9. Bölüm

8. Bölüm

Yazan bir kız ;)
1907_busra

 

 

​​​​​​Güç bir baltayla, bir tokatla veya gözyaşıyla yok olmaz, asıl güç tüm bunlara rağmen ayakta kalabilmektir. ..

 

 

​​​​​​ÇINAR GÖKSOY

"Duydum ki Barbie filmini pek sevmemişsin. Mantıksız bulmuşsun o filme iki bilet alacaksın bende seninle geleceğim ki, filmi izlediğinden emin olayım. Yüz ifadelerine yakından tanık olayım."

Duyduklarımı bir mantığa oturtmam imkansızdı. Ben Barbie filmini sevmemişim, mantıksız bulmuşum. Açıkçası sorun benim Barbie filmini sevip sevmemeyi bırak adını bile belki birkaç duymuş olmamdı.

"Sana bunu kim söyledi?" Sorgulayıcı tavrım pek hoşuna gitmemiş gibi gözüküyordu bunun nedenini ise Ecrin'in omzunun üstünden Feride ablamı gördüğümde anladım. Tüm dişlerini gösterecek şekilde gülümsemesiyle parçalar yapboz misali birbirine tutunuyor zihnimde şekil buluyordu.

İşaret parmağı ile kendini işaret etti, daha sonra da onay işareti yaptı. Artık Ecrin'in vereceği cevaba sanırım ihtiyacım yoktu. Zira aldığım cevap barizdi.

"Kim söylediyse söyledi. Önemli olan o filme gidecek olmamız." Sorgulama diye bağıran sesi Feride ablamın ifşa etmemek için çaba gösteriyordu, buna şaşırmadım.

Gözlerim Feride ablamın üzerinden çekilip tekrar Ecrin'in yeşil harelerine odaklandığın da o gözlerde kendimi görüyor oluşum ve olayları sonunda anlamdırmam ile dudaklarım gülümsemek için beni zorlamaya başladı. Yüz kaslarımı kontrol altına almaya çalışıyordum, çünkü sevincim her ne kadar dışarıya taşmak istese bile şuan en ufak sevinç gösterimi Feride ablam'ın benim için yaptığı oyunu tamamiyle bozabilirdi.

Feride ablam gerçekten şefkat dolu yumuşacık biriydi. Bana kırılmış bile olsa benim için bir şekilde Ecrin'i bu plana dahil etmiş, onunla zaman geçirebileceğim bir alan yaratmıştı.

Ecrin'in benden bir cevap beklercesine baktığının farkına vardığım da "Sen ne emredersen o komutanım." Diyip asker gibi ona selam vermem bir hayli hoşuna gitmiş olacak ki kıkırdadı. Ama elini gülüşüne siper etmesi benim hiç hoşuma gitmedi.

Ecrin'in ismini söyleyerek onu çağıran ince ses tonu bizim konuşmamızı yarıda kesti. Arkasını dönüp seslenen kişinin annesi olduğunu gördüğünde bana kısa bir veda edip yürümeye başladı. Bense arkasından annesinin yanına doğru gidişini izledim.

Ecrin'in gidişini izlemeyi kesmek aklıma geldiğinde de ise Feride ablama doğru bir kaç adım atıp ona sarıldım. Beni hemen kabul edip kollarını doladığın da bu teşekkür sarılmasını beklediğini anlamıştım.

"Senin marifetin değil mi?" Diye fısıldadım kulağına doğru, gülümsediğini görmesem bile hissettim "Benden başka hangi parlak zeka bunu başarabilir?" Alaycı ama aynı zamanda egosunu ortaya seren ses tonu bana bu cümlenin bir soru cümlesi olmadığını söylüyordu.

Fakat bir yandan ise sözleri doğruydu. Ondan başka bunu başarabilecek parlak zeka tanımıyordum. Bunu nasıl başarmıştı? İşte bunu gerçekten merak ediyorum.

Feride ablam dan ayrıldığımda yüzümde hala gülümseme vardı. "Teşekkür ederim." Dedim minnet dolu bir sesle Feride ablam içtenlikle gülümsedi "Lafı bile olmaz." Kesin bir dil ve net sesi teşekküre ihtiyaç yok diyordu.

"Doğum günün yaklaşıyor diye acaba bana iyilik yapıp mükkemel bir doğum günü hazırlamam için zihnimi kontrol altına almaya çalışıyor olabilir misin?" Laçka bir tavırla söylediğim sözler onu da güldürdü.

"Oğlum sen beni hangi ara çözdün?" Gülerken sarf ettiği cümleden sonra gururla göğsümü kabarttım.

"Çözdüm tabi, sen beni çok hafife alıyorsun abla"

Aslında bu konuşmanın şaka olduğunu düşünüyordum, ama belki de Feride abla gerçekten tüm bunları ona mükkemel bir doğum günü hazırlamam için yapmış olabilirdi.

"Mükkemel bir doğum günü partisi istiyorum bilesiiin" diyip gülmeye devam ettiğinde şüphelerim git gide artmaya başladı. Galiba artık gerçekten inanılmaz bir doğum günü organize etmem gerekiyor. Aldık başa belayı, ama şimdi Feride abla'mın parlak zekası ile organize ettiği sinemaya bakılırsa doğum günü partisi az kalırdı.

Biz Feride abla ile gülüşürken Toprak abim usulca yanımıza yaklaşıp gülüşümüze şüpheci bakışlar atmaya başladı.

"Bak ikidir sizi kuytu köşede bir şeyler konuşurken görüyorum. İnşallah bunun altından abuk subuk bir şey çıkmaz." Parmağını sallayarak konuşması Feride abla'mın kocasına kınıyan bakışını atmasına sebep oldu.

"Teessüf ederim. Abuk subuk falan, hiç hoş değil. Ne zaman abuk subuk bir şey yaptık?" Sorusunu sorduğu zaman Toprak abim ciddi ciddi düşünerek kafasında hesaplama yaparak parmakları ile bir, iki, üç diye saymaya başladı.

