; tam tersine onlara âşık bir babaydı.

 

Ne var ki babasının ölümüyle dengesi bozulmuş, yükler artmış, Berwan Bey’in gidişi sırtındaki ağırlığı katlamıştı. Konak, şirket, aşiret derken o da kaybolmuştu. Evlatlarına yetememek onu sinirli, öfkeli ve kırıcı bir adama çevirmişti.

 

“Ben sizi sevdim ama gösteremedim.” dedi. “Senin sözlerin bana ders oldu evlat… beni kendime getirdi. Ben yolumdan şaşmıştım, sen doğruyu gösterdin. Öfkeme yenildim, sen adaleti sağladın. Sen hepimizden üstün bir ağa oldun. Sen herkezden cok babasın.”

 

Yavuz’un hem konağı hem aşireti hem de işlerini nasıl ustalıkla yürüttüğünü düşündü. Oğlu burda yokken bile neden o ladar çok saygı gördüğünü simdi anliyordu. Kendisi beceremezken oğlu herseyi tek yek yoluna koyiyor sorunlar cözülüyordu. Onun tek eksik yanı karısına olan hatasıydı. Ama herseye rağmen Leyla’nın ona nasıl omuz verdiğini… Yavuz’un yokluğunda nasıl tek bakışıyla her şeyi çözdüğünü… Gururlaniyordu oğlu hayatında en büyük iyiliği Leyla ile evlenmekle yapmıştı.

 

“Özür dilemeye yüzüm yok ama… siz bu cahil babanızı affedin. Bir gün ben de babam gibi gidersem gözüm arkada kalmasın. Hepinizle gurur duyuyorum… sizi çok seviyorum.”

 

Sanki yılların günahını çıkarıyordu.

 

“Yavuz! Sen benden çok daha iyi bir baba olacaksın. Leyla kızım… bebeğiniz çok şanslı. Yağız! Hep gururum oldun. Bir gün senin çocukların da seninle gurur duyacak. Yaren!” dediğinde sesi yine titredi. Mavi gözlerde boğulmak istediği tek kişiydi kızı.

 

“Sen hep asiydin, hep baş kaldırdın bana. Böyle kal kızım. Kimse seni üzemesin. O deniz mavisi gözlerinden yaş akmasına izin verme.”

 

Sonra ikizlere döndü.

 

“Berzan! Deden gibi, abin gibi sözüne sadık, adaletli ol. Asmin’im… nazlı çiçeğim… kırılgansın ama konu ailen olunca aslan kesildiğini bilirim. Doğru bildiğin yoldan şaşma kızım.”

 

Ardından Ali Kahya ile Sultan Hanım’a baktı.

 

“Kusuruma bakmayın. Aile arasında olur böyle şeyler. En kısa zamanda yüzükleri takarız. Bu konak size çok şey borçlu.” dedi ve kimseye bakmadan merdivenlere yöneldi.

 

Boynu bükülmüş, yenilmişti.
Ve farkındaydı: Evlatlarının gözünde babalık sınavından çoktan kalmıştı.

 

Yavuz, omuzları düşmüş perişan hâlde yürüyen babasına baktı. Vicdanı yine ağır bastı; aklı hak etti diyordu kalbi yazık oda bildigi ladar baba okdu diyordu. kıyamadı. Yine merhameti esir aldı kalbini de aklını da...

 

“Baba!” diye seslendi.

 

Behram Ağa dönmeye bile utanıyordu ama yine de başını azıcık çevirdi.

 

Yavuz iki adımda yanına geldi, elini öptü, sonra boynuna sarıldı. İlk kez gerçekten babasına doya doya sarılıyordu.

 

Behram Ağa’nın yıllardır tutmaya çalıştığı gözyaşları artık daha fazla dayanamadı. Yanaklarından süzüldü.

 

“Oğlum…” dedi.
Sanki dilinin ucunda yıllardır biriktirdiği bütün “oğlum”lar aynı anda dökülüyordu.

 

Kollarını kaldırdı, oğlu Yavuz’a sarıldı.
Bir baba, kendi oğlunun kollarında çocuklar gibi ağladı…
Omuzları sarsıla sarsıla, yılların yükünü bırakarak.

 

Behram Ağa, kendinden çok; bu konağa, bu aşirete ve evlatlarına baba olan oğluna sarıldı. Yılların birikmişliği kolay kolay silinecek gibi değildi ama… zamana ihtiyaçları vardı.

 

Yavuz’un omzunun üzerinden baktığında önce iki kızını gördü, ardından yan yana duran iki oğlunu. Kollarını açtı.

 

“Gelin buraya.” dediği anda, Asmin ile Yaren koşarak babalarına ve abilerine—sarılmak için ilk atılanlar oldular. Ardından Yağız ile Berzan da onlara katıldı.

 

Ailenin yıllardır beklediği o sarılış, avlunun ortasında bir sızı gibi değil; tam tersine bir merhem gibi yayılıyordu.

 

Herkes, bu duygu dolu ana şahit olmaktan utanır gibi başını eğdi.
Yalnızca Azade Hanım’ın gözleri bu manzaraya dayanamadı. Elini ağzına götürdü, içli içli ağladı. Ailesi dağılmak üzereyken, yeniden toparlanmıştı. Bütün bunlar- ilk gözağrısı Yavuz sayesinde olmuştu.

 

Yade Zergül ise gözleri dolu dolu, şükür dolu bir nefes aldı. Hane içinde küslük, kırgınlık görmek istemezdi. Ellerini semaya kaldırıp Rabbine dua etti.

 

Her şey nihayet tatlıya bağlanmıştı. Elbette bazı yaraların iyileşmesi zaman alacaktı. Bunu yaşayarak, ilerleyen günlerde hep birlikte göreceklerdi.

 

Leyla, ışıltılı gözleriyle ailesine baktı. Aklına gelen düşünce içini kıpır kıpır edince dayanamadı:

 

“Miroğlu ailesi, yeter da bu kadar dram! Unuttunuz mu düğünümüz var? Hasret ile Berdan’a dillere destan bir düğün yapmayalım mı?” dedi neşeyle.

 

Herkes, Leyla’ya gülerek baktı. Haklıydı.
Konağın taş duvarları bir kez daha davul zurna eşliğinde şenlenecekti.

 

“De haydi, herkes odasına o zaman! Gecenin bir körü oldu, siz hâlâ ayaktasınız!” diye söylenip herkesi odalarına kovan ise yine Yade Zergül oldu.

 

Herkez odalarına çıkarken, balkondan gökyuzüne baktı. Sanki kocası ordaydı ve onu gorüyordu. Suskunluk içinde bir anlasmaydi aralarindaki hiç konuşmadı ama bakan goren biri olsa gozlerinden çok seyi okurdu. Rabbine bir kez daha hamd etti ve usul usul odasına gitti.

 

Leyla ve Yavuz odalarına çıkar çıkmaz Leyla kocasina sıkıca sarıldı. Gormediği yaraları yüreğini kanatmiştı. Avluda yapamadıgını odalarında rahat rahat yapıyordu.

 

Senem,Yaren'i odasina götürurken Yağız kolundan tuttuğu kadinı kimse gormeden kendi odasına cekistirerek götürdü.

 

" Tek kelime etme eli maşalı sadece sana sarılıp uyumaya ihtiyacim var. Beni göğsünde uyut kadın." Dedi Zeynep ilk defa cesaretini toplayarak sevdigi adamla aynı yatağa girdi ve Yağız'ı göğsüne yatırdı.

