47. Bölüm

38. BÖLÜM İSTEME

Çerkezkizi
55cerkezkizi055

Selam canlarım yeni bölum ile geldim yine bismillah diyerek başladık bakalım inşallah çabucak bitirebilirim ve sizleri bekletmem. Bu arada canlarım bir kaç gün annemlerin yanında olacağım belki o dönemde bölümü yazamayabilirim geç gelirse eğer kusura bakmayın. İnanın bazen elimde olmayan sebeplerden ötürü böyle oluyor. Her neyse, bol bol satır arası yorum bekliyorum sizlerden. Lütfen sadece okuyup geçmeyin, en azından emeğimize karşı bir saygı olarak yorumlar yapın, takibe alın. İlk hikayem eksiğim, hatam, kusurum olmuştur. Ben kendimi gelistirmeye çalışıyorum. Sizlerde desteklerinizle bana yardımcı olun lütfen....

Bundan sonra bölümlerimiz daha sakin ve daha duzenli bir şekilde ilerleyecek yavaş yavaş olaylar örgüsünün sonlarına geliyoruz. Beraber çıktiğımız bu yolda sizlerle büyümek, yükselmek çok güzel...

Bol bol satır arası yorum, begeni ve takibi unutmayalım. Keyifli okumalar..

Tiktok, instagram, Kitappad ve Dream hesabım takibe alın.
👇👇👇👇👇👇👇

( 55Cerkezkizi05 )
___________________________________________

" Gözlerinin yeşilinde kaybettim kendimi,
Ruhumu teslim ettim ellerimle kalbine.
Bir sana yenildim bu hayatta, bir de,
Göklerde dalgalanan Ay yıldızlı al bayarağa.

Şimdi sensizlik cehennem, ben ise atesteyim,
Gozlerinin ormanında sevdamı yeşerttiğim.
Şimdi, bir sen varsın bende, benden ileri
Birde uğruna canımı verdiğim memleketim.

Bir gün gelecek büyüyecek fidanlarım,
Senin toprağında meyve veracek dallarım.
Bir hayat geçecek gozlerimiz, ömrümuzden,
Ben ay yıldızlı al bayrakla gozlerinin ormanında yaşayacağım..."

= 55Cerkezkizi05 =

Bölüm Şarkısı: Olgun Şimşek- Uflediler söndüm

Mutluluk, en uzak dediğimiz anda gelir, kapımızı çalar. Hiç ummadığımız bir anda gönül bahçemizde binlerce çiçek açar. “Bittim.” dediğinde anlarsın, yeniden ayağa kalkmanın kıymetini ve Rabbine binlerce kez şükredersin. Çünkü O, “Ol.” dediğinde olur. Yeter ki ümidini kaybetme…

Zeynep, ölüm diye çıktığı yolda bir kurtuluşunun olmayacağını düşünerek kahretmişti kendine. Şimdi şükrediyordu Rabbine ve tüm sevdiklerine. Sen yeter ki içindeki o ümidi kaybetme. Vardır her şerde bir hayır…

Gecenin sessizliği çökmüştü Miroğlu Konağı’nın üzerine. Kimisi derin uykudaydı, kimisi geçmişinde, kimi ise bugününde. Yavuz ve Leyla ise birbirlerinin tenindeydi.

Özlem vardı gözlerinde; birbirlerine delice olan açlıkları, kalplerindeki yanan ateş ve vücutlarına sirayet eden o tutku…

UYARI: (Buradan sonrası +18 içerir, okumak istemeyen atlayabilir.)

Yavuz, çölde kalmış bedevi gibi yapışmıştı adını zikreden, tutkunu olduğu dolgun dudaklara. Gül kokan teni onu mest ediyor, içindeki tutku gitgide şaha kalkıyordu.

İncitmeden öpüyordu sevdiğini, geç kalmışlığın pişmanlığıyla. Leyla’nın her bir zerresine tutkun, her bir zerresine meftun… Ama en çok da kehribarlarına aşık bir Mecnun.

Kapı kapandıktan sonra dünya küçüldü; sadece ikisinin nefesleri, çarpmakta ısrar eden kalpleri kaldı. Yavuz, kucağındaki karısını yavaşça ilerleyip makyaj masasına oturttu. Dudaklarını kısa bir süreliğine ayırdı. Yavuz’un bakışları, Leyla’nın gözlerinde yanan ateşi gördü. Sanki bir ömür susamıştı o bakışlara. Acele etmedi; incitmekten korkan yanı yavaştı ama içindeki arzu kolay kolay sönecek gibi değildi.

Elleri hızlıca Leyla’nın üzerindeki tişörtün uçlarına gitti. Gözleriyle sevişiyordu sanki; Leyla, baktığı kara gözlerde o tutkuyu görebiliyordu. Bir çırpıda tişörtü çıkarıp odanın bir köşesine attı. Bu defa Leyla’nın parmakları hareket etti ve Yavuz’un üzerindeki fazlalığı bir çekişte çıkardı. Yavuz ellerini kemerine götürüp açtı, Leyla’ya kolaylık sağlıyordu. Ayağıyla pantolonunu da fırlattı. Leyla’nın elleri cesurca Yavuz’un yapılı göğsünde yerini bulmuş, parmakları tüy kadar hafif bir dokunuşla hareket ediyordu. İçindeki arzu, kadınlığında hissettiği sızı, Yavuz’a olan açlığını belli ediyordu.

Gözlerini kapatan adam, Leyla’nın her dokunuşunda kendinden geçiyordu. Gözlerini açtı ve yaklaşıp gül kokan boynuna dudaklarını bastırdı. Bu hareket ile Leyla titredi ama kaçmadı; başını geriye doğru yatırıp Yavuz’a daha çok alan açtı.

“Efülüm…” dedi boğuk çıkan sesi, arzusunun belirtisiydi. “Senin şu gül kokan tenin… beni mahvediyor. Ne yapacağımı bilmiyorum. Eğer sana yapacaklarım canını yakarsa… durdur beni. Ama dayanamıyorum artık. Her an… her saniye seni istiyorum.” Dudakları boynuna işkence ederken söyledikleri, kalbinde deprem etkisi yaratıyor, Yavuz’a bir kez daha ve yeniden aşık oluyordu.

“O adamların sana benim gözümle ağızları sulana sulana bakmaları… beni delirtti. Seni arzulamaları… beni çıldırttı.” dedi fısıltıyla. Elleri belinden pantolonunun kemerine gitti ve hızlıca açtı. Kemerinden tuttuğu pantolonu Leyla’nın da yardımıyla çıkarıp attı. Sadece iç çamaşırlarıyla kalmışlardı. Üstündeki son parçayı da sabırsızca çıkardı ve attı. Leyla’nın dudaklarına dudaklarını bastırdı ve aynı açlıkla öpmeye başladı. Önce üst dudağını ısırdı, ardından alt dudağına aynı işkenceyi yaptı. Leyla kendinden geçmiş karşılık veriyor, arada saçlarını hafifçe çekiştiriyordu. Yavuz, Leyla’yı kalçalarından tutup tekrar kucağına aldı ve öperek yatağa götürüp yavaşça soğuk çarşafın üzerine bıraktı.

Dudakları, Leyla’nın boynundan göğsüne süzüldü. Parmakları ise her bir zerresini keşfe çıkmıştı. Leyla’nın nefes alışverişleri hızlandı; vücudu, Yavuz’un her dokunuşunda yeni bir zevk haritası çiziyordu. Göğüs kafesi hızla inip kalkıyor, dolgunlaşan ve sertleşmeye başlayan göğüsleri Yavuz’a seyirlik bir görsel şölen sunuyordu.

“Her zerren… bana emanet.” diye fısıldadı Yavuz ve dudaklarını sağ göğsüne bastırdı. Eliyle de sol göğsüyle ilgileniyor, resmen Leyla’ya tatlı bir işkence ediyordu. Leyla ise başını geriye yasladı, dudaklarından bastıramadığı bir inleme yükseldi.

“Senden başka hiçbir ten… bu tene değemez.” dedi Leyla. Gözleri buğulanmıştı. “Bir tek sana açlığım, bir tek sana susuzluğum… bir tek sana bu denli yükselişim.” Ellerini Yavuz’un saçlarına gömdü; teni, ateşten bir deniz gibi alev alev yanıyordu. Yavuz yavaş yavaş kasıklarına indi. Dizlerinin üzerinde hafifçe doğrulup Leyla’nın iç çamaşırını usulca bacaklarından sıyırdı. Leyla’nın uyluklarının iç kısımlarında gezen dudakları, her öpücükte Leyla’nın nefesini kesiyordu.

“Bırak kendini.” dedi kısık bir sesle. “Bu gece sadece bedenlerimiz konuşsun… her bir zerren içime işlesin.” Ardından dudakları, Leyla’nın en mahrem yerine ulaştı. Dili, arzunun ritmine göre dans ederken Leyla’nın kalçaları kıpırdadı; bedenini kontrol edemiyordu artık. Her öpücük, her temas onu biraz daha parçalıyor, biraz daha tamamlıyordu.

Yavuz, durmaksızın ama hep dikkatle dokunuyordu. Her bir hareketi, yılların geç kalmışlığı için bir özürdü. Yavaş yavaş Leyla’nın mabedine girdi. Leyla’nın tırnakları ise Yavuz’un sırtında bir yol çiziyor, gözlerinin simgesi olan dövmede duruyordu. O dakikaların en çarpıcı yanı yalnızca fiziksel yakınlık değildi; o dokunuşların her biri bir telafi, bir özür, bir sevgi ilanıydı.

Saatler ilerledi; bu oda iki gencin arzusuna, şehvetine ve özlemine şahitlik etti. Odanın loş ışığında birbirine sarılmış iki beden vardı. Aralarındaki nefesler yavaşladı, söylemler ve inlemeler yerini sükûnete bıraktı. Leyla başını Yavuz’un göğsüne dayadı; kalbinin ritim sesi, kendisine olan tutkuyu ve aşkı bas bas bağırıyordu. Bu melodi Leyla için bestelenmiş bir şarkı niteliğindeydi.

Sabah çok uzak görünse de, bütün gece boyunca birbirlerine ait özel anlar, dakikalar biriktirmişlerdi. Pişmanlıkların törpülendiği, arzuların adil bir şekilde karşılık bulduğu ve en önemlisi birbirlerinin yaralarını sardıkları anlar…

****************

SİNOP

Lewent, bırakıldığı yerden babası Nedim ve adamları tarafından alınarak, kendilerine ait olan klinikte tedavi altına alınıyordu.
Uyandığında yaşadığı her şey, zihninde parça parça canlanmaya başladı. Ancak vücudu o kadar ağır hasar almıştı ki, mimiklerini bile zor hareket ettirebiliyordu. Önünde uzun ve sancılı bir tedavi süreci vardı.

Her ne kadar nefes almakta bile zorlanıyor olsa da, Lewent’in kalbi derin bir kinle atıyordu. İçten içe, sessizce intikam yeminleri ediyordu. Çektiği onca acının, döktüğü onca kanın elbet bir karşılığı olacaktı.
Özellikle de Cihan Akbulut… Ona kafayı fena takmıştı.
İyileşmek, hayata yeniden tutunmak için adeta canını dişine takmıştı.

