21. Bölüm

20. Bölüm

Yazan bir kız ;)
1907_busra

Huuuuuh

Yine bir aradan sonra birlikteyiz.

Yine derin bir bölümle karşınızdayım.

Bu yazıyı bölüme başlamadan önce yazıyorum, o yüzden yazdıklarım bizi nereye sürükler bilmiyorum.

Ama bu bölüm kırılma noktası, neden biliyor musunuz?

Çünkü asıl olaylarımız bu bölümden sonra başlayacak 👊🏻

 

 

 

 

ECRİN AKIN

 

Hava ağırdı. Öylece kaldık. Çınar, yerdeki adamın yanına değil, kendi yıkımının tam ortasına çökmüştü. Yumruklarının izi ellerinde değil, ruhundaydı artık. Ben ona bakıyordum, oysa o hiçbir yere bakmıyordu. Gözleri hâlâ açık ama görmeyi reddeder gibiydi.

Duvar dibindeki çocuk yerinden kıpırdamamıştı. Küçücük elleri hâlâ kulaklarında, sanki dünyanın gürültüsünü susturabilecekmiş gibi. Ve yerde... o papatya tacı.

Damarlarıma yürüyen sessizlik, boğazımda düğümlendi. Birkaç adım attım ama ses çıkarmamaya özen gösterdim. Çünkü bu anı kırmak, camdan yapılmış bir rüyayı parçalayıp uyanmak gibiydi.

Çınar başını kaldırmadı. Ama bir şey söyledi. Fısıltıdan da sessizdi.

“Ben... ben kendimden kaçamadım.”

Adımlarım ağırlaştı, zihnimse fırtınayla savaşıyordu. Onu teselli etmek mi yoksa uzaklaşmak mı… Hangisi daha acıtırdı, bilmiyordum.

Çınar yerde, kendi karanlığının içine hapsolmuştu. Ben ise onun gözlerindeki o kırılganlıkla, kendi yıkılmışlığımla baş başaydım.

İçimde bir yerde, geçmişte kalan o kız hâlâ papatya taçlarıyla gülüyordu. Ama şu an, onun yerinde yalnızca bir gölge vardı.

Suskunluğun içinde, sözler boğazımda düğümlendi. Korku ve öfke birbirine karışıyor, beni bir uçurumun kenarına sürüklüyordu.

Ve o anda anladım: Bazen en büyük cesaret, susmakta değil, ne yapacağını bilmemekte gizlidir.

Bir kararın tam eşiğindeydim, verdiğim karar beni uçurumdan itibelir ama aynı zamanda beni uçurumun kenarından çekip alabilirdi.

O uçurumdan düşmek umrumda değildi. Çınar uçurumdan düştüyse ben peşinden atlamakta gecikmezdim. Ama amacım düşmek değildi, amacım uçurumun kenarından Çınar'ı çekip alabilmektir.

O kadar karmaşanın içinde insanların polisi aramasına engel olmak hiç kolay olmamıştı. Etrafa biriken kalabalık ellerini ceplerine atmış polisi aramak için sıraya girmişken biten kavga belki de hayatın bize sunduğu şanstı.

Sessiz adımlarına bir yenisi ekledim. Bir adım daha bir adım daha. Etrafta ki kalabalık dağılmış, sükunet her tarafa hakim olmuştu.

Yerde yüzü yer yer kanlanmış adam hafifçe doğrulmuş kalkmaya çalışırken Çınar'ın gözleri duvar kenarına sinmiş hala elleri kulaklarına kapalı küçük çocuğa odaklıydı. Çocuğa doğru usulca küçük bir adım atıp elini uzattığın da çocuğun korku ile geri çekilmesi kalp kırıcıydı.

Çınar'ın eli havada asılıyken zaman bir kaç saniyeliğine durdu, ve zaman sayacı buz kırıkları gibi parçalara ayrılarak bizi olduğumuz anın içine hapsetti.

 

Çınar küçük bir çocuğun korkması gereken bir adam değildi. Belki de şimdi her şeyden çok bu çocuğun ondan korkmuş olması gücüne gitmişti.

 

Çınar'ın eli havada asılı kaldığında onun için tüm zamanın donuklaştığını anladım. Havada kalan eline parmaklarımı kenetlediğim de sıcak avuç içim ile ilk defa buz gibi soğuk olan teni temas etti. Oysa Çınar'ın avuçları hep sıcak olurdu.

 

Fakat çok sıkı tutmadım elini, eklemleri soyulmuş hafifçe kanamıştı. Eğer sıkı tutarsan acıyabilirdi, pansuman yapmak lazımdı. Onca şeyin içinde benim düşündüğüm şey yine Çınardı.

 

Çınar benim aksime elini bırakmamdan ölesiye korkar gibi sıkıca sahiplendi elimi. Sonbahar rengi gibi kehribarlarını bana çevirdiğin de "yanındayım" der gibi gözlerimi açıp kapadım. Bir anlık bir dürtü bile olsa Çınar'ı o uçurumun kenarından çekip aldığımı hisettim.