 

Böylece koskoca, zorluklarla dolu bir günü tatlıya bağlayarak odalarına çekilen konak sakinleri, derin ve huzurlu bir uykuya kendilerini bıraktılar.....

 

**************************

 

" Bin hüzne, bin ayaza sığdırdım sevdamı,
Bir geldin yıktın tüm olmaz duvarlarımı..."

 

Aradan geçen iki gün, koşuşturmalı ve yoğun geçmişti. Kadir gelmiş, yurt inşaatı başlamış ve çalışmalar hızlı bir şekilde ilerlemişti. Yavuz ise Berdan’ın düğünü için her detayı en ince ayrıntısına kadar planlamış; geriye sadece gelinlik ve damatlık seçimi kalmıştı.
Elbette Berdan, bu süreçte her zamanki gibi Yavuz’u deli etmeyi başarmıştı.

 

Leyal Hanım, duyduklarından sonra derinden sarsılmış; oldukça üzülmüştü. Eltisi Azade Hanım’a Korhan Albay ile yaşadıklarını anlatıp akıl istemişti. Azade Hanım, ilk önce şaşırsa da kısa sürede toparlanmış, eltisinin böyle bir mutluluğu fazlasıyla hak ettiğini söylemiş, “Eğer gönlün istiyorsa, sakın geri durma.” diyerek onu cesaretlendirmişti.
Fakat Leyal Hanım, geçmiş kırgınlıkların gölgesinde… yeniden bir eli tutmaya hazır değildi.

 

Leyla ise kızlarla birlikte hummalı bir kına gecesi hazırlığı yapıyordu. Hasret’e büyük bir sürpriz olacaktı. Kaldıkları evi, organizasyon şirketiyle iş birliği yaparak adeta baştan yaratmışlardı. Geriye sadece Hasret’i kandırıp oraya getirmek kalmıştı ki… o işin en kolay kısmıydı.

 

Bu sırada Zeynep, Kadir abisiyle konuşup Yağız’la ilişkilerini artık netleştirmek istediklerini, aralarındaki bağa bir isim koymayı düşündüklerini söyledi. Kadir bu duruma olumlu yaklaşmıştı fakat içindeki bir ses, kız kardeşini bir teğmene emanet etmek fikrini hâlâ hazmedemiyordu. Abi kıskançlığı adeta paçalarından akıyordu.

 

Yaren ise bu süreçte sevdiği adamla bir iki defa zar zor gorüsebilmiş geleceğe dair planlar yapmişlardı.

 

Gün akşama devirmişti. Leyla’nın şehrin dışındaki evi ışıl ışıldı. Her yer aydınlatılmış, masalar kurulmuş, misafirler çoktan gelmişti. Geriye sadece gelinin gelmesi kalmıştı.

 

Leyla, Hasret’i “dertleşelim” diye kandırıp getirmiş; gelirken de kızlara “Geliyoruz.” diye mesaj çekmişti. Hasret heyecanla Leyla’ya gelinlik provasını anlatıyordu. Berdan’ın gelinliği görmek için kırk takla attığını ama gelinlikle onu göremediği için isyan ettiğini söylüyor; Leyla da dostunun mutluluğu ile mutlu oluyordu. Onlar her şeyin en iyisini hak ediyordu.

 

Eve geldiklerinde arabayı park edip indiler. Hasret, evdeki bütün ışıkların yandığını görünce şaşkınca durdu.

 

“Leyla, evde birileri mi var? Baksana bütün ışıklar yanıyor.” diye merakla sordu.

 

“Bizim kızlar var ya, hazırlık yapacaklardı.” diyerek geçiştirdi Leyla.
Tam o sırada çelik kapı açılır açılmaz tüm ışıklar söndü.

 

“Haydaaa…” dedi Hasret, şaşkınlıkla. “Bu da neyin nesi şimdi?”

 

“Elektrikler kesildi. Neyse, jeneratör devreye girer birazdan. Gel, biz bahçeye geçelim; kızlar ordadır.” dedi Leyla ve telefonun ışığıyla yol gösterdi.

 

Bahçe kapısından içeri girdiklerinde bir anda ışıklar yandı ve kızlar hep bir ağızdan:

 

“Sürpriiiiiz!” diye bağırdılar.

 

Hasret karşısındaki kalabalığı görünce neredeyse küçük dilini yutacaktı. Şaşkınlıktan gözleri büyüdü, nefesi yarıda kaldı.

 

“Seni kına gecesi yapmadan mı gelin edecektik Hasret Hanım?” dedi Leyla gülerek.

 

Zeynep, elindeki bindallıyı Hasret’e uzattı.

 

“Hadi bakalım gelin hanım, giy de gel; misafirler seni bekliyor.” dedi.

 

Hasret bindallıyı alırken gözlerinden yaşlar süzüldü. Böyle bir dostluk yoktu… Leyla, onun hayatındaki en büyük şanstı.

 

Kızlar birlikte alt kattaki misafir odasına geçip hızlıca Hasret’i hazırladılar. Leyla da yöresel bir dallama giydi. İkisi de hazır olduğunda odadan çıktılar.

 

Organizasyon ekibinin yönlendirmesiyle davul eşliğinde, gösterişli bir giriş yaptılar. Yemekler yenildi, oyunlar oynandı. Sıra kınaya geldiğinde Hasret üzerini değiştirmek için tekrar içeri götürüldü. Bu defa kına elbisesini giydi; başına al duvak örtüldü. Kızlar ellerinde mumlarla bir köprü oluşturdu.

 

Arka fonda ise kına türküsü yavaşça çalmaya başladı:

 

Mendil eline,
mendil verin geline,
kınaları yakın gelinin ellerine.

 

Allayın pullayın,
kocasına yollayın,
bağlayın sallayın gelini uğurlayın.

 

Kınalar eline,
al kuşak beline,
gelin oldun gidiyorsun kendi evine.

 

Elindeki kınalar,
kalbindeki sılalar,
ben giderim ağlaya ağlaya…

 

Şarkı ilerledikçe mum ışıkları titriyor, bahçe masalsı bir havaya bürünüyordu.
Hasret, al duvağın altında ağır adımlarla yürürken gözleri buğulanmış, yüzüne derin bir duygu çökmüştü.

 

Derken… tam karşılarında biri belirdi.
Berdan.

 

Elinde bir buket çiçekle duruyordu.
Hasret onu görünce donup kaldı, gözleri dolarken dudakları titredi. Sevdiği adamı o hâlde görmek içini ısıttı.

 

Berdan’ın yüzünde ise heyecan, sevgi ve hafif bir endişe vardı. Hasret ona her yaklaşışında kalbi göğsüne sığmıyor, nefesi hızlanıyordu. Gözlerinde “şükür” vardı; sanki Hasret’in canlı olduğuna bile zor inanıyordu.

 

Hasret tam karşısında durdu. Berdan buketi ona uzattı. Gözlerinden bir damla yaş süzüldü. Bu anı öyle çok hayal etmişti ki… Ne kabuslar görmüş, ne geceler uyanmıştı. Ama şimdi rüya değildi. Hasret kanlı canlı, karşısında duruyordu.

 

Yavuz, dostunun omzuna elini koyunca ancak o zaman rüya olmadığına emin olabildi.

 

Hasret ile Berdan yan yana sandalyelere oturdular. Yaren, Senem’in tuttuğu kına tepsisinden bir parça kına aldı.

 

“Gelin elini açmıyor!” diye bağırdı Yezda Hanım. Gözleri yaşlı, ama yüzünde gururlu bir tebessüm vardı.
Hasret’in avucunu tutup içine bir tam altın bıraktı. Yaren kınayı yakıp eldiveni geçirdi.