"Cık, cık, cık hatalarımızın çetelesi tutulmuş." Diyen ben oldum. Abuk subuk şeyler yaptığımız falan yoktu, sadece bazı şeyleri normalleştirmek için şakalar ile üstünü örtüyorduk.

"Yürü abla gidelim." Dediğimde Feride abla da bana bakıp "Haklısın, hatalarımızı yüzümüzü vuran birinin yanında daha fazla kalamayız." Diyip koluma girdi, ve Toprak abiye son bir bakış attıktan sonra saçlarını savurup döndüğünde Toprak abiye arkamızı dönüp yürümeye başladık.

İkimizde arkada kalan Toprak abinin şok dolu bakışlarını ve kafasını yana yatırıp ne oldu şimdi ifadesini tahmin edebiliyorduk. Bu yüzden Feride abla ile göz göze geldiğimiz an kahkahamızı serbest bırakıp gülmeye başladık. Gülüşlerimizin arasında beşlik çakmayı da ihmal etmemiştik. Biz muhteşem ikiliydik, ve bu muhteşem ikilinin en çok zevk aldığı şey Toprak abimi delirtmekti.

Toprak abim belki de ikimiz için de bu dünyada var olan en önemli insanlardan biriydi. Bana baba sıcaklığını bir babanın evladını nasıl sevdiğini öğreten adamdı. Feride abla'mın ise sevdasıydı. Onunla uğraşıp gülüşümüz bile onu sevdiğimiz içindi, bize asla kızmayacağını bildiğimiz içindi.

Bize doğru, kucağında Güneş’le yürüyen Okan’ı gördüğümüzde, adımlarımız istemsizce yavaşladı. Sanki zamanı ağır çekime almıştı o manzara. Güneş beni görür görmez, minicik kollarını sevinçle havaya kaldırıp “Abiii!” diye seslendi. O sesin içindeki neşeyi, saflığı anlatmak zor... Küçük bir kalbin sesiydi o; tertemiz, beklentisiz ve içten. İsteğini cevapsız bırakmak, geceye yıldızsız bir gökyüzü bırakmak gibi olurdu. Hiç düşünmeden eğildim, o minik tavşanı kollarıma aldım.

 

Güneş, başını boynuma koyar koymaz uykunun tatlı buğusu göz kapaklarına çöktü. Sanki dünya yavaşça sustu. Bir elimle bedenini güvenle kavrarken, diğer elimle saçlarını usulca okşadım. O an, zamanın bile bize saygı duyduğunu hissettim. Her şey durmuştu. Teni tüy gibi hafifti, soluğu bahar esintisi gibi... Ve saçlarına, fark ettirmeden, bir sabah çiğ tanesi kadar hafif bir buse kondurdum. O anda içimde tarifsiz bir sükûnet doğdu. Dünyanın bütün gürültüsünden uzak, yalnızca o anın içinde var oldum.

 

Güneş’e odaklanmışken, yanımdan tanıdık, özlenen bir ses yükseldi. “Prensese bak, uyumuş, yorulmuş olmalı.” Ecrin’in sesiydi bu; bana huzur veren, geçmişin içinden bugüne usulca süzülen bir melodi gibi. Gözlerimi ona çevirdim, fakat sesimi alçalttım. Güneş’in uykusunu bölmeye kıyamazdım. “Yorgunluktan değil,” dedim fısıltıyla, “uykuya düşkün, uykucu bir prenses o.”

 

Ecrin’in yüzüne yayılan gülümseme, sanki gökyüzünü delip geçen bir ay ışığıydı. Işığın yumuşak dokunuşuydu yüzünde gördüğüm şey. Göz göze geldiğimizde, onun yeşil irislerinde bir kıvılcım gördüm — bir anlık şaşkınlık. Belki de bendeki değişimi fark etti, belki sadece o ana sığan bir duygu kırıntısıydı. O an öyle hızlı geçti ki, yaşanıp yaşanmadığına emin olamadım.

 

“Çok güzel…” dedi tekrar, bu kez sesi biraz daha içten, biraz daha yumuşaktı. “Uyurken bile çok sevimli görünüyor.” Haklıydı. Güneş, uykuda bile insanın kalbine sevgiyle dokunan bir masaldı. “Toprak abiyle Feride abladan zaten ancak böyle bir civciv çıkardı,” dedim gülerek. Sözlerimin ardından Ecrin’in yüzünde beliren gülümseme, bana verilen bir hediye gibiydi. Bahşedilmiş bir güzellik… Onun gülümsemesi, sıradan bir tebessüm değildi. Herkesin görebileceği türden bir şey değildi bu. O, yalnızca bana açılan, yalnızca benim anladığım bir kapıydı.

O gülümsemenin içinde öyle bir huzur vardı ki, anlatmakla olmaz. Anlatmaya çalışmak, bir melodiyi sadece notalarla tarif etmeye çalışmak gibi eksik kalır. O gülümsemede, suskunlukla dile gelen bir sığınak vardı. Ve ben, o gülüşte kendimi buluyordum. Başka birinin gülümsemesinde arayıp da bulamayacağım kadar gerçek, içten ve eşsizdi. Bir ömrün dingin kıyısı gibi…

Ecrin'in gülüşü...

Bir yağmur sonrası toprağın kokusu gibi taze, bir ilkbahar sabahı gibi umut dolu…İçimde patırtıyla çarpışan fırtınaları bir bakışta susturan,

"Buradasın ve bu yeter," diyen sessiz bir ezgiydi. Bir tebessümün insana ev hissini verebileceğini o an anladım.Tam o sırada arkadan gelen tanıdık bir ses,

"Çınar!"

Toprak abinin sesi,hafifçe geriye döndüğümde yüzünde beliren şefkatli ama yorgun bir tebessümle tamamlandı.