“Ucunda ölüm de olsa, o yolu yürüyeceğim…”
diye mırıldandı kendi kendine.

Zihninde tek bir amaç vardı: Cihan’a ve Zeynep’in sevdiği herkese hayatı zehir etmek!
Her şeyi zamana bırakmıştı. Nasılsa intikam, soğuk yenen bir yemekti…

Bu sırada Babadağ Ailesi'nde hayat, görünürde normal akışında ilerliyordu.
Ancak yaşananların izleri hâlâ tazeydi.
Macit, iki elini de kullanamadığı için yemeklerini Melek ve Dilek dönüşümlü olarak yediriyorlardı. Evlatlarının gösterdiği bu merhamet karşısında Macit’in yüreği paramparça oluyordu. Onların yüzlerine bakmaya utanıyor, başını eğmekten başka bir şey yapamıyordu.

Yaşadığı o korku dolu saatler, nihayet aklını başına getirmişti. Zeynep’e yaptıkları için içini yakıp kavuran derin bir pişmanlık vardı. Yalnız kaldığı her an, gizlice gözyaşı döküyordu.

Bir gece, rahmetli eşi ilk kez rüyasına girmişti. Kadın, öyle bir bakışla süzmüştü ki onu…
Küfür etse, bu kadar canını yakmazdı Macit’in.

Bazen sessizlik, binlerce kelimeye bedeldi; bazen bir bakış, insanın yüreğini darmadağın edebilirdi.

Bir sabah, Dilek kahvaltısını ettirirken, Macit’in yanaklarına ince ince süzülen gözyaşlarını fark etti. Vicdan azabı artık onu paramparça ediyordu.
Dilek, elindeki kaşığı neredeyse yere düşürecekti; şaşkınlıkla babasına bakakaldı. İlk defa, onun ağladığına şahit oluyordu.

“Baba… Ne oldu?” diye sordu, endişeyle.

Macit, boğazına düğümlenen sözleri zorla dile döktü:

“Affedin beni… Kızım…” dedi, titreyen sesiyle.

Sessiz başlayan gözyaşları kısa sürede hıçkırıklara dönüştü. Dilek, ne yapacağını bilemedi; babasının bu hâli karşısında adeta donup kalmıştı.

Sesi duyan aile üyeleri koşarak odaya geldiler. Macit’i o hâlde görünce, hepsinin yüzünde tek bir duygu belirdi: Acıma…

Bir insan, kendine ne kadar zarar verebilirse, Macit de her gün kendine ondan bin kat fazlasını yapıyordu.
Zamanında kötülükte sınır tanımamış, kimseyi umursamamıştı.
Ama ne yazık ki, şimdi çektiği vicdan azabı bile geçmişte yaptıklarını temizlemeye yetmiyordu.

Rıdan Bey, vicdanına yenik düşen kardeşinin yanına sessizce yaklaştı ve ona sıkıca sarıldı.
Macit’in ondan öğrenmesi gereken çok şey vardı. Belki zamanında farklı seçimler yapsaydı, düzenli bir hayatı, mutlu bir ailesi olabilirdi.
Ama o, kendi yolunu seçmiş, karanlığı tercih etmişti…

ANTEP

Antep sokakları, sabahın ilk ışıklarıyla yavaş yavaş hareketleniyordu.
Daracık sokakların taş döşemelerinden yankılanan ayak sesleri, sabah telaşını hissettiriyordu.
Fırınlardan yükselen talaze ekmek kokusu, havaya karışıyor; esnaf, kepenklerini birer birer açıyordu.

Konakta ise kahvaltı hazırlıkları başlamıştı.
Zeynep, yeniden güvende olmanın verdiği huzur ve kurtulmanın getirdiği mutlulukla uzun zamandır ilk kez güzel bir uyku çekmişti.
Geçirdiği ızdırap dolu saatlerin ardından, Yağız ve artık ailem dediği insanlar gelmiş, onu kurtarmışlardı.
Hepsine ayrı ayrı minnet borçluydu. Ama en çok da sevdiği adama bir özür borçluydu.

Eline telefonu aldı, mesaj kısmına girerek içindekileri satırlara döktü:

“Günaydın teğmenim. Sabahı şerifleriniz hayrolsun, cebinde paraların kaybolsun.”
diye yazdı ve gönderdi.

Heyecanla, yüzündeki aptal gülümsemeyle gelecek cevabı bekliyordu. Bir yandan da galeride bulunan, Yağız ve kendisine ait fotoğraflara bakıyordu. Şimdi yanında olmasını ne çok isterdi… Veda bile edememişlerdi birbirlerine.

Mesajlara geri döndüğünde hâlâ mesajı görülmemişti. Az önce gülen yüzü asıldı, morali bozuldu. Yağız ise mesajı görmüş ama açmamıştı. Zeynep'e kızgındı… Hem de haklıydı.

Lewent'e bu kadar çabuk pes edip gitmesini anlayamıyordu.
Bir yanı, “Aç bak,” dese de; diğer yanı, “Açma, gurursuz musun?” diyordu.
Ama Yağız'ın içi rahattı; çünkü sevdiğini o zalimin elinden kurtarmıştı.

Zeynep'in, Lewent’ten kurtulup kendisine koşarak gelişi geldi gözünün önüne. O an yüreği cız etti… Dayanamadı, telefonu eline aldı.
Mesajı okuyunca yüzünde ufak bir tebessüm oluştu. Sevgiye bu denli muhtaç bir kalbi, bir de kendisi yara açamazdı.

“Günaydın çimen gözlüm… Param kaybolursa seni alamam. Fakir bir koca istemezsin herhâlde?”
diye yazıp gönderdi.

Zeynep, muhtaçtı…

Aile şefkatine, hasretti baba sevgisine ve bir yârin onu her hâliyle deli gibi sevmesine ihtiyacı vardı.

Kız çocukları hep sevgiye muhtaç değil midir?

Anne sevgisine, baba sevgisine, kardeş sevgisine, onu sarıp sarmalayacak bir yârin sevgisine ve evlat sevgisine…

Kız çocuklarının kaderi, tabiatı buydu.
Her çocuk sevgiye aç gelirdi bu dünyaya; ama kız çocukları, erkeklere göre daha narin ve daha hassas olurlardı.
Zeynep de hem hassas, hem de çok güçlü bir kadındı.

Yağız, ona hepsini… tum sevgileri vereceğine yemin etmişti.
Hiçbir şeyde gözünü doyurmayacaktı.
Zeynep'i düşündükçe gözleri doldu, burnunun direği sızladı.

Kapısı bir kez çalındı…

“Gel,” dedi Yağız, sakin ama otoriter bir sesle.

İçeri giren askerlerden biri, sert bir selam verip konuşmaya başladı:

“Komutanım, Korhan Albay yanınıza gitmenizi istedi,” diyerek kendisine verilen emri bildirdi.

Yağız hiç vakit kaybetmeden, “Gidelim,” dedi. Hızlıca yerinden kalkıp şapkasını başına taktı. Adımlarındaki kararlılık, omuzlarındaki gerginlikle birleşmişti. Koridoru sert ve hızlı adımlarla geçti, Korhan Albay’ın odasının önüne geldi.
Kapıyı bir kez vurdu.

“Gel,” komutu gelince içeri girdi.
Hazır ola geçip başıyla selam verdi:

“Teğmen Yağız Miroğlu. Beni emretmişsiniz komutanım,” dedi, tok ve net bir sesle.

Korhan Albay eliyle karşısındaki koltuğu işaret etti.

“Gel, otur Yağız,” dedi.

Yağız aldığı komutla yavaşça gidip koltuğa oturdu. Fakat gözleri merakla komutanına kilitlenmişti. Kalbinin ritmi hızlanıyor, içinde belirsiz bir gerginlik dolaşıyordu.

Korhan Albay, gözlerinin derinliğinde anlam taşır bir ifadeyle konuşmaya başladı:

“Evlat… Ben seni ailenin yanına gidersin diye düşünmüştüm ama sen buraya gelmişsin. Madem geldin… O hâlde hem aileni ziyaret edelim hem de gönlünü çalan şu kızla tanışalım, ne dersin?”

Yağız, dudaklarının kenarına hafif bir tebessüm yerleştirdi. Omuzları gevşedi ama gözlerindeki huzursuzluk tam olarak kaybolmamıştı.

“Emredersiniz, komutanım,” dedi.

Korhan Albay, hazırlıkların yapılmasını ve en geç bir saat içinde hazır olunmasını emretti. Ayrıca, Zergül Hanım’a gidip bizzat teşekkür edecekti. Onun ince düşüncesi karşısında vefa göstermek istiyordu.
Ama bilseydi ki Yağız’ın içinde fırtınalar kopuyor, hain bir planın gölgesi dolaşıyordu…
O an, yerinden bile kımıldamazdı.

Yağız, Albay’ın odasından çıkarken kara kara düşünüyordu. Eğer Zergül Hanım her şeyi öğrenirse, bu defa rahmetli dedesinden kalma çifteyle vurması işten bile değildi.

“Gazamız mübarek olsun Yağız Miroğlu…” diye geçirdi içinden.
Yemişti bir haltı; şimdi de sonuçlarına katlanacaktı.

Yade Zergül ise başına geleceklerden habersizdi. Sabah tesbihini çekmiş, evlatlarına hayır dualar etmişti.
En çok da Yağız’a dua ediyordu; çünkü o, dağda ölümle burun buruna, kurşunla, hainle, itle kopukla karşı karşıyaydı.
Her anne gibi, yüreği dualara sarılıyor, evladının sağ salim dönmesini istiyordu.

Bastonuna tutunarak yavaşça doğruldu, ağır adımlarla oturma odasına geçti.
Gelinleri ve oğlu kahvaltıya inmişlerdi, ama torunlar henüz gelmemişti.

Yade Zergül’ü gören Azade Hanım ve Leyal Hanım derhâl ayağa kalktılar. Bu, kayınvalidelerine duydukları saygının göstergesiydi.
Ancak Yade, eliyle oturmalarını işaret etti. Gelinlerinden razıydı; ikisi de kendini bilen, saygılı ve sevgi dolu kadınlardı.

Yavaş yavaş, konaktaki diğer kişiler de oturma odasına doğru yöneliyordu.

Leyla ve Yavuz ise hâlâ uyanmamışlardı. Dün gecenin yorgunluğu hâlâ üzerlerindeydi. İlk uyanan Leyla olmuştu. Yataktan kalkmak için hamle yaptığında, Yavuz onu belinden yakalayıp kendine çekti. Başını Leyla’nın saçlarına gömdü, derin bir nefes aldı.

O an, gul kokusu tüm ruhunu sardı…
O koku, Yavuz’un nefes aldığı, can bulduğu yerdi. Keza Leyla da, Yavuz’un misk-amber kokusunda yaşam buluyor, varlığını hissediyordu. Bir yandan da o koku, onu mayıştırıyor, tekrar uykuya davet ediyordu. Çünkü Yavuz’un kolları onun huzuruydu… dünyaya ait tek güvenli limanıydı.

