
Merhaba canlarim...🌺🌺🌺🌺
İnsallah bu defa arayı uzatmadan sizleri yeni bölümu atmaya çalışacağım. Kızımın ödevleri sıfırdan 1. Sınıfa başladık bizde. Bazen 4 saat ödev yapıyoruz bazen 2 saat sürüyor bu güne ve ödeve göre değişiyor. Bu yüzdende bölümü yazamıyorum gecikmeler oluyor ama inanın siz nasıl bölümü merakla bekliyorsanız bende sizlerden gelecek yorumları merakla ve heyecan ile bekliyorum. Her bir kelime yazacağız her söz bana dünyaları veriyor. Ve yazma hevesimi artırıyor.🌺
Bazen elimizde olmayan sebeplerden ötürü bölümler gecikebiliyor ama inanın daha öncede söyledigim gibi bende sizler gibi sıradan bir hayatı yaşayan kendisini ailesine adamış biriyim. Bu sene yoğunluğum daha çok kızıma harfleri ve okumayı öğreniyor yazarken sıkıntımız yok ama okumada bazen zorlanıyoruz. Ama elimden geldiğince sizlere bölüm atmaya gayret ediyorum. Beni anlayısla karsılayacağınızı umud ediyorum.
🌺Gelelim hikayemize yavaş yavas sona yaklastık artık. Adım adım yolun sonuna giderken sizlerin desteği beni çok mutlu ediyor. Acının Gözyaşı benim ilk gözağrım. Her bir karakter benim evladım gibi, onları yazarken ben çok keyif alıyorum. Ama her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi onlarla da yolun sonuna gidiyoruz.
Bölüm veto sayımız 250 beğeni ve 100 yorum bunu yapabileceğinize inanıyorum. Sizlere keyifli okumalar diliyorum bol bol satır arası yorumlarınızı bekliyorum.... 🌺🌺🌺🌺
Watpadd, Kitappad, Tiktok, İnstagram ve Dream hesabım..
👇👇👇👇👇👇👇
( 55Cerkezkizi05)
_________________________________________
" Bir sevda ki yanar durur göğsümde
Sevda yelleri eser durur ömrüme,
Bir çift göz kalbimin hapsinde,
Bense sevdanın estiği kavak yellerinde.
Sevdamı anlatamaz hiçbir kelime
Yazmakla bitmez içime işledi bir kere
Ruhumun çocuksu yanında en derinde
Bir omür tukettim kehribar gozlerine.
Şimdi aşkın, en derin, en saf halinde
Geldim kapına tüm cesaretimle
Ya al beni gönlüne, sultan eyle
Ya savur beni çöllerde mecnun eyle..."
=55Cerkezkizi05=
Bölüm Şarkısı: Kerpiç kerpiç üstüne
Arzularımız, ihtiraslarımız bizi rezilde eder vezirde.
Sevmeyi bilmeyen elindeki çiçeği soldurur; sevmesini bilen ise her gün gönül bahçesinde bir çiçek yeşertir.
Bazı zamanlar sınanır sevdası; sabreden erer muradına, sabredemeyen yanar durur sevdanın yolunda.
Berdan Marazoğlu, tertemiz bir aşk, bir sevda ile bağlanmıştı Hasret’e
Lakin yolları bir hain tarafından ayrılmış; Berdan ise sabretmişti.
Yıllar geçmiş, içindeki o ateşi hiçbir şey söndürememişti. Alışmayı öğrenmişti, beklemeyi öğrendiği gibi. Ve bir gün, hiç beklemediği bir anda o gelmişti. Yıllara meydan okuyan güzelliğiyle tam karşısında durmuştu.
Çöle dönen kalbi yeşermiş, çiçekleri filizlenmişti. Kurak topraklarına baharlar gelmiş, yeniden nefes almayı öğrenmişti. Hasret, fırtınalar kopararak gittiği hayata sessizce geri girmişti.
Bu defa daha derinden, daha kuvvetli bağlanmışlardı birbirlerine. Bu defa sımsıkı, sarmaşık gibi dolanmışlardı birbirlerine. Berdan bu defa bırakmayacaktı sevdasını.
Arkasında dağ olmuştu Berdan; sırtını yasladığı duvar, sığındığı liman olmuştu ona. Hasret ise evine, yuvasına, ailesine geri dönmüştü. Ne çektiği acılar vardı gözünde ne de aldığı onca yara…
Hepsi Berdan’ın varlığında yok olmuştu.
Şimdi bir aile, bir yuva olma yolunda ilk adımı atmışlardı. İki seven yürek de çok mutluydu. Onlar gerçeğin en güzelini hak ediyorlardı. Zaman, aldıklarını bir bir geri veriyordu onlara.
Gözlerini geleceğe kapadılar. Artık yarım değillerdi. Bir bütün olup tamamlanmışlardı…
Diğer yânda intikam yeminleri edilmiş, kötülük insanın ruhuna işlemişti.
Lakin bilmedikleri bir şey vardı ki, insan kendi kötülüğünde boğulurdu…
Leyla, kocasını kendi elleriyle hazırlamış ve camiye bırakmıştı. Arabadan inen Yavuz, camideki cemaatle selamlaşıyor, tokalaşıyordu. Adem her zamanki gibi bir adım arkasında, Behram ağa en önde, Tahir ve Yağız ise hemen yanı başında duruyorlardı.
Leyla, arabadan kafasını uzatıp etrafa göz gezdirdi. Pencereden bakan kadınlar ve genç kızları görünce, kıskançlık damarlarında dolaşan kanını kaynatıyordu. Tüm asaletiyle arabadan indi. Caminin içine girmekte olan kocasına seslendi:
“Yavuz!”
Cami cemaati gibi Yavuz da sesin geldiği yere dönüp baktı. Bu kadın aklını mı yitirmişti? Kendisini bıraktığı yetmiyor, camiye de mi gelecekti?
Yavuz kaşlarını çatmış, kendisine doğru gelen karısına bakıyordu.
Üstelik her yer erkek kaynıyordu ve tüm gözler Leyla’ya dönmüş durumdaydı.
Bu kadın sabrını sınıyordu.
Zaten kıskanç bir adamdı, Leyla iyice damarına basıyordu.
Yavuz, karısına doğru iki üç adım attı ve aralarındaki mesafeyi kapattı.
“Hatun, delirdin mi sen?” diye sordu.
Ama bu, Leyla’nın umurunda mıydı? Asla…
“Kocam ama, bunu unutmuşsun.” diyerek elindeki beyaz takkeyi Yavuz’un saçlarının üzerine geçirdi.
Camdan bakan herkes hayran hayran onları izliyordu. Bazıları iç çekiyor, bazıları kıskanıyor, bazıları ise güzel dileklerde bulunuyordu.
Yavuz etrafa baktı, herkes ikisine bakıp gülüyordu. Rezil olmuştu! Koskoca Yavuz Miroğlu, cami önünde durmuş, karısı saçlarına takke takıyordu.
Millete bir yıllık dedikodu vermişlerdi.
Adı yakında “hanımcı ağa” olarak duyulmazsa iyiydi.
Leyla ise işini aşkla yapmış, eserine gururla bakıyordu. Onun o tatlı hallerine baktığında Yavuz kızamıyordu da.
Gözlerindeki o mutluluk, çektiği acıları yok ediyordu ya… Yavuz, o bakışlarda yok olurdu.
“Hatun, gitsen mi artık? Yoksa bizim cuma yalan olacak. Bak, kendimi zor tutuyorum zaten. Yeminle seni alır giderim. Bir aydan önce de geri getirmem!” dedi.
Leyla, kocasının bu pervasız ve edepsiz hallerine kocaman açılmış gözleriyle baka kaldı. Kocası kudurmuştu; cami önünde de insan karısına yürümezdi herhâlde. Konu Yavuz Ağa ise, her şey beklenirdi.
“Sen doyumsuz, kuduruk bir adamsın Yavuz Ağa! Üstelik terbiyesizsin!” dedi Leyla.
Yavuz “Ben mi?” der gibi bir bakış attı.
Allah kuru iftiradan saklasındı.
Ne kudurukluğunu görmüşlerdi, ne terbiyesizliğini! Kendi halinde, sakin bir adamdı oysa ki…
“Efülim, sen en iyisi git. Yoksa kuduruk muyum, terbiyesiz miyim görürsün. Milletin içinde öperim seni!” der demez Leyla geriye doğru gitti. Yapar mı? Yapardı… Manyak kocası!
“Aman aman, ben gidiyorum! Sen de namazını kıl, doğruca şirkete. Sağa sola bakma, kıvırtmadan yürü, ona göre.” diyerek gözlerini kısıp işaret parmağı ve orta parmağıyla “gözüm üzerinde” işareti yapmıştı.
Yavuz, kaçar gibi giden karısına gülmemek için kendini zor tutuyordu.
Bir de tehdit ediyordu ya, kahkaha atması an meselesiydi.
Arabayı çalıştıran Leyla, Yavuz’un yanından geçerken pencereyi yarıya indirdi ve eliyle etrafı işaret edip:
"Âlem çift görsün, ağam.” diyerek yanından uzaklaştı.
Yavuz kafasını sağa sola sallayarak, “Deli, kesin deli…” diyordu içinden.