Yanımda uyuyakalmış Güneş’i görünce "Haydi gidelim, Güneş uyumuş zaten. Sana da yük olmasın." dedi. İçten gelen bir gülümsemeyle,

"Abi on kilo kız bu, ne yükü? Ayıp ediyorsun." dedim. Güldü. Öyle içten, öyle samimi ki o gülüş, belki de geceye yakışan son insan sıcaklığıydı.

"Tamam, tamam… Gidelim. Güneş rahat uyusun," dedi. Bu kez ben de onayladım,

"Hah, bak bu daha iyi oldu," diyerek yeniden Ecrin’e döndüm. Ayrılığın eli omzuma dokundu o an. Zaman vedaya geldiğini fısıldıyordu.

"İyi geceler."

"İyi geceler, Çınar."

Sözlerimiz havaya karıştı. Sanki gece, bu iki kelimeyi saklamak ister gibi ağırlaştı.

Birkaç adım atmıştım ki arkamdan ince, kararlı bir ses:

"Unutma… O sinemaya gidilecek."

Sesinde emir yoktu, ama gönüllü bir asker gibi duraksamadan yanıtladım "Unutmam, Komutanım." Gülümsedi.

İçinde bin kelime saklı, kısa bir gülümseme.nSonra dönüp ailesine doğru yürüdü,ve o an, o stat sahnesinden çıkarken sanki bir filmden ayrılıyordu oyuncular.

Ben de yavaşça arabaya döndüm. Güneş’i usulca, uykusunu bozmadan arka koltuğa yerleştirdim.

Feride abla da onun yanına geçti. Ben ön koltuğa geçerken Toprak abi direksiyona geçtiğinde eksiksizdik artık. Kısa ama sessiz bir yolculuktu.

Eve vardığımızda,bu kez Güneş’i Toprak abi kucağına aldı. Feride abla kapıyı açtı, ve biz, yorgun ama huzurlu adımlarla eve girdik. Gün, yorgunluğun gölgesinde sona eriyordu. Ben de fazla oyalanmadan yatağıma geçtim.

Ve sonunda…

düşüncelerimin fişini çektim.

...

Karanlıktı.

Gökyüzü yoktu sanki, ay bile yüz çevirmişti bu geceye. Her yer koyu bir örtüyle kaplıydı; göz gözü görmüyor, adımlar boşluğa basıyordu. Havanın içindeki yoğunluk tarif edilemezdi sanki karanlık, havanın içine karışmış, soluğuna kadar sinmişti.

Adımlarım yankılanmıyordu bile. Sadece karanlıktaydım. Kayıptım.

"Toprak abi!"

Sesim titrek, ürkekti.

Bir çocuğun kabustan uyanmak için annesini çağırışı gibi. Ama karanlık...Yanıt vermek yerine sesimi emdi. Yuttu. Soğurdu.

İçimdeki sıkıntı, karanlığın ortasına gömülen bir taş gibi, her saniye biraz daha dibe çekiyordu beni.

"Toprak abii!"

Bu kez daha yüksek, daha çaresiz. Ama boşluk, duvar gibiydi.Sesim çarpıp geri dönmüyordu. Yutuluyordu

Ve işte o anda fark ettim:

Bu karanlık sessizlik değil, düşmanlıktı. Gizlenmiş, bekleyen bir tehditti.

Birden…

Soğuk bir el omzumdan yakaladı. Geri çekildim, adım boşa düştü, sendeledim. Arkamda bir varlık vardı.Ama görünmüyordu. Sadece hissettim.Soğuk, ölüm gibi bir dokunuş.

Boğazıma bir el sarıldı. Demir gibi, buz gibi. Nefesim kesildi.

Ellerimle boğazımdaki baskıyı ittim, debelendim. Sanki karanlık, insan kılığına girmişti.

"Toprak abi..." dedim,

Zorlukla çıkan bir fısıltıydı. Bir umut kırıntısıydı. Ama sesim titrek, güçsüzdü.Yüzünü gösterdi.

Kemal Zorlu.

Kabusun adıydı bu. Gözleri dipsiz kuyular gibi. Gülümsemesi, karanlığın kendisi kadar zehirli.

"Seni kurtaracak mı sandın?"

"Toprak abin gelir seni elimden alır mı sandın?"

"Benden kurtulamazsın."

Nefes nefeseydim. Ciğerlerim yanıyor, göğsüm sanki içten içe kavruluyordu. Ter, alnımdan boynuma damlıyordu ama bu ter sıcaklıktan değil, içimin sonsuz dehşetinden süzülüyordu.

Bir kabustan değil, bir hapishaneden uyanmış gibiydim.

Zihnime kazınmış o uğursuz görüntü, rüyadan çok bir hatıraydı aslında. Her gece gelen, her sabah iz bırakan o aynı sancılı döngü.

Zihnimde bir yılan vardı.

Sinsice kıvrılan, zehrini akıtan, sonra da tekrar derinlere saklanan bir yılan. Her seferinde aynı noktayı ısırıyor, aynı yarayı kanatıyordu. Acı, tanıdıktı. Ve bir o kadar da tarifsiz.

Anlatamıyordum. Çünkü kelimeler tükenmişti.

Çünkü herkesin dinlemekten yorulduğu şey, benim yeniden yaşamaya mahkum olduğum şeydi. Ve bazı şeyler vardı… Hiç anlatılmadı.

Boğazımda düğüm, içimde yumru, odama sığmayan, geceleri yastığa sığmayan şeyler…Uyuyamıyordum. Nefes alamıyordum. Karnımı doyuramıyordum.

Çünkü içimde büyüyen şey, bir boşluk değildi.O bir yüktü.Geçmişin kanla yazılmış bir mektubuydu omuzlarımda.

Kırgındım.

Kızgın değildim, çünkü kızmak bile güç gerektirirdi. Ama kırgındım en çok da dayanabiliyor oluşuma.