“Yavuz, kalkmamız lazım,” dedi.
Karnı acıkmıştı; uzun zamandır ilk defa midesi bulanmamıştı.
Gerçi sabaha doğru, yine midesindeki her şeyi çıkarmıştı.

Yavuz, sabahın ilk ışıklarında kalkmış, yüzünü yıkamış, sevdiği kadını kucağına alarak yeniden yatağa taşımıştı.
Leyla’nın canı yandığında, onunki iki kat yanıyordu. Saçının teline kıyamazken, her sabah yaşanan mide bulantıları bile içini sızlatıyordu.

Biliyordu ki bunlar normaldi… ama yine de Leyla’sı acı çekmesin istiyordu.
Gerçi karısı hâlinden şikâyetçi değildi; bir gün bile “Of” dememişti, dertlenmemişti. Her güzel şeyin bir bedeli vardı. Sekiz ay sonra minik bir varlık hayatlarına girecek, yuvaları şenlenecek, aileleri daha da büyüyecekti.

Yavuz, karısının karnını okşayarak, aşk dolu gözlerle fısıldadı:

“Çawreşamın… Senin minik fasulyen acıktı. Hadi gidip kahvaltı yapalım da doysun miniğim,” dedi.

Yavuz’un kapalı gözleri, Leyla’nın masum hâlini görünce birden açıldı.
O an, bir kez daha âşık oldu; kalbi titredi, ruhu sarsıldı.

Gözlerindeki parıltı, şükrün en saf hâliydi. İçinden Rabbine hamd etti.
Biliyordu ki, bu mutluluk bir lütuftu… ve o mutluluğun sadakasını her gün bir garibi sevindirerek veriyordu.

Yıllardır hasretiyle yanıp tutuştuğu kadının alnına bir buse kondurdu.
O öpücükte hem özür, hem sevgi, hem şükür gizliydi.

Leyla, dudaklarından kelimeler dökülmese bile, dokunuşundan anlıyordu her şeyi.
Bu, bir teşekkür öpücüğüydü. Aynı zamanda bir pişmanlığın sessiz ifadesiydi.

Biliyordu, Yavuz içten içe hâlâ acı çekiyor, vicdan azabı yaşıyordu.
Defalarca konuşmuşlardı; Leyla ona hep,
“İkimizin de hatası vardı. Kendine yüklenme,” demişti.
Ama Yavuz, Leyla’yı bir hiç uğruna bırakıp gittiği için hâlâ kendini affedemiyordu.

Yataklarından beraber kalktılar.
Önce Leyla banyoya gidip ihtiyaçlarını giderdi, Yavuz ise pencereyi açtı, nevresimleri değiştirmeye başladı.
Leyla, kocasının bu hâllerine alışık olmadığı için şaşkınlıkla bakıyordu; hemen gidip yardım etti.

Sonra Leyla giyinme odasına geçti, Yavuz banyoya…
Banyoda su başlıktan şırıl şırıl akarken, Yavuz gözlerindeki yaşları serbest bıraktı. Leyla’ya yaptıkları, ona söyledikleri birer birer aklına geldiğinde, yüreğine kocaman bir öküz oturuyordu.
Pişmanlık, vicdanını çoktan esir almıştı.

Bir süre öylece suyun altında kaldı… Sonra toparlandı, hızlıca duş aldı, beline havluyu dolayarak banyodan çıktı.
Saçlarını kurulayıp giyinme odasına geçti.

Leyla, saks mavisi bir elbise giymişti.
Saçlarını salık bırakmış, uç kısımlarını fönle hafifçe şekillendirmişti.
Yüzünde sade ama zarif bir makyaj vardı. Son olarak parfümünü sıktı; hazırdı.
Uzun zamandır şirkete gitmemişti, bugün gidip biraz çalışmak istiyordu.

Yavuz, hazır olan karısını görünce hem şaşırdı hem de hayranlıkla baktı:

“Hayırdır efülim, bugün çok şıksın?” dedi, göz kırparak.

Leyla ise yarı çıplak hâlde duran kocasına hayran hayran bakıyordu.
Yavuz, tam anlamıyla bir görsel şölen gibiydi. Güçlü vücudu, belirgin kasları, geniş omuzları ve sert bakışlarıyla, Leyla’yı büyülemişti.

Gözlerindeki hayranlık apaçık ortadaydı.
O kadar ki, Yavuz’un sorduğu soruyu bile duymamıştı. Dün gece yaşadıkları yetmezmiş gibi, şimdi de kocasına aç gözlerle bakıyordu.

Yavuz, Leyla’nın bu hâllerine tebessümle karşılık verdi:

“Yedin bitirdin hatun… Ayakta götürdün beni! Bir de derler ki erkekler çapkın… Asıl çapkın sensin! Bakışlarınla işini gördün maşallah,” dediğinde, Leyla utanmış, yüzü kıpkırmızı kesilmişti.

“Yavuz yaaa…” dedi, eliyle yüzünü yelpazeler gibi sallarken.
Yavuz yaklaştıkça, Leyla’nın vücudunu ateş basmıştı.

Kocası, yüzünde çapkınca bir tebessümle, bakışlarında tehlikeli bir anlamla ona yaklaşmaya devam ediyordu. Eee, adama böyle yiyecek gibi bakarsan, sonuçlarına da katlanacaksın elbet…

“Yavuz… Niye öyle bakıyorsun?” diye sordu, sesi titrek bir fısıltıydı.

“Nasıl bakıyorum, hatun?” dedi Yavuz, bir adım daha yaklaşarak.

Leyla’nın kalbi hızla çarpıyor, nefesi düzensizleşiyor, nabzı yükseliyordu.
O geri geri adım attıkça, Yavuz da ileri geldi. Sonunda sırtı duvara dayandı, kaçacak yeri kalmamıştı.

Biri buram buram gül kokusunu ciğerlerine çekerken, diğeri misk ve amber kokusunu içine çekiyordu.
İki âşık, birbirlerine böylesine yakınken, nefesleri bile birbirine karışıyordu.

“Yavuz…” dedi Leyla, sesi titreyerek.

“Efendim,” diye fısıldadı Yavuz, içinde büyüyen arzu ile.

Sözler bitti…
Artık yalnızca bakışlar konuşuyordu.
Yavuz elindeki havluyu omuzlarına bıraktı, yavaşça… Leyla, onun her hareketinde yutkunuyor, yüzüne bakmaya cesaret edemiyordu.

Yavuz, parmak uçlarıyla Leyla’nın çenesine dokundu, yüzünü kendine doğru kaldırdı.
Leyla utançtan kızarmış, bakışlarını yere kaçırıyordu. Ama Yavuz’un gözlerindeki o tutkulu ifade, ona her şeyi anlatıyordu…

Yavuz’un parmak uçları, Leyla’nın yanağına doğru usulca yol aldı.
Yumuşak tenine dokundukça içini bir sıcaklık kaplıyordu. Karısının kızaran yanakları, utangaç bakışları… Bu hâlleri Yavuz’un aklını başından alıyordu.
Biraz daha bu şekilde kalırlarsa, bu odadan çıkmaları imkânsız olacaktı.

Yavuz’un gözleri, Leyla’nın dolgun, biçimli dudaklarına kaydı. İçinde yükselen arzuya karşı koyamadı.
Son bir buse… Bunda hiçbir sakınca yoktu.

Yavaşça eğildi… Dudaklarını karısının dudaklarına bastırdı. Bu, Yavuz için bir açlıktı… Geç kalmışlığın, pişmanlıkların, yeniden kavuşmanın açlığı… Ve Leyla, aynı açlığı hissetmişçesine karşılık verdi.

Kısa ama derin, etkili ve tutkulu bir öpüşmenin ardından, ikisi de nefes nefese ayrıldılar. Göğüsleri hızlı hızlı inip kalkarken, bakışları hâlâ birbirine kenetlenmişti.

Yavuz, kısık bir sesle, dudaklarından dökülen kelimeleri saklayamadı:

“Ulan kadın… Doyamıyorum sana. Her hâlin… Her bakışın… Beni deli ediyor!”

Leyla, utanmış ama belli etmemeye çalışıyordu. Dudaklarından tatlı bir kıkırtı yükseldi; bu, Yavuz’un sözlerinden duyduğu memnuniyetin sessiz ifadesiydi.

Yavuz, kaşlarını hafif kaldırarak sert bir bakış attı, şakacı bir tonla:

“Gül bakalım, gül! Ama hâlâ soruma cevap vermedin… Hayırdır, ne bu hazırlık?”

Leyla dudaklarını büzüp masum bir ifadeyle cevap verdi:

“Yavuz… Bugün şirkete geleceğim. Uzun zamandır gitmedim, biraz çalışmak istiyorum. Lütfen artık evden çalışmak istemiyorum. Korkulacak bir şey kalmadı, değil mi?”

Sesi, hem nazlı hem de kararlıydı.
Yavuz, karısının bu masum hâllerine dayanamazdı. Haklıydı da… Leyla eve kapanıp kalmıştı. Nefes almaya, çalışmaya, insan içine çıkmaya onun da hakkı vardı.

Yavuz, tebessüm ederek yanına yaklaştı, başını hafif yana eğdi:

“Tamam, güzelim… Kahvaltıdan sonra birlikte geçeriz, olur mu?”

Leyla’nın yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi. Yavuz dolaba yönelip iç çamaşırını alırken, Leyla hızla kendi kıyafetine uygun bir takım çıkardı, eşine uzattı. Yavuz, takımın rengine, kumaşına, uyumuna baktı. Karısının zevkine bir kez daha hayran kaldı.

Leyla, elindeki takımı Yavuz’a uzatıp neşeyle odadan çıktı. Kalırsa, arsız kocası havluyu çözüp yanında giyinecek, iş yine başka yerlere varacaktı…

Berzan ve Asmin, oturma odasına ilk girenlerdi. Ardından Yaren ve Senem geldi. Tam o sırada Zeynep de girdi, gülümseyerek ama hafif yorgun bir hâlde…

Azade Hanım, oturma odasında masaya doğru uzanırken mırıldandı:

“Yavuz’lar nerede kaldı? Açlıktan bayılacağız!”

Yade Zergül, gözlüğünün üzerinden sertçe baktı:

“Gelin gelirler… Onlar gençtir. Zamanında biz de seni az beklemedik!”

Azade Hanım, bu lafın altında kaldı, utancından başını önüne eğdi.
Gençler ise kıs kıs gülüyorlardı.

Behram Ağa, araya girip biraz sitemli bir ses tonuyla konuştu:

“Ana… Çocukların yanında ayıptır yav!”

Ama Yade Zergül’ün umrunda değildi.
Onun aklı bambaşka şeylerdeydi.
Yağız’ın yaptıklarını duyduğu an, bu umursamaz hâl çok hızlı değişecekti.
Haylaz torununu kolay kolay affetmeyecekti bu defa…

Yavuz giyinip hazır olduğunda, Leyla ile el ele oturma odasına doğru yürüdüler.
İçeri girdiklerinde, iki taraftan da tatlı bir mutluluk yayılıyordu.

“Günaydın!” dediler birlikte.

Onların yüzündeki neşe, bütün odaya yayıldı. Miroğlu çiftinin huzuru, konaktaki havayı bile değiştirmişti.
O an, herkesin yüzünde sıcak bir tebessüm vardı.