Yağız ve Tahir’e malzeme verdiklerinden habersizlerdi. Namaz sonrası konakta curcuna vardı, haberleri yoktu.
Yavuz’lar camiye giderken Leyla arabada son ses,
“Kocam da kocam, evimin direği…” diye roman şarkısı söylüyor, parmaklarıyla da ritim tutuyordu.
Hamilelik yüzünden hormonları dengesini altüst etmişti.
Leyla da artık ipin ucunu koyvermişti.
Konakta herkes işinin gücünün başına gitmişti. Yade Zergül, Azade Hanım ve Leyal Hanım kalmıştı sadece.
Leyal Hanım, çarşıda işleri olduğunu söyleyerek müsaade istedi. Alması gereken birkaç şey vardı; bir de Senem’in çeyizi için alışveriş yapacaktı. Ali Kahya ile birlikte çarşıya indiler.
Leyal Hanım, Senem için her şeyin en iyisini ve en güzelini seçmeye çalışıyordu. Dükkan dükkan gezmiş, içine sinenleri almıştı. Kocasının kendisini aldattığı günden beri mezarına dahi uğramaz olmuş, sanki Berwan Bey hiç hayatında yokmuş gibi davranmaya özen göstermişti. İnsanın içinden o acı asla çıkmıyordu. Hele ki Leyal Hanım gibi sadık, seven bir eş için aldatılmak, ölmekten beter bir duyguydu.
Leyal Hanım, Leyla ve Senem üzülmesin diye acısını gizli gizli yaşamış; odasına çekildiğinde gözyaşlarını sessizce akıtmıştı. Berwan Bey’den ise günden güne soğumuş, içinde ona dair zerre kadar bir duygu kalmamıştı.
Artık hayatını iki kızına adamaya karar vermişti. Leyla yuvasını kurmuş, mutlu ve hamileydi. Şimdi sıra diğer kızı Senem’deydi. Onun da yuvasını kurduğunu gördüğünde Leyal Hanım’dan mutlusu olmayacaktı.
Bu düşünceler içinde yürürken farkında olmadan birine çarptı.
Korhan Albay da Hakan Teğmen ile kısa bir gezintiye çıkmıştı. Yoğun geçen toplantı onu biraz yormuş, bu yüzden hava almak istemişti. Leyal Hanım’la karşılaşması ise onun için en güzel tesadüf olmuştu.
“Pardon, affedersiniz,” dedi Leyal Hanım, karşısındaki kişiye bakmadan.
Fakat Korhan Albay, o tanıdık kokudan Leyal Hanım’ı hemen tanımıştı.
“Önemli değil, Nayino,” dedi — ancak son kelime neredeyse bir fısıltı gibiydi.
Yine de Leyal Hanım, o sözü gayet iyi duymuştu.
Kafasını kaldırıp baktığında, Korhan Albay’la göz göze geldiler.
Birinin bakışında aşk ve özlem, diğerinin bakışında şaşkınlık vardı.
Korhan Albay, onu gördüğü andan itibaren kalbinde çoktan unuttuğunu sandığı hisler yeniden canlanmıştı.
Leyal Hanım’ın kaşları istemsizce çatıldı. Bu kadar tesadüf, onun için fazlaydı. Üstelik biri görse, yanlış anlaşılmaya çok müsait bir durumdu.
Bu yaştan sonra insanların diline düşemezdi.
Kendini toparlayıp bir adım geriye çekildi.
“ Kusura bakmayın, görmedim sizi,” dedi.
Albay, karşısındaki kadının bir anda soğuyan tavrını görünce, içinde yeniden filizlenen duygular yerini hayal kırıklığına bıraktı. Tüm ciddiyetini takınarak otoriter sesiyle yanıt verdi:
“Önemli değil, Leyal Hanım. İzninizle,” diyerek yanından geçip uzaklaştı.
Leyal Hanım ise arkasından öylece bakakaldı. Bu kadar ciddi ve soğuk davranmasına şaşırmıştı.
Daha sonra kaldığı yerden çarşıyı gezmeye devam etti, ancak aklı hâlâ Korhan Albay’ın tavrındaydı.
En iyisi eve dönmekti. Arabanın olduğu yere gitmeye karar verdi.
Arabanın yanına yaklaştığında ise Korhan Albay’ı Ali Kahya ile konuşurken gördü. Biraz önce kendisine sert davranan adam, şimdi Ali Kahya ile kahkahalar atarak gülüşüyordu.
O an okul yılları aklına geldi.
Bütün okulun bu adama âşık olduğunu, kızların onu görebilmek için yarıştıklarını hatırladı. Ve yıllar sonra, ilk kez uzun uzun baktı karşısındaki adama...
Okulun en gözde öğrencisiydi Korhan Albay. yakışıklılığı, duruşu, disipliniyle herkesin dikkatini çekerdi. Oysa Leyal hanım , kendi hâlinde, şiirleriyle, sessiz dünyasıyla tanınan bir kızdı.
Yolları hiç kesişmemişti; yalnızca birkaç bakış, birkaç selam… belki bir iki tesadüf.
Ve şimdi, yıllar sonra, aynı şehirde, aynı kaldırımda, tesadüfen yeniden karşılaşmışlardı.
Leyal hanım , bakışlarını ondan ayırmadan düşündü.
Yüz hatları değişmişti- olgunlaşmış, keskinleşmiş. Zaman, onu bir delikanlıdan bir komutana dönüştürmüştü. Ama bakışlarında, o tanıdık sakinliği hâlâ görebiliyordu.
Sanki bir şey değişmemişti… ya da o öyle sanmak istiyordu.
İçinde ne bir heyecan, ne de bir eski özlem vardı. Sadece geçmişten gelen bir yankı… Bir zamanlar uzaktan bildiği bir yüzün, yıllar sonra yeniden karşısına çıkmasının bıraktığı o sessiz şaşkınlık.
Bir an için içinden geçti:
“Hayat bazen unutulmuş sayfaları hiç beklemediğin anda açıyor.”
Sonra başını hafifçe eğip yürümeye devam etti. Çünkü bazı insanlar, sadece geçmişin zarif bir hatırası olarak kalmalıydı.
Leyal Hanım’a daha fazlası yakışmazdı.
Zaman onu yormuş olabilirdi ama asaletinden hiçbir şey eksilmemişti.
Bir zamanlar okulun en yakışıklı delikanlısı olarak herkesin dilinde dolaşan o genç adam, şimdi koskoca bir Albaydı. Belki evliydi, belki çocukları vardı… Kim bilebilirdi ki?
Korhan Albay, başını sağ tarafa çevirdiğinde kalabalığın arasında kendilerine doğru yaklaşan Leyal hanım dikkatini çekti. Bir an için etrafındaki her şey silindi, sesler uzaklaştı. O zarif yürüyüş, başını dik tutuşu, sade ama gösterişli hâli…
Yıllar… ne çabuk geçmişti.
Bir zamanlar okulun avlusunda sessizce izlediği o kız, şimdi karşısında bir hanımefendi olarak duruyordu.
Ne kadar zaman geçtiğini hatırlamıyordu ama o bakışları tanımıştı — sükûnetle karışık bir gurur vardı hâlâ o gözlerde.
Zaman, Leyal hanımın güzelliğini törpülememişti; aksine olgunlaştırmış, derinleştirmişti. Gençlik yıllarındaki o saf zarafet, şimdi ağırbaşlı bir asaletle birleşmişti. Ne bir gülümseme, ne bir söz gerekirdi; varlığı bile insana bir sükûnet veriyordu.
Korhan Albay , içinde tuhaf bir sızı hissetti. Bir zamanlar cesaret edip konuşamadığı o kız, şimdi kendi dünyasının çok dışında bir yerdeydi.
Aralarına yıllar, rütbeler, farklı hayatlar girmişti. Ama bazı yüzler vardır insanın hafızasında hiç eskimez.
Leyal Hanım da onun için öyle bir yüzdü.
Hakan Teğmen, gelen bir telefonla yanlarından uzaklaşırken; Kahya Ali, karısının istediği eksik malzemeleri almak için izin isteyip ilerdeki dükkâna yöneldi. Artık yalnız kalmışlardı. Leyal Hanım ve Korhan Albay baş başa…
Bu anı fırsat bilen Korhan Albay, uzun zamandır içinde taşıdığı merakı ve heyecanı bastıramadı. Bir adım öne çıkarak, sesi hafif titrer bir tonda konuştu:
"Leyal Hanım, sizinle çok önemli bir konu hakkında görüşmek istiyorum. Bana bir saatinizi ayırabilir misiniz?"
Leyal Hanım, gelen bu teklife şaşırmıştı. Henüz yeni tanıştıkları bu adamın ne söyleyeceğini merak etmeden edemedi.
Kaşlarını hafifçe kaldırarak sordu:
"Benimle o kadar önemli ne konuşacaksınız ki?"
Albay tam da bunu bekliyordu. Gözlerinde bir kararlılık, yüzünde ciddi ama samimi bir ifade vardı.
"Ayaküstü konuşulamayacak kadar önemli, Leyal Hanım. Yarın dönmek zorundayım. Gitmeden önce sizinle konuşmam gerekiyor."
Leyal Hanım anlam veremiyordu. Daha tanışalı yirmi dört saat bile olmamıştı. Bu adam ne söyleyebilirdi ki? Aklı almıyor, kalbi de farklı bir merakla çarpıyordu.