Sanki her şeye rağmen dimdik durmam gerekiyormuş gibi, her şeye rağmen güçlü görünmem gerekiyormuş gibi. Oysa içimde tuzla dolu bir deniz vardı ve her nefeste biraz daha kuruyordum.

Benim iyi olma çabamın tek sebebi annemdi. O benim kırılmayan tek yanımdı.Bedenim değil, umudum annemin duasıyla ayaktaydı. Kalktım yataktan.

Ayaklarım titrek, bedenim sanki uykuyla uyanıklık arasında sıkışmıştı. Pencereye ilerledim.

Camı açtım, gece yüzüme tokat gibi çarptı. Gökyüzü kapkaraydı. Ama iki yıldız, inatla parlıyordu.

İki yıldıza bakarken aklımda sadece iki kişi vardı. Annem, kardeşim.

Kaybettiğim herkes için bir yıldız.

Ben hayatım boyunca hiç bir şeye engel olamamıştım. Ben sadece kaybetmiştim.

“Anne… orada mısın?”

Sesim titrekti.

Bir cevabın geleceğini bilmeden, sadece acıya seslenmiş bir duaydı bu.

Yıldızlara baktım; biri kardeşimdi, biri annem. Ama ben onların yanına ait değildim. Ben burada, karanlığın ortasında kalan kişiydim.

Ve sonra...

Sessiz bir dua gibi,

“Ben annemi unutuyorum,” dedim. Yutkunarak, boğazım düğümlenerek.

Ben annemin sesini unutuyordum. Gamzesini, gülüşünü, dokunuşunu… Zaman annemi alıp götürüyordu, ama bana onun yerine bıraktığı şey, acıydı.

“Anne... hiç değilse seni rüyamda göremez miyim?”

Gözlerim doldu ama damla düşmedi. Çünkü bu gözyaşı artık içte birikiyordu.

“Birkaç dakika yeter.”

Yeterdi gerçekten.

Sonra...

Camın kenarında, yıldızlara yaslanmış gibi başım cama yaslandı.

Ve orada…

Uyuya kaldım. Karanlık geceyi bir battaniye gibi üzerime çekerek.

---

“Çınar, iyi misin?”

Bir ses, bir dokunuş.Omzumda sıcak bir el.

Feride ablamdı.

Gözlerimi açtığımda, bedenim donmuş gibiydi. Boynum taş gibi, belim kıpırdayınca sızladı.

Cama yaslanmak bedene zarar, ama ruha iyi gelmişti belki biraz. Çünkü rüyada değil, ama karanlığın içinde yıldızlara biraz daha yaklaşmıştım.

"İyiyim abla" dedim yeni uyanmışlığın eseri olarak sesim biraz boğuk çıkmıştı.

"Madem iyisin, niye pencere kenarında uyuyorsun?"

Diye sorduğunda öylece kalakaldım. İyiyim demeyi ne kadar basitleştirdiğim yüzüme tokat gibi çarptı. Formaliteden iyiyim demenin ne kadar kolay olduğu ile yüzleşmek sandığım dan daha çok sarstı beni.

Feride abla dikkatle yüzümü incelerken bir kez daha onları hislerimin, yaşananların dışına itip kırmak istemediğim için dürüst oldum.

"Kabus gördüm." Dedim en düz ifademle, açıkça söyledim. Yüzümden anlaşılmazdı ne hissetiğim, ama Feride abla zaten ne hissettiğimi anlamak için yüzüme bakması gerekmeyecek kadar beni tanımış birisiydi. Güzel rol yapardım iyiymiş gibi, ama şu an o anlardan biri değildi. Rol yapmıyordum açıktım. Olduğum gibiydim, ama gizliydim ifadesizdim.

Feride abla'mın bakışlarında oluşan hüznü net olarak anlıyordum. Üzüldüğünü saklayabilen birisi hiç olmamıştı. Duygularını belli etmesi belki de onda en sevdiğim özelliklerinden biriydi.

"Ne gördün demeyeceğim, tekrar o kabusu yaşamanı istemiyorum. Tekrar seanslara başlamak ister misin?" Diye sordu elini omzuma koyup okşayarak;

"Abla, tekrar tekrar aynı şeyleri anlatmak yoruyor beni. İstemiyorum, anlattıklarımın etkisinden kurtulmak zamanımı alıyor. Belki daha sonra ama şimdi değil."

Dediğimde Feride abla anlayışla başını salladı. Gözlerinde var olan hüzün hala yerini koruyordu.

"Her zaman yanındayız. Ne zaman ihtiyacın olursa biliyorsun."

Feride ablama hafifçe gülümsedim. Yüzümde var olan silik bir tebessümdü. Saklamaya çalışmadığım hüznüm tebessümden taşıyordu.

"Bildiğimi biliyorsun."

Bu kez tebessüm eden Feride abla oldu.

"Hadi inelim. Kahvaltı hazır, Güneş seni bekliyor."

Kafamı sallayarak onu onayladım. Feride ablam odamdan çıktığı zaman üzerimi değiştirip, aşağı kahvaltı yapmak için aşağıya indim. Kendimi biraz olsun zihnimin soğuk zindanından uzaklaştırmaya çalışarak salona girdim. Güneş beni görünce yüzünde kocaman gülümsemesi yerini aldı.

"Günayşın abi" dediği zaman kafamda olan tüm kargaşaya rağmen kardeşime en güzel gülümsemem ile karşılık verdim, kafasındaki Tavşan kulaklı tacına istinaden "Günaydın tavşan" diyip Güneş'in yanına oturdum.

 

 

"Çınar sen buraya otursaydın, ben Güneş'in yemeğini yedirirdim." Diyen Feride ablam belki de rahatsız olabileceğimi düşündü, fakat bu bir yanılsamaydı. Karşılık olarak:

"Ben yediririm abla sorun yok." Diyip oturduğum sandalyeye iyice kuruldum. Güneş'in en sevdiği öğün kahvaltı bu yüzden beni fazla zorlayacağını düşünmüyorum. Tabağına bıraktığım her şeyi silip süpürürken halinden oldukça memnundu.