 

Bu defa Yezda Hanım kendi parmağına da biraz kına alıp:

 

“Gelinimin değil… kızımın kınasını yakıyorum.” dedi, ağlamaklı sesiyle. O an ordaki bulunan herkezin gozleri dolmuş ağlamışlardı.

 

Tek bir kişi hariç Jiyan... O haset ve nefretle izledi bütün gece kınayı. Özellikle Leyla'ya olan bakışları nefret kusuyordu. Abisine ise Hasret'i hic yakıştırmiyordu.

 

Hasret’in elini öptü Yezda hanım , ona da bir tam altın koyup kınasını yaktı, eldivenini bağladı.

 

Hasret, annesinin yanında olmasını ne çok isterdi… Ama zalim babası izin vermezdi. Merhametsizden merhamet beklenmezdi zaten.
Yine de içi burkuldu, boynu büküldü.

 

Berdan onun duygusunu sanki uzaktan bile hissetmiş gibi, kınalı elini tuttu.

 

“Ben buradayım.” dedi.
Hasret minnetle baktı ona.
İyi ki vardı.
İyi ki kalbi böyle güzel bir adamı seçmişti.

 

Sıra Berdan’ın kınasına gelince Yavuz eğilip kınayı yaktı. Sonra fırsatı kaçırmayıp yüksek sesle:

 

“Azade Hanım! Damada yok mu altın?” diye sordu. Aslında olmadığını biliyordu, sırf Berdan’a gıcıklık olsun diye sormuştu.

 

“Kolay mı? Babayiğit, mert bir damat veriyoruz. Bizim oğlumuzun boynu bükük mü kalsın? Onun da altını olmasin mı boynu bükük mü kalsın!” dedi Azade Hanım gururla.

 

Elindeki iki Reşat altınını Berdan’ın yakasına taktı.

 

Berdan, Yavuz’a ters ters bakarken Yavuz sırıtıyordu. Yedi kocalı hürmüzdeki gibi sesini pelteklestirip orda ki hürmuz gibi konuştu.

 

“Oğlum bak, sayemde iki Reşat altının oldu.” dedi. Kahkaha sesleri havada uçuştu.

 

Berdan kaşlarını çatıp ona kısa bir bakış attı.

 

“Sen görürsün…” Kina yakılmıstı.

 

Berdan, Hasret’in duvağını açıp alnına dudaklarını bastırdı. Arka fonda çalan müzik eşliğinde el ele ortaya çıkıp gecenin kapanış dansını etmeye başladılar.

 

Yavuz, Leyla’yı kolunun altına alıp karısına aşkla baktı. Her şeyi mükemmel ayarlamıştı; karısıyla gurur duyuyordu. Ama bir çift göz, uzaktan onlara kıskançlıkla kilitlenmiş, bulunduğu yerde adeta kuduruyordu.

 

Gece bitti, herkes evine dağıldı. Onları yarın daha yorucu bir gün bekliyordu. Antep dışından birçok misafir gelecekti. Sabah erkenden kalkıp hazırlık yapmaları gerekiyordu. Özellikle Yavuz’un dostları eşleriyle beraber bu geceye katılacaktı. Şırnak’tan Berzah Ulubey, Urfa’dan Cihan Akdağ, Sinop’tan Babadağ Ailesi gelecekti.

 

Temizlik şirketinden gelenler evi güzelce temizlediler. Gelen misafirlerin bir kısmı bu evde kalacaktı…

 

Miroğlu ailesi güne yine bir curcunayla başlamıştı. Sultan Hanım, caterink şirketinden gelen kadınların başında duruyor, tek tek yapılacakların komutunu veriyordu. Yavuz, bugün ailenin yorulmasını istemediği için Antep’in en iyi şirketiyle anlaşma yapmıştı.

 

Sabahın 5’i olmuş, koşuşturma başlamıştı. Yavuz, Leyla’nın gül kokulu teninde huzurla uyurken telefonu acı acı çalmaya başladı. Gözlerini zorla açan Yavuz, “karga bokunu yemeden” kimin aradığına anlam veremiyordu.

 

Arayana bile bakmadan telefonu kulağına götürdü.

 

“Alo…” dedi, sesinden uyku akıyordu.

 

“Aşk olsun sadıç, sen hâlâ kalkmadın mı? Lan sabah oldu sabah! Çok işimiz var, hadi kalk gel bana yardım et!”

 

Yavuz duyduğu sesle kaşlarını çattı. Telefonu kulağından çekip saate baktı.

 

Saat 05:00
Öfke bir anda damarlarına yayıldı.

 

“Ulan puşt! Sabahın köründe beni bunun için mi aradın? Siktir git lan! Eğer ben gelene kadar beni bir daha ararsan, seni doğurtan ebeni sikerim!” diye bağırdı öfkeyle.

 

Leyla yüzünü buruşturdu. Kocası, maşallah, sabah sabah yine formundaydı. Sonra bir anda beyninde şimşekler çaktı. Elini kaldırıp Yavuz’un göğsüne sertçe yumruk attı.
Acıyla inledi genç adam.

 

Telefonu Berdan’ın suratına kapatıp kendisine öldürecekmiş gibi bakan karısına döndü, kaşları çatıldı.

 

“Efülim, sabah sabah neden bana vurduğunu öğrenebilir miyim? Ayrıca kocaya el kalkmaz, taş olursun.” dedi imayla.

 

“Koca da ağzını bozarsa, karısının da ona vurmak hakkı vardır ağam! Ayrıca sen elin yaşlı başlı kadınıyla niye şey ediyordun Allah Allah yaaa!” diye horoz edasıyla diklendi.

 

Yavuz, sabah sabah uğraştığı şeylere bakınca daha da geriliyordu. Puşt arkadaşı yüzünden hem uykusunun en tatlı yerinde uyanmıştı, hem de karısından zılgıt yemişti ettiği küfür yüzünden.

 

“Ulan biri sabahın köründe arar, biri yaşayıp yaşamadığı bile belli olmayan yaşlı kadını kıskanır. Sikerim böyle hayatın ısdırabını…” dedi Yavuz. Ne uyku kalmıştı ne huzur. Ama o, Berdan’a yapacağını biliyordu. Nasıl olsa eline düşecekti.

 

“Bana bak Yavuz Ağa! Senin değil bir kadını becermek, aklından dahi böyle bir şey geçirirsen seni öldürürüm! Ben neyine yetmiyorum da başka karıları düşünür oldun?!” diye cırladı Leyla.

 

Yavuz ellerini havaya kaldırdı, yatakta oturur pozisyona geldi.

 

“Ya sabır, ya sabır…”

 

Karşısındaki dişi aslana gülse mi kızsa mı bilemiyordu. Tek bildiği şey, şu an o dudaklara yapışıp nefessiz bırakana kadar öpmek istediğiydi. Lakin aralarında minik fasulyeleri vardı.
Ulan… Bir insan sinirlenince bile bu kadar tatlı olur mu? İçine sokası geliyordu tıpkı Yavuz gibi.

 

Karısını kendine çekti, doyamadığı ve hiçbir zaman doyamayacağı dudaklarına derin bir öpücük kondurdu.

 

“Ulan senden başkasına bakan Yavuz’u kurşuna dizsinler.” dedi ve karısına sıkıca sarıldı.

 

Leyla hemen kedi gibi mıyıştı kocasının sert göğsüne.

 

“Aferin… Hep böyle ol adamım.” dedi bilmiş bilmiş kovboy edasında.

 

Yavuz tek kaşını kaldırdı.

 

“Öyle mi?” dedi ve başladı Leyla’yı gıdıklamaya.