"Bakın Korhan Bey, ben sizinle burada, ulu orta bir yerde baş başa oturup konuşamam. Buraların törelerini az çok bilirsiniz. Rahmetli eşimin ailesi, bu şehirde tanınan, köklü bir ailedir. Bugüne kadar dedikodu malzemesi olmadım, olmak da istemem,"dedi kararlı bir sesle.
Korhan Albay başını hafifçe eğerek, sözlerine sükûnetle devam etti:
"Leyal Hanım, buraları da insanlarını da adetlerini de iyi bilirim. Yıllarca doğuda görev yaptım. Ama lütfen... Çok değil, yalnızca bir saat. Benim için çok önemli… çok kıymetli."
Leyal Hanım içinden derin bir nefes aldı. Bir yanı bu ısrardan rahatsız olurken, diğer yanı da bu kadar kararlı bir adamın ne diyeceğini merak ediyordu.
Bir an durdu, ardından sakin ama mesafeli bir ses tonuyla konuştu:
"Peki o zaman şöyle yapalım. Şehrin dışında bir evim var, sizi orada ağırlayabilirim. Yalnızca bir saat… daha fazlası mümkün değil, olamaz da Korhan Bey."
Cümlenin sonundaki ton, nazik bir gözdağı gibiydi. Korhan Albay’ın içi bir anda kıpır kıpır oldu. Gözleri ışıldadı, yüzünde genç bir delikanlının heyecanı belirdi.
"Merak etmeyin, sadece bir saat. Siz bana adresi ve saati bildirin, yeter."
Leyal Hanım çantasından küçük bir not defteri çıkarıp, zarif el yazısıyla adresi ve saati not etti. Kağıdı Albay’a uzattı.
Korhan Albay, o kağıdı sanki bir emir kâğıdı değil de yıllardır beklediği bir mektup gibi özenle aldı. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi.
"İzninizle, artık gitmeliyim," dedi Leyal Hanım, aynı anda yaklaşan Ali Kahya’yı işaret ederek.
Albay, kenara çekilerek Leyal Hanım’a yol verdi. Tam o sırada Hakan Teğmen de telefon konuşmasını bitirmişti. Leyal Hanım ve Ali Kahya arabaya binip uzaklaşırken; Korhan Albay ve Hakan Teğmen, kaldıkları yerden çarşı gezintisine devam ettiler.
Aynı dakikalarda, şehrin diğer ucunda Leyla söz verdiği üzere camiden çıkan kocasını almaya gidiyordu.
Bugün, Leyla’nın planladığı “Yavuz’u delirtme günü”ydü. O ki, Leyla’nın kıskançlığını bile bile “Antep kızları bana hasta” demişti ya zamanın birinde … Leyla, bu sözün intikamını fitil fitil çıkarmaya kararlıydı.
“İntikam,” diye geçirdi içinden, “soğuk yenen bir yemek değil miydi zaten?”
Caminin önünde cemaat yavaş yavaş dağılırken, Yavuz ayaküstü birkaç kişinin derdini dinliyor, sabırla çözüm vaatleri veriyordu. O sırada uzaktan bir araba sesi duyuldu. Bir anda caminin önüne, Leyla’nın arabası müzikle birlikte yanaştı.
Hoparlörden yankılanan o ses, meydandaki herkesin başını çevirtmişti:
Sakalına kadar âşık olduğum,
Bir ömür senle hayal kurduğum,
Boyuna, postuna kurban olduğum,
Sol yanıma oturduğum...
Cemaat şaşkınlıkla bakarken, Yavuz’un yüzündeki ifade görülmeye değerdi…
Yağız, Berdan ve Tahir’e de gün doğmuştu. Yavuz’la uğraşmak, onlar için bulunmaz bir eğlenceydi.
Hele bir de Cihan Akbulut bu olanları duyarsa, vay gelmişti Yavuz’un haline!
Leyla, kendisini bu delilere maskara etmişti. Eh, o Yavuz ise... Leyla, bunun bedelini elbet öderdi.
Kimseyi gözü görmeyen Yavuz, yere vuran adımları ve yüzündeki öfke ifadesiyle arabanın yanına geldi.
Kapıyı sertçe açtı, müziği susturması bir oldu. Leyla, kocasının kara gözlerindeki öfkeyi gördükçe şöför koltuğuna iyice sinmişti.
"İn arabadan, " dedi Yavuz, dişlerinin arasından tıslarcasına.
Leyla, korku dolu gözlerle tek kelime etmeden emniyet kemerini çözdü ve yavaşça arabadan indi. Kehribar gözlerine masum bir ifade takınıp kirpiklerinin altından Yavuz’a baktı.
"Gel buraya," dedi Yavuz.
Leyla’nın süt dökmüş kedi hali, Yavuz’un içten içe gülmesine sebep olsa da kendini tuttu. Yumuşamaya niyeti yoktu.
Madem karısı oyun istiyordu, o da seve seve oynardı.
Leyla, küçük bir çocuk gibi tıpış tıpış yürüyerek Yavuz’un yanına geldi.
Her zamanki şirin ifadesini yüzüne takınıp “Yavuzzzz…” dedi.
Ama karşısındaki adamın ne yüzündeki ne de gözlerindeki o sert ifade değişmişti.
"Bin,"dedi Yavuz kısa ve sert bir tonla.
Leyla hemen arabaya bindi.
Yağız, Berdan, Tahir ve Adem ise onları film izler gibi izliyorlardı.
Yavuz, üzerlerinde hissedilen bakışların farkındaydı.
Ama arkasındaki üçlü ittifakın ne kadar tehlikeli olduğunu da biliyordu.
Onlara istedikleri malzemeyi verip o zevki yaşatmaya niyeti yoktu.
Bu yüzden hiçbir şey yapmadan Leyla’nın arabaya binmesini beklemişti.
Leyla arabaya biner binmez kapısını sakince kapattı. Arkasını dönüp üçlü çeteye baktı. Elini havaya kaldırıp işaret parmağını onlara uzatarak:
"Eğer tek bir kelime ederseniz, dilinizi keser; ibreti âlem için sizi Antep meydanında etekle gezdiririm! " dedi.
Sonra da hiç beklemeden şöför koltuğuna geçti, gaza bastı ve oradan uzaklaştı.
"Vuuuu! Yavuz Miroğlu hem yandı hem yaktı!" dedi Yağız kahkahayı basarak.
"Leyla bacı düşünsün şimdi, vallahi bu öfke ile onu arabadan atmasa iyi, " diyen ise Berdan Marazoğlu’ydu.
" Valla bu gidiş hiç de hayra alamet değil. Allah verede Leyla yolda onu sakinleştirebilse... Yoksa bu iş mahkeme salonunda biter,"dedi Tahir.
Tahir’in sesindeki o tını, diğerlerinin bir an durup ona bakmasına sebep oldu.
Yavuz o kadarını yapmazdı herhalde.
Bunca yıl sonra kavuşmuşken, üstelik bir çocukları olacakken Yavuz, Leyla’yı boşamazdı... değil mi?
"Bence hiçbiriniz bu konuda abiye şaka bile yapmayın. Tehdidini duydunuz; üçünüzü de etekle şu meydanda hayal edemiyorum," dedi Adem yüzünü buruşturarak.
Yağız, Berdan ve Tahir aynı anda ona sert sert bakıp, tek ağızdan konuştular:
"Vay puşt!"
" Ulan sen niye bizden kendini ayırıyorsun? Az önce ağzını yaya yaya gülen biz miydik?"diye çıkıştı Berdan, her an Adem’in üzerine atlamaya hazır bir horoz gibi kabararak.
"Evet, sizdiniz," dedi Adem gayet rahat bir tavırla.
"Lan dingil! Sen neden kendini kenara çekiyorsun? Yavuz abine mi güveniyorsun? "diye sordu Yağız, sinirle.
"Yoo, kendime güveniyorum, "diye karşılık verdi Adem, pişkince.
Tahir, hiçbir şey demeden elini kaldırdı ve Adem’in ensesine bir tane patlattı.
Adem, ani tokatla neye uğradığını şaşırdı. Elini ensesine atıp ovuştururken, Tahir dudaklarını Adem’in kulağına yaklaştırıp fısıldadı:
"Bence sesini kes, yoksa Asmin’e veda et."
Bir cümle yetmişti... Adem sus pus olmuştu. Bu üç zebani kılıklıdan Allah herkesi korusun! Zavallı Adem’i bile susturmuşlardı.
Yavuz, arabayı sürerken hem rezilliğin verdiği öfke ile direksiyonu sıkıyor hem de yanında kedi gibi uslu oturan karısına nasıl bir ceza verse diye düşünüyordu.
Derken, aklına gelen fikirle yüzünde sinsice bir gülümseme belirdi.
Şehrin en kalabalık oto yıkama dükkanının önünde durdu. Leyla, nereye geldiklerini anlamaya çalışırken, buraya neden geldiklerini merak ediyordu.
Korkudan ağzını açıp Yavuz’a tek kelime edemedi.
Yavuz, yanındaki karısına baktı ve kaşlarını çatarak:
" İn, "dedi.
Leyla kemerini çözerken Yavuz arabadan inip dükkan sahibinin yanına gitmişti.