Ağzına peyniri bütünüyle sıkıştırdığın da tombul yanakları daha fazla şişkin gözüktü. Haline bakarken dudağımın kenarı sevgiyle yukarıya kıvrıldı. Güneş ile vakit geçirmek, onunla ilgilenmek bana her zaman olduğu gibi iyi geldi.

Sepetteb bir tane kızarmış ekmek alıp üzerine Güneş sevdiği için vişne reçeli sürmeye başladım. Ekmeği bütün bir şekilde yiyemeyeceğini bildiğim için tabağa bırakmadan dört parçaya böldüm. Tabağına bıraktığım da ellerini çırparak "abimi çok sefiyoyum." Diyip hemen ekmeğe sürdüğüm vişne reçeli dilimini eline alıp yemeye başladı. Bense onun yüzüne doğru gelen saç tutamını nazikçe kulağının arkasına bıraktım.

O elindeki dilimi bitirene kadar bende biraz bir şeyler atıştırdım. Güneş elinde ki dilimi bitirince ellerine bulaşan reçel kalıntılarını peçete ile temizledim. Önüne biraz peynir ile salatalık dilimi koyduğumda birazını yiyip doyduğunu söyledi. Güneş'in sandalyeden inmesine yardımcı olurken telefonuma mesaj geldi.

Güneşi sandalyeden indirdikten sonra telefonumu elime alarak mesajın kimden geldiğine baktım. Mesaj Ecrin den gelmişti. Bana bir link göndermişti, linke tıkladığım zaman bunun bilet satan bir site olduğunu anladım. Tam olarak bugün sinemada Barbie filmi vardı, ve Ecrin belli ki bilet alayım diye bana bu sitenin linkini atmıştı.

Dün maçımız olduğu için bugün dinlenme günümüzdü. Yani bugün sinema olması çok iyi bir denk gelişti. Elbette bu bilet satışının internetten olması ve sinema bugün olduğu için son biletleri benim almış olmam biraz pahalıya patlamış olabilirdi. Fakat ne kadar pahalıya patladığının bir önemi yok. Çünkü ben Ecrin ile geçirdiğim tek bir saniyeyi hiç bir para birimine değişmem.

Siteden iki bilet satın aldığımda ekran görüntüsü alarak Ecrin'e mesaj olarak ilettim.

Siz: *Fotoğraf gönderildi.

​​​​​​Ecrin: Aferin Asker.

Siz: Sağ ol Komutanım!

*Ecrin mesajınızı beğendi.

Maç günü Ecrin’in sinir tellerini bir güzel gerginlemiştim. Şimdi ise intikam sırası onda. Ve elinde bir koz: Barbie filmi.

Benim için Barbie demek, parlak pembe vitrinler, göz kırpan bebekler ve hiç de ilgi alanıma girmeyen pırıltılı bir evren demekti.

Ama Ecrin öyle düşünmüyor. Ya da tam tersi, öyle düşündüğümü çok iyi biliyor da ondan götürüyor.

Yine de, kendimi bu pembe evrende kaybolmaya hazır hissediyordum. Belki de bu deneyim, düşündüğümden daha farklı bir kapı aralayacaktı.

 

Yaklaşık bir buçuk saat sonra evden çıkmam gerekiyordu. Direksiyonu kırıp Ecrin’i alacağım. Bizim evle onunki arasında 20 dakikalık bir yol var, belki biraz daha az — trafik fazla değilse.

O sırada Feride abla yanıma ilişti, bir dedektif gibi sorgulayıcı, bir anne gibi meraklı:

“Ne yapıyorsun genç?”

Başımı ekrana eğik vaziyetten kaldırdım, oturduğum yerde döndüm.

“Ecrin mesaj gönderdi. Sinemaya bugün gideceğiz.”

Feride abla’nın yüzü sanki aniden güneş görmüş toprak gibi açıldı. İki elini heyecanla birbirine sürttü, gözleri parladı.

“Ay heyecanlandım. Kalk, sana kombin seçelim.”

"Kombin? Bana mı?" dedim. Kafamda sadece gri tişört, siyah pantolon. Düz ve risksiz. Ama belli ki o, başka bir vizyonda.

Feride abla'nın umursamaz kararlılığı karşısında serzenişim havada asılı kaldı.

“Abla sen ciddi misin?”

“Çınar sen salak mısın?”

Bu sözleri o kadar doğal ve sarsılmaz bir tonla söyledi ki, sorgulamayı bıraktım. Demek ki bu bir görevdi artık. Moda, bir beka meselesiydi.

“Abla ne kombini ya? Bir gömlek, bir pantolon... tamam işte.”

“Zevksiz olduğunu daha fazla belli etme, düş önüme.”

Feride abla önden yürüdü. Komutan edasıyla. Ben hâlâ koltukta, teslim bayrağını çekmiş gibi.

Tam o anda sahneye Toprak abim girdi. Ceketini omzundan atmış, günlük bir kahraman edasıyla.

“Ne oluyor?” diye sordu.

Feride abla hemen söze girdi.

“Çınar sinemaya gidecekmiş.”

Ben de ekledim, bıkkın bir iç çekişle:

“Ve Feride abla da tutturdu, kombin yapalım diye. Ne kombini, giyeceğim bir pantolon bir gömlek.”

Feride abla alıngan bir çocuk gibi kollarını göğsünde kavuşturdu, suratını çevirdi.Toprak abi yanına yaklaştı, alnına bir öpücük kondurdu.

“Karım ne diyorsa o. Marş marş!”

Feride abla'nın dudaklarına tatlı bir gülümseme yayıldı. Yanağını uzattı, o da karşılık verdi.