 

Soğuk yeller esen kehribarları elini tutmamla birlikte benim alışık olduğum sıcak tona dönmeye başladı.

 

"Gidelim." Çınar'a herhangi bir cevap verme fırsatı sunmadım. Burada kaldıkça bu anın içinde sıkışıp kaldığını görebiliyordum. Arkamı dönüp yürümeye başladığım da Çınar her ne kadar bana karşı koyabilecek güce sahip olsa bile benimle yürümeyi tercih etti.

Çünkü uzaklaşmaya ihtiyacı vardı.

Adam yerden kalkmayı başarmış, fakat Çınar ile göz göze gelme teşebbüsün de bile bulunmamıştı. Az önce yaşanan senoryonun tekrar etmesinden korkuyor gibiydi. Tıpkı benim gibi.

Uzaklaştıkça Çınar arkasına dönüp bakıyordu. Biliyorum aklı o masum ufaklıkta kaldı. Benim de öyle. Ama o meseleyle daha sonra ilgilenecektim. Çünkü şimdi ilgilenmem gereken yaralı bir çocuk vardı.

Yürüdükçe olay mahali arkamızda kalıyor, ama yaşananların üzerimizde bıraktığı buhranlı hava silinmiyordu.

Ben konuşmuyordum. Konuşmuyordu. Delirmiş gibi bir anda o adamın üstüne atlamasına sebep olan hikayesini içimde derin zelzeleler yaratacak kadar merak ediyordum. Ama susuyorum. Çünkü Çınar'ın içindeki yaralara tuz basmak istemiyorum.

Farkında olmadan bir kesikte ben atmak istemiyorum. Ne yapacağımı bilmiyorum, hangi kelimeleri kullanmam gerektiğini ve nasıl davranmam gerektiğini de bilmiyorum. Çınar'ın neyi ne için yaptığını da bilmiyorum.

Ben aslında çoğu şeyi bilmiyormuşum.

İçimden geçirdiğim cümle bir kez daha kırdı beni. Birçok şeyi bilmiyor olmak yaralar içinde bıraktı kalbimi. Ama kalbim ne usandı, ne aldığı yaradan gocundu, ne de Çınar'ın yanında olmaktan vazgeçti.

Uzaklaşmıştık, o adam geride kalmıştı küçük çocuk da öyle. Fakat yaşanan hiç bir şey geride kalmamıştı.

Çınar ellerimizi ayırdığın da kısa bir boşluk dalgası üzerimden geçti. Kendini banka bırakan Çınar'ın elleri titriyordu. Elleri tir tir titriyordu.

Benim ellerimi sıkıca tutan adamın elleri miydi bu eller?

Saçlarıma dokunmaya kıyamayan adamın elleri miydi bu eller?

Ellerine kitlenmiş olan Çınar'ın gözü başka birşey görmüyordu. Elleri titrerken sadece ellerine bakıyor ve birşey mırıldanıyordu.

"O adam gibi oldum."

Yanına oturmam saniyelerimi bile almadı. Karşımda kendinden geçmiş gibiydi, gözleri donuktu.

Çınar ellerine gömülmüş, sanki kendi teninde bir günah haritası okuyordu. Parmak uçları titriyor, arada bir dudaklarından belli belirsiz mırıltılar dökülüyordu. O kadar sessizdi ki, kuşlar bile cıvıltılarını geri çekmiş gibiydi gökyüzünden.

Yanına yaklaştım. Ses çıkarmadan, sadece yanına. Bazen kelimeler, insanın içini daha da karmaşık hale getirir ya, öyle bir andaydık.

Bir süre öylece kaldık. Sokak lambasının ışığı, ikimizin de üzerine düşüyor ama birbirimize dokunmuyordu. Aramızda sanki görünmez bir cam duvar vardı. Kırmak istesem kanayacak, kıyamasam sonsuza dek ayrı kalacaktık.

Sonsuza kadar ayrı kalma düşüncesi kalbime bir kıymık parçası gibi saplandı. Küçük ama çok can yakıcı. Sağ elimi titreyen elinin üstüne sararken sol elim kemikli çene hattına yerleşti. Elimi elinin üstüne bırakmam ile elinin titreyişi son buldu. Ama yüreği hala çaresizlik ile titriyordu.

Çınar'ın yüzünü kendime çevirdiğim de gözlerinde dehşeti gördüm. Farkındalık içinde yatan bir dehşetti bu. İçinde çözümleyip dudaklarından firar eden mırıltılar onu dehşette sürüklüyordu.

"Çınar, sakin ol." Yatıştırıcı şekilde yumuşak başladım sözlerime, kehribar göz bebekleri titreşti.