Leyla da arabadan indi, etrafına tedirgin gözlerle bakındı. Sonra aklına gelen ihtimalle gözleri irileşti.
Yok canım, Yavuz bunu yapmaz... Yok, yok, yapmaz, diye içinden geçirdi.
Yavaşça geri geri yürümeye başladı.
Ama tam arkasını dönüp kaçacakken, bir anda yapılı bir bedene çarpması bir oldu.
Başını kaldırdığında, Yavuz’un kara gözleriyle kehribarları kesişti.
"Nereye, efülim? Daha karpuz kesecektik, "diyen Yavuz’un sesiyle donakaldı. Kurtuluşu yoktu.
" Yavuz, bana bunu yaptırmayacaksın, değil mi?" diyerek masumca gözlerini kırpıştırdı.
"Hiç o kehribarlarını düşürme, yemezler hatun. Şimdi şu tulumu giyiyorsun ve burada ne kadar araba varsa hepsini iç dış yıkayıp temizliyorsun, "dedi Yavuz, cezasını kesmişti.
Leyla, sadece kendi arabasını yıkayacağını sanmıştı. Oysa etrafta en az on araba vardı. Bunu yapması mümkün değildi, üstelik hamileydi.
Kurnaz bir fikir geldi aklına; hamileliğini kullanacaktı.
"Ama Yavuz, ben hamileyim. Bunlar çok fazla... sonra üşütür, hasta olurum."
Ellerini karnına götürüp okşadı.
Gözlerini dolu dolu yaparak kocasına baktı:
"Minik fasulyemiz de annesiyle üzülüp hasta mı olsun istiyorsun?"
Yavuz’un yüz ifadesi değişmedi.
Leyla unuttuğu bir şeyi hatırlamalıydı:
Yavuz Miröğlu bu ucuz numaraları yemezdi.
"Oğlum, getir," dedi Yavuz çalışan genç delikanlıya.
Biraz sonra delikanlı elinde tulum, çizme, kova ve fırçayla geldi.
Elindekileri Leyla’ya uzattı.
Leyla, Yavuz’a “sen ciddi misin?” der gibi baktı. Yavuz sadece başıyla işaret etti.
Leyla, pes ederek el mahkum çocuğun elindekileri aldı.
Tulumu üzerine geçirdi, ayakkabılarını çıkarıp sarı çizmeleri giydi.
Eline de fırça ve kovayı aldı.
"Hangisinden başlayacağım?" diye sordu delikanlıya.
"Abla, önce Yavuz Ağam’ın arabasından başlayacaksın," dedi genç çocuk.
Yavuz, elindeki anahtarları ona uzattı:
"Sen arabayı yerine çek, koçum. Bu güzel abla da birazdan gelir, "dedi.
Sonra Leyla’yı kolundan tutup yanına çekti. Delikanlı arabaya binip uzaklaştı.
" Alacağın olsun ağa! Çocuğunun annesine bunu mu reva gördün?" diyerek çıkıştı Leyla.
Yavuz ise keyifle karısının söylenmesini izliyordu.
"Ben sana olan aşkımı bütün Antep’e haykırayım, sen beni oto yıkamaya getir!
Tı tı tı… Hiç yakıştı mı senin gibi koskoca Yavuz Ağa’ya, karısına araba yıkatmak!
İnsan alır bir yemeğe götürür ama nerde sende o incelik! Öküz geldin, öküz gideceksin!"diyerek gözlerini devirdi,
ardından arkasını dönüp hızla uzaklaştı.
" Lannn!" diye kükredi Yavuz.
Resmen kendisine öküz demişti!
O lafı Leyla’ya yedirmez miydi?
Beklesindi o. Hele bir şu cezasını bitirsin, öküz kimmiş gösterecekti!
Leyla, söylene söylene arabayı yıkamaya başladı. Yavuz ise bir sandalyeye oturmuş, elinde bol köpüklü kahvesiyle karısını keyifle izliyordu.
Leyla, eline hortumu aldı, önce arabayı tazyikli suyla yıkadı. Sonra tavan kısmından başlayarak köpüklemeye geçti. Zamanında Yavuz ona araba sürmeyi öğretmiş, Leyla arabayı çamura bulamış, Yavuz da babasının öfkesinden kurtulmak için arabayı sabaha kadar yıkamıştı. Leyla o zaman elinde çekirdek, kenardan Yavuz’u izlemişti.
Şimdi roller değişmişti. Leyla arabayı yıkıyor, Yavuz kahvesini yudumlayarak onu izliyordu.
Leyla’nın işi özenle yapması Yavuz’un dikkatinden kaçmadı. Karısı bu kadar güzel ve dikkatli araba yıkamayı nereden öğrenmişti, merak etmiyor değildi.
Leyla ise Yavuz’un arabasının yedi ceddine saydırıyordu:
"Senin de, arabanın da, cezanın da… Öküz işte! Öküz! Yontulmamış kütük, ne olacak!"
**********************
Saatler onlar için öfke ve eğlenceyle geçerken, Tahir ile Senem ofisin kalan düzenlemelerini bitirip alışverişe çıkmışlardı. Yade Zergül, onların arazi içindeki küçük konakta yaşamalarını istemiş, Tahir ve Senem de seve seve kabul etmişti.
Küçük konağı baştan aşağı yeniden dizayn edeceklerdi. Oradaki eski eşyaları ise ihtiyacı olan bir aileye vereceklerdi.
İlk olarak boyacıya uğrayıp evin boya rengini, banyo ve lavabo için mermer seçimini yaptılar.İkisi de mimar olan bu genç çift, zaman zaman fikir ayrılıkları yaşasalar da her defasında ortak noktada buluşmayı başarıyorlardı.
Alışveriş boyunca hem yorulmuş hem de acıkmışlardı. Dışarıdan bir şeyler alıp küçük konağa geri dönmüşlerdi. Masa olmadığı için yere bir örtü serip aldıklarını üzerine koyarak oturmuşlardı.
Senem, ilk defa bir yuvası olacağı için derin bir duygusallığa kapılmıştı. İçinde yıllardır taşıdığı o katran karası acıyı Tahir’le paylaşmaya karar verdi.
“Biliyor musun Tahir,” dedi sessizce, ellerindeki ekmeğe dalarak. “Bir gün ailemi bulacağımı ve onların mükemmel bir aile olduğunu söyleseler inanmazdım. Şimdi ise her gün hepsinin varlığına ayrı ayrı şükrediyorum.”
Tahir, tüm dikkatini sevdiği kadına vermişti. Gözlerindeki o kırılgan hüzünden, içindeki eski yaranın hâlâ kapanmadığını hissedebiliyordu.
“Çocukken anlamıyor insan ailesizliği...” dedi Senem, sesi kısık ama doluydu. “Ama büyüyüp de okula başladığında, annesi babasıyla gelen çocukları gördüğünde... kimsesizlik yüzüne tokat gibi iniyor.” Gözlerinden bir damla yaş süzüldü. İçinde birikmiş yılların kimsesizliği sanki her kelimesinde yeniden can buluyordu.
“Yetimhaneye getirildiğimde, zayıf, cılız bir bebekmişim. Müdüre anne olsun, çalışanlar olsun, bana çok iyi bakmışlar. Sonra büyüdükçe kendimi toparlamışım. Oradaki herkes ailem olmuş. Anne, baba yokluğunun ne olduğunu bilmemişim. Ta ki o gün…” dedi ve sustu.
Çünkü o gün, evlatlık almaya geldikleri gündü. O an, o evin soğuk duvarları bile ailesizliğin ne kadar derin bir acı olduğunu hissettirmişti.
Tahir’in kalbi sıkıştı. Gözünden düşen o tek damla yaşta Senem’e acı veren herkesi boğmak istedi. En çok da dayısını ve annesi olacak o kadını…
Sessizdi, ama içinde patlamaya hazır bir volkan taşıyordu. Sevdiği kadının yaralarını bir bir sarmaya ant içmişti.
Senem, derin bir nefes aldı ve anlatmaya devam etti:
“O gün beni evlatlık almaya gelmişlerdi. Genç bir çiftti. Üzerlerinden varlık kokusu geliyordu. Allah var, beni de sevmişlerdi. Yetimhaneden o eve giderken ilk kez ‘anne’ ve ‘baba’ kelimelerinin sıcaklığını hissetmiştim.
Başta müdüre anne ve arkadaşlarımdan ayrılmak istememiştim ama o, bana ‘Artık bir evin, bir ailen olacak’ dediğinde içimde kelebekler uçmuştu.
Biraz da merak etmiştim; bir anne, bir baba ve sıcak bir yuva nasıl olurdu acaba?”
Tahir elini uzatıp Senem’in elini sıkıca tuttu.
“Güzelim, anlattıkça kötü olacaksın. İstersen konuyu kapatalım.” dedi yumuşak bir sesle. Senem başını iki yana salladı.
“Hayır, anlatmak istiyorum Tahir. Bu zehir içimde kalırsa beni bitirecek. En azından biriyle paylaşmak bana da iyi gelecek.
Ve bu kişi senden başkası olmasın istiyorum.”
Tahir, elindeki ekmeği bırakıp iki eliyle Senem’in yüzünü avuçlarının arasına aldı.