Ben ise onları izliyordum. İkili bir oyun gibilerdi, perde arkasında yıllardır oynanan bir sahne. Ama hâlâ içten, hâlâ sıcak.

“Hanımcı,” dedim. Sitemli değil, takdir dolu bir edayla.

Toprak abi kahkahayla karşıladı.

“Hanıma hizmet, vatana hizmet.” diyerek bana göz kırptı. Feride abla’dan ikinci öpücüğü de kaptı.

İçimden bir ‘vay be’ çektim.

"Tamam hadi odaya çıkalım."

Diyen Feride abla ile ben de bu güzel sahneyi bir parça bozmak istercesine, sırtımı koltuğa bıraktım.

“Abla sen hâlâ onu unutmadın mı?”

“Unutmadım efendim. Hadi çık.”

“Offfff...”

Tam o sırada Toprak abi, şeytani bir edayla güldü. O kahkaha, bir şeyler bildiğinin göstergesiydi.

“Neye gülüyorsun abi?”

“Var da, siz göremiyorsunuz.”

Bu cümle, biraz da hayat gibi... Anlamını sonra kavrıyorsun.

“Hadi kalk Çınar,” dedi. “Ben de geliyorum kombin seçmeye.”

Artık kaçış yoktu. Gardırop savaşı başlamak üzereydi.

“Tamam Feride abla, ne diyorsan onu giyeyim de, bitsin bu iş"

Birlikte odamın koridoruna yöneldiğimizde, adımlarımızın sesi evin sessizliğinde yankılandı. Kapının açılmasıyla odanın boğuk havası yüzümüze çarptı. Ben alışkın olduğum huzurlu köşeme yani yatağımın üstüne usulca otururken, Toprak abi hiç tereddüt etmeden dolabıma yöneldi. Elini hiç düşünmeden uzatıp, yıllardır kenarda köşede unutulmuş, neredeyse tarih öncesinden kalma bir oduncu gömlekle, belime artık pek de uymayan dar bir pantolonu çekip çıkardı. Gömlek, kırmızı-siyah ekose desenleriyle zamana inat ayakta kalmış gibiydi; pantolon ise dizlerinden buruşmuş, solmuştu. Manzara içler acısıydı.

Ben yüzümü buruştururken, Feride abla hızla yerinden kalktı. Gözleri kıyafetlere dikildiğinde ifadesi bir karıştı; dudakları aşağı doğru kıvrıldı, bakışları küçümseyici bir iğrentiyle keskinleşti. Sonunda sabrını yitirdi.

"Zevksiz, zekvsiz adam... Demek benim muhteşem giyim zevkim olmazsa, benim kocam böyle şeyler giyecek," dedi. Kelimelerin sonunda sesi hem bir kahkaha hem bir çığlık gibiydi, gözleri hayal kırıklığıyla parlıyordu.

Toprak abi keyfi kaçmış bir çocuk gibi dolabın önünden çekilirken bir of çekti. Ben hâlâ yatağımda oturuyordum; o ise bu defa yanıma gelip yatağa bıraktı kendini. Hafifçe sarsıldım.

"Peh, hiç de bile. Kötü kombin değildi ki. Gayet güzeldi." dedi, ama sesinde inatla karışık bir şaka vardı.

Endişeli gözlerle ona döndüm.

"Abi..." dedim dikkatlice, sesimde sinsi bir ciddiyet.

"Ne oldu?" diye sordu kaşlarını çatarak.

"Abi seni hemen göz doktoruna muayene ettirmemiz lazım. O kombini güzel bulmanın başka açıklaması olamaz," dediğimde Feride ablanın kahkahası odayı doldurdu; yüksek tavanlarda yankılandı. Toprak abi, kalbi kırılmış bir sanatçı gibi bana dönüp gözlerini kıstı.

Feride abla bu sırada dolaptan zarif bir beyaz gömlek çıkardı. Üzerine de toprak tonlarında bir süveter ve aynı renklerde bir pantolon seçti. Gömleğin ütüsü hâlâ duruyordu, süveter yumuşak dokusuyla göz alıyordu. Ancak Toprak abinin yorumu bir başka dünyadandı:

"İnek kombini."

Bu cümleyle birlikte Feride abla anında savaş pozisyonunu aldı. İki elini beline koydu, kaşlarını çattı, gözlerinden kıvılcımlar çıkıyordu.

"Sen ne anlarsın, az önceki felaketi gördük!"

"Yaptığın inek kombinine bakar mısın bir, hayatım," dedi Toprak abi. 'Hayatım' kelimesiyle alay ederken göz kırpmayı da ihmal etmedi.

"İnek kombiniymiş. Biraz trend olan kıyafetlere baksan, seçtiklerimin ne kadar güzel olduğunu bilirdin," dedi Feride abla öfkeyle.

"Biz popüler kültür kölesi miyiz? Kapitalizmin oyunlarına gelme!" dedi Toprak abi ciddi bir akademisyen edasıyla.

Onlar tartışadursun, ben sinsice dolaba sokuldum. Kimse fark etmeden Feride ablanın seçtiği beyaz gömleği kaptım. Üzerine sade bir siyah kazak, altına da siyah bir pantolon aldım. Ardından usulca odadan sıvıştım.

"Toprak, ne saçmalıyorsun? Ne kapitalizmi?" dedi Feride abla hâlâ arkasından tartışmayı sürdürürken.

Banyoya geçip hızla üzerimi değiştirdim. Göz göze gelmek istemez gibi aynaya bile bakmadan, yeni hâlimle odama döndüm. Kapıdan içeri girdiğimde konuşmaları bir an durdu. İkisi de bana döndü. Bakışları üstümde gezdi; birer heykel gibi sabit kaldılar. Sonra aynı anda birbirlerine döndüler, hafifçe gülümsediler ve başlarını onayla salladılar.