Kızılca kıyamet, Yağız geldiğinde kopacaktı!

Keyifle yapılan kahvaltının ardından gençler birer birer işe gitmiş, konakta ise büyükler kalmıştı. Behram Ağa, dostları Perwer Ağa ve Bekir Ağa ile buluşmaya hazırlanıyordu. Onların planı başka, büyüklerin sohbeti ise bambaşkaydı.

Oturma odasında Yade Zergül, iki gelini Sultan Hanım ve Leyal Hanım’la birlikte keyif kahvelerini yudumluyorlardı. Mis gibi kahve kokusu, eski taş konağın duvarlarına sinmişti.

Tam o sırada, Azade Hanım’ın telefonu çaldı. Ekranda beliren ismi görünce yüzünde tatlı bir gülümseme belirdi. Arayan, eski dostu Yezda Hanım’dı.

Azade Hanım, telefonu açarken sesindeki neşeyi gizlemedi:

“Yezdam!” dedi, sıcacık bir tonla.

Karşı taraftan aynı coşkuyla yanıt geldi:

“Ahretliğim!”

Azade Hanım merakla sordu:

“Hayırdır, sen bu saatte aramazdın beni… Bir şey mi oldu?”

Yezda Hanım derin bir nefes aldı, sesi titriyordu ama bu sefer sevinçten.
Yıllar yılı, oğlu Berdan’ın gözlerinin önünde her geçen gün eridiğini görmüş, çaresiz kalmıştı. Elinden hiçbir şey gelmemiş, oğlunun acısını içinde taşımıştı. Ama bugün… Bugün bambaşka bir gündü. Kalbi yerinden çıkacak gibiydi. Sevincini dağa taşa, bütün Antep’e haykırmak istiyordu.

Ve sonunda haberi bir çırpıda söyledi:

“Hayır, hayır ahretliğim… Kötü bir şey değil! Berdan evleniyor!”

Azade Hanım, bir an ne diyeceğini bilemedi. Gözleri fal taşı gibi açıldı, eliyle ağzını kapadı.

“Essah mı?!” dedi, şaşkınlıktan sesi yükselmişti.

“Essah ya!” dedi Yezda Hanım, sevinç gözyaşlarını saklamadan.

“Dün konuştu bizimle… Hasret’le evlenmek istediğini söyledi. Babası da kabul etti. Açıkçası çok korkmuştum Azade… Bekir karşı çıkar diye düşündüm. Ama Allah’a şükür, Bekir olumlu karşıladı!”

Azade Hanım derin bir nefes alıp gözlerini kapattı, gönülden bir şükür çekti:

“Çok şükür ahretliğim… Gözün aydın olsun! Allah tamamına erdirsin inşallah! Çok sevindim bu habere.”

İki dost, uzun uzun konuştular, geçmişi yad ettiler, dualar ettiler.
Sonunda telefonu kapatan Azade Hanım, yüzündeki tebessümle dönüp olanları yanındakilere anlattı.

Yade Zergül, Leyal Hanım ve Sultan Hanım haberi duyunca çok sevindiler, içten dualar ettiler. Sultan Hanım ise bir yandan sevinmiş, bir yandan içten içe burukluk hissetmişti. Kendi oğlu için de böyle bir mutluluğu görmeyi çok istiyordu… Ama biliyordu ki oğlu, olmayacak bir sevdaya kapılmış, peşinden sürüklenip gidiyordu.
Ve bu sevdadan hayır gelmeyeceğini hissediyordu...

“Bir sevdaya meyletti yüreğim,
Bir yanım kor alev, bir yanım buz dağı...”

Yağız cephesinde işler bambaşkaydı. Hem heyecan vardı, hem telaş… İçinde yanıp duran o ateşi dindiremiyor, aynı zamanda aldığı kararların sonuçlarını düşünmekten kendini alamıyordu. Yüreği çarpıyor, zihni bin bir ihtimalle dolup taşıyordu. Ama kaderi, bu telaşlı bekleyişin sonunda kopacak büyük bir fırtınayı çoktan yazmıştı.

Korhan Albay ise bambaşka bir yolda ilerliyordu. Bilmediği topraklara, emrindeki iki askeriyle birlikte ağır adımlarla yol alıyordu. Yol uzundu; ne var ki bu yolculuk yalnızca bir ziyaret değil, ülkesi için gireceği yeni bir savaşın habercisiydi.....

Berdan ve Hasret cephesinde ise zaman çok daha farklı akıyordu. Onlar, iki günü dolu dolu el ele geçirmenin huzurunu yaşıyordu. Aşkın saf ve naif hali, her bakışlarında yeniden yeşeriyordu. İsteme için Hasret’e zarif bir elbise, Berdan’a ise şık bir takım elbise alınmıştı. Zaman, onlar için adım adım mutluluğa doğru akıyordu.

Berdan, iki geceyi de Hasret’in evinde geçirmişti. Koltuk rahatını elinden almış olsa da sevdiği kadının yanında olmak her şeye değerdi. Hasret’in “Günaydın maviş.” diyen cıvıl cıvıl sesi, sabahın tüm yorgunluğunu alıp götürüyordu. Huzur, mutluluk tam da buydu: sevdiği kadının nefesinde, kokusunda kendini bulmak…

“Günaydın sabah şekeri. Maşallah, yine modundasın.” dedi Berdan, fakat “maviş” kelimesinden pek hoşnut değildi. Hasret ise bilerek damarına basıyordu.

“Hadi sofraya gel, maviş. Laf sokmayı bırak. Yezda anne aradı. Akşam Yavuz abilerden isteyecekmişsiniz beni.”

Berdan, sabah mahmurluğunu üzerinden daha atamadan gelen bu haberle sarsıldı. Sanki beyninden vurulmuşa dönmüştü. Yanlış duymayı umarak gözlerini kıstı:

“Kimden isteyecekmişiz?”

“Yavuz abilerden.”

Hasret’in tavrı o kadar rahattı ki, karşısındaki adamın içinde kopan fırtınadan habersizdi.

“Eyvahhh…” dedi Berdan, elini alnına götürerek. O Yavuz, inim inim inletmeden Hasret’i ona vermezdi. Asıl zorluk şimdi başlıyordu.

“Ne oluyor Berdan, mutlu olmadın mı?”

“Ne mutlusu Hasret? Senin o Yavuz abin var ya, sence seni bana verir mi?”

Hasret şaşkındı. Hiçbir şey anlamıyordu.

“Niye vermesin ki?”

Berdan, sevdiği kadının bu saflığına hayret ediyordu.

“Niye mi? Yavuz beni süründürmeden seni bana değil vermek, sen o konağa adım attığın an yüzünü bile göstermez. Yok, yok! Biz direkt gidip nikâhlanalım. İstemeyi falan boş ver, söz veriyorum sana istediğin düğünü yaparım.”

Berdan’ın sesindeki ciddiyet Hasret’i korkutmuştu. O, işin boyutunu biraz fazla abartmıştı.

“Mavişş…” diyerek son harfi uzattı ve Berdan’ın yanına gitti. Başını ellerinin arasına alıp yüzünü kendisine çevirdi. Mavi gözler, kahverengi gözlerle buluştu. Hasret’in bakışlarında, “Bana güven… Her şey güzel olacak.” diyen derin bir güven duygusu vardı.

“Berdan, biz çok zor zamanlardan bu güne geldik. Yavuz abi de bunun en büyük şahididir. Kendisi Leyla’ya bu denli zor kavuşmuşken, emin ol sana hiçbir zorluk çıkarmaz.”

Sesindeki tını, Berdan’ın içindeki fırtınayı yatıştırmaya yetmişti. Bir an durdu, Hasret’in gözlerindeki kararlılığı gördü. Acaba Hasret haklı olabilir miydi? Yavuz, insafa gelip tek seferde kız kardeşini verir miydi ki?

Kafasında deli sorular dönüp dururken, yine de gözlerini sevdiği kadından ayıramadı. O an tek gerçeği vardı: karşısında duran, kalbini avuçlarının içine almış o kadın.

Hasret, melul melül bakan adamın damarına biraz basarsa bir şey olmaz diye düşündü. Tutmakta olduğu elleri bırakıp ayağa kalktı. Dudaklarında sinsice bir gülümseme belirdi.

“ Hem vermezse vermesin, ne olmuş canım? En fazla kendime yeni birini bulurum.”

Sözleri biter bitmez, Berdan’ın gözleri irileşti. Kaşları çatıldı, bakışları hiç hayra alamet değildi. Dudaklarını dişleriyle ısırdı.

“Öyle mi, cadı…” diye homurdandı.

Hasret, yavaş yavaş geriye doğru çekilirken yüzünde muzip bir gülüş vardı.

“Öyle…” dedi alaycı bir ses tonuyla.

Berdan yerinden kalktı, kafasını yere doğru eğip sağa sola salladı. Sevdiği kadın resmen onunla dalga geçiyordu.

“Gel buraya!” diyerek hamle yaptı.

Ama Hasret çevik adımlarla kaçtı. Evde ufak çaplı bir kovalamaca başlamıştı. Hasret kahkahalar atarak odadan odaya koşuyor, Berdan ise gülümseyerek ama öfke taklidiyle peşinden kovalıyordu. Kahkahaların yankısı evi dolduruyordu.

Sonunda yatak odasına vardıklarında Berdan, Hasret’in kolunu yakaladı. Fakat dengeyi kaybeden ikisi birden yatağın üzerine düştü.

Bir anda kahkahalar sustu. Sessizlik odayı doldurdu. Hasret altta, Berdan hemen üzerinde… Göz göze geldiler. Kalpleri hızla atıyor, nefesleri birbirine karışıyordu.

Berdan’ın bakışları sevdiği kadının gözleri ve dudakları arasında gidip geldi. O anda, bütün oyun, bütün inatlaşma kaybolmuştu. Sanki zaman durmuş, sadece onların kalp atışları odada yankılanıyordu.

Hasret kıpırdanınca, Berdan’ın nefesi daha da hızlandı. İçindeki dalgayı durduramaz hale gelmişti. Yüzü biraz daha yaklaştı. Dudakları, Hasret’in dudaklarına değmek üzereydi.

Ve sonunda, tutkunun ve birikmiş sevdanın ağırlığına dayanamayıp onu derin bir öpücükle kendine çekti.

Berdan’ın tutkulu öpüşmesine dayanamayarak karşılık vermişti Hasret. İkisi de nefes nefese birbirlerinden ayrıldığında, derin derin soluklandılar. Bulundukları durum hiç de masum sayılmazdı. Gözlerindeki o yoğun tutku, bedenlerini esir almıştı.

Ama Berdan, sevdiği kadına bu şekilde dokunmak istemiyordu. İçinde bir yan, daha fazlasını arzulasa da kalbine hâkim olmayı seçti. Kendini toparlayarak üzerinden kalktı, elini uzatıp:

“Biz en iyisi kahvaltı edelim. Sen çayları koy, ben de bir elimi yüzümü yıkayıp geleyim.” dedi.

Hasret, kendisine uzatılan eli tuttu. Dudaklarında hâlâ Berdan’ın izleri vardı. Berdan banyoya doğru ilerlerken, Hasret az önceki tutku dolu anlara takılıp kalmıştı. İstem dışı eli dudaklarına gitti, yüzünde utangaç bir tebessüm belirdi.