“Sen iste yeter ki güzelim. Ben her zaman senin yanındayım. Seni ne zaman istersen dinlerim.”
Sonra alnına bir öpücük kondurdu.
Bir öpücük bir insana şifa olur muydu?
Tahir’in varlığı, sevgisi ve içindeki o derin merhamet, Senem’in yüreğine şifa olmuştu.
Tahir geri çekildikten sonra Senem yeniden konuştu:
“O ev bir hafta bana ancak yuva olabildi. Onlara alışmıştım, bana çok iyi davranmışlardı. ‘Anne’, ‘baba’ kelimeleri çocuk kalbime ne kadar kolay geliyordu o zaman... Ama büyüyünce, o iki kelimenin altında ezildiğimi anladım.
Güzel geçen günler bir gecede kabusa döndü. Beni evlatlık alan aile sadece bir hafta anne, baba olabildi.
Sonra yine yetimhanenin yolları gözüktü bana.”
Tahir dinledikçe kahroluyordu. O da annesinin acısını içinde hissediyordu.
Oysa Tahir şanslıydı; dayıları, yengeleri, üvey annesi onu sevgiyle büyütmüştü.
Senem ise aynı şansı bulamamıştı. Bu fark, Tahir’in kalbine bir hançer gibi saplanıyordu.
“O gün müdüre anneye, ‘Beni bir daha evlatlık almaya gelen olursa verme,’ dedim. O çocuk halimle istenmemenin ne demek olduğunu öğrendim.”
Derin bir nefes aldı. “Sonra okula başlama zamanım geldi. Zengin aileler bağış yapmıştı, müdüre anne de bize yeni okul formaları aldı. İlk gün okula gittiğimizde, diğer çocuklar anne ve babalarının ellerini tutuyordu. Bizimse ellerimiz boştu. O sahne içime kazındı. O gün, anne ve babamdan bir kez daha nefret ettim.”
Sesindeki öfke, hüzünle karışmıştı artık.
“Dayımı hiç merak etmiyor musun?” diye sordu Tahir sessizce. İnsan babasının nasıl biri olduğunu bilmek istemez miydi?
Senem başını iki yana salladı.
“Beni istemeyen bir adamı neden merak edeyim ki? Yaşasa yüzüne tükürürdüm. Asla affetmezdim.”
Bir an durdu, sonra alçak bir sesle ekledi:
“Yavuz abinin bazı huyları ona benziyormuş, öyle diyorlar. Ama kim olduğu, ne yaptığı benim için artık önemsiz. Bana yaptığı tek iyi şey, ailesi gibi güzel insanlarla aynı kanı taşımak olmuş.”
Tahir gururla baktı sevdiği kadına.
Senem’in güçlü duruşu, kırılmadan dimdik kalan hali, kalbinin temizliği...
Hepsi birden Tahir’in kalbini fethetmişti.
“Sen çok güçlü bir kadınsın,” dedi hayranlıkla.
“Her zorluğa, her yalnızlığa rağmen kendini ışıl ışıl yetiştirmişsin.”
Senem, kendisini gerçekten çok iyi yetiştirmişti.
Bunda en büyük emek, hiç kuşkusuz, yetimhanedeki müdüre annesinindi. Kadın, her bir çocuğu kendi evladından ayırmadan büyütmüş, onlara sevginin, vicdanın ve merhametin ne demek olduğunu öğretmişti.
Berwan Bey’in avukatı da bu hikâyede önemli bir yere sahipti. Onun katkısı daha çok maddi yöndendi; her ay yapılan yüklü bağışlar sayesinde, çocuklar daha iyi koşullarda büyümüş, eğitim almışlardı. O paralar, yıllar sonra onların hayatına birer başarı hikâyesi olarak geri dönmüştü.
Senem’le birlikte o yetimhanede büyüyen çocukların hepsi artık birer meslek sahibiydi. Hayat, onlara zorluklarla birlikte mücadele gücünü de vermişti. Her yıl, aynı gün, hepsi bir araya gelir ve müdüre annelerini ziyarete giderlerdi. Zamanında onlara sahip çıkan zenginler gibi, şimdi de onlar başka yetim çocukların ihtiyaçlarını karşılıyor, kendi elleriyle iyiliğin zincirini devam ettiriyorlardı.
Vicdan ve merhamet…
İnsanın özünde olmalıydı bunlar.
Vicdanı olmayanın merhameti de olmazdı. Kalbi kötü olan, her daim karanlıkta kalırdı. Sonuçta, bizi biz yapan, içimizde taşıdığımız vicdan ve merhamet değil miydi?
Zamanın nasıl gectiğini anlamayan genç cift yemeklerini bitirip kaldıkları yerden devam ettiler yuvalarini duzenlemeye.
**********************
Leyla 5. Arabayı da nihayet yıkamayı bitirmisti ama çok da yorulmustu. Üstelik hamileydi ve çok çabuk acıkiyordu. Gözünün önünde şu an çesit çeşit yemekler, tatlılar geciyordu. Dili ile dudaklarını yaladı. Şu iş bitsin hemen konağa gidecek ve Sultan ablasının lezzetli yemeklerinden yiyecekdi.
Yavuz karısının yorgunluğunu fark etmiş az ilerisinde isini yapan delikanlıya işaret etmişti yanına gelmesi icin.
" Buyrun ağam." Dedi helikanlı hem hayranlıkla hemde saygıyla.
" Yengene söyle gelsin gidiyoruz." Dedi kıyamadı yine kehribar gözlüsüne.
Delikanlı gülerek Leyla'nın yanına gitti. Yavuz'a hayran okurken Leyla'yı da içten içe takdir etmişdi.
" Yenge ağam sizi çağırıyor gidecekmişsiniz." Dediği an Leyla elindeki bezi çocugun uzerine atti ve ayağinda cizme ve üzerindeki tuluma aldırış etmeden jet hızıyla koşup arabaya bindi.
Genç delikanlı Leyla'nın arkasından elinde bez ile bakakaldı. Kadın kuş misali bir baktı yanındaydı birde baktı arabanın ön koltuğunda.
Yavuz tazı gibi koşan karısının haline kahkaha ile güldü. Yavuz Miroğlu ilk defa dışarda böyle gülüyordu. Onu gören herkez şasırmıştı. Çünkü Yavuz hiçbir zaman sokakta değil gülmek tebessüm dahi etmezdi.
Deli karısı sayesinde yıllardır gülmediği yüzü gülmüş kahkahaları ortamı şenlendirmişti.
Yavuz ciddiyetini toparlayıp dükkan sahibine teşekkur edip yüklü bir miktar da ücret bırakıp yanlarından ayrılmıstı.
Şöför koltuğuna bindiğinde bir kaşını kaldırıp yandan sevdasına baktı. Kedi gibi masum ama yorgun hali birazcık yüreğini sızlattı. Ama Yavuz onun yorgunluğunu nasıl alacağını çok iyi biliyordu.
Leyla araba yıkarken dostu Berdan'ı aramış ve ondan ufak bir yardım istemisti. Tabi Berdan Marazoğlu bu isteği asla boş çevirmezdi. Oda Yavuz dan istediği sözü almıştı ya artık sırtı yere gelmezdi.
Yavuz arabayı calıştırdı ve medyadan bir türkü açtı her sözü anlamlı ve duygu yüklüydü.
" Kerpiç kerpiç üstüne kurdum binayı
Binayı kurar iken gördüm Leyla'yı.
Leyla başıma açtı türlü belayı
Ah Leyla, Leyla Leyla etme bu nazı
Gel barışalım baban kıysın nikahı."
Yavuz, şarkının sözlerine keyifle eşlik ederken Leyla'nın küçük yorgun kalbi tekledi. Kocasına aşkla ve tutku ile bakıyordu. Yavuz'a olan sevgisi yüreğinden taşıyor gozlerinden ateş misali fışkıriyordu sanki.
İki deli sevdalı yanyana iken zaman duruyor, dünyadan soyutlanıyorlardı.Ne kırgınlık kalıyordu, yorgunluk kalıyordu aralarında. Sadece birbirlerine duydukları o emsalsız o tutkulu, o efsunlu büyük aşk içerisine çekiyordu onları.
Her sevenin bir Leyla'sı vardı kimini mecnun eden, kimini ferhat, kimisini de Yusuf misali zindanlara düşüren....
Yağız’ın Zeynep’i vardı; dağları bile kendisine dar eden....
Cuma namazından sonra çiçekçiye uğramış elinde beyaz güllerden bir buketle, sevdiği kadını ziyarete gitmişti. Zeynep ve Senem artık kendi ofislerinde çalışmaya başlamışlardı. Zeynep’in ofisteki ilk iş günü ise hayli yoğundu. Bir yanda şirkete ait birkaç dava dosyası, diğer yanda görüşmeye gelen müvekkillerle yapılan toplantılar… Zamanın nasıl geçtiğini fark etmemişti.
Ta ki kapıdan, elinde çiçeklerle giren Yağız’ı görene kadar.
“Eli maşalı girebilir miyim?” diye sordu, her zamanki muzurluğuyla.
“Ooo, Teğmenim! Buyurun, buyurun,” dedi Zeynep, yüzündeki tebessüm genişlerken. Yağız elindeki çiçek buketini Zeynep'e uzattı. Zeynep buketi gördünce yüzündeki tebessüm genişledi.