"Yakışmış," dediler aynı anda, farklı tonlarda ama aynı içtenlikle.Ben hâlâ onların nasıl bu kadar uyumlu ve aynı anda nasıl bu kadar farklı olabildiklerini çözmeye çalışıyordum ki kapı çaldı. Feride abla hemen aşağıya inip kapıyı açmaya gitti. Ardından ben de evden çıkmak için merdivenleri inmeye başladım.

Alt kata indiğimde evin havası değişmişti. Tanıdık sesler, tanıdık kahkahalar… Asaf, Okan ve Ege oradaydılar. Göz göze geldiğimiz an, üzerimdeki farklı kıyafet ve çıkmak üzere oluşum, üçlüde kısa süreli bir sessizlik ve ardından gelen şaşkın bakışlara neden oldu.

"Nereye gidiyorsun?" diyen Asf’tı. Sesi, merakla karışık hafif bir sitem taşıyordu.

"Sinemaya," dedim, gözümü kaçırmadan.

"Hangi sinemaya?"

"Barbie."

Bu tek kelimeyle birlikte Asaf ve Ege'nin kahkahaları bir barajın yıkılması gibi patladı. Evin duvarları o kahkahalarla sarsıldı. Ege kahkahalar arasında Asaf’a koluyla vuruyor, Asaf yere eğilmiş gülmekten neredeyse nefessiz kalıyordu. Göz devirmem, onların eğlencesini zerre etkilemedi. Kahkahaları azalmadı, hızlandı. Gülmenin kardeşliği onlarda yaşanıyordu adeta.

Okan ise ciddi bir ifadeyle, ‘bu ne şimdi’ bakışı fırlattı bana. Sessizdi ama mimikleri yeterince yüksek sesliydi.

Tam yanlarından geçip gitmek üzereydim ki, Ege birden gülmeyi biraz olsun bastırıp kolumu tuttu. Avucunun sıcaklığı koluma işledi. Diğer eliyle gözünden yaş silerken hâlâ kıkırdıyordu. Ya sabır…

"Ne Barbiesi, ne sineması? Ne zamandan beri Barbie filmi ilgini çekiyor?" diyen Okan’dı bu sefer. Sesi ciddiydi ama içinde gizli bir alay da vardı.

Başımı ona çevirdim.

"Barbie filmi ilgimi çekmiyor," dedim, net ve kısa.

Ege hemen atıldı, fırsatı kaçırmadan:

"Ee o zaman niye gidiyorsun?"

"Ecrin’le iddiaya girmiştik. Biliyorsunuz, kazananın dileği yerine getirilecekti. Onunki de Barbie filmine gitmem oldu."

"Ecrin de mi seninle gelecek?" diye soran Okan'dı. Bu kez ses tonunda merak vardı, ama bir parça kıskançlık mıydı o gözlerinde? Belki de sadece alışılmışın dışındaki bir planın şaşkınlığıydı.

"Evet. İzlediğimden emin olmak istiyor."

O sırada Asaf kaşlarını kaldırarak, hafif alaycı ama bir o kadar da anlamlı bir tonla lafa girdi:

"Ecrin’le birlikte sinema keyfi diyorsun. Ecrin bilmeden sana iyilik yapmış oluyor."

Ona baktım. Ardından, istemsizce gözüm Feride abla’ya kaydı. Yüzünde hafif kurnaz, hafif gururlu bir gülümseme belirmişti. Sanki zaferini kutluyordu. Göz kırptı bana, annesi tarafından gizlice desteklenmiş bir çocuk edasıyla. Ben de ona hafifçe gülümsedim, minnettarlıkla.

Bu küçük ve sessiz anı fark eden Okan kaşlarını çattı.

"Hayırdır?" dedi kuşkuyla.

Gülümseyerek ona döndüm:

"Feride ablamın marifeti. Bir şekilde Ecrin’i bu fikre itmiş."

Okan hemen Feride abla’ya döndü. Gözlerinde şaka dolu bir beklenti vardı:

"Oo yenge, yalnız ben de isterim haberin olsun."

Feride abla bir an durdu, sonra başını hafifçe sallayıp, gözlerini devirerek cevapladı:

"Çınar’a özeldi. Bir kere daha o toplara giremem ben."

Okan dudaklarını büzerek başını salladı.

"Ponçik kalbim paramponçik oldu," dedi sahte bir melankoliyle.

Feride abla ise iki elini avuçları yukarı bakacak şekilde kaldırdı. Bir nevi "elimden bu kadarı geldi" jestiydi bu. Yorgun ama sevgi dolu bir teslimiyet.

Ben artık gitme vaktimin geldiğini hissettim. Hafifçe doğruldum, kapıya yöneldim. Üçlüye son bir kez yan gözle baktım; hâlâ hafif kıkırdayarak durumu sindirmeye çalışıyorlardı.

"Çıkıyorum ben," dedim sessiz ama kararlı bir sesle. Ardından bir adım attım."

Siz de ne hâliniz varsa görün," diyerek ardımda kahkaha, mimik, şaka ve sıcaklıkla dolu o evi bıraktım.

Kapıyı çekip dışarı çıktığımda, gün yavaş yavaş yorgun bir soluk gibi gökyüzüne karışıyordu. Akşam tam olmamıştı ama hava, akşamın provasını yapıyordu. Gökyüzü mora çalıyor, rüzgâr bir serinlik bırakıyor, şehirse henüz tam susmamıştı—ne uykudaydı ne uyanık; bir geçiş ânındaydı. Bu tuhaf saat, günün ne sabah ne gece olan o orta yeriydi ve tam da hikâyeme yakışıyordu.

 

 

 

 

 

Arabaya binip yola koyulduğumda çok geçmeden Ecrin'in evine geldim. Onu almaya geleceğimden haberi olmadığı için arayıp aşağı gelmesini isteyecektim. Telefonumu elime aldım, ve Ecrin'i aradım. Birkaç kez çaldıktan sonra telefonu açtı.