 

Karısının kahkahaları odayı doldurdukça Yavuz’un gönlüne baharlar geliyordu…

 

Konağın telaşı hane sakinlerine de bulaşmıştı. Kahvaltıdan sonra herkes bir işin ucundan tutmak için koşuşturmaya başlamıştı. Yavuz, Berdan ile damat tıraşına giderken Leyla, Hasret’in hazırlanması için kuaförleri konağa getirtip yardımcı oluyordu.

 

Tahir ile Behram Ağa gelen misafirleri karşılayıp en iyi şekilde ağırlıyorlardı. Azade Hanım ve Leyal Hanım ise her şeyle tek tek ilgileniyordu.

 

Zeynep ve Yağız, Babadağ ailesini karşılamak için havaalanına gitmiş, Kadir de onlara eşlik etmişti. Senem ve Yaren ise düğün salonundaki organizasyonu en iyi şekilde yönetiyorlardı.

 

Yaren, Cihan Akbulut’un düğüne geleceğini duyunca ona mesaj atmış, salonun fotoğrafını gönderip:
“Ortak, Ela yengemizle sana hangi masayı tahsis edeyim?” diye sormuştu. Beraber yaptıkları o operasyondan sonra ara ara mesajlaşıyorlardı. İki deli birbirini bulunca çomağını saklarmış; Yaren ve Cihan da kırk yıllık asker arkadaşı gibi olmuşlardı. İkisinin de kafası ayrı bir “psikopatlığa” çalışıyordu.

 

Berzah Ulubey ise bu defa karısı Amara, oğlu Zeyd Ali ve kardeşi Boran’la geliyordu düğüne. Amara, kocasının anlata anlata bitiremediği Miroğlu çiftini delicesine merak ediyordu. Bu yolculuk çiftin arasındaki duyguları daha da pekiştirecekti.

 

Yavuz, Berdan’ı konağa bıraktıktan sonra çiftlik evine gidip Azerbaycan’dan gelirken Leyla’ya aldığı elbisenin durduğu kutuyu aldı. Cihan’ın vurulduğu haberinin geldiği gün veremediği tüm hediyeleri de yanına alarak konağa geçti. Gelir gelmez Adem’e yapılacakları söyleyip, elindeki diğer hediyeliride Zehra ya vermiş herkezin hediyesini odasina birakmasinı istemişti. Hızlıca kendi odasının bulunduğu kata çıktı. Duş alıp Leyla’nın hazırladığı takım elbiseyi giydi. Ardından Leyla’ya aldığı elbiseyi yatağın üzerine özenle serdi.

 

Bu arada Yaren ve Senem de konağa dönmüşlerdi.

 

Babadağ ailesi önce otele geçti. Zeynep kardeşleri ve ailesiyle hasret giderirken Yağız, Zeynep’in ailesinin yanında çocuklaşıp neşelenen hâllerini gördükçe ona daha çok bağlanıyor, daha çok âşık oluyordu.

 

Zeynep, Yağız’la evlenmek istediğini Amcası ile Yengesine, Kadir’in desteğiyle söylemiş; ikisi de bu durumu olumlu karşılamışlardı. Macit ise üvey kızına karşı mahcup bir ifadeyle bakıyor, fakat Zeynep’in içinde ona dair en ufak bir yumuşama olmuyordu. Kolay kolay da affedecek gibi görünmüyordu.

 

Hasret’in saçı, makyajı bitmişti. Berdan görünce nutku tutulacaktı. Melekleri kıskandıracak kadar güzeldi Hasret… Ama gelinliği giydiğinde içine kocaman bir öküz oturmuş gibi oldu. Baba ocağından gelin çıkmak varken böyle kimsesizce gelin olmak ciğerini dağlıyordu. Kusağını baglayacak bir kardeşi abisi bile yoktu. Gözlerinde yaş birikmiş, ağlamamak için kendini zor tutuyordu.

 

“Hişşt! Ağlamak yok. Bundan sonra bu güzel yüz sadece gülecek, anlaştık mı?” dedi Leyla, ellerini sıkıca tutarken. Dostunun ailesizliğini hissetmemesini istiyordu; ne kadar başarabilirdi, orası muammaydı.

 

Tam o sırada Yavuz, gelinin olduğu odanın önüne geldi. Erkek tarafı olduğu için hediyesini verip çıkacaktı. Elini kaldırıp kapıya bir kez vurdu.

 

“Hanımlar, gelebilir miyim?” dedi.

 

Leyla, kocasının sesini duyar duymaz kehribar gözleri ışıldadı. Yüzünde çiçekler açtı. Kapıyı açtığında Yavuz’u siyah takım elbisenin içinde adeta heykel gibi dururken görünce içinden “Heyt be! Analar ne yiğitler doğuruyor…” diye geçirdi. Lanet olası hormonları yine devreye girmişti. Dudaklarını dişiyle ezerken Yavuz’a göz süzüyordu.

 

Yavuz zaten karısına deli gibi tutkunken, bir de karşısında böyle melül melül bakınca daha çok içi gidiyordu. Hele dolgun dudaklarını dişlerinin arasına alışı yok mu… Adamın sabrı falan kalmıyordu.

 

Karısına doğru eğilip kısık sesle fısıldadı:
“Hatun… Ezme da şu dudaklarını. Yemin ederim düğün müğün dinlemem, seni alır odaya götürürüm. Gerisini zaten biliyorsun.”

 

Leyla utançtan domates gibi kızarınca Yavuz bu hâlinden keyif aldı.

 

“Hanımağa, müsaaden varsa gelin hanıma hediyesini verecektim.” dedi, sesindeki muzırlık gözlerinden okunuyordu.

 

“Tabii buyur ağam.” dedi Leyla, kenara çekilerek.

 

Yavuz, gelinlik içinde su gibi duran kıza hayranlıkla baktı.

 

“Maşallah, tebârekallah… Bu ne güzellik kız? Bizim oğlanın kalbine indireceksin ” dedi.

 

Hasret hemen utandı, başını önüne eğip parmaklarıyla oynamaya başladı.

 

“Abi, utandırmasan olmaz mı?” diye mırıldandı.

 

Yavuz kutuyu açıp zarif bir pırlanta bileklik çıkardı. Leyla’ya takması için uzattı. Ardından çok şık işlemeli bir altın kemer çökardı. Yavuz’un zevki gerçekten hayranlık uyandırıyordu; hem zarif hem şık bir hediye seçmişti müsade isteyerek kemeri beline kendisi taktı.

 

“Abi, niye zahmet ettin? Senin yanımda olman, evini açman, beni kimsesiz bırakmaman en büyük hediye.” dedi Hasret. Leyla’nın gözleri doldu, Yavuz’un boğazına kelimeler dizildi.

 

“Sus kız. Gel buraya.” diyerek kardeşi gibi gördüğü Hasret’e sıkıca sarıldı.

 

“Siz hep mutlu olun bana yeter. Bunlar ufak birer taş parçası. Onları değerli yapan sizsiniz güzelim. Ama salona kadar yuzünü o şerefsiz kocan olacak adama göstermezsen ödesmiş oluruz” dedi ve saçlarına ince bir öpücük kondurdu.

 

Hasret duygulanmış, gözlerinden yaşlar süzülmüştü.

 

“Teşekkür ederim abi. Senin yanımda olman bana yeter…” dedi ve sonra cesaretini toplayıp ekledi:
“Yavuz abi… Benim kardeşim yok biliyorsun. Olsa da buraya gönderilmezdi. Kuşağımı sen bağlar mısın?”