" Teşekkur ederim çok güzeller." Dedi ve sekreteri Ayşe'yi çagırarak buketi ona verdi vazoya koyması için.
" Ne içersin?" Diye sordu Zeynep.
"Bir orta şekerli kahve alayım ." Dedi Yağız.
Ayşe çiçek buketi ile çıktı.
“Ee Avukat Hanım, değerli vaktinizden bana da küçük bir pay ayırabilir misiniz acaba?”
Zeynep, önündeki not defterine bakıyormuş gibi yaptı.
“Pek mümkün gibi görünmüyor...”
Yağız’ın kaşları çatıldı, ama o çatış anında Zeynep dayanamadı:
“...Ama sanırım size bir ayrıcalık yapabilirim,” diye ekledi gülümseyerek.
Bu kez Zeynep, onunla biraz alay etmişti. Her zaman Yağız’ın kalbini hızlandıracak değildi ya!
“Zeynep’im, biraz konuşalım mı?” dedi Yağız. Dudaklarından bir kez “Zeynep” çıkmıştı ama kalbi binlerce kez aynı ismi fısıldıyordu. İsmi bile yetiyordu kalbinde depremler yaratmaya.
“Konuşalım Yağız,” dedi Zeynep. “O gün de zaten apar topar gittin… konuşamadık.” Sesinde hafif bir kırgınlık vardı.
Ayşe kapıya bie kez vurup içeriye elinde iki kahve ile girip servis yaptı: " Afiyet olsun" diyerek odadan çıktı.
“Zeynep,” dedi Yağız derin bir nefes alarak, “kızgındım, kırgındım sana. Seni kaybetme korkusunun ne demek olduğunu bilemezsin. O adamın yanında seni gördüğümde… nefesim kesilmişti.”
Zeynep mahcup bir ifadeyle başını eğdi. O an yaptıklarının doğru olduğuna inanmıştı, ama yine de içini kemiren bir pişmanlık vardı.
“Bana kırıldığını biliyorum Yağız,” dedi sessizce. “Ama o an… öyle bir andı ki, sana haber verecek ne vaktim, ne de fırsatım oldu. Adamlar yolumu kestiğinde gerçekten çok korkmuştum.”
Yağız, gözlerinin içine baktı. Ve o bakışta, hâlâ o korkunun izlerini görebiliyordu.
Yağız, ellerini uzatıp Zeynep’in ellerini kendi avuçlarının arasına aldı.
“Geçti, güzelim,” dedi yavaşça. “Artık kimse sana zarar veremez.”
Sözleri bir teselli değil, gerçeğin ta kendisiydi. O an, Zeynep’in gözlerinin içine baktığında, içinde taşıdığı o koruma içgüdüsüyle yeniden yemin etti sanki.
Canını verirdi, yeter ki Zeynep’in bir saç teline bile zarar gelmesindi.
Zeynep, Yağız’ın gözlerinin içine baktı.
“Yağız… Sen bu hayatta başıma gelen en güzel şeysin,” dedi tüm samimiyetiyle.
Yağız’ın yüzünde o tanıdık, muzur gülümseme belirdi.
“E o zaman, Zeynep Hanım,” dedi kıkırdayarak, “düğünü ne zaman kuruyoruz biz?”
Zeynep, bu romantik anı bile fırsata çevirmesini görünce kahkahasını tutamadı.
“Gerçekten fırsatçısın sen!” diye sitem etti, ama gözlerinde gülümseme hâlâ vardı.
“Fırsatçılık değil bu, güzelim,” dedi Yağız, sesinde yumuşak ama kararlı bir tonla.
“Gerçeğin ta kendisi. Ben artık senin karım olmanı istiyorum. Sana sarılmak, seni koklamak, her sabah yanında uyanmak, doya doya öpmek istiyorum.”
Zeynep’in gözleri büyüdü, yanaklarına sıcak bir pembelik yayıldı.
“Yuh Yağız, yuh!” dedi utanarak. “Senin hiç ayarın yok mu, tövbe yarabbim!” Yağız gülerek başını iki yana salladı.
“Ne dedim de tövbe ediyorsun be Zeynep? Ayıp bir şey söylemedim ki. Sadece… Antep sokaklarında elini tutup yürümek istiyorum. Sesine, gülüşüne doymak istiyorum. Sanki çok şey istiyorum senden.”
Zeynep başını eğdi, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Kalbi deli gibi atıyordu; çünkü biliyordu, Yağız her söylediğini gerçekten hissederek söylüyordu.
“Sen çok şey istemiyorsun da…” dedi Zeynep, mahcup bir gülümsemeyle, “ben bu sözlere alışık değilim. Utanıyorum.”
Yağız elini nazikçe onun yanağına koydu.
“Benden utanma, Zeynep,” dedi yumuşak ama kararlı bir sesle. “Herkesten, her şeyden kaç ama sakın benden utanıp başını eğme. Ben senin başını dik tutman için varım.”
Zeynep gözlerini kaldırıp baktı ona. Gözlerinde hem çekingenlik hem güven vardı.
“Deneyeceğim…” dedi alçak bir sesle. Ardından, bir anda ciddileşerek ekledi:
“Bu arada… haklısın. Artık adını koyalım bu işin. Kadir abim yarın geliyor, konuşalım büyüklerle, bitirelim bu işi.”
Yağız’ın yüzünde yavaşça bir tebessüm belirdi. Gözlerinde yıllardır aradığı huzurun parıltısı vardı. O an anladı ki, bu defa gerçekten olacaktı.
Yerinden kalktı ve bir anda Zeynep’e sarıldı. Hem kavuşmanın getirdiği o tarifsiz özlemle, hem de onu kaybetme korkusunun hâlâ taze yankısıyla…
Zeynep’in elleri de kendiliğinden Yağız’ın omuzlarında buldu yerini.
O an, dünya sanki sessizliğe bürünmüştü. Ne geçmiş vardı, ne gelecek; yalnızca o anın kalp atışları.
Yağız, Zeynep’ten ayrılmadan, sırtında duran ellerini beline kaydırdı; sonra yüzünü yaklaştırıp alnını onun alnına dayadı. Alıp verdikleri nefesler birbirine karıştı birinin soluğu diğerinin canına dokunur gibiydi.
“Söz veriyorum,” dedi Yağız fısıltıyla, gözleri Zeynep’in gözlerinde.
“Çok mutlu olacağız, çimen gözlüm.”
Ve o anda, dudaklarını onun dudaklarına yaklaştırdı ve tutkuyla opmeye basladı.
Ne aceleyle, ne de tereddütle…
Sadece o anın tadını çıkararak, Zeynep’in nefesinde huzuru arar gibi.
Zeynep'de acemice karşılık verdi Yağız'a . O an sadece kalplerinin sesi duyuldu odada.
Huzur artık onların kapısından içeri girmişti. Hiç kimsenin bu mutluluğu bozmaya gücü yetmezdi....
Leyla, yol boyunca ilerlerken konağa gitmediklerini fark etti.
“Yavuz, bu yol konağa gitmiyor… Nereye gidiyoruz?” diye sordu merakla.
Yavuz, direksiyon başında karısına yandan bir bakış attı. Yüzündeki sinsi ama sevecen bir gülümsemeyle,
“Sürpriz.” dedi.
Leyla meraklansa da açlık ve yorgunluk bedenini öyle esir almıştı ki, artık düşünmeye bile hâli kalmamıştı.
Bir süre sonra şehirden uzaklaştılar; ormanın içinde, sessiz ve şirin bir bungalovun önünde durdular.
Leyla arabadan iner inmez karşısındaki manzaraya hayran hayran baktı.
“Burası… çok güzel.” dedi, kehribar rengi gözleri parıldayarak.
Yavuz arabayı kapatıp etrafından dolaştı, Leyla’nın elini tuttu.
Kafasıyla “hadi” işareti yaparak birlikte kapıya yöneldiler. Anahtarı, Berdan’ın söylediği yerden alan Yavuz, kapıyı açtı ve karısına dönüp gülümseyerek, “Önce sen,” dedi.
Leyla o ana kadar üzerindeki tulumu ya da ayağındaki sarı çizmeleri fark etmemişti. Gözleri aşağı kayınca kendi haline gülmekten kendini alamadı.
Yavuz ise sadece onu izlemekle yetindi; yüzünde, her zamanki gibi hayran bir ifade vardı.
Evin içine girdiklerinde sıcacık bir ortam karşıladı onları. Mum ışıklarıyla aydınlanmış, siyah güllerle süslenmiş bir masa… Ve üzerinde Leyla’nın en sevdiği yemekler.
Leyla’nın kalbi, gördüğü manzara karşısında bir kez daha tekledi.
“Bu adam… bana verilecek en güzel hediye,” diye düşündü içinden.
Gözleri doldu. Arkasını döndüğünde Yavuz’u kapı pervazına yaslanmış, aşkla kendisine bakarken gördü.
Hemen gidip boynuna sarıldı ve yanağına kocaman bir öpücük kondurdu.
“Burası, bu ortam… çok güzel. Teşekkür ederim,” dedi, duygulanarak.
Yavuz karısına sıkıca sarıldı, alnından öptü.