Hasret, yaralarının arasından filizlenen bir mutluluğa nihayet dokunmuştu.
Berdan ise yıllar sonra, kalbini adadığı kadına kavuşmanın huzuruyla yeniden doğmuştu.

Kimi zaman hayat, insanı sınar; kimi zaman ise tüm acıların ardından insana en kıymetli armağanını sunar.
Onlar için bu armağan, birbirleriydi.....

Yavuz, şirketteki biriken işlerinin arasında kaybolmuştu. Bilgisayar ekranına gömülmüş, kaşları çatık, dosyaları birbiri ardına inceliyordu. O kadar dalmıştı ki çalan telefonun sesiyle irkildi. Ekranda “Anne” yazısını görünce yüzündeki sert ifade biraz yumuşadı. Çağrıyı kabul edip telefonu masaya dikey şekilde koydu.

“Efendim anne.” dedi, sesi yorgun ama güçlüydü.

Ekranda Azade Hanım belirdi. Başörtüsünü düzeltmiş, arka planda salonun loş ışıkları görünüyordu.

“Oğlum, müsait miydin? Aradım seni ama…” dedi kaygılı bir sesle. Normalde bu saatte aramazdı.

Yavuz hemen toparlandı, yüzünde hafif bir telaş belirdi:
“Müsaitim anam. Hayırdır inşallah?”

Azade Hanım hafifçe öne eğilip ciddi bir sesle konuştu:

“Hayır oğlum . Yezda teyzen aradı. Bu akşam Hasret kızı bizden isteyeceklermiş. Eve erken gelin diye aradım. Berdan seni aramadı mı?”

Hem arama sebebini anlatmış hem de merak ettiği soruyu sormuştu.

Yavuz’un gözleri hafifçe büyüdü, dudak kenarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi. Başını sağa sola sallayarak içinden homurdandı:
“Anam, malum olaylardan dönememiştim, aramıştı ama… Neyse, ben şimdi ararım. Akşam erkenden geliriz. Bir şeye ihtiyacınız var mı, gelirken alayım?”

Azade Hanım’ın yüzüne bir tebessüm yayıldı. Oğlunun bu denli düşünceli oluşu ona huzur veriyordu.

“Yok aslanım, siz gelin yeter. Biz Sultan ile her şeyi hallederiz.”

“Sen kendini fazla yorma ana. Hadi kolay gelsin, ellerinden öptüm.” dedi Yavuz ve görüşmeyi kapattı.

Telefon kapanır kapanmaz, yüzünde sinsice bir gülümseme belirdi. Demek dostu, hem de ondan Hasret’i isteyecekti. “Ulan Berdan’ı bu gece inletmez miyim?” diye mırıldandı. Gözlerinde muzip bir parıltı, aklında hain planlar dönmeye başladı.

Hemen Berdan’ın numarasını tuşladı ve görüntülü arama başlattı. Ekran titreyip bağlandığında, karşıdan Berdan’ın neşeli yüzü göründü.

“Dostumm!” dedi Berdan, kahkahasıyla birlikte.

Yavuz’un keyfi iyice yerine geldi. Gözlerini kısarak ekrana doğru eğildi:

“Damat! Akşam kız isteyecekmişsin ha? Ulan hayırsız, bu haberi ben anamdan mı öğrenecektim?”

Berdan, koltuğa yaslanıp kaşlarını kaldırdı, üste çıkmaya çalıştı:

“Lan pust, aradım seni! Telefonuna döndün mü? Görene zanneder ki cumhurbaşkanısın, ülke yönetiyorsun. Sana ulaşmak mümkün mü be?”

Yavuz’un kaşları kalktı, sesi sertleşti:

“Doğru konuş lan! Ben boş adam mıyım? Başımda kırk tane bela var. Neyse… Akşam için var mı bir isteğin? Malum, benden isteyeceksin kızı. Kusura bakma ama bu defa kız tarafıyım.”

Ekranın diğer ucunda Berdan’ın yüzü ciddileşti, gözleri hafif kısıldı:

“Bana bak lan Yavuz. Yıllar sonra sevdiğime kavuşmuşum. Pusluk edersen dost dinlemem! Leyla yengemi üzerine çok pis salarım, ona göre.”

Yavuz’un gözleri kısıldı, dudak kenarlarıyla sinirle gülümsedi:

“Lan sen beni tehdit mi ediyorsun?”

Berdan’ın bakışları sertleşti, sesi tok bir kararlılıkla geldi:

“Ne anladıysan o.”

Yavuz derin bir nefes verdi. “Marazoğlu damarı tuttu yine” diye geçirdi içinden. Dostu aşkından kudurmuş gibiydi. Yüzünde yarı tebessüm yarı hayal kırıklığı vardı. “Tecavüzcü Coşkun moduna girmiş, ayaküstü herkesi harcar bu…” diye mırıldandı.

Ekran başında iki dostun bu karşılıklı çekişmesi, yaklaşan akşam için ateşli bir başlangıç olmuştu.

Tam bu esnada ekrana Hasret girdi. Saçlarını hafifçe toplamış, gözlerinde heyecanla karışık bir pırıltı vardı.

“Günaydın abi, nasılsın?” dedi gülümseyerek. Ardından Berdan’a yan gözle bakıp ekledi: “Sen bu deliye bakma. Ama rica etsem… Leyla’yı senden birkaç saatliğine alabilir miyim? Böyle bir günde ona çok ihtiyacım olacak.”

Yavuz’un yüzü yumuşadı. Kız kardeşlerinden ayırmadığı Hasret’e sevgiyle baktı.

“Karımı çok fazla yorma,” dedi, gözlerini kısarak. “Malum, o iki canlı.” Sözleriyle izin verdiğini belli etmişti.

Hasret başını hafifçe eğdi, dudaklarının kenarıyla tatlı bir gülümseme belirdi:
“Merak etme abi, zaten konakta olacağız. Hem sen de biraz bu deliyi başımdan almış olursun.” diyerek, ekrandan Berdan’a manidar bir bakış attı.

Berdan kaşlarını çatıp dudaklarını büzdü. Hasret’in sözlerinden memnun olmamıştı. Ama Yavuz çoktan gülümsemişti.

“Sen merak etme bacım,” dedi, sesi alaycı bir sıcaklıkla doluydu. “Ben onunla özel ilgileneceğim.”

Ve keyifle, sırıtışını gizlemeden, telefonu Berdan’ın suratına kapattı.

Ekran kararırken Berdan’ın yüzünde sabırsızlık ve öfke arasında gidip gelen bir ifade kaldı. Akşam, kolay geçmeyecekti… Vay geldi Berdan’ın haline.....

"Yüreğım sabırsız, sana kavuşmanın hayalinde. Kara gözlerim kavuşuyor huzur bulduğu yeşillerine...."

Yağız’lar kısa bir mola verdikten sonra tekrar yola koyulmuşlardı. Antep’e yaklaştıkça içini garip bir his kapladı; korku ve heyecan iç içe geçmişti. Bir yandan Yade ile Zergül’den deli gibi korkuyor, diğer yandan Zeynep’i göreceği düşüncesi yüreğini hızla çarptırıyordu.

Arabanın camından görünen yollar uzadıkça, zihninde biriken sorular da çoğalıyordu. Direksiyona sıkıca tutunmuş, gözlerini yola dikmişti. Yan koltukta oturan Hakan ise sessizce onu izliyordu. O da farkında olmadan, Yağız’ın bu fırtınalı halinin içine çekilmişti.....

Zeynep, gelen sevdiğinden habersiz, odasında kalabalık evraklarını toparlıyordu. Senem ile birlikte yeni ofislerine geçmek için son hazırlıkları yapıyorlardı. Sabah erkenden temizlik şirketi gelmiş, ofis pırıl pırıl olmuştu. Masalar, dosya dolapları, aksesuarlar… Her şey Senem ve Zeynep’in istediği gibi özenle dizayn edilmişti. Senem ve Tahir işçilerin başında durmuş, her detayı yakından kontrol etmişlerdi.

Tahir, sevdiği kadınla aynı ortamda olmanın keyfini çıkarırken, Senem için aynı durum söz konusu değildi. Ofisin dizaynı için gelen iç mimar Şimal, yalnızca yaptığı iş ile değil; güzelliği, fiziği ve seçtiği iddialı kıyafetle de dikkat çekiyordu. Ve bu ilgisini en çok Tahir üzerinde yoğunlaştırmıştı. Sürekli onunla konuşuyor, göz teması kuruyor, gülümsemelerini ona saklıyordu.

Senem’in sabrı ise incecik bir ip üzerindeydi. Zarafetle örtmeye çalışsa da, içinde giderek büyüyen kıskançlık ateşi kalbine yayılıyordu. Nihayet sabrı taştı. Kafasında, bu kadını en uygun fırsatta susturmak için planlar kurmaya başlamıştı.

Ve o fırsat sonunda ayağına gelmişti. Şimal, lavaboya gitmek için izin istemiş, Tahir ise gelen bir telefon için balkona çıkmıştı. Senem için bulunmaz bir andı.

Sessiz adımlarla Şimal’in peşinden yürüdü. Lavabonun kapısının yanında beklemeye başladı. Kalbi öfkeyle atıyor, dudaklarının kenarında sinirden doğan ince bir gülümseme beliriyordu. Kapı açıldığında fırsatı yakalamıştı.

Şimal henüz dışarı adımını atamadan, Senem’in ani hamlesiyle yeniden içeriye itildi. Kapı hızla kapandı.

Mavi gözler ile kara gözler birbirine kilitlendi.
Birinde şaşkınlık, diğerinde ise saklanması mümkün olmayan bir öfke vardı.

Senem, Şimal’in üzerine adım adım yürüdü. Kara gözleri öfkeyle parlıyor, dudaklarından zehir gibi kelimeler dökülüyordu:

“Bana bak çakma sarışın! O lensli gözünü oyar, boyalı saçlarını yolup eline veririm. O gözlerin bakacağı yeri iyi seç. Seni bir kez uyarıyorum… İkincisinde bu kadar sakin kalmam. Beni elit kişiliğimden çıkarma. İşini yap, sonra da siktir olup git. Başkalarına yavsa, kaşar!”

Şimal donakalmıştı. Sanki yüzüne buz gibi su çarpılmıştı. Karşısındaki kadın, zarif ve ağırbaşlı Senem değil; bambaşka, gözü dönmüş biriydi. Dudakları titredi, kelimeleri toparlamaya çalıştı:

“Senem Hanım… siz yanlış anladınız san...”

Ama Senem’in havaya kalkmış eli, sözlerini bıçak gibi kesti.

“Sakın! Sakın o toplara girme. Senin karşında aptal bir kadın yok. Sen bu yolları yeni öğrenirken, ben feleğin çemberinden çoktan geçtim. Beni sabrımla sınama! Şimdi dışarı çıkıyoruz, sen de defolup gidiyorsun. Ve bir daha… Tahir’in değil, yanına beş metre yakınına dahi gelirsen… olacaklardan ben sorumlu olmam.”