 

“Bağlarım tabii.” dedi Yavuz gozleri dolmustu iyice yaşlanıyordu bu ne duygisalliktı canim. Odadan çıkarken Leyla’ya dönüp:
“Efülim, odada senin için bir sürpriz var.” deyip yanağina öpücük kondurup gitti.

 

Asmin hazır bir sekilde yanlarina gelince Leyla begenerek baktı kücük gorümcesine. Asmin kolundaki bilekligi Leyla'ya gösterip" Abim almış cok güzel değilmi yenge." Dedi heyecanla. Leyla beğeni ile baktı bilekliğe belliki kıymetli degerli birseydim kocasina aşık olmalara doyamıyordu. Hasret'i Asmin'e emanet ederek kendiside hazırlanmak için çıktı.

 

Leyla, hızlı hızlı merdivenleri çıkıp merakla odasının kapısını açtı.

 

Yatağın üzerinde duranı görür görmez nefesi kesildi.

 

Ateş kırmızısının en derin tonuyla dokunmuş, üzerinde altın işlemelerin ince ince dolaştığı şahane bir elbise…

 

Kollarından aşağı dökülen detayları narin bir şelale gibi akıyor; göğüs kısmindaki dekolte Leyla’nın ince siluetiyle bütünleşiyordu. Kumaşın dokusu kadife gibi parlıyor, altın varaklı desenler ışıkla birlikte dans ediyordu. Yavuz’un seçtiği her parçada, karısına duyduğu hayranlık, zevk ve özen apaçık hissediliyordu. Aşkın rengini bi defa elbise ile göstermisti Yavuz.

 

Leyla, elbiseye dokunurken parmaklarının titrediğini fark etti. Üzerindeki notu eline alıp okudu.

 

"Azerbaycan'da gordüğümde aklima senin uzerinde nasıl duracağı geldi benim için bu gece bu elbiseyi giyer misin Efulim?" Yazıyordu.

 

İlk kez farklı bir kültüre ait böylesine ihtişamlı bir kıyafet giyecekti… ve kocasının seçimi kesinlikle büyüleyiciydi.

 

Yavuz konaktan çıkıp Adem’in yanına gitti. Leyla’ya mehir olarak verdiği arabayı gelin arabası olarak süsletmişti. Adem süslemeleri yaptırmış, araç hazırdı. Yavuz gelin arabasını alırken Adem, Yavuz’un geldiği arabaya binip gitti. Yavuz ise Marazoğlu konağına doğru yola çıktı.

 

Jiyan bu güne özel hazırlanmıştı. Giydiği balık model beyaz elbise bedenine tam oturmuştu, tek sıkıntı hafif göğüs dekoltesiydi. Onu da boynuna atacağı tül detayıyla kapatacaktı. Bilerek beyaz seçmişti; hem Hasret’e gıcıklık olsun diye hem de Yavuz’un en sevdiği rengin beyaz olduğunu sanıyordu. Leyla’nın da hep beyaz giymesinden böyle bir çıkarım yapmıştı. Yavuz’u görünce nutku tutulur sanıyordu. Oysa bilmediği bir şey vardı: Yavuz’u değil elbisesi, yarı çıplak da çıksa etkileyemezdi. Adamın Leyla’ya olan bağlılığı hiçbir kadının gölgeleyemeyeceği kadar derindi.

 

Berdan kravatını bağlatmak için Jiyan’ın odasına geldiğinde şaşırmıştı. Kardeşi nereye ne giyeceğini bilen, usturuplu bir kızdı ama bu elbise fazla açıktı. Kaşları çatıldı. Düğüne bir sürü insan katılacaktı; genç, bekar erkekler de olacaktı. Kardeşinin giysisine karışan bir abi değildi fakat bu başka bir durumdu.

 

“Abi, nasıl olmuşum?” diye heyecanla döndü Jiyan. Allah için güzeldi; bir içim suydu. Ama keşke kalbi yüzü kadar güzel olsaydı. Berdan yanına gelip yüzünü avuçlarının arasına aldı ve alnına sıcak bir öpücük kondurdu.

 

“Çok güzel olmuşsun abicim, melek gibisin. Ama…”
“Amа?” dedi Jiyan endişeyle.

 

“Ama bu kıyafetle bu odadan dışarı çıkamazsın. Bak, bugüne kadar sana karışmadım. Ama bu elbise fazla abartı. Bugüne kadar senden bir şey istemedim Jiyan… Beni üzme. Hem Hasret’e saygısızlık olur; bugün onun günü. Hem de ben katil olurum.” dedi tane tane.

 

Jiyan abisine hak veriyordu ama elbiseyi de çok seviyordu.

 

“Özür dilerim abi. Tamam, değiştireceğim. Ama… çok heves etmiştim. Birazcık giysem?” diye sordu.

 

Berdan gözleriyle onayladı. Allahtan kuzenler dışında yabancı erkek yoktu konakta.

 

“Peki. Hadi kravatımı bağla. Yavuz geliyormuş, o geldikten sonra yeriz çıkarız.”

 

Jiyan abisinin yanaklarına bir öpücük kondurdu; onun diliyle teşekkür etmekti bu. Kravatı özenle bağladı.

 

Yaren, Zeynep ve Senem hızlıca hazırlanıp kıyafetlerini giymişlerdi. Saç ve makyajlarını eve gelen kuaförler yapacaktı. Asmin ise erkenden hazırlanıp Hasret’in yanında kalmakla görevlendirilmişti.

 

Leyla kısa bir duş alıp saçlarını kuruttu. İç çamaşırlarını giyip hafif belli olan göbeğini sevgiyle okşadı. Bu, bebeğiyle kurduğu bağın en tatlı yoluydu. Ardından Yavuz’un hediyesi olan ateş kırmızısı elbiseyi giydi. Üzerinde öyle güzel duruyordu ki kendisi bile aynaya bakınca büyülendi.

 

Kızlar, hediye paketlerini açtıklarında içlerinden çıkan takı takımlarını görünce kısa bir an nefesleri kesildi. Her takım, sanki onlar için özel olarak tasarlanmış gibiydi; hem karakterlerini hem de üzerlerindeki kıyafetleri tamamlayan zarif bir uyuma sahipti.

 

Zeynep, kutusundan çıkan kırmızı taşlı gösterişli takımı ellerine aldığında parıltılar hemen dikkat çekti. Büyük, ateş kırmızısı taşlarla bezeli kolye; ince işçilikli gümüş kabartmaların arasında asil bir duruşa sahipti. Aynı taşlarla süslü küpeler, kıyafetiyle kusursuz bir bütünlük oluşturuyor; bileklik ise kırmızı taşların ağırlığını zarif bir sarmal gibi bileğinde topluyordu. Zeynep takımı taktığı anda, kıyafetinin sadeliği taktığı takıların kırmızı yansımaları üzerinde güçlü, kararlı bir aura oluşturdu. Siyaha kırmızı çok yakışmıştı.

 

Yaren'in kutusundan ise mavi taşlarla süslenmiş, kabartma işçiliği göz kamaştıran bir takım çıktı. Kolyenin ortasındaki koyu mavi damla taş, ışığa her döndüğünde derin bir okyanus yansıması gibi parlıyordu. Yaren takıyı boynuna yerleştirdiğinde, sakin ama derin bir asalet hâkim oldu görüntüsüne sanki içindeki dinginliği dışarıya taşımış gibiydi. Yeşil elbisesinin uznerinde ki kolye elbiseye hava katmıştı.