“Sen her şeyden güzelsin. Bunlar senin yanında az bile. Ben dünyaları ayaklarının altına sersam bile, o kaybettiğimiz beş yılı telafi edemem, Efülim…” dedi, sesi kısık ama içten bir tonla.
Kısa bir sessizlikten sonra beraber masaya geçtiler. Leyla çok aç olduğu için hemen yemeklere daldı.
Yavuz ise onu tebessümle izliyordu. Karısının iştahla yemek yemesi bazen gözünü korkutsa da, o masum gözlerle kendisine baktığında gülmeden edemedi.
Karısının ve “minik fasulyelerinin” karnı doyunca, Yavuz gülümseyerek Leyla’nın elini tuttu.
“Şimdi seni biraz dinlendirelim.” dedi, yumuşak bir sesle.
Yavuz önde, Leyla arkada, birlikte banyoya doğru yürüdüler.
İçerisi tıpkı dışarıdaki masa gibi özenle hazırlanmıştı; mum ışıkları, lavanta kokusu ve gül yapraklarıyla dolu bir jakuzi… Ortamın sıcaklığıyla birlikte huzur da hissediliyordu.
Yavuz’un yüzünde hafif bir gülümseme, gözlerinde ise derin bir özlem vardı.
Jakuzinin kenarına dönüp alçak bir sesle,
“Seni ve minik fasulyemizi rahatlatma zamanı.” dedi.
Leyla utangaç ama sevgi dolu bir tebessümle başını eğdi. Yavuz, onun ellerini avuçlarının içine alarak bir an durdu;
“Bu an, sadece senin huzurun için, Efülim,” diye fısıldadı.
Ilık suyun ve lavanta kokusunun etkisiyle ortam yavaş yavaş sakinleşti.
Leyla suyun sıcaklığında gevşerken, Yavuz parmak uçlarıyla onun yorgun omuzlarını nazikçe ovuyordu.
Leyla her dokunuşta biraz daha rahatlıyor, yüzündeki gerginlik yavaş yavaş kayboluyordu.
Yavuz'un dokunuşları yavas yavaş yerini şehvete bıraktı. Tutku ile yapıştı karısının dolgun biçimli dudaklarına. Çölde susuz kalmıştı kana kana içiyormuş gibi ezdi Leyla'nın dudaklarını. Dili icerde rahat durmazken elleride çoktan harekete geçmisti.
O an, kelimelere gerek yoktu; sadece suyun sesi ve aralarındaki sessiz sevgi her şeyi anlatıyordu. Tutku dolu ve uykususz bir gece onları bekliyordu...
************************
Leyal Hanım nihayet Leyla ile kaldıkları eve gelmişti. Ali Kahya’ya dönüp bu gece burada kalacağını söyledi. Ali Kahya, sorgulamadan hanımını evde bıraktı ve konağa geri döndü.
Leyal Hanım hızlıca kapıyı açıp içeri girdi. Allahtan evi yeni temizletmişti; ortalık mis gibi sabun kokuyordu.
Ama zihni bir türlü durmuyordu.
Korhan Albay’ın ne konuşacağına dair düşünceler beynini kemirip duruyordu.
Düşünmemek için ayağa kalktı ve bir şeyler hazırlamaya karar verdi.
O sırada, Albay Korhan da Hakan’a kısa bir işinin olduğunu söyleyip otelden ayrılmıştı. Sivil kıyafetleri üzerindeydi; şehir ışıkları altında bir an duraksadı.
Yoldaki çiçekçiden bir demet papatya aldı.
“Eli boş gitmek olmaz.” diye geçirdi içinden.
Sonra yoldan bir taksi çevirdi, şoföre gideceği adresi söyledi. Bir saat sonra, kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarparak varacağı yere ulaştı. O an kendini yıllar önceki hâli gibi hissetti; genç, toy bir delikanlı…
Adımları kendinden emindi, başı dikti.
Ama kalbinde çırpınan bir kuş vardı ki nefesini kesiyor, ritmini değiştiriyordu.
Biraz sonra yaşanacakların hem heyecanı hem de korkusu sarmıştı içini.
Leyal Hanım, misafirperverliğin gereğini yapmış, sade ama şık bir masa hazırlamıştı. Babasından öğrendiği ilk şeydi:
“Evine kim gelirse gelsin, kızım, onu yemeksiz kaldırma.”
Leyal Hanım da kendine yakışanı yapmıştı. Hiçbir zaman zarafetinden, asaletinden ödün vermemişti.
Leyla’yı da tıpkı kendisi gibi yetiştirmişti; kızı, babasının asaletini almıştı.
Kapı çaldığında düşüncelerinden sıyrıldı.
Bir yanı utanıyor, diğer yanı korkuyordu.
Issız bir evde, yalnız bir kadın ve bir adam… Lakin içindeki merak duygusuna yeniliyordu.
Aynada kendine bir kez baktı, sonra kapıyı açtı. Korhan Albay’ı elinde çiçeklerle, sivil kıyafetleriyle görünce önce şaşırdı. Tuhaf bir şekilde kalbinde unutulmuş bir his kıpırdadı. Sonra kendinden utandı. Genç kız gibi telaşlanmak, heyecanlanmak da neydi?
Kocası ölmüş dul bir kadına hiç yakışmıyordu.
Cahil bir kadın değildi; fakat yetiştirilişinden gelen o zarafet, yaşadığı duyguyu kabullenmesini zorlaştırıyordu.
Kendisini toparladı ve tüm ciddiyetiyle, ama nezaketini koruyarak:
“Hoş geldiniz hanemize, buyrun.” dedi.
“Hoş buldum Leyal.” diye yanıtladı Korhan Albay, elindeki çiçekleri uzatarak.
“Elim boş gelmek istemedim, bunlar evine güzellik katsın.”
Leyal Hanım çiçekleri dikkatlice aldı, kapıyı kapattı. Eliyle oturma odasını işaret ederek onu buyur etti. Kendisi çiçekleri mutfağa bıraktıktan sonra, içindeki heyecanı bastırmaya çalışarak odaya geri döndü.
Korhan Albay, meraklı bir şekilde etrafı inceliyordu. Masanın üzerindeki özenli hazırlığı görünce yüzünde ince bir tebessüm belirdi. Böyle bir karşılama beklemiyordu.
Leyal Hanım, Korhan Bey’in bakışlarını fark edince sessizliği bozdu:
“Korhan Bey, isterseniz masaya geçelim. Yemekler soğumasın.” dedi, nazikçe.
Korhan Albay, hafifçe başını eğdi.
“Ne zahmet ettiniz Leyal Hanım, ben sadece konuşmak istemiştim.”
Leyal Hanım’ın sesi bu defa daha kararlıydı:
“Bizim adetimizde eve gelen misafiri sofraya oturtmadan göndermek olmaz.
Yemek yerken söyleyeceklerinizi söylersiniz.”
Bu sözlerle noktayı koymuştu.
Korhan Bey, kendisine gösterilen yere oturdu. Leyal Hanım önce Korhan Albay'ın, sonra kendi tabağını doldurdu ve karşısına geçti.
“Afiyet olsun, buyrun.” dedi. Ortam bir an sessizleşti. Yalnızca çatal-kaşık sesleri ve birbirlerinin nefes alış verişleri duyuluyordu. Bu sessizlik ikisini de rahatsız ediyordu.
Sonunda, Korhan Albay derin bir nefes aldı. Tüm cesaretini toplayarak konuşmaya karar verdi.
"Leyal, şiir okuduğun günü hatırlıyor musun?”
Leyal Hanım, kısa bir sessizlikten sonra başını evet anlamında salladı.
O günü nasıl unutabilirdi ki? Heyecandan kalbi yerinden çıkacak gibiydi. O zamanlar genç bir kızdı; sesiyle, şiiriyle birinin kalbine dokunmak, kendini göstermek istemişti.
Ama o kişi… ne görmüş, ne duymuştu onu. Leyal Hanım, içinde yeni filizlenen o duygulara o gün kilit vurmuştu.
Bir daha da o kilidi hiç açmamış, o kişiyi yalnızca ara sıra uzaktan görmüştü.
Korhan Albay derin bir nefes aldı, bakışları geçmişe dalmıştı.
“O gün ben seni ilk defa gördüm,” dedi.
“Durüşun, tavrın, sesin… o kadar güzeldi ki, hayran olmamak elde değildi.”
Leyal Hanım’ın kalbi hafifçe hızlandı. Kaşları çatıldı ama gözlerinde merakın gölgesi belirdi.
Korhan’ın sesi biraz titremeye başladı, yılların ardında saklı kalan gençliğini anlatıyordu adeta:
“Arkadaşlarım senin ardından konuşurken, ben onlara sadece bakardım. Onlar güzelliğinden bahsederdi ama ben… ben seni kalbimle görmüştüm. O günden sonra sınıfın penceresinden seni izledim. Gülüşün, yüzündeki o huzur… her geçen gün kalbime daha da işliyordu. Ama konuşmaya cesaret edemedim.
Duyduklarım cesaretimi kırmıştı.
‘Okulun en güzel kızıymış… kimseye yüz vermezmiş…’ dediler. Ben de reddedilmekten korktum, sessiz kaldım.”
Korhan bu sözleri söylerken gözleri Leyal’in gözlerine takıldı. İçinde biriken duygular, yılların ardından nihayet kelimelere dökülüyordu.