"Ecrin özür dilerim." Suçluluk, çaresizlik, kırgınlık ama hayatta karşı bir kırgınlık vardı cümlesinde. Çok sevdiğim gözlerini kaçırdı benden üzgünce.

"Ecrin, ben onun gibi oldum. Ona benzedim. Ama ben, ben onun gibi değilim." Büyük bir günah işlemiş gibi suç doluydu cümleleri. Ağır bir yükün altında kalmış gibi çökmüştü omuzları. Gördüklerini görmek istemez gibi donuklaştı gözleri.

"O kim Çınar?" Merak ediyordum, kime benzemekten bu denli korktuğunu. Fakat soruma cevap olmadı. Kafasını eğdi. Dudaklarını mühürledi, ağzından tek kelime çıkmadı ya da çıkmak istemedi.

Geçmişi boğazına dolanan bir urgan gibi onu sıkıyordu, bunu görebiliyor ama hikaye ne bilmiyordum. Can sıkıcıydı. Sorularım cevap bulmadıkça beynimde oluşan ihtimaller zinciri kalp kırıyordu.

İhtimaller kalp kırıyorsa gerçek olanlar bana ne yapacaktı? Ya da Çınar'a ne yapmıştı?

Yüzü burkuldu. Gözleri uzaklara kaydı. Az önce elleriyle parçaladığı dünyaya değil, çocukluğunun o papatya tarlalarına. Gözümün önüne, küçük bir Çınar geldi: ellerinde papatya taçları, üstü başı toprak, ama yüzünde hep o sıcak gülümseme.

Birden dudaklarını ısırdı. Durduramadığı bir şey var gibiydi içinde. Ayağa kalktı. Birkaç adım attı, sonra durdu. Sanki her adımı geçmişine çarpıyor, geri yansıyordu.

“O çocuk…” dedi. “Gözlerindeki korku… o bana bakınca sanki onu gördü.” Benim soruma cevap değildi sözleri, ama başka bir yaraya dokunmuştu.

Bir sessizlik daha. Bu kez daha keskin, daha delici.

“Ben onun gibi olmak istemedim. Ama bir an… bir an sadece kendimi kaybettim." Devam etti, başını kaldırdı. Bakışları donuk ama içinde yanmaya başlayan küçük bir kıvılcım vardı. Belki umut, belki pişmanlık. Belki ikisi de.

“Ben kötü biri değilim, değil mi?” dedi.

Sesi… tıpkı çocukken yanlışlıkla bir kuşun yuvasını bozan bir çocuğun özrü gibiydi. Kırılmış, ama hâlâ anlaşılmak isteyen.

O an, kalbimin tam ortasında bir boşluk oluştu. Söylemek istediğim binlerce cümle vardı. Ama sadece birini seçtim:

“Kötülük, bazen sadece çok fazla yara almaktan doğar. Ve sen, Çınar… sadece çok fazla kanamışsın.”

Gözleri kızarmıştı ama ağlamıyordu. Çınar ağlamazdı. Onun gözyaşları hep içe akardı.

Yanına yaklaşıp arkasından sarıldım. Tepki vermedi. Ama bedenindeki gerginlik, hafifçe çözüldü. Gözleri hâlâ aynı noktadaydı. Duvar kenarında, elleri kulaklarında bekleyen o çocuğun yeriydi baktığı.

“Geri dönmeliyiz.” dedim sessizce. “O çocuk… senin gibi bir adamın korkulacak biri olmadığını bilmeli.”

Başını eğdi.

“Beni affeder mi?” diye sordu.

Cevap vermedim. Çünkü bazı cevaplar, zamanla birlikte verilir. Ve bazı affedişler, sadece bir çocuğun gözlerinde görünür.

“Eğer sen kendini affedebilirsen… belki o da affeder.”

Ve o anda, karanlıkta yankılanan tek şey, yeniden başlamanın sessiz yeminiydi.

Yavaşça yürümeye başladık. Bu kez aynı yöne, aynı adımlarla. Birlikte. Ama içimizde çok ayrı savaşlarla.

Bir çocukla barışmak gerekiyordu. Ama önce kendimizle yüzleşmemiz şarttı.

Çınar’la yeniden o sokağa döndüğümüzde, hava hâlâ aynıydı: ağır, soğuk, biraz da suç ortağı gibi. Her şey yerli yerindeydi ama hiçbir şey aynı değildi.

Olayın izleri silinmişti; kan izleri yağmurla karışmış, duvar kenarı bomboş kalmıştı. Ama eksik olan şey, en çok hissedilendi.

“Buradaydı,” dedi Çınar, sesi duyulur duyulmaz buhar gibi dağıldı havada.

Gözlerimiz etrafa bakarken, bir evin giriş katındaki cam aralandı. Ardından küçük bir yüz, perde aralığından belirdi. Göz göze gelmedi bizimle. Ama gördü. Tanıdı. Ve yeniden kaçtı.