"Çınar" diyen naif ses tonu kulaklarıma dolduğu an içimi yine huzur kapladı. Sevmek için hiç sebep aramadım, ben onun sesini duyduğum an içimi saran huzur, bir gülüşü, bir bakışı yetti. O, olması yetti.

Ecrin kapıda belirdiği an, sanki gecenin içinde parıldayan bir hayal gibi duruyordu. Pembenin yumuşak tonları, kazağında ve eteğinde buluşmuş; rüzgârın ince parmakları eteğinin ucuyla oynarken kazak, boynunun hemen altında sıcak bir sabır gibi duruyordu. Ayak bileklerinden yukarıya doğru titreyen serinliği düşündüm, düşünmeden edemedim. Çünkü birini sevince, onun yalnız gülüşünü değil, üşüyüşünü de düşünür insan.

Adımlarını yere nazlıca bırakıyordu, sanki her adımı bir şarkının ritmiyle ölçülmüş gibiydi. Ayak sesleri bile başkaydı onun bir sokakta yankılanan, ama doğrudan kalbinde çınlayan türden.

Yüzünde ince bir makyaj vardı. Gözlerinin çevresi biraz daha belirgin, dudakları hafifçe pembeleştirilmişti. Ama asıl yokluğu, varlığından daha çok dokundu bana: çilleri. O küçük yıldız kümeleri, her zaman yanaklarında konaklayan o mahcup galaksiler sanki bulutlara gizlenmişti. Kapatılmıştı belki, ama ben onların orada olduğunu biliyordum. Ve onlar olmayınca, sanki gökyüzü biraz eksikti.

Yanıma geldiğinde, bakışlarını üzerimde gezdirdi. Gözlerinde biraz sitem, biraz şaşkınlık vardı.

“Siyah giyinmişsin,” dedi. Tonlamasında, gülümsemenin tam eşiğinde duran ince bir iğne vardı. Sanki bir bayram sabahında yastan çıkagelmişim gibi hissettim.

“Yani?” dedim, omuzlarımı hafifçe kaldırarak.

“Barbie filmine gidiyoruz, farkında mısın?”

Söyleyişindeki alaycı şefkat, beni güldürdü.

“Pembe mi giyseydim?” dedim, dudaklarımda yarım bir tebessümle.

Gözlerini devirdi. O göz devirmesi bile zarifti.

“Tamam, en erkek sensin.”

“Sen zaten benim yerime de giymişsin. Ama üşümeyesin.” dedim, sözlerimle onu korumaya çalışırken kıskançlığımı örtmeye çabaladım.

“Ben çok üşümem.”

Üşümezmiş.

Söylerken dudaklarının kenarındaki o kurnaz gülümseme, içimdeki tüm hesap kitapları bozdu. Ama ben bilirim. Ben onun ince bileklerini, tiril tiril titreyen ellerini, rüzgârda usulca kapanan omuzlarını bilirim. Üşür. Ve ben bunu düşündüğüm için değil, hissettiğim için biliyorum.

Onu korumak istemek, onu kısıtlamak değildi. Eteğini kıskanmak, onun güzelliğine sınır çizmek değil, bu güzelliğe dokunmasınlar diye çevresine görünmez bir çit çekmekti.

“Tamam gidelim,” dediğimde ikimiz de arabaya yönelip bindik. Ecrin uzanıp radyoyu açtı, sonra camdan dışarıyı izlemeye başladı. Birkaç şarkı sonra Sezen Aksu’nun Bir Zamanlar Deli Gönlümü çalmaya başladı.

Ama asıl güzel olan, Ecrin’in farkında bile olmadan şarkıya eşlik etmesiydi.

Sezen Aksu’nun sesi elbette eşsizdi, ama sevdiğim insanın sesinden o şarkıyı dinlemek... işte bu, gerçekten paha biçilemezdi.

 

> İster güneş ol, yak beni

Yağmurum ol, ağlat beni

Aklım başka, duygularım başka yerde

 

Bu kızın benim kalbimle bir derdi var. Hayır, bu kadar olmaz. Bu kadar güzel olamaz. Ben böyle bir şeyi hayal bile edemezdim. Ama bu gerçek. Hayal değil. Gerçekten yanımda, arabamın sağ koltuğunda, gözlerini uzaklara dikmiş, o naif ses tonuyla şarkı söylüyor.

Sesinin şarkıyla bütünleşmesi öyle doğal, öyle zarif ki... onu dinlerken ona bakmamaya çalışıyorum. Çünkü bakarsam kaza yapacağım diye korkuyorum.

 

> Bir deli rüzgâr savurdu beni böyle

Bu mutlu tutsak benim altın kafeste

İster güneş ol, yak beni

Yağmurum ol, ağlat beni

Zincirleri yüreğimin artık sende

 

Zincirleri yüreğimin çoktan onda olduğunu bilmiyor. Belki de farkında değil, ne kadar büyüleyici olduğunun. Ama ben her anını zihnime kazıyorum. Onunla ilgili hiçbir şeyi unutmam mümkün değil. Artık o kadar çok düşünmüşüm ki onu, unutmaya çalışsam bile başaramam.

Bir bakıyorum, yine onu düşünmeye başlamışım. İşte bende mesele bu: onunla doluyum.

 

> Yok ağlatmaz beni asla bir gün ayrılık

Pişmanlığım nefret olmaz, öfke olmaz

Senden daha acı bir hasret bulunmaz

 

Şarkı bitti. Manzaram, beni büyüleyen o birkaç dakika sona erdi. Yolculuğumuz da bir bakıma orada bitti.

Sinemaya vardık. Filmin başlamasına yaklaşık on dakika kalmıştı. Arabadan indik, sinema salonuna girdik. Bakalım içeride bizi neler bekliyor.

 

 

Yorum yapmadan geçmeyin ve tabi oy vermeden

 

Diğer bölümde görüşürüz 🫶🏻

 

Bölüm : 15.12.2024 21:00 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...