 

Senem’in kutusu açıldığında, altın tonlu, ince zincirlerden ve zarif sarkıtlardan oluşan takım ortaya çıktı. Kolyesi, üzerindeki ufak çiçek motifleri ve hareketli minik detaylarla hem geleneksel hem de zarif bir ihtişam taşıyordu. Küpeleri, kolyenin sarkıt yapısını tamamlayacak şekilde hareketliydi; bileklik ise daha sade ama estetik bir altın dokunuşu sunuyordu. Senem takıları takınca, Gri renk kıyafetiyle birleşen o klasik zarafet üzerinde adeta tamamlanmış bir masal prensesi etkisi bıraktı.

 

Kızlar aynaya yan yana baktıklarında, kıyafetlerinin ihtişamı takılarla tamamlanmış; her biri kendi renklerinde, kendi ruhunda ayrı bir parıltıya bürünmüştü. Yavuz'a tesekkur borçlulardı.

 

Bu gece 4 erkek için çok zor gececekti. Yağız, Kadir, Tahir ve Adem kadınların guzelliği onların nefesini kesmeye yetecekdi.

 

Yavuz, Marazoğlu Konağı’na geldiğinde arabasını park edip korumalara selam verdi ve içeriye doğru yürüdü. Avluda bir telaş içinde çalışanlara ne yapmaları gerektiğini anlatan Yezda Hanım’ı görünce istemsizce tebessüm etti. Berdan’la birlikte bu kadının neler çektiğini iyi biliyordu. Şimdi ise bir kaynana gibi değil, bayram sabahına uyanmış çocukların heyecanı ve neşesi vardı sesinde.

 

“Ana, bu ne güzellik, bu ne telaş? Gören seni gelin oluyor sanır.” dedi Yavuz, hafif şakacı bir tonda.

 

Yezda Hanım, Yavuz’un sesini duyunca arkasını döndü ve kocaman bir gülümseme yayıldı yüzüne.

 

“Aşk olsun deli oğlan, dalga mı geçersin benimle?” dedi, kaşlarını çatar gibi yaparak… Gibi diyorum, çünkü Yezda Hanım’ın Yavuz’a kızmayı becerebildiği hiç görülmemişti.

 

Yavuz, gidip kınalı elini öptü, sonra sıkıca sarıldılar.

 

“Gözun aydın olsun ana, bu günü çok bekledin.” dedi Yavuz.

 

“Sağ ol oğlum, hepsi senin sayende oldu. Allah razı olsun.”

 

Onlar birbirine sarılırken, Berdan da kız kardeşiyle birlikte odadan çıkmıştı. Avluda Yavuz’u görünce daha aşağıya inmeden üst kattan isyan bayraklarını çekti.

 

“Lan şerefsiz! Neredesin sen? Bir de sadıç olacaksın! Gelmeseydin biz seni konaktan alırdık!” diye seslendi kızgınlıkla. Aslında çok heyecanlıydı; dostu yanında olunca biraz olsun rahatlıyordu. Ama Yavuz ancak bir saattir ortalıklardaydı. Yezda hanım alişmiştı bu iki delinin atışmasına gülüyordu.

 

Yavuz içinden derin bir ya sabır çekti. Bugün arkadaş katili olmazsa başka gün hiç olmazdı zaten.

 

Sabahın köründen beri Berdan’ın söylenmelerini dinlemişti; “Yavuz aşağı, Yavuz yukarı”… Zaten bütün düğün masraflarını da üstüne yıkmıştı. Yavuz kim için çalışıyordu ki? Gökten zembille mi iniyordu sanki para?

 

Ama bu fedakârlığa değer miydi? Değerdi....
Milyon dolarları gitse, Berdan için harcadığı tek kuruşun lafını etmezdi. Çünkü bilirdi ki aynı durum Yavuz’un başına gelse, Berdan da tüm servetini onun ayaklarının altına sererdi.

 

“Lan ağzını topla! Gelirsem yanına senin ge…” dedi ama cümlenin sonunda kendini zor toparladı. “Tövbe tövbe…” diye ekledi.

 

Jiyan’ın beklediği kişi gelmişti. Eli yüreğinde hızla merdivenleri indi; abisini bile beklememişti. Bu kıyafetle ilk kez Yavuz’un kendisini görmesini istiyordu.

 

Yavuz, kendilerine doğru gülerek gelen kadına göz ucuyla bakmıştı fakat ne kıyafeti dikkatini çekmişti, ne saçı, ne makyajı. Ona yine bir abi gözüyle baktı ve açıkçası kıyafetinden hiç hoşlanmadı.

 

Aşırı dar, göğsü ve belinden diz kapağına kadar dar , her yeri meydandaydı. Adeta pavyondan çıkıp gelmiş gibiydi.

 

“Hoş geldin.” Sesindeki heyecan yüzüne yansımıştı.

 

Yavuz başı selam verip " Hoşbuldum" dedi. Ama pek hoş gorememişti maalesef.

 

Jiyan, Yavuz'un bakışlarından hiç mem un kalmamıştı. Beğenmemisti cunku daha önce ne zaman ozen gunlerde kendisini gorse çok güzel olmuşsun der guzelligini överdi. Pişman oldu Jiyan hayelleri suya düştü.

 

Yezda Hanım’ın kaşları çatıldı kızımı görünce. Yavuz'dan utanmıştı kizının her yeri meydandaydı sanki. Onun kızı böyle edepsiz ve açık giyinemezdi. Bu kıza adam arkasından küfür ederdi.

 

“Jiyan!” Sesindeki tınıdan Yavuz bile ürktü. Yezda Hanım’ı ilk defa böyle öfkeli görüyordu.

 

“Hemen git, o üzerindeki paçavrayı değiştir. Adam gibi bir şey giy. Beni delirtme, evlat katili etme!” dedi.

 

Jiyan, annesinden böyle bir tepki beklemiyordu. Gözleri doldu. Üstelik Yavuz’un karşısında azar işitmek gururuna dokunmuştu.

 

“Değiştirecektim zaten, ana…” Sesi titriyordu. Ağlamamak için dirense de gözleri çoktan çeşmelerini açmıştı.

 

"Sus ve git dediğimi yap." Dedi sert bir sekilde.

 

“Yezda ana haklı, Jiyan. Sen zaten çok güzelsin, böyle kıyafetlere ihtiyacın yok.” deyince Yavuz, Jiyan ağlayarak arkasını döndü ve merdivenlere doğru koştu.

 

“Ana, keşke üzerine o kadar sert gitmeseydin. Genç kız heves etmiş belli ki.” dedi Yavuz atltan almaya calişarak.
Ama Yezda Hanım’ın yumuşayacağı yoktu.

 

“Yavuz, kendine yakışanı yapsın. Benim kızım sokak kadınları gibi giyinemez! Burası ne Paris ne İstanbul. Yerini, yöresini, töresini bilsin.”

 

Söylediklerinde haksız değildi. Her kadın kendine yakışanı giymeliydi ama yerine ve zamanına göre. Yaşadıkları şehir, bulundukları mevki bazen her şey demekti.

 

Yezda Hanım geri kafalı bir kadın değildi. Kızları diz üstü elbise de giymişti, ince askılı elbise de. Hiç karışmamıştı. Ama bir sınır vardı. Poposu ortaya çıkan, göğüsleri dışarıdaymış gibi duran bir kıyafete asla müsaade etmezdi.

 

"Bana müsade oğlum sen Berdan'ın yanina çik bende mutfağa bakayim." Dedi ve çalısan kadinların yanina mutfağa gitti.