Çınar olduğu yere çivilenmiş gibiydi. Omuzları hafifçe çökmüştü. Elleri cebinde değildi. Artık saklamıyordu kendini.

“Gitmek isterse zorlamayalım,” dedim usulca.

Ama o başını iki yana salladı.

“Ben yüzümü saklarsam… o da korkusunu saklayamaz.”

Kapı açıldığında, ikimiz de nefesimizi tuttuk. Gelen çocuk değildi. Annesiydi. Yorgun yüzü, endişeyle büzülmüş dudaklarıyla bize doğru yürüdü. Bir anne gibi değil, bir yargıç gibi geldi.

“Ne istiyorsunuz?” dedi. “Daha fazla travma mı?”

Çınar bir adım attı. Duraksadı.

“Yalnızca konuşmak. Sadece… izin verirseniz.”

Kadın çocuğa döndü. Ardından evin kapısına yönelip onu tekrar araladı.

Küçük çocuk, annesinin arkasında saklanarak dışarı adım attı.

Aynı çocuk.

Aynı gözler.

Ama bu kez... biraz daha az korkak.

Biraz daha meraklı.

Çınar diz çöktü. Onun seviyesine indi. Ellerini dizlerinde bıraktı. Elleri titremedi bu kez. Sadece oradaydı. Sadece hazırdı.

“Adın ne?” diye sordu Çınar.

Çocuk cevap vermedi. Başını hafif eğdi.

“Benim adım Çınar. Sana korkunç biri gibi göründüm biliyorum. Ama bilmeni isterim ki... ben sana zarar vermek istemedim. Asla.”

Çocuk hâlâ sessizdi. Ama gözlerini kaçırmıyordu artık.

“Senin yerinde küçük bir çocukken,” dedi Çınar, sesi çatlamaya başladı, “ben de çok korkmuştum. Ama kimse diz çöküp özür dilememişti. Kimse benimle göz göze gelmemişti.”

Anlatıcı olarak, gözlerim bu sahneye kilitlendi. Çınar’ın kehribar gözleri çocuğun gözlerinde yankı buluyordu. Kelimelerin sustuğu, kalbin konuştuğu bir andı.

Çocuk yavaşça annesinin eteğini bıraktı.

Bir adım attı.

Sonra bir adım daha.

Elinde bir şey vardı. Küçük, sararmış bir papatya.

“Bu… senin,” dedi çocuk, sesi neredeyse duyulmayacak kadar kısıktı.

Çınar’ın gözleri büyüdü. Parmakları yavaşça uzandı. Ama bu kez, havada asılı kalmadı.

Çocuk papatyayı onun avcuna bıraktı.

Ve elleri çekilmedi.

İlk defa… korku yoktu.

O an, papatyadan daha hafif bir sessizlik esti üzerimizden. Ve ben, içimde yıllar önce susmuş bir melodinin tekrar çaldığını duydum.

“Artık korkmuyorum,” dedi çocuk.

Ve o cümle, sadece çocuğun değil, Çınar’ın da içini onaran bir büyü gibiydi.

Çınar papatya'ya bakarken derince yutkundu, ağır geldi. Gözleri bana kaydı özür diler gibi, belki de aklına bana yaptığı ama artık sadece geçmişte bir anı olarak kalan papatya tacı geldi.

Tekrar kafasını kaldırıp gözlerini çocuk ile birleştirdi.

"O, kulağını neden çekti? Sana kötü davranıyorsa bana söyleyebilirsin." Gerildim. Çocuğun ağzından çıkacak belki tek kelime Çınar'ın sönmüş öfkesini tekrar harekete geçirecek kuvette sahip olabilirdi. Fakat çocuktan önce annesi söze atıldı.

"Siz ne diyorsunuz! Benim kocam öyle biri değil. Çocuğum astım hastası olduğu için onu fazla koşarken gördüğü için sinirlenmiş! Kocama böyle bir yakıştırma yapamazsınız!"

Kadının konuşurken bağırması hoşuma gitmedi. Ama ses etmedim. Kendince haklı yanları olduğu belliydi. Dediği gibiyse kocası haksız yere dayak yemiş, çocuğu korkmuş huzursuz olmuştu.

Kadının bağırarak konuşması Çınar'ı etkilemedi. Kadına bakmadı, ona cevap vermedi aksine gözlerini çocuktan hiç çekmedi.

Çocuğa bakışları yumuşaktı, ama gizli bir güven veriyordu. Belliydi çocuğun tek olumsuz cümlesi karşımda duran binayı o adamın başına yıkması için yeterli olacaktı.

"Hayır, babam bana kötü davranmıyor. Sadece çok kızınca bazen kulağımı çekiyor."

Kadının dudakları sıkıca kenetlendi. Çocuğun sözleri onu rahatlattı mı, yoksa daha mı çok gerdi, emin olamadım. Gözlerinin içindeki o telaş hâlâ oradaydı. Belki kocasının öfkesine, belki de kendi çaresizliğine içerleniyordu. Sessizleşti. Belki ilk kez bir yabancının tanıklığında ailesinin dengesizliğine bu kadar yakından şahit olmuştu.