Senem sözlerini bitirir bitirmez lavaboyu hışımla terk etti. Ardında şaşkınlıkla dona kalmış bir Şimal bırakmıştı.

Dışarı çıktığında derin bir nefes aldı. İçinin yağları erimişti. Dudaklarının kenarına sinsice bir gülümseme yerleşti.
Topuk sesleri koridorda yankılanarak Tahir’in yanına doğru yürüdü.

Şimal lavabodan çıktığında saçları darmadağınık, yüzü kızarmış, gözyaşları yanaklarından süzülüyordu. Elbisesinin yakası yırtılmış, kolunda taze kan izleri vardı. İşçiler, bu haline bakıp aralarında fısıldaştılar. Kadın hızla koridordan geçerek Tahir ve Senem’in yanına geldi.

Yalandan hıçkırıklarla titreyen sesi ortamı böldü:
“Ben gidiyorum Tahir Bey! Bu kadarı çok fazla… Tehdit ediliyorum, darp ediliyorum alenen!”

Senem, duyduklarına inanamayarak kadına sert bir bakış fırlattı. Tahir ise şaşkınlıkla bir adım öne çıktı. Gözleri, yolunmuş tavuğa benzeyen Şimal’in üzerinde takılı kalmıştı.

“Şimal Hanım… Ne oldu size? Kim yaptı bunu?” dedi, sesi endişeyle titreyerek.

Şimal, titreyen parmağını Senem’e doğrulttu.
“O yaptı! Beni tehdit etti… Bu hale getirdi! Böyle bir ortamda sizinle çalışmam mümkün değil. Bu kadın… bu kadın resmen delirmiş!”

Tahir’in gözleri büyüdü. Parmağın gösterdiği yere baktığında, karşısında hayatının kadını olan Senem’i görmeyi hiç beklememişti.

“Yok artık…” diye geçirdi içinden. “Senem bunu yapmış olamaz…”

Ama Senem’in gözlerindeki öfke, Şimal’in korku oyununun tam tersine, gerçek bir savaş ilanı gibiydi.

Senem adım adım Şimal’in üzerine yürüdü. Gözleri öfkeyle kıpkırmızı kesilmişti.

“Bana bak kaşar!” dedi, sesi odada yankılanarak. “Sana elimi bile sürmedim! Ama bir gün elimi kaldırırsam, buradan sağ çıkamazsın!”

Tam Şimal’in üstüne atılacakken, Tahir hızlıca davranıp sevdiği kadını belinden kavradı. Gücüyle geri çekti.

“Senem! Yeter!” diye haykırdı. “Sakin ol, lütfen!”

Senem ise hala öfkeyle çırpınıyor, gözlerini Şimal’den ayıramıyordu. Şimal, yere kapanmış rolünü daha da abartarak hıçkırıklar içinde sızlanmaya devam ediyordu.

O an odada hava öylesine ağırlaşmıştı ki, bir iğne düşse yankılanacaktı.

Tahir’in bakışları çelik gibi sertleşti. Sesinde öyle bir kararlılık vardı ki, odada bir anlığına çıt çıkmadı.

“Şimal Hanım…” dedi, her kelimeyi vurgulayarak. “Ağzınızdan çıkanlara dikkat edin. Şimdi sizi kim bu hale getirdiyse gidip hesabınızı onunla görün. Benim nişanlım sizin seviyenize inecek bir kadın değildir. Ve olaki indi… emin olun bunun altında haklı bir sebep vardır. Eğer gerçekten Senem size bunu yaptıysa, kesinlikle hak etmişsinizdir.”

Sözler, Şimal’in planlarını darmadağın etti. Kadının yüzündeki “mağdur” maskesi çatladı. Bir anlık boşlukta kalınca, bu defa çirkefleşmekten geri durmadı.

“Tencere kapak misali birbirinizi bulmuşsunuz! Sizede böyle kalitesiz bir kadın yakışır! Ben gidiyorum, ne haliniz varsa görün, zevksizler!” diye tükürdü adeta sözlerini.

Senem’in sabrı taşmıştı. Öfkeyle ileri atıldı, sesi gök gürültüsü gibi yükseldi:
“Bana bak kadın!” dedi, parmağını Şimal’in suratına doğru sallayarak. “O dilini koparır, köpeklere yem ederim! Bu güne kadar hiçbir kadına el kaldırmadım ama seni mahvederim!”

Tahir ise en sonunda noktayı koydu. Sesi, odadaki herkese hükmeden bir tokat gibiydi:

“Sen ,kalite söyle dursun… benim nişanlımın köpeği bile olamazsın! Defol git buradan!”

Şimal, gözleri alev alev yanarken kapıya yöneldi. Ama bu defa ne gözyaşı vardı yüzünde ne de mağdur edebiyatı. Kapıyı çarpıp çıktı, geriye sadece yenilmişliğinin sesi kaldı.

Senem, Tahir’in yanında derin bir nefes aldı. İçinde biriken öfke sönmeye başlarken, Tahir’in kararlı duruşuna göz ucuyla bakıp dudaklarında küçücük bir gülümseme belirdi.

“İşte benim erkeğim…”

Senem’in sözleri ok gibi saplandı Tahir’in kalbine. Uyuyan aslanı uyandırmayı iyi biliyordu.

Tahir’in bakışları bir anda karardı. Ona öyle bir baktı ki, Senem’in kalbine sıcak bir ürperti yayıldı. Dudaklarını ısırıp gözlerini kaçırmaya çalıştı. Ama Tahir’in hareketi bütün planını bozdu.

“Ulan kadın…” dedi Tahir, sesi kısık ve hırıltılı. Başını hafifçe eğerek alt bölgesine işaret etti. “Tek lafınla beni ne hale getirdin…”

Senem’in gözleri büyüdü, yanaklarına ateş gibi bir kızarıklık yayıldı. Utançla bakışlarını kaçırmak istese de nişanlısının o halini görüp kahkahasını tutamadı. İnce parmaklarını dudaklarına götürdü, ama nafile… gür kahkahası odanın her yanını sardı.

Tahir ise daha fazla dayanamayacağını anlayınca dişlerini sıktı. “Ben bir lavaboya gideyim yoksa olacaklardan ben bile sorumlu olamam…” diyerek hızlı adımlarla odadan çıktı.

Senem, ardında kalan havayı derin bir nefesle içine çekti. Dudaklarında kurnaz bir gülümseme vardı. “Benimle baş edemez bu adam…” diye geçirdi içinden.

“Tahir Eroğlu'nu ergen delikanlıya çevirmek de benim işim işte.”

Ofis bir kez daha onun kahkahalarıyla çınladı.

O sırada Tahir lavaboda aynaya yaslanmış, soğuk suyla yüzünü yıkarken kendi kendine homurdandı:

“Allah’ım sen bana sabır ver… Bu kadın beni ya yakacak ya da delirtecek...."

“Seni sevmenin bir tarifi yok.
Gecem de sen, gündüzüm de…
Hayalim de sen, gerçeğim de…
Evvelim de sen, ahirim de…”

Hasret, gün içerisinde Leyla’yı aramış ve olanları anlatmıştı. Leyla, şirketteki işlerini kontrol ettikten sonra Yavuz’a haber verip Zeynep’le birlikte şirketten ayrıldı. Hasret’i evinden alıp konağa geldiler. Sultan Hanım ve kızlar yemekleri hazırlamış, hatta iki çeşit tatlı bile yapmışlardı. Çayın yanında ikram edilecek atıştırmalıklar da sabahtan hazır edilmişti.

Konağa giren genç kadınların ilk durağı, buram buram yemek kokularıyla dolup taşan mutfak olmuştu. Leyla’nın şimdiden midesi kazınmaya başlamıştı.

“Kolay gelsin Sultan ablam, yine döktürmüşsün!” dedi Leyla, gördüğü masa karşısında.

Kızı gibi büyüttüğü Leyla’ya yüzündeki tebessümle karşılık verdi Sultan Hanım:
“Her şey hazır kuzum. Hatta sana hemen bir tepsi göndereceğim, hepsini bitireceksin. Sen iki canlısın.”

“Vallahi sen bana böyle bakarsan, ben yüz kilo ile doğuma giderim abla ya!” dedi Leyla, kıkırdayarak.

Kızlar da gülmeye başlamıştı. Ardından Leyla, kendini yüz kilo olmuş halde hayal edince gözleri fal taşı gibi açıldı. Yok yok… Az yiyecek, tadına bakacak ama formunu da korumalıydı. Yoksa evde panda gibi gezip yuvarlanırdı.

Hasret, Zeynep ve diğer kızlar Leyla’nın değişen yüz ifadesine bakıp kahkahalara boğuldular.

“Allah seni ne yapsın Leyla, güldürdün bizi! Kızım, sen yemelisin ki bebeğe can, kan olsun.” dedi Sultan Hanım.

Onlar güldükçe Leyla’nın siniri artıyor, istemeden Yavuz’u aşeriyordu. Ne vardı sanki yanında olsaydı? Dudaklarını büzdü, gözleri dolmaya başlamıştı. Hep bu lanet hormonlar yüzündendi!

Onun bu dolu dolu bakışlarını gören herkes bir anda sustu ve telaşlandı.

“Leyla, iyi misin canım?” diye sordu Zeynep.

Leyla, Zeynep’e baktı. Hiç iyi değildi. Yavuz’u istiyordu, onun sıcak kollarında olmak istiyordu. Ama bunu söylemeye utanıyordu.

“Hayır, değilim… Ben şişko biri olacağım, sonra Yavuz beni beğenmeyecek. Zeynep, ben ne yapacağım?” dedi, ağlayarak sandalyeye otururken.

Sultan Hanım ve kızlar bir anda telaşlandı. Keşke yemek lafını açmasalardı, belki de Leyla üzülmeyecekti.

“Leyla kızım, sen çok iyi bir anne olacaksın. Ayrıca kaç kilo alırsan al, Yavuz oğlum seni sevmekten asla vazgeçmez.” dedi Sultan Hanım.

Ama Leyla çoktan çeşmeleri açmıştı. Kızlar ne yapsalar da onu susturamadılar. Ne Leyla Hanım’ın sözleri ne de Azade Hanım’ın sarılmaları işe yaradı. Son çareyi Zeynep buldu: Yavuz’u aramak.

Telefon çalınca Yavuz hemen açtı:
“Efendim bacım?”

“Abi, eve gelsen iyi olacak. Leyla hiç iyi değil, sürekli ağlıyor. Nedenini de hâlâ anlamadık. Ne dediysek susturamadık. Son çare sensin, gelip bir görsen belki sana anlatır.”

Yavuz hızlıca ayağa kalktı. Arabanın anahtarlarını kaptığı gibi odadan hışımla çıktı.
“Tamam bacım, geliyorum!” dedi ve telefonu kapattı.

On dakika sonra konağın önünde ani frenle durdu. O yolu nasıl geldiğini hâlâ bilmiyordu. Korumalara selam verip hızla konağa girdi, peşinden Adem de girmişti. Yavuz’un yüzündeki ifade Adem’i korkutmuştu; o da ne olduğunu öğrenmek için içeriye girdi.

Yavuz, kalbi ağzında çarparcasına mutfağa yöneldi. Leyla, miski amber kokusunu alır almaz gözlerini kapıdan giren telaşlı kocasına çevirdi.