 

Yarım saat sonra Cihan, Berzah ve Sıraç’ın gelmesiyle sofralar kuruldu yemekler yenildi. Yabuz Amra ve Zeyd Ali ile tanişmısti. Berzah'ın ogluna hayran olmustu. Yakjn zamanda kendisininde bir çocuğu olacaktı. Bir oğlu olsun çok isterdi ama hayalindeki o kız çocuğu kanını fokurdatıyordu.

 

Yemek faslının ardindan Yezda hanım kayınvalidesi Sultan Yade küçük kızı ve oğulları ile salona gecerken, Bekir ağa konvoy halinde Miroğlu Konağı’na doğru yola çıktılar.

 

Yol boyunca arabalardan yansiyan zılgit sesleri, Antep sokaklarina bayram havası katıyordu. Berdan Marazoğlu dosta düşmana gostere göstere sevdiği kadını almaya gidiyordu. Arkasından konuşulacağını biliyordu ama umrunda değildi o sevdiği kadına kavuşmuştu ya kim ne derse desin umrunda değildi.

 

Jiyan, annesinin söylediklerinden sonra hemen odasına gitmiş üzerine aldıgı yöresel bir kaftan giymişti. Berdan ve Yavuz'un kendisine ettikleri iltifatlar ise yaşadıgı o kötü dakikalari unutturmustu. Simdi abisininyanında zılgıt cekiyor Berdan'in medyadan açtıgı halay şarkısına uygun mendilini sallıyordu.

 

Yavuz kardeşi gibi sevdigi kizin yuzündeki mutluluk ile mutlu olmustu. Jiyan'in, Yaren ve Asmin den farkı yoktu.

 

Yarım saat süren yolculuğun ardından arabalar Miroğlu Konağının bulunduğu sokağa kornalari basarak girmişti. Davul-zurna ise çoktan çalmaya başlamış Berzan, Tahir ,Yağiz ve gencler halaya durmuştu.

 

Arabaların korna sesi, Davul ve Zurnanın uzaktan hoş gelen o sesi ile karışıp Hasret'in içini dağlıyordu.

 

Bekir Marazoğlu cebinden çıkardığı bir miktar parayı oynayanların üzerine saçtı. Behram Ağa ve Miroğlu gençleri, Azade ve Leyal Hanım’la birlikte gelenleri karşıladı.

 

Berdan gelmeden önce Yaren’e mesaj atmış; abisinden ne koparacaksa bugün koparması gerektiğini söylemişti.

 

Yavuz, Berdan, Cihan ve Berzah hep birlikte gelini indirmek için odaya çıktılar. Karısı Amara arabadam inmemesini salonda Leyla ile onları taniştıracağını söylemisti.

 

Yaren kapıya uzun bir kurdele bağlamış, onların içeri girmesini engelliyordu.

 

“Eee abi, gelini almak için bize neler vaat ediyorsun?” diye sordu.

 

“Ne istiyorsun doktor hanım?” dedi Yavuz, tek kaşını kaldırarak.

 

“Önce bir şu kurdeleyi doldurun da boydan boya… Gerisini sonra konuşuruz.” dedi Yaren, kendinden emin bir edayla.

 

Cihan kahkaha atmamak için kendini zor tutuyordu.
Bu kızı alan başına belayı da almış, diye düşündü. Berdan ise merakla Hasret'i gormeyi bekliyordum Ama Yabuz ona gösterirmiydi kesin emir vermisti salona kadar yüzünü göstee diye Hasret'e.

 

Yavuz cebinden bir deste para çıkardı ve kurdeleye koymaya başladı. Yaren paralar çoğaldıkça kurdeleyi geri çekiyordu.

 

“Lan giden para senin rızkın! Vicdansız!” diye çıkıştı Yavuz dişlerini sıkarak.

 

“Kolay değil abi, gül gibi kız veriyoruz sana. Ayrıca Cihan abi, seni de görelim. Berzah ağam, siz de buyurun.” dedi Yaren, kıkırdayarak.

 

Cihan içinden söyleniyordu.
“Bu kız çok fena abi… Allah Yavuz’a sabır versin.”
Berzah da başıyla onayladı.

 

“Gittiği eve incir ağacı diker bu, yazık kocasına.” dedi.

 

Onlar da bir miktar para koydu.
Yavuz gözleriyle “Hadi aç artık.” diye işaret etti.

 

Yaren arkasını dönüp iki eliyle tuttuğu para destelerini gösterdi.

 

“Hanımlar, sizce yeter mi kapıyı açmaya?”

 

Kızlar hep bir ağızdan, “Hayııır!” dedi.

 

Leyla görümcesine bakarak,
“Yavuz Ağa bu kadar mı cömertmiş Yaren? Ağalığının şanına yakışmadı.” dedi.

 

Yavuz’un öfkeden damarları kabardı.
Ben sana şanı şöhreti göstereceğim hatun, diye içinden geçirdi.

 

“Ne istiyorsun?” dedi kardeşine sert bir sesle.

 

“Doğacak çocuğunuzun isim hakkını!” dedi Yaren hızlıca.

 

Yavuz neye uğradığını şaşırdı.
Bu isteği onaylamadan önce Yaren, Leyla’dan izin almıştı.

 

“Ne dedin? Bir daha söyle de o dilini burada keseyim!” diye çıkıştı Yavuz.

 

Cihan ve Berdan kahkahalara boğulmuştu. Berzah da gülmemek için kendini zor tutuyordu.

 

“Ulan sana sadıç olmak için söz veren aklımı seveyim!” dedi Yavuz.

 

“Ben karımdan istememişim böyle bir şeyi, sen kimsin de istiyorsun?” diye çıkışırken Yaren arkadaki kişiyi işaret edip sinsi bir sırıtış attı.

 

“Aşiretimin hanımağa’sına güvenerek.” dedi ve Leyla görüntüye girince Yavuz’un nutku tutuldu.

 

Leyla’nın giydiği elbise bütün güzelliğini ortaya çıkarmıştı.
Yavuz’un kalbi duracak gibiydi.
Nefesi kesildi.

 

Gözlerini kapatıp içinden,
“Rabbim sana şükürler olsun, onu bana yar ettiğin için…” dedi.
Leyla bugün öyle güzeldi ki, Yavuz günlerce sadaka dağıtacak kadar hayran hissediyordu.

 

Ama şimdi kardeşiyle iş birliği yapan karısına vereceği cezaları düşünüyordu.

 

“Tamam, yeter bu kadar. Çek şu kurdeleyi, yoksa kapıyı kırıp gireceğim.” dedi.

 

Yaren, abisini daha fazla kızdırmadan kurdeleyi çözüp açtı.

 

Yavuz ağır adımlarla içeri girdi.
“Efüli… Düğünden sonra hazırlık yap. Bir haftalığına tatile gidiyoruz.” dedi Leyla’nın kulağına eğilip.

 

Leyla şaşkınlıkla gözlerini açtı.
Bu adam yine neye dellenmişti?

 

Yavuz, Hasret’in karşısına geçti. Zeynep’in elindeki kırmızı kuşağı alıp Hasret’in beline bağlamak için eğildi.
O an herkesin gözleri doldu.

 

Yavuz üç kez doladığı kurdeleyi son seferde bağladı. Hasret’in alnından öptü.

 

“Bu kapı sana her daim açık. Ne zaman dara düşersen, bu abin hep yanında.” dedi.

 

Hasret minnetle baktı.

 

“Madem abimsin, ver elini öpeyim abi.” dedi ve Yavuz’un elini öptü.