Çınar’ın bakışları çocuktan hiç ayrılmadı. Karşısında onun yalan söyleyip söylemediğini tartar gibi duruyordu. Ama ne olursa olsun, çocuğun boynu bükük hâline bakınca öfkesini bir kenara koydu. Sırtındaki keskin gerilim, bir nebze gevşedi. Gözleri hâlâ kararlıydı ama... yıkıcı değil, koruyucuydu.

Çınar diz çöktü, çocuğun hizasına indi.

"Tamam," dedi yumuşak ama dipten gelen bir ciddiyetle, "Kızmak insani bir şeydir. Ama sevgi, hiçbir zaman can acıtmaz. Bunu unutma olur mu? Ne olursa olsun, canını yakan biri varsa, bir gün konuşacak kadar güçlü olacaksın. Şimdi değilse bile... bir gün."

Çocuk başını salladı, gözlerinde karmaşık bir şeyler vardı. Korku, hayranlık ve içten içe büyüyen bir güven.

Annesi bir şey demedi. Belki dilinde bekleyen cümleler vardı ama yutkundu. Bazen sessizlik, en çok şey anlatan cevap olur. Ve bu da onlardan biriydi.

Çınar doğruldu. Bana döndü, gözleri hâlâ çocukta ama sözleri bana:

"Burada işimiz bitti. Gidelim."

Omzundaki ağırlık tam anlamıyla silinmemişti. İçten içe çocuğun yüzünü, sesini ve söylediklerini çantasına koyup götürüyordu. Biliyordum. Çınar birini zihnine yazdı mı, kolay kolay silmezdi.

Ben de bir şey demedim. Bu sessizliği bozmak istemedim.

Sokak sessizdi. Rüzgar yalnızca yaprakları değil, ardımızda kalan sözsüz soruları da savurup götürüyordu.

Ama bazı sorular, rüzgara rağmen içimizde kalır.

Ve bazı cevaplar, zamanla büyür.

Yavaş adımlarla sokaktan uzaklaştık. Her adımda Çınar’ın sessizliği biraz daha derinleşiyor, sanki zihninde görünmeyen bir muhasebe yapıyordu. Aramızdaki mesafe çok yakın, ama aynı zamanda ürkütücü derecede uzaktı. Bir kelime söylesem, belki düşünceleri darmadağın olacak gibi... ya da belki bir kelimeyle beni dışarıda bırakacaktı.

En sonunda dayanamadım.

"Çınar… O çocuğa bunu ilk kez yapmamıştı, değil mi?"

Bakışlarını bana çevirdi. Gözlerinde öfke yoktu bu kez. Yalnızca yorgun, uzun yılların içinden süzülmüş bir farkındalık vardı. Sanki bu dünyadaki adaletsizliklerin tamamını omzunda taşıyordu da şimdi hangisini önce yere bırakması gerektiğini tartıyordu.

"İlk kez yapan biri o kadar alışık olmazdı," dedi. Sesi sert değil ama kesindi. "Kulağı çekerken insan eli titrer biraz… Vicdanı olanın eli titrer."

Yutkundum. İçimde bir şey kırıldı o anda. Belki çocukluğumdan kalan bir iz, belki de o annenin gözlerinden dökülmeyen bir damla... ama o kırık şeyin adı yoktu.

"Bazen..." dedim yavaşça, "insan sevdiğini korumak isterken, en çok ona zarar veriyor."

Çınar başını salladı. "Evet. Ama bazıları bunu bahane olarak kullanıyor. Sevgi, zarar vermez. Bastırılmış öfke, korku, egemenlik... onlar zarar verir. Sevgi değil."

Bir süre daha yürüdük. Ardımızda kalan ev küçüldü, ama üzerimizde bıraktığı ağırlık hâlâ bizimleydi.

"Neden müdahale ettin, neden bu kadar sert davrandın?" dedim bir süre sonra. "O çocuğu tanımıyorduk bile."

Bir an durdu. Ellerini cebine soktu. Gözlerini yere indirdi, ama sanki geçmişin tozlu raflarında bir cevap arıyordu. Sonra başını kaldırdı ve gözlerimin içine baktı.

"Çünkü... ben de küçükken biri gelsin isterdim."

Boğazım düğümlendi. Sessizce başımı salladım. O an, Çınar’ı ilk kez gerçekten gördüğümü hissettim. Sadece tanıdığım adamı değil, içindeki kırık çocuğu da...

Ve işte o an, hikâyemiz yalnızca bir çocuğun kulağından değil, bir adamın geçmişinden de sökülüp gelmişti. Bu geçmişi öğrenmek beni çok kıracaktı biliyorum, ama ne olursa olsun Çınar'ın yanında olmak istiyorum.