“Ben o günden sonra seni aklımdan çıkaramadım. Gizli gizli hep seni izledim, teneffüslerde, okul bahçesinde...” dedi.
Leyal Hanım’ın eli titredi, tuttuğu çatal tabağa düştü. Bir an odadaki sessizlik çatalın sesiyle bozuldu. Yıllar sonra gelen bu itiraf, kalbinde beklenmedik bir sarsıntı yaratmıştı.
“Anlamadım,” dedi fısıltıyla, gözleri Korhan Albay’a kilitlenmişti. Aslında duymuştu ama duymamayı tercih ediyordu. Gerçeği kabul etmek, yılların ağırlığıyla yüzleşmekti çünkü.
Korhan gözlerini kaçırmadı.
Sesinde bastırılmış bir özlem, yüzünde yılların pişmanlığı vardı.
“Yapma Leyal… çocuk değiliz artık. Duydun işte. Ben sana o gün sevdalandım ama konuşmaya cesaret edemedim.”
Leyal Hanım hızla derin bir nefes aldı, sonra sert bir şekilde başını kaldırdı.
Yüzünde öfke ve şaşkınlığın karışımı bir ifade vardı.
“Bir dakika! Bunları neden şimdi anlatıyorsunuz bana? Yıllar sonra karşıma çıkıp aşkınızı mı itiraf ediyorsunuz? Haklısınız Korhan Bey, biz artık çocuk değiliz.”
Sesi titremiyordu, ama gözleri dolmuştu.
Korhan başını öne eğdi, parmakları birbirine kenetlendi.
“Leyal, seni anlıyorum. Duydukların seni sarstı, biliyorum. Ama ben yıllarca bu duygularla yaşadım. Ta ki Ordu'ya döndüğümde senin evlendiğini öğrendiğim güne kadar... Kalbimde hep sen vardın.”
Leyal Hanım’ın boğazı düğümlendi.
Sanki Berwan Bey’e, hatırasına ihanet ediyormuş gibi hissediyordu.
Kendine kızdı, kalbinin bir anlığına bile olsa kıpırdamasına.
“Bakın Korhan Bey, lütfen bu konuyu kapatalım. Ne ben o liseli genç kızım, ne de siz okulun en çapkın delikanlısısınız.
İkimimiz de yaşımızı başımızı almış insanlarız. Ben evlendim, yuvamı kurdum. Belki siz de evlendiniz, ya da hâlâ evlisiniz, bilemem. Ama bu konuşma… çok yanlış geliyor bana.”
Sözlerini bitirirken masadan kalktı, yüzünde kararlı ama üzgün bir ifade vardı. Kanepeye geçti, ellerini dizlerine koydu, bakışlarını yere sabitledi.
Korhan Albay da sessizce yerinden kalktı, karşısındaki kanepeye oturdu.
Yüzü ciddileşmişti, ama gözlerinde hâlâ bir umut parlıyordu.
“Leyal, izin ver her şeyi anlatayım.
Bu şekilde, yarım bırakıp gitmek istemiyorum. Yıllar sonra, seni bulmuşken…”
Leyal Hanım derin bir nefes aldı.
Bir yanı “Dur, bu yanlış.” diye fısıldarken, diğer yanı… o genç, utangaç liseli Leyal, içten içe devamını duymak istiyordu.
Leyal Hanım’ın sessizliği, Korhan Albay’a cesaret verdi. Gözleri uzaklara, geçmişin sisine dalmış gibiydi.
“Leyal, yıllarca her kadında seni aradım.” dedi koskoca orduya hükmeden Albay'ın sesi Leyal hanımın karşısı da titriyordu.
“Eşimde bile... Evlendim, ona hep saygılı, sadık bir eş oldum. Ama Allah bize çocuk nasip etmedi. Eşim çok üzüldü, günlerce kafasına taktı. Sonra hastalandı… ve ömrü vefa etmedi.”
Korhan Albay’ın sesi titrediğinde gözlerinde bir parıltı belirdi. Acının ve özlemin karıştığı o ton, Leyal Hanım’ın yüreğini burktu.
“Başınız sağ olsun, çok üzüldüm,” diyebildi kısık bir sesle. En azından kalbinde bir kötülük, bir nefret yoktu bu adamın. Kendisi ise… sevdiği kocası tarafından ihanete uğramış bir kadındı.
Korhan Albay başını öne eğdi.
“Dostlar sağ olsun...” dedi hüzünle.
Sonra birden gözlerini kaldırıp Leyal’in gözlerine baktı.
“Ama bilmeni isterim ki, kalbimde hep sen vardın Leyal. Eşimle evliyken bile, bir tek sen vardın. Yıllarca seni düşündüm. Göreve gittiğim her yerde, senden bir iz aradım. Ve şimdi karşımda, yıllar sonra, kanlı canlı duruyorsun.
Seni konakta gördüğüm o ilk anda tanıdım ama emin olamadım. Sonrasını biliyorsun zaten. Leyal… bunca yıl sonra karşılaşmamız bir tesadüf olamaz.”
Korhan Albay’ın sesi kararlıydı; içinde bir inanç, bir teslimiyet vardı.
Sanki dualarının karşılığı sonunda karşısında duruyordu.
Leyal Hanım derin bir nefes aldı, gözlerini kaçırdı.
“Bakın Korhan Bey, size ve duygularınıza saygım var. Lise zamanındaki Leyal olsaydı, emin olun, belki size o şansı verirdi. Ama şimdiki Leyal... bir enkaz.
Külleriyle yaşayan, içinde ne bir gönül kalmış ne mutluluk. Anlayacağınız, benden size hayır gelmez. Üzgünüm.”
Sesi kırılmıştı ama kararlıydı.
Yavaşça ayağa kalktı.
Konuşma onun için bitmişti. Herkes eteğindeki taşları dökmüştü artık.
“Sizi geçireyim. Çiçekler için teşekkür ederim. Bir daha ne yoluma çıkın, ne de bu konuları açın. Benden size ancak yara olur... o da kanatır, durur.” dedi ve dış kapıya doğru yöneldi.
Korhan Albay, bir an ne yapacağını bilemedi. Ama pes etmek, onun doğasında yoktu. İçinde bir ses, bu kadını bir daha kaybetmemesi gerektiğini haykırıyordu.
Birden yerinden fırladı. Leyal Hanım’a yetişip kolundan tuttu, onu nazik ama kararlı bir hareketle geri çevirdi. Duvarla kendi arasına sıkıştırdı. Ellerini onun yüzüne koydu, kara gözlerini Leyal’in ela gözlerine sabitledi.
Leyal Hanım şaşkındı; kolundan tutulup aniden çevrilince olduğu yerde donakaldı. Kalbi göğsünde çarpıyor, nefesi kesiliyordu. Korhan Albay’ın yüzü acıyla gerilmişti.
“Seni bulmuşken bırakmam Leyal. Yaram olacaksan ol, ulan ol! Zaten yıllardır içimde kanıyorsun… oluk oluk. Seviyorum seni, kadın... canımdan geçecek kadar çok seviyorum!”
Sesi çatladı; gözlerinden yaşlar süzülürken içinde çaresiz bir sarsıntı yankılandı.
“Tüm çaresizliğimle geldim karşına. Tamam, hemen kabul et demiyorum... ama kestirip de atma. En azından düşün, biraz zaman ver bize. Bir ömrü senin hayalinle yaşadım ben. Ne kadar ömrüm kaldı bilmiyorum. Belki bir dağda kör bir kurşunla, belki de ecelimle öleceğim...
Ama ölmeden önce seninle bir günü bile olsa yaşamak istiyorum.”
Leyal Hanım’ın gözleri doldu, dudakları titredi. Gözlerinden düşen her damla yaş, Korhan’ın başparmaklarıyla silindi.
O anda odada sadece nefeslerinin sesi vardı.
Korhan’ın sesi son kez, yumuşak bir dua gibi yankılandı:
“Lütfen düşün Leyal... Hiç olmazsa, sana olan sevdamın, liseli o gencin hatırına bizi düşün.”
Sonra alnına bir öpücük kondurdu.
Sessizce geri çekildi, gözlerinde sönmüş bir umutla kapıya yöneldi. Arkasında, duvarın önünde sessizce ağlayan, perişan bir kadın bırakarak gitti.
Korhan Albay arkasını dönüp giderken, evin içinde yankılanan yalnızlık sesi Leyal Hanım’ın kalbinde derin bir iz bıraktı.
Söylenmeyen onca söz, yitip giden yılların ağırlığı gibi çöktü omuzlarına.
Bir an kapının ardından gelen sessizlik, yılların susturamadığı duyguların sesi gibiydi. Leyal, elini kalbine götürdü ne Korhan Albay’ın sözleri, ne gözyaşları…
Sadece içinde bir yer, yıllar sonra yeniden sızlamayı hatırlamıştı.
Ve o an anladı; bazı yaralar kabuk bağlamaz, sadece sessizce yaşamayı öğrerirdi insana........
Bölüm sonu canlarım size up uzun bir bölüm yazdım. Yıldızı parlatalim ve satır arası yorum yapmayi unutmayalım.
| Okur Yorumları | Yorum Ekle |

| 29.05k Okunma |
2.55k Oy |
0 Takip |
50 Bölümlü Kitap |