 

Senem, kırmızı duvağı abisine verdi. Yavuz duvağı Hasret’in başına özenle örttü ve koluna girerek kapıya çıkardı. Berdan, yüzünü göremese de kendisine kuğu gibi yaklaşan kadına hayranlıkla bakıyordu. Diğer koluna da o girdi. Alkış, ıslık ve zılgıtlar eşliğinde gelini konaktan çıkardılar.

 

Düğünün yapılacağı salona doğru ilerliyorlardı. Berdan kendi düğününü kendi otelinin salonunda yapacaktı.

 

Her şey hazırdı. Misafirler yerlerini almıştı bile. Yade Zergül, yıllar sonra ilk kez bir düğüne katılıyordu. Dostu, ahiretliği Sultan Hanım’ı yalnız bırakmayacaktı bu gecede.

 

Kapıdan yöresel ağır işlemeli kaftanı ve bastonuyla tüm heybetiyle görüldüğünde salon sessizlesti müzik bile sustu. Herkez büyük küçük ayağa kalktı. Nerde görülmüştü Yade Zergül'ün bir düğüne katıldığı. Ama ilk defa dostu için konağından çıkmıstı ve bu saygıyı gormek onu gururlandırmıştı. Yezda Hanım ve Bekir Bey onu karşılayıp elini öptüler, hayır duasını aldılar ve Yade Sultan’ın olduğu masayı işaret ettiler. Yade Zergül oğlu ile iceri girip eli ile herkeze selam verdi ve oturmalarını işaret etti. Bu bir kadina değil bir büyüge heleki bu topraklarda sözünün eri olan g bir kadina olan saygıydı.

 

Azade Hanım ve Leyal Hanım da Berzah Ağa ve Yade Zergül’ün arkasından tebriklerini iletip yerlerine geçtiler.

 

Hasret ve Berdan gelin Arabasından inip Leyla ve Yavuz'un yardımı ile gelin odasına geçtiler. Berdan, sevdiğinin yüzünü ilk kez orada gördü.

 

İnsan bu hayatta kaç kez âşık olurdu bilinmez ama Berdan, Hasret’i her gördüğünde yeniden âşık oluyordu.

 

Leyla ve Yavuz onlari biraz baş başa bırakıp dostları Cihan l, Siraç, Ela ve Berzah , Amara çiftini karsılamak için çıktılar . Ela ile tanışmışlardı fakat Amara ile ilk kez tanışacaklardı.

 

Leyla, mavi gözleri ve kızıl saçlarıyla karşısına çıkan kadına hayran oldu. Yavuz'dan Amara’nın güzelliğini duymuştu ama bu kadarını beklemiyordu. Kadının duruşu, yürüyüşü, burnundaki hızma, saçlarındaki yöresel baş örtüsü…
Her ayrıntısı ayrı bir çekicilik taşıyordu.

 

Amara yaklaşırken onun hem acıyı hem gücü taşır gibi yürüdüğünü fark etti.
Sanki yılların yükü omuzlarından süzülüyor, ama adımlarının altında ezilmiyordu.

 

Berzah eşini tanıttı:

 

“Eşim Amara, oğlumuz Zeyd Ali.”

 

Leyla ona doğru yaklaşınca Amara, kadını ilk kez bu kadar yakından görmenin şaşkınlığıyla birkaç saniye durup baktı.
Bu muydu Yavuz’un kalbini fetheden Berzah'ın anlata anlata bitiremediği Leyla?

 

Amara, karsısındaki kadına imrenerek baktı. Leyla’nın siyah saçları dalga dalga omuzlarına dökülüyor, salondaki ışığı hafifçe yansıtıyordu. Ama Amara’nın en çok dikkatini çeken şey, kehribar sarısı gözleriydi. O gözler, insanın içini hem ısıtan hem de sanki ruhunun derinliklerine bakan bir anlam taşıyordu.

 

Leyla’nın bakışlarında bir yabancının soğukluğu yoktu. Aksine, içten bir sıcaklık, tanıdık bir huzur vardı; sanki yıllardır beklediği birini selamlar gibiydi.

 

Duruşu sade ama gururluydu. Sessiz bir güç taşıyordu Leyla… Kendinden emin, fakat kibirden uzak bir hâli vardı. Amara, kadının yürüyüşündeki zarafeti, konuşmadan bile hissedilen olgunluğunu fark etti.

 

O an içinden şunu geçirdi:
Yavuz bu kadına boşuna âşık olmamış…

 

Ve Leyla ona elini uzattığında Amara’nın yüzünde istemsiz bir tebessüm oluştu.
Elini sıkmak yerine direkt sarıldı.

 

Ve ona sarıldığında şunu hissetti:
Bu sarılış bir tanışma değildi. İki yaralı ruhun birbirini uzaktan tanıyıp nihayet kavuşmasıydı......

 

SİNOP

 

Atahan Turalı, yoğun bakımdaki kardeşini ziyaret ettikten sonra eve gelmişti. Zihinsel olarak rahatlamaya ve düşünmeye ihtiyacı vardı. En güvendiği adamlarından birinden, bu gece için özel birini ayarlamasını istedi. Adamı, patronunun hassas durumunu bildiği için, ona huzur verecek ve dikkatini dağıtacak o kişiyi getirdi. Gelen kadın, işinde profesyonel ve alımlıydı.

 

Atahan, yaşadığı stres ve öfkeyi hafifletmek istercesine, o gece kendini tamamen bu deneyime bıraktı. Ardı ardına gelen 3 posta yoğun saatlerden sonra kadının dermanı kalmamış yorgun düşmüştü.

 

Atahan, bir nebze olsun gerginliği azalmış hissederek banyoya girdi. Kardeşine yapılanların acısını nasıl çıkaracağını, ılık suyun altında derinlemesine düşünmeye başlamıştı. Odada kalan kadın, yataktan kalkmaya çalıştığında bacaklarında büyük bir ağırlık hissediyordu. Vücudu bitkindi ve oturmakta zorlanıyordu. Güçlü geçen bu karşılaşmanın izleri, vücudunda belirginleşmiş morluklarla doluydu.

 

Bir an önce oradan ayrılmak istiyordu. Hızla giyindi ama yürümekte zorlanıyordu. Zar zor kapıya ulaşan kadına, dışarıdaki adam yardım etti. Kadın, ücretini aldıktan sonra bir taksiye bindirilerek gönderildi.

 

Atahan, uzun süren duşun ardından banyodan çıktı. Kadın gitmişti; zaten evinde bir kadının uzun süre kalmasından hoşlanmazdı. Kadınlar onun için, anlık eğlence ve üzerlerinde gücünü gösterdiği varlıklardı.

 

Üzerine siyah bir tişört ve eşofman altı giyip odadan çıktı. Çalışma odasına geçtiğinde masanın üzerindeki dosya dikkatini çekti. Hemen eline alıp incelemeye başladı.

 

Beklediği bilgiler gelmişti, ancak en çok ilgisini çeken, Cihan’ın yanında duran kızıl saçlı, kahverengi gözlü kadın olmuştu. Atahan, hayatında ilk kez bir kadının yüzüne bu denli uzun bakıyordu.

 

Kafasını dosyadan kaldırıp elinden bıraktı ve pencere kenarına geldi. Sigarasını yakıp derin derin içine çekti ve havaya doğru üfledi. Artık düşmanları avucunun içindeydi. Ve Atahan, bir felaket gibi üzerlerine çökecekti. Gözlerinde öyle bir kararlılık vardı ki, Şeytan tövbe eder önünde secde ederdi.....

 

Bölüm sonu canlarım yorumları lütfen unutmayalım....

 


Leyla'nın giydiği elbise...

 


Yavuz'un kızlara aldığı takılar....

Bölüm : 30.11.2025 20:21 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...