Çınar'ın yumruk yapıp açtığı eli takıldı gözüme, durmadan bu hareketi tekrar ediyordu fakat bunu farkında olmadan yapıyordu. Eklemleri soyulmuş, ve yer yer kanamıştı. Acıyor olma düşüncesi içimi burktu.

Sokağın başından bana göz kırpan eczaneyi fark ettiğimde gülümse oluştu yüzümde istemsizce. Çınar'ın elini tutup onu sürüklemeye başladığım da ne olduğunu anlamadığına emindim.

"Ecrin ne oldu?" dedi, sesi yumuşaktı, içine gömülmüş bir merakla. Yürürken hafif tökezledi, bana ayak uyduruyordu ama zihni geride kalmış gibiydi.

Hiç cevap vermeden elini daha sık tuttum. Eczanenin kapısından girerken kısa bir an başını çevirip sokaktaki insanlara baktı. Bir anlığına yakalanmış gibi oldu. Sanki bu kadar ilgi görmeye alışık değildi. Sessizdi, ama elleri hâlâ anlatıyordu: Yumruk kapat, yumruk, aç…

Eczaneden çıkarken elinde torbayla yürüyordu yanımda. Bir şey demiyordu, ama gözlerindeki minnet sessizdi, gürültüsüz ama oradaydı. Onu bir banka çektim, torbayı açtım.

“Elini ver,” dedim usulca, sanki sessizliğin içinden uzanan bir dua gibi.

Çekinmedi. Ucundan, hafifçe uzattı elini. Kırılacakmış gibi narin bir temasla aldım elini avuçlarımın içine. Parmak uçlarım titriyordu, bastırsam incitecekmişim gibi korkuyordum. Tenine değen pamuk, sanki aramızdaki geçmişi silmeye çalışıyor gibiydi. Derisine değdiğimde, zamanın bir anlığına durduğunu hissettim.

Antiseptiği bastığımda gözlerimi kaldırıp yüzüne baktım. Ama ne acı vardı o yüz ifadesinde ne de irkilme… Sanki bedenine değil, çok daha derin bir yerine değmiştim ama acısını göstermemeye kararlıydı.

Parmak uçlarıma merhemi aldım; bir annenin bebeğini okşar gibi sürdüm. Her hareketimle, ona zarar vermemeye çalışıyordum, çünkü o an, sadece fiziksel yaralarını değil, ruhundaki çatlakları da onarmaya çalışıyordum.

“Bana anlatabilirsin,” dedim, sesim dalga dalga yayıldı. “Ben hep yanındayım. Ne zaman istersen buradayım. İster dost, ister sırdaş… Ya da sevgilin olarak. Ben yanındayken, kendini yalnız bırakma.”

Ellerimi avuçlarının arasına aldı. Sımsıkı… Öyle sıkı tuttu ki, kalbim avuçlarındaydı artık. Başımı kaldırmak zorunda kaldım; bakışlarımız kesişti. Göz göze geldiğimizde, kehribar renkli gözlerinde kendimi gördüm. Ve o da benim gözlerimde Çınar’ı gördü. Birbirimizin gözlerinden kendimizi okuduk. Sözsüz bir yemin gibiydi bu bakış.

“Anlatırsam, kalbin kırılır,” dedi. Sesi, çocukluğunda kaybolmuş bir çocuğun yankısı gibiydi. Kırık dolu bir geçmişin yükünü taşıyordu her kelimesinde. Ama ben orada durmak istemedim. Kaçmaktan yorulmuştum.

“Kalbim sensin,” dedim. Daha az önce bu cümleyi kafamda döndürüp duruyordum, sanki başımda bir papatya tacıydı.

“Kalbim senin,” dedi sonunda. Sesi berraklaşmıştı; ya kendini toparlamıştı, ya da yalnızca rol yapıyordu. Belki de beni korumak istiyordu; endişelenmemem için güçlü görünmeye çalışıyordu. O her zaman böyleydi.

Çınar’ın tek kusuru buydu: iyi biri olmak. Kendinden önce başkalarını düşünmek. Kendi acısını susturup başkalarınınkini duymaya çalışmak. Bu dünyada en çok incinenler, en az kendini düşünenlerdir.

Onu daha fazla zorlamadım. Anlatmayacağı belliydi. Belki zamanı değildi, belki o an, sadece yanında birinin sessizce oturmasına ihtiyacı vardı.

Telefonu çaldığında, bir elini elimden çekti ama diğerini daha da sıkı tuttu. Bu küçük hareket bile binlerce kelimenin yerine geçiyordu. Ekrana gözüm ilişti: Toprak Abi. Onu sevip kollayanlardan biriydi.

İçimdeki merak, sabrımı kemiriyordu. Olanları anlatacak mıydı? Çınar derin bir nefes aldı. Göğsü yükseldi, sonra yavaşça indi. O an, nefes alışının bile içimi dağladığını fark ettim. Onunla birlikte nefes alıp verdim.