“Efülümm…” dedi, sesi titriyordu.

“Leyla!” dedi Yavuz, kollarını ona açarak.

Mutfaktaki herkes sessizce çıkıp onları baş başa bıraktı. Hasret, dostunu ilk kez bu hâlde gördüğü için üzülüyordu.

Yavuz karısının yanına gidip sımsıkı sarıldı. Saçlarına binlerce öpücük kondurdu.
“Güzelim, ne oldu sana? Neden ağlıyorsun?”

Leyla burnunu çekti, iç çekerek konuştu:
“Seni özledim…” dedi, utanarak.

Yavuz o an anladı. Karısı kendisine aşeriyordu. Bu durum hem hoşuna gitmiş, hem de yüreğini paramparça etmişti. Leyla’nın gözünden düşen her damla onun ciğerlerine saplanıyor, nefesini kesiyordu.

“Yavrum, ben buradayım. Sen neden bu kadar ağladın? ‘Gel’ desen hemen gelirdim.” dedi.

“Utandım…” dedi Leyla, küçük bir çocuk gibi başını Yavuz’un göğsüne gömerken.

“Efülüm, sakın! Bir daha benden utanma. Kimseden utanma. Biz seninle evliyiz. Sen benim iki cihanda da tek karımsın.” Yavuz’un sesi, Leyla’nın yüreğine huzur veren bir tınıyla doluydu.

“Yavuz…” diye uzatarak söyledi ismini Leyla.

“Bu Yavuz sana ölsün, söyle efülüm.”

“Ben yüz kilo olsam da beni yine sever misin?” diye sordu çocuksu bir merakla.

Yavuz’un sert yüzünde tatlı bir tebessüm belirdi. Karısının asıl derdi şimdi anlaşılmıştı.

“Canımın içi, sen değil yüz, iki yüz kilo da olsan ben seni yine severim. Ulan sen sevilmeyecek kadın mısın? Ölürüm lan sana, ölürüm!” dedi. Sesindeki aşk Leyla’nın kalbine işledi.

“Söz mü?” diye nazlandı Leyla.

“Söz ulan, söz!” dedi Yavuz, hiç düşünmeden.

Bir süre daha mutfakta birbirlerine sarılıp kaldılar, sonra çıktılar. Akşama misafirler gelecekti, hazırlık yapmaları gerekiyordu.

Leyla, Hasret’i görünce pişmanlıkla gözleri yeniden doldu. Bunu gören Hasret hemen konuştu:

“Sakın o gözlerin dolmasın deli kız. Sen yeter ki iyi ol, yanımda ol, bana yeter.”

Leyla hızla gidip dostuna sarıldı. Sonra kızlarla birlikte odalarına çıktılar. Herkes derin bir “ohh” çekmişti.

Yavuz ise Berdan’ı aramış, yanına gitmek için konaktan çıkmıştı. Dokuz ay boyunca karısının bu hallerine alışmak zorundaydı. Zaman geçtikçe değişik istekleri, ani duygu değişimleri olacaktı. Bu süreçte en çok ihtiyaç duyulan şey sabırdı. O da Yavuz’da fazlasıyla vardı.

Akşam karanlığı Antep semalarını bir örtü gibi kaplarken, konakta kızların telaşı sürüyordu. Hasret’in etrafında pervane olmuşlardı.

Senem saçlarını yaparken Yaren makyajını üstlenmişti. Zeynep tırnaklarına özenle oje sürüyordu. Bu gece Hasret ve Berdan’ın gecesiydi; her şey mükemmel olmalıydı.

Leyla, elinde tuttuğu tatlı tabağıyla hazırlıkları oturduğu yerden denetliyordu.

“Leyla, Yavuz abi bir aksilik çıkarmaz değil mi?” dedi Hasret, endişeyle. Sevdiği adam yüzünden başı epey ağrımıştı.

“Ne aksiliği çıkaracak kız? Merak etme, benim kocam pamuk kalplidir; sevenleri kavuşturur.”

Herkes Leyla’ya dönüp tuhaf bir bakış attı. Pamuk kalpli mi? Yavuz mu? Hiç inandırıcı gelmiyordu.

Leyla gözlerini kısarak baktı hepsine:
“Off tamam be! Serttir ama sevenleri ayıracak kadar değil. Üstelik sizin durumunuzu bilirken asla yapmaz.”

Hasret, bu sözlerden sonra biraz olsun rahatladı. Kızlar da hazırlanmıştı, hepsi birbirinden güzeldi. Senem, bugün yaşadıklarını anlattığında evde kahkaha tufanı kopmuştu.

“Benim bacım,” diyen Leyla gururla baktı kardeşine. Sevdiklerine değen her gözü yolmak onlar için zevkti.

Bilmiyordu ki Leyla, bu akşam Jiyan yüzünden delirecekti. Jiyan, Yavuz’dan gözlerini alamayacaktı. Leyla için sabırla sınanacağı bir gece olabilirdi.

Berdan ve ailesi hazırlıklarını tamamlamış, yola çıkmışlardı. Üç araba ardı ardına Miroğlu Konağı’nın yolunu tutmuştu. Korna ve zılgıt sesleri Antep sokaklarını inletmişti. Konağın sokağına girdiklerinde ise Berdan’ın kuzenleri, son ses “Ağbin damat oluyor” şarkısını açmış, komşuların pencerelerden dışarıya bakmasına sebep olmuşlardı.

Miroğlu ailesi, misafirlerini kapıda karşılamak için sıraya dizilmişti. Hasret’in heyecandan kalbi duracak gibiydi. Leyla anca hazırlanmış, hızla yanlarına doğru geliyordu. Her şeyle o ilgilendiği için kendisini sona bırakmıştı. Giydiği siyah elbiseyle adeta göz kamaştırıyordu. Hafifçe belirginleşen ayva göbeği bebeğinin varlığını hissettiriyor, gözler önüne seriyordu.

Yavuz, kapıda bakışlarını karısına çevirdiğinde derin bir iç çekti. Bir kadına her şey mi bu kadar yakışırdı, bu kadar asil dururdu? Ulan, çok güzel olmuştu. Ona değecek olan gözleri düşündükçe kıskançlık damarlarında kor alev olup yayılmaya başlamıştı.

O elbiseyi bu gece kendi elleriyle çıkaracaktı üzerinden. Leyla süzüle süzüle gelip kocası ve Hasret’in yanında yerini aldı. Hasret’in elini tutup arkadaşına destek oldu.

“Sakin ol, bu gece senin.” dedi.

Yavuz ise hafifçe Leyla’nın kulağına eğilip,
“Sonum olacaksın Efül’üm, bu ne güzellik… Kalbime zararsın kadın.” dedi.

Leyla’nın yanakları utançtan al al oldu. Kocasının nefesi vücudunu karıncalandırmaya yetmişti. İçinde zaten ona karşı beslediği bir arzu vardı — hormonlar sağ olsun — bir de bu adam böyle konuşunca, Leyla kocasını alıp odaya götürüp hiç çıkarmak istemiyordu.

İçinden kendine küfretti; iyice arsız bir kadına dönüşmüştü. Hepsi bu hormonların yüzündendi, bahanesi de hazırdı zaten.

Kafasını kaldırdığında Yade Zergül ile göz göze geldiler. Yade, dostunu karşılamak için avluya kadar inmişti. Onların dostluğu daha bir başkaydı. Çocukluklarını, genç kızlıklarını, anneliklerini beraber yaşamışlardı. Yeri gelmiş gülmüşler, yeri gelmiş ağlamışlardı; en büyük acıyı da beraber yaşamışlardı. İkisi de kocasını toprağa vermiş yaralı kadınlardı. Gözlerindeki yaşlar yoldaşları olmuştu artık.

Yade Sultan, işlemeli bastonu ve dik duruşuyla kapıdan girdiğinde tam bir hanımağa idi. Çenesindeki ben, başındaki şal, gözlerindeki sürme ile bir tarihi yansıtıyordu. Behram Bey’den başlayarak herkes saygıyla elini öptü.

Yavuz ve Leyla’ya geldiğinde önce ikisine baktı, sonra ellerini kaldırıp dua etti. Ardından kollarını açtı, ikisini aynı anda bağrına bastı.

“Allah mutluluğunuzu daim eylesin yavrularım. Bir daha size acı göstermesin.” dedi ve ikisinin de alnından öptü. Yavuz’a gözlerini çevirip:

“Kızımı üzme deli oğlan.” diyerek kaşlarını çattı. Sonra Leyla’ya döndü:
“Sen de kara oğlumu çok sev emi.” diye tembihledi.

Gözleri Hasret’e değdiğinde, gözünden iki damla yaş süzüldü. Hiç düşünmeden çekip bağrına bastı. Hiçbir evlat bu geceyi başka bir evde ailesiz yaşamayı hak etmiyordu. Yade Sultan’ın yüreği cız etti onu orada boynu bükük görünce.

Alnından öptü:
“Sen Berdan’ımın gelini değil, benim kızımsın. Sen bize gelin gelmiyorsun, sen ait olduğun yuvana dönüyorsun benim güzel kızım. Maşallah, Allah nazarlardan korusun sizi.” dedi.

Hasret’in zaten dolu olan gözleri akmaya başladı. Ailesi onu böyle boynu bükük koymuştu ya, asla affetmeyecekti. Kimsesiz bırakmışlardı onu. Yade Sultan’ın sözleri Hasret’in yüreğini sıcacık etti. Babası bile ona aile olamamışken, daha şimdiden bu denli sahiplenmeleri Hasret’in içinde bir volkan patlamasına sebep oluyordu. Leyla elini tutup sıkmamış olsa, konağın ortasında oturup ağıt yaka yaka ağlardı.

Diğerleri de Yade Sultan’ın elini öptüğünde, nihayet iki dost karşı karşıya geldi.

İki hanımağa, iki tarihin buluşması gözleri doldurmuştu. Birbirlerine yıllardır bitmeyen muhabbetleri, bu yaşlarında kapıda karşılamaları hayranlık uyandırıyordu.

“Gel ahretliğim, gel.” dedi Yade Zergül, dostunu muhabbetle kucakladı.

“Oyy ahretliğim, ne çok özledim seni.” dedi Yade Sultan. Sonra beraber yavaş yavaş yukarıya çıkmaya başladılar.

Yade Sultan’dan sonra Bekir Ağa ve Yezda Hanım girdi. Büyüklerle selamlaştılar. Hasret’e gelince Bekir Ağa, gelinine elini uzattı. Hasret utanarak öptü o eli. Belki kendisi yüzünden binlerce söz duyacaklardı ama buna rağmen ailesine kabul edilmişti.

Bekir Ağa, Hasret’in omuzlarına ellerini koydu:
“İki kızım vardı, üç oldu. Sakın başını bir daha eğme, sen Bekir Ağa’nın kızısın, başın hep dik olsun.” dedi.