Telefonu açtı. “Efendim,” dedi, sesi sakin ama içinde fırtınalar koptuğunu ben biliyordum.

Karşıdan gelen sesleri tam seçemiyordum ama belli ki Toprak Abi, yerini soruyor, endişeyle arıyordu. Çınar ayak ucuyla yerdeki taşları eşelemeye başladı. Omuzları düştü; bir çocuğun azar işittikten sonraki mahcupluğuyla.

“Gelince anlatacağım,” dedi. Sesi kısıktı, utançla karışık bir mahzunluk taşıyordu. O an bir kez daha anladım: Çınar, en çok kendine acı çektiriyordu.

Telefonu kapattığın da merakım baskın geldi ve ağzımdan soru cümlesi fırladı "Anlatacak mısın?" Sadece merak ediyordum, anlatmak ona iyi gelecekti biliyorum. Henüz bana açıkça anlatmak ona ağır geliyordu, ama Toprak abiye anlatabilirdi. Toprak abi Çınar da farklı bir yere sahipti. Bunu ger Toprak abi den bahsettiğin de hayranlık dolu olan sesinden anlıyordum. Gözlerinde küçük bir çocuğun hayranlığı beliriyor, dilinden sevgi sözleri dökülüyordu.

Fakat sözlerimden sonra gözleri bana çevrilmedi, uzaklara daldı. Düşünüyor gibiydi, düşüncelerin onu boğmasından endişe ettim. Biraz sustu ama konuşmaya başladı.

"Anlatacağım, çünkü bilmeleri gerekiyor. Anlatacağım çünkü o çocuğun gerçekten güvende olup olmadığını öğrenmem gerekiyor, ve bana yardım edecek insanlardan bunu gizleyemem."

Sözlerini bitirdiğinde gözlerini bana çevirdi, küçük bir gülümseme sundum. Sözleri içime işledi, bir insan hiç bir şeyi kendi için yapmaz mıydı? Bir insanın içinde hiç mi bencillik olmazdı? Beni her defasında saşırttıyordu.

"Toprak abim eve gelmemi istedi, gidelim mi?" Mırıldanarak sorduğu hafif bir baş sallaması ile karşılık verdim. Banktan kalkıp elini bana uzattı, elimi avcuna bırakıp banktan ayaklandım. Ellerimiz kenetlendiğinde içimde oluşan ılık his kendini gösterdi.

Yürümeye başladığımız da adımlarımız birbirine eşdeğer gibi uyumluydu. Konuşmadım, yol boyu sessiz kaldım. Bugün yaşananların üzerine uzun zaman düşünecek şeylerim vardı. Bugünün sonunda bile el ele olabilmek günün belki de tek kazancıydı.

Bizim evin kapısı gözüktüğün de Çınar'a döndüm. "Ayrılık vakti geldi prens'im. Yarına kadar kendine iyi bak, görüşürüz." Gülümsedi bana belki de gecenin son tebessümüydü. Ellerimiz ayrıldı, ve ben gitmek için ilk adımı attım.

Gidecekken belime dolanan el beni kendine çekti ve sıcak kollar çevremi sarmaladı. Şok dalgası kısa bir an için üzerimden geçip gitti geriye sadece beni sarıp sarmalayan Çınar'ın sıcaklığı kaldı. Şaşkınlığı üzerimden attığım da kollarımı beline doladım.

Çınar kafasını boyun girintime gömüp boğuk sesiyle konuşmaya başladı. "Teşekkür ederim. Yanımda olduğun için. O halimi görüp beni bırakmadığın için teşekkür ederim."

Sözcükler boğazımda asılı kaldı, cevap vermeye mecalim yoktu. Yalnızca onun kalp atışlarını dinledim bir süre… Her biri içimde bir yerlere dokunuyordu, her biri sanki kendi hikâyesini anlatıyordu. Çınar’ın nefesi boynuma düşerken içimde hem tanıdık bir huzur hem de tarifsiz bir keder büyüdü.

Gecenin sessizliği, aramızdaki o sarılışı kutsar gibiydi. Sokak lambası loş bir titremeyle üzerimize sarkarken gölgemiz kaldırıma birlikte düşüyordu. Bir vücut gibi, tek bir siluet gibi… Ayrı değil, birleşik.

Ben hiçbir şey demedim. Bazen söz, hissin gürültüsünü bozar. Bazen susmak, bir ömrün fısıltısı olur.

Ama sonra, hafifçe geri çekildim. Ellerim hâlâ belindeydi. Onun gözlerine baktım; gözlerinde, çocukluk yaralarıyla baş başa kalmış bir adamın mahcup yalnızlığı vardı.

"Çınar," dedim yumuşakça, "teşekkür etme. Çünkü bu, sana vermem gereken bir şey değildi. Sadece bendim. Yanında olmam gerekiyordu. Ve olacağım."

Duygularım net, kelimelerim sarsılmazdı. Bir anlığına gözlerini kaçırdı. Belki de duygularını saklıyordu, belki de içindeki fırtına kendine bir yer arıyordu.

Sonra başını salladı, çok hafif. Rüzgarın yapraklara dokunuşu gibi… Ve gülümsedi. Bu gülümseme, bir vedanın değil, bir kabulün gülümsemesiydi. Kendi içinde bir “tamam”dı. Belki yarım ama gerçek.

"Senden bir teşekkür istemiyorum. Ama senden istediğim bir şey var."

"Ne istersen." Ondan isteyeceğim her şeyi kabul edecek oluşu gülümsetti beni.

"Söz ver."

"Ne sözü?" Ne üstüne söz vereceğini merak ediyordu, gerçekten ne dersem onu yapacak gibiydi.

"Bugün bana hiç bir şey olmadı Çınar." Gösterir gibi kendi etrafım da döndüm. "Bak hiç bir şeyim yok." Sonra çenemle elini işaret ettim. "Ama bak sana zarar geldi. Elin yaralandı, kalbin ve zihnin. İstemiyorum bir kere daha bunun yaşanmasını istemiyorum. Sana zarar gelsin istemiyorum. Bir kere daha böyle bir şey yaşanmayacak. Söz mü?"

Göz bebekleri titredi, bakışlarında ki değişikliği yakaladım. Ama bu titreme kısa sürdü. Göz bebekleri sokak lambasının ışığında parlarken Çınar bana cevap verdi.

"Senin istemediğin hiç bir şeyin tekrarı olmayacak. Söz." Gülümsedim. Büyük ve anlamlı bir gülümsemeydi. Sözleri içime güven aşılıyordu.

Telefonum titrediğin de cebimden hafifçe çıkarıp kimin aradığına baktım. Annem. Onlarda beni merak etmiş olmalıydı. Çınar annemin aradığını görünce;

"Hadi merak ediyorlar, sen geç eve bende gideceğim."

"Pekiii gidiyorum."

"İyi geceler tribün güzelim." Yanağıma sıkı bir öpücük kondurduğunda gülüşüm büyüdü. "İyi geceler Çınar." Bu sefer gerçekten ayrıldık, arkamı dönüp yürümeye başladığım da tenim de bıraktığı his hala benimleydi.

Kapıdan içeriye girecekken son kez arkamı dönüp Çınar'ı bıraktığım yerde görünce elimi dudaklarıma yaklaştırarak ona bir öpücük attım.

Başını yere eğip gülünce saçlarını alnına döküldü. Utanmış gibiydi. Utanıklı bir sevgilim vardı. Bu haline gülüp ona el salladığım da elini sallamak yerine sadece kaldırmak ile yetindi. Ve ben bir nebze bile onu karanlık dünyasından kurtardığım için mutluluk duydum.

Kapıyı kapatıp salonda oturan anne babama geldiğimi haber verircesine gürültülü bir şekilde odama çıktım. Kendimi odama attığım da beni karşılayan görüntü şaşırttı.

Ada odamda yatağı kendi yatağı gibi sahiplenmiş üzerine kurulmuş telefon ile oynuyordu. Benim geldiğimi görünce parmağını ileri geri sallayarak "Sakın seni affetiğimi falan sanma, halamlar bizde başka gidecek yer yok diye buraya geldim." Ona cevap vermek yerine kendimi sırt üstü yatağa attım.

"Sevgilinle zaman geçirmek çok hoşuna gidiyor galiba eve gelmek bilmedin." Bana laf dokundurmaya çalışıyordu ama benim şuan ona bile halim yoktu. Ne kadar Çınar'a unutturmaya çalışsam bile bugün benim içinde zordu.

"Hiç sorma." Yorgunluk dolu sesim Ada'nın merakını uyandırmış olacak ki yatakta bağdaj kurdu. "Anlat hemen." İşte böyleydi ne kadar kırılırsak kırılalım derdimiz olursa birbirimize ilk biz koşardık.

Onun gibi bağdaj kurdum. Ve anlatmaya başladım.

 

 

Bölüm sonuuu

Üzgünüm bölüm gecikti. Okuyan bir kaç kişi var zaten onları da bekletmek istemezdim.

Arkadaşlar diğer bölüm Ada ile Okan için olabilir. Ama emin değilim. Diğer bölüm olmazsa bile ondan sonraki bölüm Ada ile Okan için olacak.

Oy yorum DEMİCEM çünkü VERMİYORSUNUZ FJFJFJJFJFJGJG

HAYDİİ KENDİNİZE İYİ BAKIN HOŞÇAKALIN

11/06/2025

 

 

Bölüm : 11.06.2025 18:03 tarihinde eklendi
Okur Yorumları Yorum Ekle
Hikayeyi Paylaş
Loading...