Hasret’in gözleri doldu, yanaklarına yaşlar süzüldü. Bekir Bey’den sonra Yezda Hanım, elini öptürmeden sarıldı gelinine:

“Berdan’ıma, evime, yuvama mutluluk getirdin. Hoş geldin güzel kızım. Sakın ağlama, gözlerin benim oğlumun gözleri gibi ışıl ışıl olsun. Ben evladımı kaç yıl sonra mutlu gördüm ya, bana yetti. Sen benim haneme güneş gibi doğdun. Evine hoş geldin güzel kızım.” dedi.

Hasret, duyduğu her sözde “Bu kadar sevilmek için ne yaptım?” diye düşünüyordu.

Yezda Hanım’ın ardından Berdan’ın amcası, halası, yengesi ve kuzenleri girdi. Onlardan sonra Jiyan, Sima ve Miran girdi. Ve kapıda nihayet, elinde kocaman gül buketiyle Berdan göründü. Hemen arkasında Tahir vardı.

Berdan sırayla büyüklerin elini öptü. Yavuz ile kucaklaştılar.

“Damat, öp elimi.” diyerek elini Berdan’a uzattı.

Berdan, “Ne yapıyorsun?” bakışları attı Yavuz’a.
Yavuz kaşlarıyla elini işaret etti.

“Lan delirdin mi, elini niye öpeyim?” dedi Berdan, şaşkınlıkla.

Yavuz gayet rahat bir tavırla:
“Kızın abisiyim sonuçta, yoksa vermem bacımı sana.” dedi.

Leyla, Yavuz’un koluna hafifçe parmaklarını bastırdı ve gözleriyle onu uyardı. Yavuz pes etti, elini indirdi. Karısına dua etsin diye sustu.

“Tamam tamam, geç bacıma fazla yaklaşma ama çiçeğini ver, içeri geç.” dedi. Sesindeki sertlikten herkes ürkmüştü.

Berdan, 360 derece dönen dostuna hayretle baktı. Tahir, “Ben sana demiştim.” bakışları attı. Az çekmemişti Yavuz’un elinden.

“Lan, karım olacak zaten. Kaç yıl hasret kalmışım. Başlarım senin abiliğine, şerefsiz! Biz Leyla yengeyle sana böyle mi yaptık?” dedi.

Keşke söylemeseydi… Leyla’nın unutmak istediği geçmişi hatırlatmıştı. Onların doğru düzgün ne kız istemesi ne de nişanları olmuştu. Apar topar evlenmişlerdi. Adet yerini bulsun diye de göstermelik bir isteme yapılmıştı.

Yavuz, Leyla’nın gözlerinde gördüğü hüznü fark ettiği an sanki kalbi durmuş gibi nefes alamadı. Karısının canı yandığında onunki iki kat yanıyordu. Leyla sahte bir tebessümü yüzüne takındı, acısını içine gömdü.

“Aman, sen Yavuz’a ne bakıyorsun kardeşim. Ver güllerini hadi, yukarı çıkalım. Büyükler birazdan bağıracaklar.” dedi Berdan ve olayı toparladı. Ama Yavuz’un kalbinde depremler yarattı o dakikalar.

Hep birlikte yukarı çıktılar. Herkes yerine oturdu, sohbet başladı. Jiyan iki de bir Yavuz’a manalı manalı bakarken, Leyla’ya ise öldürecek gibi bakışlar atıyordu.

Leyla, o bakışları fark ettiğinde kıskançlık kanını fokurdatıyordu. Daha arabadan attığında söylediklerini unutmamıştı. “Gönül diyordu kalk, gözlerini oy.” Ama işte, misafirdi.

Kısa sohbetin ardından hazır olan yemekler yenildi. Sultan Hanım ve kızlar döktürmüşlerdi. Yemeklerin ardından oturma odasına geçtiler.

Herkes kendi arasında güzel bir muhabbete dalmıştı. Kız istemeyi unutmuşlardı. Berdan sinirden kendi kendini yiyordu. Yavuz ise o delirdikçe zevkten dört köşe oluyordu. Bilerek sürekli Bekir Ağa’yı lafa tutuyor, konuya girmesine engel oluyordu.

Bu sırada konağın önünde bir korna sesi duyuldu, herkes meraklandı. Yavuz ve Tahir hızla dışarı çıktılar ne olduğuna bakmak için. Berdan da arkalarından çıktı.

Konak kapısı açılınca Adem gülerek içeri girdi.

“Hayırdır Adem, ne o ses?” diye sordu Yavuz, kaşları çatılmıştı yine.

“Abi, misafiriniz var. Yağız abiler geldi.” diyerek bilgi verdi.

Yavuz, “Abiler?” kelimesine takıldı. Ve kapıdan üzerindeki üniforması ve karizmasıyla Korhan Albay girdi.

Yavuz, gelen adamı görünce şaşırdı. Ne işi vardı burada? Şaşkınlığını üzerinden atıp, sanki askerdeymiş gibi hazır ola geçti, elini uzatıp:

“Komutanım, hoş geldiniz.” dedi.

Albay kendisine uzatılan eli tuttu ve tokalaştı. Ardından Hakan ve Yağız geldi.

Yukarıdakiler meraklanıp hepsi birden üst avluya çıktılar. Yade Zergül ve Yade Sultan bile çıkmıştı.

Yağız ve diğerlerini görmeyi beklemiyorlardı. Herkes şaşkındı, koskoca Albay konaklarına gelmişti. Behram Bey hızla merdivenlerden indi.

“Albayım,” dedi, elini uzattı. “Sizi burada görmek ne güzel, şeref verdiniz.”

Korhan Albay aynı şekilde karşılık verip tebessüm etti.

Yağız ise konağın bu denli kalabalık olacağını beklemiyordu. Adem’e bakıp:

"Hayırdır Adem, ne bu kalabalık?" diye sordu.

"Abi, Berdan Bey’e Hasret ablayı istemeye geldiler. Uzun hikâye, sonra anlatırım," dedi Adem.

Yağız, başıyla Adem’i onayladı.

"Behram Ağa, sizi bu saatte rahatsız ettik. Ben bir selam verip acı kahvenizi içmek istedim," diyerek hem mahcubiyetini hem de geliş sebebini belirtti Albay.

"Ne kusuru Albayım… Gelişinizle bizleri ve hanemizi şereflendirdiniz. Buyurun, lütfen, " dedi Behram Ağa eliyle merdivenleri işaret ederek.

"Siz de hoş geldiniz oğlum," dedi Behram Ağa bu defa Hakan ve Yağız’a.

Hakan ve Yağız, Behram Ağa’nın elini öptüler. Ardından Yavuz ile tokalaştılar. Albay’ın arkasından Hakan yürüdü.

Yağız, abisi ve Berdan’a bakıp hafif sitemle:

"Bensiz kız isteme, ha?"dedi.

"Gel ulan şebek!"diye karşılık verdi Yavuz, kardeşine sarılırken. Berdan da gülümseyip omzuna vurdu. Hep birlikte yukarı çıktılar.

Behram Ağa, üst avluda bekleyen ailesi ve misafirlerini Albay’la tanıştırdı:

"Albay’ım, ailem ve dostum hayırlı bir iş için bizi ziyarete geldiler," dedi ve ardından Albay’a dönerek: Yağız’ın komutanı, Albay Korhan," diyerek tanıttı.

Yade Zergül, yine deli torununun ne işlerin peşinde olduğunu düşünüyordu. “Seni Albay’a alacağım” deyip adamı da buraya mı getirmişti yoksa? Kafasında deli sorular dönüp duruyordu.

"Kusura bakmayın, sizleri bu saatte rahatsız ettik. Ama ben hem sizlerle tanışmak hem de bir kahvenizi içmek için uğradım," dedi Korhan Albay.

Yade Zergül’ün evinde misafir kapısı hiçbir zaman kapanmazdı. Kocası Berzan Ağa’dan öğrendiği ilk şey buydu.

" Hoş geldiniz, şeref verdiniz komutan. Bu ülke için canını vatanına adamış sizin gibi değerli bir insanı hanemizde ağırlamak, kahvemizi ikram etmek bizim için şereftir," dedi otoriter sesiyle.

Albay, duyduğu sözler karşısında hayran kalmıştı. Yağız’ın anlattıklarının az bile olduğunu düşündü. Karşısındaki kadın adeta “eli öpülesi bir tarih”ti.

Oysa hep söylenirdi; doğuda askere iyi bakılmaz diye… Şu an bu tez, gözleri önünde öyle güzel çürütülüyordu ki. Aslında sorun doğu değildi; dış güçlerin beslediği içerideki hainlerdi.

“ Hakan!” dedi Korhan Albay. Hakan hemen komutanının yanına geldi ve elindeki çiçek buketini uzattı.

Albay, taptaze çiçekleri alıp Yade Zergül’e doğru ilerledi:

"Ben de hanenizde bulunmaktan, bir Türk askeri olarak şeref duydum Zergül Hanım. Nezaketinize karşı elim boş gelmek istemedim. Gönderdiğiniz tatlılar için ayrıca teşekkür ederim. Sizlere layık değil ama kabul ederseniz sevinirim," diyerek buketi uzattı.

Yade, bu yaştan sonra ilk defa çiçek alıyordu. Torununa “Sen bittin! Sen öldün!” bakışları atarken, çiçekleri aldı.

Behram Bey’in önderliğinde oturma odasına geçildi.

Yade, Sultan ahretliğine dönüp:

" Zergül, hayırdır ahretliğim? Tatlı göndermeler, çiçekler… Kaç yıl sonra evlenmeye mi karar verdin? Berzan Ağa duysa mezarından kalkıp gelirdi," diyerek kahkaha attı.

Koskoca Yade Zergül, rezil rüsva olmuştu. Çoluk çocuğa maskara olmuştu.

Yavuz, babaannesinin yanına gelip:

" Yade, hazır gelmişken bir tuzlu kahveyi de Albay’a mı yapsalar? Adam çiçeğini, çikolatasını almış gelmiş; niyetini belli etti, " diyerek Yade Sultan'ın başlattığı oyunu devam ettirerek takıldı.

Bunca yıl namusu için yaşayan kadın, haylaz torunu yüzünden milletin diline sakız olmuştu. Yavuz’un belindeki silaha gözleri kaydı. Bir anda, beklenmedik bir hızla silahı kaptı. Emniyeti açtı ve Yağız’a doğrulttu.

Konakta ufak çaplı bir çığlık yankılandı. Yade’nin gözü dönmüş hâlini, Sultan bile şaşkınlıkla seyrediyordu.

Yağız ise öfke ve mahcubiyet arasında sıkışmış, babaannesine bakıyordu. Galiba bu defa ileri gitmişti…

Bu gece bu silah patlayacaktı. Yade, yıllar sonra eline silah aldıysa, o silahtan kurşun çıkmadan bırakmazdı…

✨ Bölüm Sonu ✨

Sizce Yade Zergül napacak?

Silah patlayacak mı?

Peki ya Berdan ve Hasret kavuşacak mı?

Albay ne yapacak?

Haydi yorumlara. Lutfen satir arasi yorum yapalım. Ya sadece okuyup geçmeyin. Çok emek veriyoruz sizlerde bir satır yorum ve beğeni ile bizlere destek olun lütfen çok seviniriz...

Keyifli okumalar.

 

 

Kızların giydiği kiyafetler. Yani her defasında anlatmak istemedim.

Bölüm : 30.08.2025 19:50 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...